GÜNDÜZSEFASI-SARAH JIO

yüzen bir ev. Ömrü boyunca Seattle’da yaşamış biri olarak yüzen evlere daima hayranlık duymuşumdur (Sevginin Bağladıkları adlı filmin bu hayranlığımı daha da arttırdığını söylemeliyim). Yıllar önce genç bir gazeteciyken, yüzen evlerde yaşamak hakkında bir makale yazmıştım. Bu evlerden birine ilk kez davet edilişimi asla unutamam. Beni içtenlikle evine davet eden bayan (eve alt tarafında ördekler için bir boşluğu bulunan kapıdan girmiştik), bana göl üzerindeki yaşamdan, yüzen evin rüzgârda tatlı tatlı salmışından ve gölün sizi nasıl sallayarak uyuttuğundan bahsetmişti. Anlattıkları içinde belki de benim için en unutulmaz olan şey, komşuların kendi aralarında bir aile gibi oluşuydu. İhtiyacı olanlara yardımcı oluyor ve yalnızca güvenilir dostların yaptığı gibi sır tutuyorlardı.

Sanırım bu romanın başlangıcı da o küçük, yüzen eve adımımı attığım gün başlamıştı. Ve zaman geçtikçe kendi yüzen evimde yaşamak için can atar olmuştum. Ancak ailemiz genişledikçe, kocam ve ben, üç küçük erkek çocuğu yüzen bir evde büyütmenin pek de iyi bir seçim olmayacağına karar verdik (küçük bir iskelenin üzerinde yakalamaca oynamayı hayal etsenize). Böylece bu hayali bir kenara koyup, en azından 2012’nin eylül ayma dek erteledik.

Kocam yüzen evde geçen bir roman planı üzerinde çalıştığımı biliyordu. Araştırma yapmak amacıyla hafta sonu için kiralık bir yüzen ev bulmayı umduğum sıralar, cömert bir fikirle gelerek beni şaşırttı. Neden onlardan birini daha uzun süreliğine kiralamıyoruz, diye öneride bulundu. Böylece onu ofisim olarak kullanabilir ve gölde yaşamanın nasıl bir şey olduğunu gerçekten anlayabilirdim.

Bu teklife önce hayır demek istedim. İlk bakışta bu bana anlamsız ve gereksiz bir harcama olarak göründü. Ama sonra düşündüm: Yüzen evlerdeki yaşam tarzını, orada yaşayanların oluşturduğu topluluğun geçmişini, kişiliklerini ve sırlarını başka türlü nasıl öğrenebilirdim ki?

Böylece kiralık bir yüzen eve bakmaya gittik ve birkaç saniye içinde eve adeta âşık oldum. Yuvarlak bir penceresi olan çatı katındaki yatak odası, Space Needle manzaralı terası ve erzaklarla dolu olan antika mutfağıyla bu, hayallerimin yüzen eviydi. Kocamla birlikte dört aylık bir kira sözleşmesini çabucak imzaladık.

Union Gölü’nde geçirdiğim günler olmasaydı bu kitabı yazamazdım. Bu romanın bir hayal ürünü olduğu doğru olsa da,

yüzen cv topluluğu arasında geçirdiğim aylar bana ilham kaynağı olup yazılarımı zenginleştirdi – arka verandamda yuva yapan yaban ördeklerinden, komşularımın nezaketine kadar.

Sözleşmemizin sona ermesine birkaç hafta daha var. Buradan gitmeyi gerçekten istemiyorum. Burada güldüm. Burada ağladım. Bu çatı altında yeni dostlar edindim ve eskileriyle iletişimi sürdürdüm. Burada kendimi inanılmaz derecede huzurlu hissettim. Bilhassa burada yaşayan topluluğa adeta âşık oldum. Ama vedalaşma zamanı neredeyse geldi çattı. Önümüzdeki günlerde bu romanın son taslağını teslim ederken, aynı zamanda anahtarımı da teslim ediyor, gerçek hayatta ve romanda adlandırdığım şekliyle sevgili Tekneler Caddesi’ne hoşça kal diyor olacağım. Yine de bu iskele ve burada yarattığım hikâye sonsuza dek kalbimde olacak. 7 numaralı yüzen ev. Henrietta ve Haines. Küçük Jimmy. Penny ve Collin. Alex ve Ada. İskeleye çıktığım sırada hepsinin arkamdan el salladığını hissedeceğim. Ve yıllar geçse de onlan nerede bulacağımı daima bileceğim.

—SJ

{Birinci Böüm

6*^

Seattle, 12 SFCasım, 2008

Ayak bastığım eski iskele derin bir iç çekiyormuş gibi gıcırdadı. Etraf karanlıktı ama yukarıdaki iplerden sarkan ışıklar yolumu aydınlatıyordu.

Emlak ofisindeki kadın telefonda ne söylemişti? Soldan yedinci yüzen ev miydi? Evet. Sanırım. Valizimi biraz daha sıkı kavrayıp, yavaşça yürümeye devam ettim. Suda hafifçe sallanan bir yelkenli, yanı başındaki iki katlı bir yüzen eve bağlıydı. Evin bir terası ve solarak grimsi kahverengi bir renge bürünmüş kaplamaları vardı. Ön verandasındaki masada duran gaz lambasının titrek ışığı, birkaç saniye sonra belki rüzgâr, belki de karanlıkta görünmeyen biri tarafından söndürüldü. İskele sakinlerinin karanlık pencerelerinin ardından beni seyredip fısıldaştıklarını hayal ediyordum. “İşte orada,” diyordu biri diğerine. “Yeni komşumuz.” Bir diğeri sırıtıyordu. “New York’lu olduğunu duydum.”

Fısıltılı konuşmalardan ve bakışmalardan nefret ediyordum. Beni New York’tan buraya süren şey de insanların ezici meraklılığı olmuştu. Bir ay önce ofisin asansöründen çıkan bir kadının, “Zavallı şey,” deyişine kulak misafiri olmuştum.

“Olanlardan sonra her sabah yataktan kalkmayı bile nasıl başarıyor, bilmiyorum. Onun yerinde olsaydım nasıl devam ederdim, bilmem.” Kadın köşeyi dönene dek koridorda öylece beklediğimi hatırlayabiliyordum. Onun ya da herhangi birinin yüzündeki ifadeyi görmeye dayanamıyordum. Başını iki yana sallayışlar… Acıyan bakışlar… Dehşet… Seattle’da ise geçmişimin gölgesi örtü altında kalacaktı.

Uzakta bir kapı menteşesi sesi duyduğumda derin bir nefes alarak başımı kaldırdım. Kendimi biriyle karşılaşmaya hazırlayıp durakladım. Ama tek görebildiğim, gölde yavaşça kayarak ilerleyen bir kanoydu. Kanonun tek yolcusu başıyla beni selamladıktan sonra ay ışığında kayboldu. îskele biraz sallandığından dengede durmaya çalışarak sendeliyordum. New York, Seattle’dan oldukça uzaktaydı ve kıtanın bir ucundan diğerine yaptığım uçak yolculuğu yüzünden kendimi hâlâ sersem gibi hissediyordum. Bir an için durup burada ne aradığımı merak ettim.

İki yüzen evin daha yanından geçtim. Biri griydi, kuzeye bakan çift kanatlı cam kapılan ve çatısında bir rüzgârgülü vardı. Bej renkli olan diğer evin pencerelerindeki çiçeklikler kırmızı sardunyalarla dolup taşıyordu, ön verandasında çeşit çeşit ayaklı vazolar ve saksılar diziliydi. Toprak bir saksının içindeki mavi ortancalara hayranlıkla bakarak durakladım. Bu evde yaşayan her kimse, titiz bir bahçıvan

olmalıydı. New York’taki balkonumda bıraktığım saksılarımı hatırladım. Pazı, fesleğen ve balkabağı dikerek oluşturduğum küçük bahçemi düşündüm. Hepsi onun içindi… Yüreğimin kabardığını hissederek duda-

ğımı ısırdım. Fakat yedi numaralı yüzen evin verandasındaki ışık, beni düşüncelerimin arasından çekip çıkardı. Yeni evime şöyle bir bakmak için durdum. İskelenin sonunda yer alan ev ağır ağır, korkusuzca yüzüyordu. Sedir kaplamalarının rengi solmuştu. Üst katta açık bırakılmış, yuvarlak bir penceresi olduğunu fark ederek gülümsedim. Tıpkı ilanlarında gösterilen resimlerdeki gibiydi. Bir iç çektim.

İşte gelmiştim.

Anahtanmı yuvasına yerleştirdiğim sırada boğazımın düğümlendiğini hissettim. Bacaklarım ansızın gücünü kaybetmişti. Kapıyı açar açmaz dizlerimin üzerine yığıldım ve yüzümü ellerimin arasına gömerek ağlamaya başladım.

1Üç ZKçfta &m

Saat sabahın dokuzuydu. New York güneşi, Dr. Evinson’un sekizinci kattaki ofisinin pencerelerinden içeri öylesine güçlü vuruyordu ki elimi gözlerime siper etmek zorunda kaldım.

“Affedersin,” dedi Dr. Evinson jaluzileri işaret ederek. “İşık rahatsız mı ediyor?”

“Evet,” dedim. “Şey, hayır, aslında…” Doğrusu beni rahatsız eden şey ışık değil, vereceğim haberdi.

Oturduğum yeşil-beyaz çizgili koltukta doğrularak bir ıç çektim. Duvarda Mick Jagger’m imzalı, çerçeveli bir fotoğrafı asılıydı. Bir yıl önce Dr. Evinson’un ofisine girdiğim günü hatırlayarak kendi kendime gülümsedim. O gün siyah, deri bir kanepe ve ben bir peçeteyle gözlerimi kurularken elinde not defteriyle beni dinleyerek başını sallayan, takını elbiseli, st nekkaydı tıraşlı bir adam göreceğimi sanmıştım.

Eşimin kız kardeşi Joanie’ye göre, Dr. Evinson Manhattan’m en rağbet gören terapistiydi. Geçmişteki hastaları arasında Mick Jagger -bu yüzden duvarda bir fotoğrafı vardı-ve diğer birçok ünlü isim bulunuyordu. Heath Ledger’ın ölümünden sonra eski hayat arkadaşı Michelle Williams da haftada bir Dr. Evinson’u görmeye geliyordu. Biliyordum çünkü bir keresinde onu lobide Us Weekly dergisinin sayfalarına göz gezdirirken görmüştüm. Fakat Dr. Evinson’un ünlü müşterileri beni etkilememişti. Dürüst olmak gerekirse terapistlerden daima korkmuştum. Bana neler söyletebileceklerinden, neler hissettirebileceklerinden korkuyordum. Ama Joan gitmem için beni cesaretlendirmişti. Aslında cesaretlendirmek yanlış bir kelimeydi. Bir sabah kahvaltı için benimle Dr. Evinson’un iş hanının en alt katındaki restoranda buluştu ve sonra da beni dokuzuncu kata çıkacak olan asansöre bindirdi. Dr. Evinson’un bekleme odasına geldiğimde geri dönmeyi düşündüm. Ancak tam o sırada resepsiyondaki görevlinin, “Siz Dr. Evinson’un saat dokuzdaki randevusu olmalısınız,” dediğini duydum.

İsteksizce odaya girdiğimde, bir yıl boyunca her cuma saat dokuzda oturacağım yeşil-beyaz çizgili koltuğu fark ettim. “Bir kanepe bekliyordunuz, değil mi?” diye sordu Dr. Evinson sıcak bir gülümsemeyle.

Evet dercesine başımı salladım.

Dr. Evinson koltuğunda dönerek gri sakalını sıvazladı. “Hastalarım kanepeye uzandıran bir terapiste asla güvenmeyin.”

“Ah,” diyerek koltuğa oturdum. Kanepelerin iyileştirici bir yöntem olarak kullanılmasına dair büyük bir tartışmayla ilgili okuduğum makaleyi hatırladım. Freud, önündeki bir kanepede uzanan hastalarının arkasında oturma yöntemini savunuyordu. Onlarla göz teması kurmayı gereksiz bulduğu

aşikârdı. Ancak Dr. Evinson ve onun gibiler, bu kanepe senaryosunu verimsiz, hatta boğucu buluyorlar, bunun terapisti hâkim konumuna getirerek hasta ve doktor arasında kurulacak gerçek bir diyalog ve verimli bir geribildirim şansını yok ettiğini öne sürüyorlardı.

Bense hangi tarafa katıldığımdan emin değildim. Tek bildiğim, bu ofiste kendimi tuhaf hissettiğimdi. Yine de bu tıka basa doldurulmuş koltuğa oturmuş, kabarık minderlerinin arasına gömülmüştüm. Sonra da yumuşacık kumaşlar tarafından kocaman kucaklandığımı hissederek, Dr. Evinson’a her şeyi anlatmaya başlamıştım.

Başımı arkaya yaslayarak koltuğun kabarık minderine dayadım.

“Hâlâ iyi uyuyamıyorsun, değil mi?” diye sordu Dr. Evinson.

Omzumu silktim. Bana pek de yardımı dokunmayan uyku haplan yazmıştı. Ama hâlâ her sabah saat dörtte uyanıyordum. Gözlerim fal taşı gibi açılıyor, kalbim bir önceki geceden daha az acımıyordu. Hiçbir şey fayda etmiyordu. Antidepresanlar… Sakinleştiriciler… Hayatımın sonsuza dek değiştiği o gün bana hastanede verdikleri Valium… Hiçbiri acımı, yalnızlığımı ve kendi hayatımda sonsuza dek kaybolmuşluk hissini yok etmemişti.

“Benden bir şey saklıyorsun,” dedi Dr. Evinson.

Bakışlarımı kaçırdım.

“Ada, nedir o?”

Başımı sallayarak doğruladım. “Bu hoşuna gitmeyecek.

Dr. Evinson’un sessiz kalışının, devam etmem için bir işaret olduğunu öğrenmiştim. Derin bir nefes aldım. “New York’tan ayrılmayı düşünüyorum.”

Santorini,” dedi kadın. “Ne güzel bir isim. Milan’da öğrencilik yaptığım zamanlar aynı soyadını taşıyan bir aile tanımıştım. İtalyan olmalısınız?”

“Değilim,” dedim çabucak. “Yani, kocam öyleydi… Demek istediğim, bakın, eminim o evi çoktan kiralamışsınızdır.” “Hayır,” dedi kadın. “Ay başında kiralanmaya müsait durumda. Tam anlamıyla büyüleyici bir ev, gerçi internetteki fotoğraflarından ne kadar güzel olduğunu siz de görmüşsü-nüzdür.”

“Fotoğraflar mı?”

“Evet,” dedi kadın, ardından bana bir internet sitesinin adresini verdi. Adresi çabucak bilgisayarıma girdim. Ofisimin kapısı açıktı ve dışarıdaki bölmede oturan meraklı stajyerin beni dinlemiyor olmasını umuyordum.

“Vay canına,” dedim ekranımdaki fotoğraflara göz gezdirirken. “Bu… gerçekten hoş.”

Belki Dr. Evinson yanılıyordu. Belki de acımdan kaçabilirdim. Ekranda yazı işleri müdürümden gelen bir e-postanın belirmesiyle birlikte kalbimin deli gibi çarpmaya başladığını hissettim. “Today bölümü çok başarılıydı. Yapımcı, çocuklarla seyahat hakkında daha fazla tüyo paylaşmanı istiyor. Saç

\e makyajın için yarın saat beşte stüdyoda ol.” Başım hafifçe dönmeye başladı. Hayır. Hayır, bunu yapamam. Artık olmaz. “Evi tutmak istiyorum,” dedim aniden.

“öyle mi?” diye sordu kadın. “Ama daha ayrıntılı bilgi almak istemez miydiniz? Henüz kira hakkında bile konuşmadık.”

Meraklı stajyer şimdi kapı eşiğimde dikilivermişti. Elinde ağustos sayısının kapak resmi vardı. Küçük bir kız ve annesi, bir hamakta sallanarak gülümsüyorlardı. “Hayır,” dedim hemen. “Önemli değil. Tutuyorum.”

Sisters Planet:)

Ûtmi £BûÖJm

Gözlerimi açtığımda bir an için nerede olduğumu bilemedim. Bu boşluk hissi oldukça korkutucuydu. Dışarıdaki gölün sesini duymamla birlikte manzara da belirginleşmeye başladı. Beyaz bir kılıf geçirilmiş olan kanepedeydim. Sandaletlerim hâlâ ayağımda, büyük, siyah valizimse kapının yanındaydı. Sanki onu ilk kez görüyormuşum gibi, yüzen eve şaşkınlıkla göz gezdirdim. Saat altıya çeyrek vardı, yani Doğu Yakası’nda neredeyse dokuz olmuştu. Yıllardır bü saate kadar uyumadığımdan, bu durumu oldukça şaşırtıcı buldum. Kanepeden kalkıp küçük mutfağa doğru yürüdüm. Elimi fayans mutfak tezgâhının üzerinde gezdirirken, Wentworth Emlak başlıklı bir notun üzerine bırakılmış pirinç anahtarı gördüm. Notta, “Seattle’a hoş geldiniz!” yazıyordu. “Yedek anahtarınız burada. Herhangi bir şeye ihtiyacınız olursa bizi arayın.” Anahtarı cebime koyduğum sırada kahve makinesini fark ettim. Su doldurduğum haznesine bir paket öğütülmüş Star-bucks kahvesini de boşalttıktan sonra, makinenin ıslığa benzer sesini dinlemeye başladım.

Mutfak dolaplarına göz atıp birkaç çekmeceyi açtım. Hepsinin dolu olduğunu görmek beni sevindirmişti. Ocağın üzerindeki kancalarda bir dizi eskimiş tencere ve tava asılıydı. Burada pek çok yemek pişirilmişti. Açık bir rafta şarap, bir diğerindeyse şampanya kadehleri diziliydi. Bunca yıldır onlara dudaklarını değdirmiş olan insanları düşündüm. “Mutlu Yıllar!” diye bağırdıktan sonra iskelede toplanıp hep birlikte şarkı söylediklerini adeta duyabiliyordum. Burada mutlular mıydı? Ben de mutlu olacak mıydım?

Raftan aldığım büyük, kulplu bir bardağı kahveyle doldurdum. Kahvenin kokusunu içime çektikten sonra bir yudum alıp koridorun sonundaki odaya yöneldim. Beyaz kitaplığa bakan duvara bir çekyat dayalıydı. Kitaplığın rafları geçmiş yıllardaki kiracıların arkalarında bıraktıkları kitaplarla doluydu. Maeve Binchy. Stephen King. Otostopçunun Galaksi Rehberi”ni gördüğümde gülümsedim. Bu James’in en sevdiği kitaptı.

Gözlerimi sımsıkı kapadım. Ardından köşeyi dönüp ufak bir çamaşır makinesinin, kurutma makinesinin ve çamaşır dolabının yanından geçerek küçük bir banyoya girdim. Duşun üzerinde büyük bir tavan penceresi ve iskeleyle ardındaki göle bakan minik, dört köşe bir pencere daha vardı. Küçük bir tekneyle evin yanından geçmekte olan genç aileyi görebiliyordum. Küçük kız pembe bir can yeleği giymişti, ondan daha büyük olan erkek kardeşi ise teknenin kıç tarafında babasıyla birlikte oturuyordu. Bakışlarımı başka yöne çevirdim.

Koridora dönerek çerçeveli, yağlıboya, eski bir yelkenli tablosunun önünde durdum. Gözlerimi kısıp yelkenlinin yan tarafına maviyle yazılmış Catalina ismine baktım. Aklıma San Dıego açıklarındaki ada geliverdi. Sunrise beni dokuz yıl

öncc, düğünden sonraki yıl oraya göndermişti. Koyun üzerinde dönüp duran deniz kuşlarını izleyişimi hatırladım. James de benimle gelmişti. Sahildeki küçük bir kafede sandviç yemiştik. Derin bir nefes alıp tekrar tabloya döndüm. Teknenin iki yelkeni, ahşap gövdesinin üzerinde gururla kabarmıştı. Altındaki mavi suyun tropik bir görüntüsü vardı. Bu muhtemelen Bahamalar ya da Karayipler’deki başka bir yerdi. Çatalına adındaki bu tekne nereye yol alıyordu böyle? Bağımsız ve hayat dolu görünüyor, onu zapt edecek bir çapa ya da herhangi bir şey olmaksızın ilerliyordu. Parmağımı uzatıp tuvale dokundum. Bunun doğru bir hareket olmadığını biliyordum, ama elimde değildi. Sanki tablo mıknatıs gibiydi. Çizgileri, ressamın fırçasının dokusunu, parmağımın ucunda hissettim.

Arkamda çatı katına çıkan ve daha çok gemi merdivenlerine benzeyen basamaklar vardı. Başımı eğip merdivenleri tırmanarak üst kata çıktım. Köknar ağacından döşemeler ayağımın altında gıcırdıyordu. Burada çift kişilik bir yatak -bembeyaz çarşaflan yeni yıkanıp ütülenmişe benziyordu- ve aslan başı şeklinde pirinç kulplan olan eski bir şifoniyer yer alıyordu. Ahşap yatak başlığının üzerinde küçük, yuvarlak bir pencere vardı. Aralık olan pencereden, içeri giren sabahın serin havasını yüzümde hissettim.

Suyu ayaklanyla sıyırarak uçup geçen bir çift Kanada kazının sırayla bağınşmı dinledim.

Merdivenlerden dikkatle inerek oturma odasına geçtim. Çift kanatlı cam kapıların ardında, yelkenli bir tekne hatifçe sallanmaktaydı. Emlak ofisi yelkenliden hiç bahsetmemişti. Teknenin ahşap gövdesi bal rengine boyanmıştı. Eski görünmesine rağmen oldukça bakımlıydı. Kapıyı açıp verandaya çıktım. Solumdaki yüzen evin verandasında san bir Labrador’un uyukladığını fark ettim. New York’ta olsaydım

şimdiye dek çoktan masama oturmuş ikinci espressomu içiyor ve taslakları düzenliyor olurdum. Saat birde biri beni öğle yemeği için zorla dışarı çıkarana dek bunu yapar, yemeğimi isteksizce yedikten sonra da hızla ofise dönerdim. Saat dokuza kadar ofiste kalır, ancak temizlik personeli geldiği zaman işten çıkardım. Eve gitmekten nefret ediyordum.

Kıyısında teknelerin ve yüzen evlerin barındığı Union Gölü’nün batısına bakan beyaz, ahşap bir sandalyeye oturdum. Sağımda çimenlerle kaplı, yeşil bir tepecik görüyordum. Üzeri bir heykeli andıran paslı, endüstriyel kalıntılarla doluydu. Gas Works Parkı, diye geçirdim içimden, uçakta göz gezdirdiğim Seattle rehberini hatırlayarak. Sonraki bir saati geçip giden tekneleri seyrederek geçirdim. Kulağıma bir keman sesi çalınıyor, ancak ne taraftan geldiğini bir türlü çıkara-mıyordum. Bu bana James’in söylediği bir şeyi hatırlatmıştı. O, su üzerindeyken seslerin daima yanıltıcı olduğunu, bazen bir kilometre ötedeki bir fısıltıyı bile duyabileceğimizi söylerdi. Bir süre büyülenmiş bir şekilde melodiyi dinledim. Müzik durduğunda, arkamda önce ayak sesleri sonra da bir erkek sesi duydum.

“Henrietta!” diye bağırdı iskeledeki adam. “Henrietta!” Sesi kulağa endişeli geliyordu ve bir an için birinin başının dertte olup olmadığını merak ettim. Temkinli bir şekilde verandanın ucuna yürüyüp iskeleye göz attım, önce adamın sırtını gördüm. Uzun boylu ve yaşma göre formdaydı. Gözlerindeki yorgun ifadeye bakarak altmışlı yaşlarının başında olduğunu söyleyebilirdim. Emest Hemingway’in Key West’teki fotoğraflarında yaptığı gibi yana doğru ayırdığı gri saçları alnına dökülmüş ve ona çocuksu bir çekicilik katmıştı. “Ah,” dedi aniden beni fark ederek. “Sen yeni komşumuz olmalısın.” Sıcak bir şekilde gülümsedi. “Tekne için üzgünüm,” diye devam etti, verandamın yanında bağlı olan yelkenliyi işaret ederek. “Sen gelmeden önce onu kendi iskeleme çekmek istemiştim. Sadece iskeleyi onarmam gerek ve…”

“Sorun değil,” dedim birkaç adım yaklaşarak.

“Ben Jim,” dedi adam.

“Ada,” diyerek uzattığı elini sıktım. “Dün gece geldim. Yeni kiracıyım.”

Jim gülümsedi. “Pekâlâ, öyleyse Tekneler Caddesi’ne hoş geldin diyen ilk kişi olmama izin ver.”

Şaşkın bir halde ona baktım.

“Ah, biz iskelemizi böyle adlandırırız.”

Anladığımı belirtircesine başımı salladım. “Ah, affedersin. Birini mi arıyordun? Henrietta?”

Sanki can sıkıcı bir gerçeği hatırlamış gibi, gülümsemesi kaybolup suratı asıldı. “Ah, evet,” dedi başını iki yana sallayarak. “Haines, neredesin ihtiyar?” Jim arkasına bakarken şaşkınlıkla onu izledim. Çok geçmeden, ilerideki yüzen evin kenarında beliren bir yaban ördeği temkinli bir şekilde etrafa göz gezdirdi. Ardından paytak bir şekilde Jim’e doğru yürürken, kısa bir süreliğine durup bana baktı. “İşte, bu Haines. Henrietta adında güzel bir ördekle evli. Ama çok fazla kavga ediyorlar. Dün gece de aralarında şiddetli bir tartışma yaşandı.” Jim, sanki ördeklerin aşk hayatı gayet ciddi bir konuymuş gibi şaka yapmaksızın konuşuyordu. Gülümsemem gerekip gerekmediği konusunda emin değildim, ama gülmemek imkânsızdı.

“Sence kaçmış mıdır?” diye sordum gülmemek için elimden geleni yaparak.

“Ah, hayır,” dedi Jim. “Sadece bir yerlerde küsmüş oturuyordun Geçen hafta onu bir kanoda buldum. İki gündür ortalarda yoktu ve Haines de yanındaydı.” Tüylerini kabartarak vaklayan ördeğin yanına çömeldi. “Bilirsin, yaban ördekleri tek eşlidir.”

“Duymuştum,” dedim. “Bu gerçekten çok hoş.”

“Her neyse,” diyerek ayağa kalktı Jim. “Hepimiz bu bahar yavrular bekliyoruz.”

Gülümsedim. “Yavrular mı?”

Jim başını sallayarak onayladı. “Beş yıldır birlikteler ve bir noktadan sonra bu evliliği taçlandıracaklarını düşünüyoruz.” “Belki de bu yıl onlann yılıdır,” dedim.

“Belki. Her neyse, eğer Henrietta’yı görürsen haber verirsin. Dört ev aşağıda oturuyorum.”

“Ah,” dedim bir önceki gün önünden geçtiğim çiçekleri hatırlayarak. “Bütün o çiçekleri sen dikmiş olmalısın. Gerçekten çok güzeller.”

“Yo,” dedi Jim çabucak. “Onlar annemin çiçekleri. Annem ve babam bitişiğimde oturuyorlar. Ben bu iskelede büyüdüm.” Bir an için düşüncelere dalmış gibi göründü. “Uzun zamandır buradan uzaktaydım, ama bitişikteki ev geçen yıl satılığa çıktığında onu almaya karar verdim.” Sanki geçmişin objektifinden bakarak elli yıl önceki halini görüyormuş gibi iskeleye baktı. “Buradan ayrıldığımda bir daha dönmeyeceğime yemin etmiştim. Sanırım bunu on sekiz yaşındaki herkes düşünür, değil mi?” diyerek omzunu silkti. “Eğer öğrendiğim bir şey varsa, o da zamanın bir şeyleri olgunlaştırdığıdır.” Anne ve babasının yüzen evinin önündeki saksı çiçeklerine göz gezdirdi. “Ne olursa olsun, ev evdir. Senin ait olduğun yerdir.”

Kendi evimi düşünüp, tereddütle başımı sallayarak onayladım. Yıllardır Kansas City’ye uğramamıştım. Sebebi bana acı verdiğinden, bu düşünceyi üzerine su dökülmüş bir kor gibi söndürmeye çalıştım. Öte

Sebebi bana acı verdiğinden, bu düşünceyi üzerine su dökülmüş bir kor gibi söndürmeye çalıştım. Öte yandan, New York City – hayır, artık orası da benim evim değildi. Ben hiçbir yere bağlı değildim.

“Her neyse, buraya geri dönmem gerekti,” diye devam etti Jim. “Annemle babamın sağlığı pek iyi değil. Annem geçen sonbahar kalçasını kırdı. Nihayet ayağa kalkabildi, ama oldukça çelimsiz durumda. Ve babam, o da hafızasıyla ilgili sorunlar yaşıyor. Bazı günler diğerlerine nazaran daha iyi.” “Çok üzüldüm,” dedim kendi anne ve babamı düşünerek. Aramıza ördüğüm büyük duvar yüzünden kendimi suçlu hissediyordum. Elbette bunu isteyerek yapmamıştım. Sadece acımın aynası olan seslerini duymaya, yüzlerini görmeye da-yanamıyordum. Önceki yaz onları görmeye gitmiştik… Bir an için gözlerimi kapattım. Gecenin nemli havasında oradan oraya zıplayarak ateş böceklerini yakalamaya çalışan Ella’yı görebiliyordum. “Anne, bak,” diye seslenmişti tiz bir sesle, sesi o günkü gibi aklımdaydı. Ardından, birbirine kenetlediği elleriyle bana doğru koşmuştu. “Birini yakaladım! Ona ne isim verelim?”

Gülümseyerek Ella’yı eve sokmuş ve annemin mutfak dolabından cam bir turşu kavanozu bulmuştum. Sonra da kavanozun dibine biraz çalı çırpıyla yapraklar yerleştirmiş ve metal kapağını bir bıçakla delerek, Ella’ya nasıl güzel bir ateşböce-ği yuvası yapacağını göstermiştim. “İşte,” demiştim. “Senin kendi ateşböceğin.”

Ella burnunu kavanozun camtna dayamıştı. “Onu New York’a götürebilir miyiz?”

Başımı iki yana sallamıştım. “Hayır, tatlım,” demiştim yumuşak bir sesle. “O buraya ait.”

Daha ta/la açıklama yapmama gerek yoktu. Ella anlıyordu. Onun yaşındaki birçok kızdan çok daha fazlasını anlıyordu. O büyülü yaz gezisini, James’i, tek torunları olan Ella için o ay arka bahçelerine yeni bir salıncak yaptıran anne ve babamı düşünerek bir iç çektim. Ardından başımı iki yana salladım. Hayır, onlarla yüz yüze gelemezdim. Bu yüzden annemle babam beni aradığı gün telefona cevap vermemiş, sonraki günler de aynısını yapmaya devam etmiştim. Sonunda onlara bir mektup yollayarak, hazır olduğumda onlan arayacağıma söz vermiştim. Ama ne zaman hazır olacağımı bilmiyordum.

Jim, Haines’e bakarak gülümsedi. “Her neyse. Biliyor musun? Onlar için burada olmak güzel şey.”

“Evet,” dedim dalgın bir şekilde.

“Ya sen?” diye sordu Jim. “Senin için ev neresi?”

Sanki Seattle semalannın ardında Manhattan’daki dairemi görebiliyormuş gibi uzaklara baktıktan sonra tekrar Jim’e döndüm. “Ben pek çok yerde yaşadım,” diye yanıt verdim.

“Doğru,” dedi Jim. Sanki beni anlamış gibi, sanki onun da kendi sırları varmış gibi gözleri parladı. Başını olumlu anlamda salladı. “Pekâlâ, burayı seveceksin.”

“Umarım,” dedim. “Bu arada, bu civarda zaruri ihtiyaçlan alabileceğim bir market falan var mı?”

Jim evet dercesine başını sallayarak iskelenin yukansını işaret etti. “Pete’nin Marketi,” dedi. “Buradan sadece birkaç blok uzakta. Ben kendimi bildim bileli oradadır. Harika şarapları da var. Ayrıca herhangi bir şeye ihtiyacın olursa uğraman yeter. Söz konusu ekmek, yumurta ve süt olduğunda burada ortaklaşa davranırız.”

Gülümsedim. “Teşekkürler.” Önce göle, ardından tekrar iskelenin yukarısındaki caddeye doğru döndüm. “Dün gcce

geldiğimde hava karanlıktı, o yüzden hâlâ yönümü bulmakta zorlanıyorum. Buralarda yürüyerek gidebileceğim başka bir yer var mı?”

Jim, evet anlamında başını salladı. “Seattle’ın en iyi kahve dükkânı Eastlake’teki tepenin hemen yukarısında. Ayrıca Serafina’s adlı İtalyan restoranını da kaçırmak istemezsin.” “Kulağa hoş geliyor,” dedim. James burada olsaydı orayı çoktan keşfetmiş ve akşam yemeği için rezervasyon yaptırmış olurdu.

“Batı Yakası’nda bundan daha iyi bir küçük topluluk bulamazsın,” diyen Jim, bizi dikkatle dinleyen Haines’e doğru döndü. “Pekâlâ, arama çalışmalarına dönsem iyi olacak,” dedikten sonra elini cebine daldırıp bir ekmek kabuğu çıkardı. “En sevdiği: Bayat İtalyan ekmeği.”

“Umanm onu bulursun,” dedim. Haines sanki söylediklerimi harfiyen anlıyormuş gibi başını yana eğdi.

Jim başını olumlu şekilde salladı. “Öğleden sonra gelip tekneyi kendi iskeleme çekerim.”

“Ah, onu dert etme, lütfen,” dedim. “Benim için gerçekten sakıncası yok. Çok hoş bir tekne.”

Jim başını kaşıdı. “Pekâlâ, eğer senin için bir mahsuru yoksa.” “Israr ediyorum,” dedim.

“Cflto/mû’nm burada epey bir geçmişi var.”

Başımı iki yana salladım. Adı teknenin diğer taralında yazılı olmalıydı. Sonra tabloyu hatırladım. “Catalina mı?’

Jim sırıttı.

“Evde,” dedim çifl kanatlı cam kapılan işaret ederek, “bir tablo var…”

“Evet,” dedi Jim. Gözlerinde yine aynı parıltıyı gördüm. “Pekâlâ, görüşürüz.”

Dexter gitmişti. Yine. Ayağa kalkıp yüzen evin verandasına çıktım ve ayaklarımı soğuk suya daldırdım. Tekneler ayrılırken, rıhtım her sabah olduğu gibi hafifçe dalgalanıyordu. Gitmelerinden hoşlanmıyordum. Kendimi yalnız ve terk edilmiş hissediyordum.

İnşa etmekte olduğu teknenin gövdesi üzerinde çömelmiş olan yeni komşum Collin’e baktım. Bir tahta parçasını uzun, telaşsız hareketlerle zımparalıyordu. Hipnotize olmuş bir şekilde onu seyrederken, aniden başını kaldırıp gülümsedi. Yanaklarımın kızardığını hissederek başımı başka yöne çevirdim. Saat hâlâ erkendi ve sabah saatlerinde is-keledekiler kendi halinde, içine kapanık olurlardı. Buranın dile getirilmeyen kuralları vardı. Bir süre gölü seyrettikten sonra, daha fazla söz dinletemediğim gözlerim benden izin almaksızın yeniden Collin’in üzerinde gezinmeye başladılar. Giydiği V yakalı beyaz tişörtü terden ıslanmıştı. İnce pamuklu kumaşın altındaki göğsünün ve kaslarının hatlarını görebiliyordum. Elinin tersiyle alnını sildi. Gözlerimiz tekrar buluşmadan önce bakışlarımı kaçırdım ve ayaklarımı

gölün soğuk suyunda ileri geri salladım. Su, fazla miktarda siyahla karıştırılmış bir şişe kobalt mavisi boya gibi karanlıktı. Öne doğru eğilip her zamanki gibi suyun altındakileri görmeye çalıştım. Ama tek görebildiğim bulanık ve dalgalı yansımamdı. Kendimi güçlükle tanıyabilmiştim. O an, nasıl olup da bu yüzen eve geldiğimi ve böylesine yalnız kaldığımı merak ettim.

Dexter ile tanışmam tamamen tesadüf eseri olmuştu. O evrak çantasını unutmuş olmasaydı, ben kahve almak için tam da dokuz buçukta dışarı çıkmasaydım, Beşinci Cadde’deki inşaat ekibi Madison Sokağı yolunu kapatmasaydı ve yağmur hızmı arttırmasaydı, yollarımız asla kesişmeyecekti.

9 Mart 1956’da, Bay Dexter Wentworth’ün bindiği taksi bir şekilde hayatıma girerek tam önümde durdu. “Yağmurda durma, içeri gel. Seni gideceğin yere götüreyim,” dedi Dexter, arabanın camını indirerek. Benden yaklaşık yirmi yaş büyüktü ve dört köşe çenesi, biçimli suratı, sık, koyu renk saçlarıyla korkutucu derecede yakışıklıydı. Derinden gelen, soğukkanlı bir sesle konuşuyordu. Bir film yıldızı gibi sakin ve kendinden emindi.

“Ama hemen şu köşedeki kafeye kadar gidiyorum,” dedim tereddütle, bir yandan da saçımı düzeltiyordum. Bayan Higgins ne düşünür? Şüphesiz aynı taksiyi paylaşmak şöyle dursun, yabancı bir adamla konuşmak bile kızlara özgü görgü okulunun kurallarını çiğnemek demekti. Ama yağmur şiddetini iyice arttırmıştı ve Dexter taksinin kapısını açarak bana elini uzattı.

“Tamam,” dedim. “Teşekkür ederim.”

Arabanın içi sıcaktı. İçeride parfüm ve puro karışımı bir koku vardı. “Senin gibi güzel bir kızın bu havada dışanda ne işi var?”

“Kahve almaya çıkmıştım,” dedim. “Öğretmenim için.” Eğlenmişe benziyordu. “Öğretmenin mi?”

“Evet,” dedim. “Bayan Higgins’in Okulu’nda öğrenciyim.” Yüzündeki sırıtış, bir gülümsemeye dönüştü. “Görgü okulu, ha?”

Yanaklarım kızardı. Sesinin tonu hoşuma gitmemişti. Dürüst olmam gerekirse, bu görgü okulu kavramından hoşlanmıyordum. Fakat annem gitmem için ısrar etmişti. Güney Se-attle’daki bir kızın münasip bir koca bulmasının tek yolunun Bayan Higgins’in Okulu’na gitmek olduğunu söylemişti. Bir koca. Ben bir koca istemiyordum ki. Ancak annem, benim için kendisinin asla sahip olmadığı şeyleri isterdi. Bu okula da bu yüzden gidiyordum.

“Herhalde bugünkü dersiniz başınızın üzerindeki bir kitapla elli adım yürümenizi gerektiriyordu, öyle mi?”

Taksi Bette’nin Kafesi’nin önünde dururken kaşlarımı çattım. “Getirdiğiniz için teşekkür ederim,” diyerek kapıya uzandım.

“Haydi, ama,” dedi. “Kötü bir niyetim yoktu. Dinle, izin ver de sana bir kahve ısmarlayayım.”

Başımı iki yana salladım. “Hayır, teşekkür ederim. Bay…” “Wentworth,” dedi. “Dexter Wentworth.” Bu isim neden hu kadar tandık geliyor?

Başımı olumlu anlamda sallayarak arabadan indim. “Bekle,” dedi camı indirerek. “Bana adını söylemeden gidemezsin.”

Bir an için tereddüt ettim. Ne zararı olurdu ki? Onu bir daha görmeyecektim.

“Penny/’ dedim. “Penny Landry.”

“Sizinle tanışmak bir zevkti, Bayan Landry.”

Kızların hiçbirine Dexter Wentworth ile tanıştığımdan bahsetmemiştim. Fakat o akşamüstü zambaklarla dolu kocaman bir vazo geldiğinde, her şeyi anlamışlardı. Vazodan taşan ve adeta fark edilip beğenilmek için yalvaran zambaklardı bunlar. Üzerinde bir de not vardı: “Olimpik’te akşam yemeği. Seni sekizde alacağım. Dexter.”

İlk olarak, evet diyeceğimi farz etmesinin fazla küstahça ve kendini beğenmişçe olduğunu düşündüm. Ama sonra kızlar etrafıma toplanarak, ahlayıp ohlamaya başladılar. Uzun boylu, zayıf, gri saçlarını sıkıca örmüş ve kırmızı bir ruj sürmüş olan Bayan Higgins kartta yazanları okudu. Yüzündeki kuşkulu ifade, yerini hoşnut bir ifadeye bıraktı. “Bu adamı tanıyorsun, değil mi, Penny?”

Hayır dercesine başımı salladım.

“Dexter Wentworth,” dedi Bayan Higgins. “Ressam. Dünyanın dört bir yanındaki galerilerde resimleri vardır. Kendisi Seattle’ın en seçkin bekârıdır.” Onun gibi birini avlamayı nasıl başardığımı anlamaya çalışıyormuş gibi başını iki yana salladı.

“Onunla bu sabah tanıştım,” diyerek kendimi savundum. “Beni kafeye kadar bıraktı.” Kızların ağzı bir karış açılmıştı. “Yağmur yağıyordu,” diye ekledim.

“Şimdi kıskançlıktan çatlayacağım,” diye ciyakladı Sylvia.

“Kahve almaya senin yerine ben gitmiş olsaydım diye düşünüyorum da. Bazı kızlar gerçekten çok şanslı.”

Bayan Higgins Sylvia’nm sırtını sıvazlayarak, “Bu hepinize ders olsun,” dedi. “Penny buradaki ödevlerini başarıyla yerine getirdi ve bakın, karşılığını nasıl da aldı.” Yapmacık bir şekilde gülümsedim. Şüphesiz Bayan Higgins bundan kendine bir pay çıkarmaya çalışacaktı. “Sylvia, bugün makyaj uygulamaları üzerine pratik yapsan iyi olur. Allığı sürekli elmacık kemiklerinin fazla yukarısına sürüyorsun, bu da yüzünün çok daha köşeli görünmesine neden oluyor.”

“Peki, bayan,” diyerek makyaj odasına koşturdu Sylvia. “Ve sen, Vivien,” dedi Bayan Higgins, on yedi yaşında olan okulun en genç ve en şişman kızma dönerek.

“Evet, Bayan Higgins,” dedi Vivien oldukça tiz bir sesle. “Yine hamur işi yediğini görüyorum,” dedi Bayan Higgins onaylamayan bir ses tonuyla. “Yeni diyet hedeflerinle ilgili konuştuğumuzu sanıyordum.”

“Evet, bayan.”

“Bu öğleden sonra bir saat fazladan jimnastik yapacaksın.” “Peki, Bayan Higgins,” diyerek merdivenlere yöneldi Vivien.

“Sana gelince, Penny,” dedi Bayan Higgins, sanki en gözde öğrencisiymişim gibi ellerini birleştirerek bana gülümsedi. “Günün geri kalanını seni bu çok önemli akşama hazırlayarak geçirmeliyiz.”

Üç ay sonra Dexter bana evlilik teklif ettiğinde, ona evet dedim. Zaten bu teklife verilecek başka bir cevap var mıydı?

Biri avucunuzun içine elmas bir kolye tutuşturup, “Bunu taksana, sana çok yakışacak,” dediğinde, elbette gülümseyerek onu boynunuza takar ve hayranlıkla aynadaki yansımanıza bakardınız. Evet, evlilik teklifini kabul ettim. Belki de bunu Dexter Wentworth’e âşık olup olmadığımdan ya da ona âşık olma fikrini sevip sevmediğimden bile emin olmadan önce yaptım. Ama flört dönemimizin kur ve iltifat rüzgârları dindiğinde, onu olduğu gibi görmüştüm; duyarlı, yaratıcı, son derece ilgili, beni seven ve karşılığında benim de onu sevdiğim bir adam. Aşk hikâyemizi çocuklarımıza anlattığımızda kıkırdayıp sırıtacaklardı. Bizimki ‘sonsuza dek mutlu’ bir hikâye olacaktı, ya da ben öyle sanıyordum.

Annem gelinliğimin arkasını bağlarken neredeyse bayılacaktım. “Bebeğim yuvadan uçuyor,” dedi annem, ben aynaya bakarak kocaman, beyaz gelinliğin içinde kendimi incelerken. Kendi gözlerime bakamayıp bakışlarımı başka yöne çevirdiğimi hatırlayabiliyordum.

Törenden sonra Dexter beni kucaklayarak yüzen bir evin kapısının eşiğinden geçirdi. Queen Anne Hill’de bir evi olmasına rağmen, Union Gölü’ndeki bu yüzen evde yaşamayı tercih ediyordu. Burada daha güzel resimler yapıyordu ve göl, zihnini boşaltmasına yardımcı oluyordu. Dexter beni yere indirdiğinde nasıl sağa sola sallandığımı hatırlayabiliyordum. Gerçi evin sallandığı kadar ben de ayaklarımın üzerinde duramıyordum. Bir yığın tuval ve resim malzemeleri, kahverengi bir kanepe, çeşit çeşit, renkli kürekler ve Amerikan yerlisi bir ressam arkadaşının hediyesi olan oyma ahşap balığa göz gezdirirken, bir kadının böylesine erkeksi bir yere nasıl uyum sağlayacağını merak ediyordum. Tam o sırada Dcxter bana dönerek, “Endişelenme, her şeyi zevkine göre

değiştirebilirsin,” diye fısıldadı. O her zaman ve son derece cömert biriydi.

Gözlerimi kapattım ve Dexter’ın bana nasıl aşkla, arzuyla baktığını hatırlamaya çalıştım.

Mutfakta çalmaya başlayan fınnın alarmı beni anılarımın arasından çekip çıkardı. Böğürtleni i keklerimi neredeyse unutmuştum. Ayaklarımı gölden çıkanp mutfağa koşarak fırın eldivenini kaptım ve dumanı tüten keklerimi fırından çıkanp tatlı kokulannı içime çektim, önceki hafta bir pastane açmakla ilgili hayalimi Dexter ile paylaşmıştım. O ise sadece gülmüştü. “Beş dakika geçtikten sonra bu işten nefret ederdin,” demişti, bu fikre burun kıvırarak.

“Bu doğru değil,” demiştim.

Dexter hafifçe bacağıma vurmuştu. “Hayatım, sıkıntıdan ölürdün.”

O an ona söylemediğim şey ise zaten sıkıntıdan ölüyor olduğumdu. Dexter’ın yapacak resimleri vardı. Benimse… Hiçbir şeyim yoktu. Annem çalışmak zorunda olmadığım için memnun olmam gerektiğini, kadınlann benim yerimde olmak için canlannı verebileceklerini söylüyordu. Fakat ben bir şey yapmak istiyordum. Ev temizlendikten, giysiler onanlıp ütülendikten sonra yapılacak daha fazla şey kalmıyordu. Daha fazlasını istiyontum. Fınn tepsisine bakarken Dexter’ın haklı olup olmadığını merak ettim. İşletme hakkında ne biliyordum ki? Tepsideki kekleri soğumalan için ayn bir tabağa alırken başımı iki yana salladım. Keklerden üçünü seçip beyaz bir bezin içine koydum. Bana yaptığı hoş geldin jestine karşılık bunlan Collin’e ikram edecektim. Zaten mantıklı düşününce hepsini tek başına yiyemezdim ve Dex kim bilir ne zaman evde olurdu. Bu yüzden ziyan olmalanna göz yummanın bir manası yoktu

Ayakkabılarımı atmak için arka kapıya koşturduğum sırada, ön verandada birinin burnunu çektiğini duydum.

“Merhaba?” diye seslendim arka kapıdan dışarı göz atarak. “Orada biri mi var?”

Küçük Jimmy Clyde, başını göğsüne çektiği dizlerine gömmüş bir halde verandada oturuyordu. Jimmy,

iskelenin üç ev aşağısındaki yüzen evde oturan Naomi ve Gene Clyde’m sekiz yaşındaki oğullarıydı. Hafta sonlan olta kamışını alıp penceremin önünde oturmayı severdi. Geçtiğimiz hafta bir alabalık yakalamıştı, ben de onu temizlemesine yardım etmiştim. Ben balığı tavada kızartırken, Jimmy’nin küçük bacaklan mutfak taburemden aşağı sarkıyordu. Jimmy, tereyağı ve biraz maydanozla servis ettiğim balığın o ana dek yediği en güzel yemek olduğunu söylemişti. Annesinin maharetli bir aşçı olduğu göz önünde bulundurulduğunda, bunu sadece iltifat olsun diye söylediğini biliyordum.

“Ah, tatlım,” diyerek Jimmy’nin yanma koştum. “Ne oldu?”

“Annem benden nefret ediyor,” dedi gözyaşını silerek.

“Hayır, etmiyor, tatlım,” diyerek başını okşadım. “Kim senden nefret edebilir ki?”

“O zaman neden babama beni yatılı okula göndermek istediğini söyledi?”

Başımı iki yana salladım. “Eminim öyle demek istememiştir.”

Jimmy, evet dercesine başını salladı. “Ama söyledi. Üst kattan onlan duyabileceğimi hiç düşünmüyorlardı, ama ben duyuyordum.”

Jimmy iskeledeki tek çocuktu. Anne ve babasının kokteyllerle ve kariyer başanlanyla çevrili dünyasına uymadığı çok açıktı. Bir keresinde Naomi’nin bir akşam yemeği partisi esnasında, Jimmy’nin mutfaktaki oyuncaklarından birine takıldığını görmüştüm. Yüzündeki ifadeyi hatırladıkça hâlâ sarsılıyordum. Sanki oğlunun varlığı onda alerji yapıyor gibiydi.

Jimmy aniden başını kaldırarak, “Buldum!” diye bağırdı.

Başımı sağa yatırarak gülümsedim. “Neyi?”

“Gelip seninle birlikte yaşayabilirim. Sen benim annem olabilirsin.”

Yüreğimin sızladığını hissettim. Jimmy’nin elini tutup hafifçe sıktım. “Sürekli yanımda olman beni çok mutlu ederdi. Ama annen ve baban seni senden vazgeçmeyecek kadar çok seviyorlar. Ve sen de bunu biliyorsun, tatlım.”

Jimmy başını sallayarak onaylasa da, bakışları uzak ve yalnızdı. Tıpkı benimkiler gibi.

<Dûrûnca fâûtom

Ada

Çantamdan çıkardığım telefonumun çektiğini görerek rahatladım ve Joanie’yi aradım.

Bir kez çaldıktan sonra Joanie telefonu açtı. “Ada?”

“Şu an bir yüzen evde oturuyorum,” dedim. “Ve onu sevdim mi yoksa bir sonraki dönüş uçağına yetişmek mi istiyorum, karar veremiyorum.”

“Bunu yapma,” dedi Joanie. “Biraz zaman ver.” Uzaklardan bir düdük sesi duyuldu.

“Gemi mi o?”

“Evet,” dedim göle göz gezdirerek. Sanki elmaslarla kaplıymış gibi parlıyordu. “Bir römorkör. Sanırım.”

“Trafik gürültüsünden çok daha iyi olduğu kesin,” dedi Joanie. New York City caddelerindeki arabaların motor ve koma seslerini duyabiliyordum. İlk defa, buraya geldiğimden beri koma sesi işitmediğimi fark ettim. Bu hoşuma gitmişti.

“Evet,” dedim verandaya çıkıp ahşap sandalyeye gömülerek. “Aslına bakarsak bu sabah geç saate kadar uyudum. Böyle uyumayalı…”

“Aferin sana,” dedi Joanie. “Belki de o berbat uyku hapla-nndan kurtulabilirsin. Geçen hafta New York Times”da uyku haplarının ölüm riskini arttırdığıyla ilgili bir şey okumuştum.” “Harika,” dedim. “Demek ki uykusuzluktan ölmezsem, uyku hapları yüzünden öleceğim.”

“Pekâlâ, senin ilacın Seattle olabilir gibi görünüyor,” dedi Joanie. “Belki de bir teknede yaşamanın iyileştirici bir etkisi vardır. Seni yatıştırıp uyuttuğunu hayal edebiliyorum. Doğrusu kulağa oldukça rahatlatıcı geliyor.”

Kendi kendime başımı sallayarak onayladım. “Yüzen ev,” diyerek düzelttim. “Ama evet, bu yerin kesinlikle farklı bir havası var. New York’tan çok farklı. Burada her şey çok daha yavaş.” “Güzel,” dedi Joanie. “Buna ihtiyacın var. Komşularınla tanıştın mı, peki?”

“Sadece bir adamla,” diye yanıtladım.

“Bir adam mı?”

“Kes şunu,” dedim. “Öyle bir şey değil. Benim babam yaşında.”

“Ah.”

Konuyu değiştirdim. “Bugün bir kano gezisi yapabilirim diye düşünüyorum.

“Yapmalısın,” dedi Joanie. “James’in kano ile gezmeyi ne kadar sevdiğini hatırlıyor musun?”

Ansızın içimi büyük bir panik kapladı. Avuçlarım terlemiş, ağzım kurumuştu.

“İyi misin, tatlım?”

“Evet,” dedim. “Ben sadece…”

“Biliyorum. O bahsi açmamam gerekirdi. Bu sabah Today” de Lauren Cain’i gördün mü?”

“Om mu çıkardılar?” Lauren, Sunrise”m editör yardımcısıydı. Benim işimi delicesine istiyor ve sürekli benimle zıtlaşıyordu.

“Televizyonda senin kadar iyi değildi,” dedi Joanie. “Çok fazla ‘şey’ diyordu.”

Yola devam etmemi sağlayan ve iyi yapıyor olduğum tek şeyi bırakma karanmı hâlâ sorguluyor olsam da, her nedense bu kendimi biraz daha iyi hissettirmişti. Bir yanım valizimi kapıp doğruca New York’a gitmek ve dergideki işimi yeniden kazanmak istiyordu. Hayatım gerçekten o kadar kötü müydü? Gerçekten o kadar acınası durumda mıydım?

Joanie’ye hoşça kal deyip telefonu kapattıktan sonra aklımın doğuya, ardımda bıraktığım hayata doğru kaymasına izin verdim. Dr. Evinson’un sesini duyar gibi oldum. “Düşüncelerini kontrol etme,” derdi. “Bırak, aklına gelsinler.” Ben de canımı acıtmalarına rağmen öyle yaptım.

SSir yıf önce

Aynanın önündeki döner bir sandalyede otururken, Whitney adındaki kadın göz altlanma kapatıcı sürüyordu. Today programının hazırlanma odasındaki ışıklar oldukça yoğun ve sıcak olduğundan, oturduğum yerde kıpırdanıp duruyordum. Whitney’nin gözlerimin altındaki koyu halkalan görebildiğini biliyordum. Uykusuzluk cildime hiç iyi gelmiyordu.

“Daha çok yeşil çay içmelisin,” dedi Whitney. “Cildin için faydalıdır.”

Başımı sallayarak onayladım. Yarım saat içinde canlı yayına çıkacak ve ailece tatil yapılabilecek en güzel beş yer hakkında konuşacaktım. Burada olmak istemiyordum. Dürüst olmak gerekirse, kimse beni zorlamamıştı. Yazı işleri müdürüm, eğer buna hazır değilsem programa genel yayın yönetmenimizi yollamayı teklif etmişti. Hazır. Bu ne anlama geliyordu ki? Kesin olan tek bir şey vardı: Bir daha hiçbir şey için kendimi iyi hissetmeyecektim. Öyleyse neden sadece çalışmanın verdiği uyuşukluk hissine, televizyon programlarından, topuklu ayakkabılardan ve ağır kolyelerden oluşan çarkın içine dalmayacaktım ki?

Whitney aynaya bakmam için sandalyemi çevirdi. “İşte tanıdığımız ve sevdiğimiz o muhteşem kız,” dedi. Kendimi neredeyse tanıyamamıştım. Sanki gözlerimin altındaki koyu halkaları ve şişkinliği yok etmek için sihirli değneğini kullanmıştı. Bir gece önce döktüğüm gözyaşlarının izleri, bir parça fondötenle ustaca gizlenmişti. Real Living dergisinde başyazı asistanlığı yaptığım yıllarda, eski editör yardımcımın bana verdiği tavsiyeyi hatırladım: “Gerçekten başarana kadar başarmış gibi yap.” O zamanlar bu fikri reddetmiştim. Bana yanlış bir şeymiş gibi görünüyordu. Ama şimdi, aynadaki güzelleştirilmiş yansımama bakarken, kendimi bu kelimelere çılgın bir âşık gibi, dört elle sarılırken bulmuştum. Aynadaki yüzümü inceledim. Kusursuz cildi olan bir kadın görüyordum. Derinlerinde saklanan acıdan hiçbir iz yoktu. Evet, yeniden yaşayabilmenin yolunu bulana dek yaşıyormuş gibi yapabilirdim.

Stacey adındaki stilist, on dakikada cansız saçlanmı uysalca omuzlanma dökülen parlak buklelere dönüştürdü. Bir saç spreyi bulutuyla birlikte dönüşümüm tamamlanmış oldu.

“Beş dakika sonra yayındasınız,” diye seslendi yapımcı. Onu güçlükle duyabilmeme rağmen başımı sallayıp ayağa kalktım ve bir robot gibi kulise yürüdüm. Asistanımın önceden bana vermiş olduğu not kartlanna göz gezdirmeye başladım. Ailece ata binebileceğiniz Yosemite’teki Horseshoe Çiftliği. Her çocuğun özel kayak dersi alabileceği Wyoming’deki Canyon Pansiyon. Ve… Bir sonraki kartta yazılı kelimeleri gördüğümde boğazımın düğümlendiğini hissettim. Bunu nasıl yapabilirler? “Maine kıyısında kısa bir gezintiden sonra, dünyanın en muhteşem, bir o kadar da az bilinen şelalelerinden birinin yanındaki Waterbrook Oteli’ni görebilirsiniz.”

Yapımcı el sallayarak stüdyoya girmemi işaret ederken, sanki oda dönüyor gibiydi. Kırmızı bir kravat takmış olan Matt Lauer yüksek bir taburede oturuyordu. “Ailene olanları duyduğuma çok üzüldüm,” dedi. “Seni tekrar aramızda görmek güzel.”

Kazadan beri yüzlerce, binlerce kez yaptığım gibi istemsizce başımı sallayarak onayladım. Sonra da Matt’in yanındaki yerimi aldım.

Uzaktan gelen bir müzik sesi ve yapımcı ile kameramanların itişip kakışmasının ardından ışıklar parladı. “Today şova tekrar hoş geldiniz,” dedi Matt taburesinde doğrularak. “Bugünkü konuğumuz Sunrise dergisinden Ada Santorini ve bu yıl ailece tatil yapılabilecek en güzel beş yeri bizlerle paylaşacak.”

Kalp atışlarımla birlikte damarlarımda dolaşan acıyı hissediyor, fakat yok saymaya çalışıyordum. Matt’in sorularını cevapladım, hatta Waterbrook Oteli’nden şelaleye giden patikadan bile bahsettim. Gülümsedim, başımı olumlu anlamda salladım. Röportajı atlattım. Rol yaptım. Program sona erip mikrofonum çıkarıldığında ise stüdyodan çıkıp uzun koridorun sonundaki tuvaletlere koştum. Güçlükle nefes alabiliyordum. Ve aynaya baktığımda, bana bakan kadından nefret ettim.

Yanaklarımdan süzülen gözyaşlarını silerek Seattle’ın bulutlu ve kasvetli sabaluna baktım. Ardından derin bir nefes aldım. Kontrolümü kaybedip dağılamazdım. Çünkü dağılırsam, bir daha toparlanamayacağımdan korkuyordum. Fakat her sabah uyanmak için bir sebebim olmaksızın nasıl yaşamaya devam edecektim? İşte o an aklıma bir fikir geldi: Kendime bir görev vermem gerekiyordu. Aylar önce yazmaya başladığım anılarımı düşünerek buraya neden geldiğimi hatırladım. Yazma süreci

son derece ıstırap verici olduğundan, yirmi beş sayfa yazıp bırakmıştım. Ama şimdi, Joanie’nin James’in adını söylemesinden sonra -James- yarım bıraktığım belgeyi yeniden açmak için büyük bir istek duyuyordum.

Dizüstü bilgisayarımı çantasından çıkarıp kucağıma aldım ve henüz bir başlığı olmayan belgeyi açtım. Telefonda konuşurken gölden büyük bir tekne geçmiş olmalıydı. Ardında bıraktığı dalgalar yüzen evi hafifçe sallıyor, bense kendimi suda yükselip alçalan bir ördek gibi hissediyordum. Boş kapak sayfasına bir süre öylece baktıktan sonra yazmaya başladım.

Sallantı

Ada Santorini *den Anılar

Penny

44 urada istediğin kadar kalabilirsin, tatlım,” dedim

 

Beşinci iBöfam

Jimmy’ye. Hâlâ sıcakken kekleri Collin’e ikram etmek istiyordum. Sıcakken çok daha güzel oluyorlardı. “Benim bir dakikalığına komşuya uğramam gerek.” Jimmy, tamam dercesine başını sallayıp ayaklarını göle daldırdı.

îçeri koşup kapının yanındaki aynada görüntümü kontrol ettikten sonra tekrar dışarı çıktım. Bezin içine sardığım kekler hâlâ sıcaktı. Yürümeden önce uçuk mavi elbisemi düzeltip, mavi hırkamın ilk düğmesini ilikledim. İskelede bana doğru yaklaşan topuk seslerini duyduğumda başımı kaldırarak baktım.

“Kendine bir bak,” diye mırıldandı Naomi. “Bir sah sabahı için fazla güzel giyinmişsin.” Beni baştan aşağı süzdü. “Nereye böyle? öğle yemeği için çok erken.”

Dex’in arkadaşlarının çoğunun yaptığı gibi, Naomi de benimle çocukmuşum gibi konuşuyordu. Doğru, yirmi iki yaşındaydım, Naomi benden en az on yaş büyüktü ve ben Bayan Higgins’in Okulu’ndan bile resmi olarak mezun olmamışken, o bir psikiyatrist olarak çalışıyordu.

Elimdeki keklere göz atarak kendimi suçlu hissettim. “Ben sadece…”

“Benim için mi?” diye sordu Naomi kekleri elimden alarak. “Ne kadar naziksin. Yoğun programım yüzünden bir şeyler pişirecek vaktimin olmadığını biliyorsun.” Beyaz bir pantolon ile mavi bir süveter giymiş, belinin inceliğini vurgulamak için kemerini iyice sıkmıştı. İnce zevkleri olan, güzel bir kadındı. Uzun, manikürlü parmaklarından, mücevher işlemeli bir ağızlığa oturttuğu sigarası eksik olmazdı. Bezi açarak memnuniyetle gülümsedi. “Ah, şunlara bak. Minik kekler Collin’i düşündükten sonra başımı olumlu anlamda salladım. “Dex bunlardan hiç yemez. Neden pişiriyorum, bilmiyorum.” Naomi kekleri yeniden bezin içine sardı. “O Fransız mutfağından hoşlanıyor,” dedi. “Bir aşçılık okulundan ders almalısın. Bahse varım sevecektir.”

Ona kocamın Fransız mutfağından hoşlandığını nereden bildiğini sormak istedim. Ona minik keklerimin de herhangi bir kruvasan kadar güzel olduğunu söylemek istedim. Ama söylemedim. Önerisi için teşekkür ederek gülümsedim. Naomi tanıdığım tek psikiyatrdı. Keskin bakışları ve her bir teli itaatkâr bir şekilde yüzünün önüne düşen, küt kesilmiş simsiyah saçları beni biraz korkutuyordu. Bir keresinde onun saçlarına özenip aynısını yapmaya çalışmış, iki saatimi ütü masasının başında geçirerek başparmağımı yakmıştım. Dex o gece eve geldiğinde, “Saçına ne oldu?” diye sormuştu.

“Dex’i ne zamandır evde görmüyorum,” dedi Naomi. Sesindeki merakı duyabiliyordum. “Sanırım bugünlerde atölyesinde kalıyor?”

Kocamdan Dex diye bahsetmesinden hoşlanmıyordum. Ona bu şekilde sadece ben sesleniyordum. Yine de gülümsedim ve Pioneer Meydanındaki atölyesinde olan kocamı düşünerek başımı sallayıp onayladım. Orayı yeni yılın hemen sonrasında kiralamıştı. Bilhassa oturma odamızı ele geçirmekle tehdit eden tuvalleri ve şövaleleri hesaba katarsak, o zamanlar bu iyi bir fikir gibi görünmüştü. Ancak orada bu kadar çok vakit geçireceğini ve kendimi böylesine yalnız hissedeceğimi tahmin etmemiştim. “Evet,” dedim kendimden emin rolü yaparak. “Orada çok daha üretken oluyor. Bilirsin, onu rahatsız etmeyi hiç istemiyorum.”

Naomi yüzünü buruşturarak evinin ön kapısındaki saksı çiçeklerini işaret etti. “Şuna bir bak,” dedi, sanki üzücü bir şey olmuş gibi.

Saksılardan birine uzandı ve çan şeklinde beyaz çiçekleri olan yeşil bir sarmaşığı çekip çıkardı. “îşte,” dedi intikam almış bir ifadeyle. Sanki o sarmaşık ona bir şekilde kötülük etmişti.

“Bu ne ki?” diye sordum.

Naomi kibirli bir şekilde gülümsedi. “İstilacı, yabani bir ot,” diyerek sarmaşığı göle fırlattı. Suda hafifçe dalgalanan küçük, beyaz çiçekleri seyrederken, dizlerimin üzerine çöküp onları boğulmaktan kurtarmak istedim. “Gündüzsefası,” diye devam etti Naomi başını iki yana sallayarak. “İzin verirsen her yeri sarar.”

Gölün sürükleyerek uzaklaştırdığı sarmaşığı seyrettim. Minik çiçekleri sanki nefes almaya çalışıyormuş gibi batıp çıkıyordu. Belki kıyıya vurup bir toprak parçası bulacak ve orada kök salıp dilediğince büyüyecekti. Belki de Naomi onu özgürlüğüne kavuşturmuştu.

Benzer İçerikler

Mücellâ | Nazan Bekiroğlu | Birazoku

yakutlu

Bana İtalya’yı Anlat | Nedim Gürsel

yakutlu

Sil Baştan | Müge İplikçi

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy