Harap Mabetler | Halide Edib Adıvar


“Bize dargın mısın ey ana toprağı? Seni çiğneyip geçen ayakların, seni yaralayıp, tırnaklayıp telvis eden haydut ellerin, senin kemiklerini kemiren hainlerin seyyiatını bu mert, bu bigünah nesilden sorma! Ey, mavi dalgalar içinde uyuyan ana toprağı! Cibalinin nazlı hututu, mor gölgeleri, afakın rüyamsı, tülümsü sisleri, semanın pembe, inci seherleri, bulutlarının dilber, nazenin renk yığınlarıyla bizi yetim bırakıp hangi yabancı arzulara doğru kayıyorsun?”

“Ne diyordu? Ben bunu anlamaya bile lüzum görmüyordum. Kendimi o sesin deruni ahengine bırakmakla yetiniyordum. Zaten benim için, nesirde olsun nazımda olsun her şey bu deruni ahenkten ibaret değil miydi? Harap Mabetler yazarı, bu harap mabetlerin kendi çocukluk mabedimiz olduğunu anlatadursun, ben buna o kadar önem vermiyordum. (…) Bu nesir parçalarıyla Türk diline yalnız tatlı bir serinlik gelmiyor; Türk edebiyatında yeni bir iklim, yeni bir hayal iklimi açılmış oluyordu.”

Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Kaleme aldığı her metinle yeniden tartışılan Halide Edib’in bütün eserleri, gözden geçirilmiş baskılarıyla Can Yayınları’nda.

İçindekiler

Harap Mabetler ……………………………………………………….. 11
Ruh-ı Mütehaccir ……………………………………………………. 14
Ey Ana Toprağı ………………………………………………………… 17
Sultan Osman’ın Selamı ……………………………………………. 20
Eller ………………………………………………………………………. 23
Bilmem Topraklar Sıcak mıdır? ………………………………….. 27
Denizin Hatıratından – 1 …………………………………………… 30
Denizin Hatıratından – 2 …………………………………………… 34
Denizin Hatıratından – 3 …………………………………………… 39
Ervah-ı Makamat ……………………………………………………… 45
Mabetteki Kadın ……………………………………………………… 53
Zılal-i Emvat …………………………………………………………… 57
Feridun Hikmet’in Jurnalinden ………………………………….. 66
Ana Hisleri ……………………………………………………………… 85
Kösem Sultan ………………………………………………………….. 91
Hayat-ı Muhayyel ……………………………………………………. 98
Bir Günahkâr Kadının Jurnalinden ……………………………. 106
İsterik …………………………………………………………………… 118
İmzasız Mektuplar …………………………………………………. 130

HARAP MABETLER

Çocukluk mabedimiz! Sehabelerle müzeyyen mavi kubbesi, ruhumuzun bütün tazarrularına titreyerek, pırıldayarak aşina çıkan, yıldızdan kandilleri, elem ve ümitlerimizi kanatlarında taşıyan, avâlime ninni söyleyerek boşlukları bi-ârâm dolaşan rüzgârları, nihayetsiz yeşil ormanlardan direkleri, engin denizlerin çağıltısından ahenktar ilahileri olan mabet! Çocukluk mabedimiz! Bütün çiçekler, bütün ağaçlar, bütün kayalarla konuştuğumuz zaman, bütün böcekler, bütün kuşlarla beraber tapındığımız mukaddes yer! Senin beliğ, senin bütün tahavvülat-ı ruhiyemize mukabele eden bir lisanın vardı. Hiçbir mabet tavanı seninki kadar berrak, mavi değil; hiçbiri bu kadar ahenk-i mutlakla, zemini üzerinde renkleri o kadar şaşaa, o kadar nezaketle tecelli ettirmez. Hiçbir mabet senin kadar vazıh, senin kadar azamet ve kudretle gazap-ı ilahiyi renklerin en muzlimi, seslerin en müthişiyle ifade etmez. Hangi mabedin duvarları arasında mabudun varlığını böyle ziyadar, müdebdeb bir âlemde yine varlığımızın zerratında çırpınan, galeyan eden lezzet-i hayatla hissettik! Gece mütebessim, sakit kandillerinin sayesinde, yorgun kâinatı dinlendiren nim muzlim, müphem ziyalarınla uyuduğumuz, gündüz fezayı ısıtarak, tenvir ederek bizi deraguş etmeye gelen nurlu pertevlerinle uyandığımız zaman daima dua ederdik. Niçin ve kime olduğunu bilmeden sade hiss-i hayatımızla, her ufak hareketimizle tapınırdık.

Bu kadar samimi, bu kadar şedit bir yaşayış, yalnız yaşamak hazz-ı tabiisi için yaşayış, perestişin ilk şekli değil mi? Bundan daha doğru bir tabiatperesti olabilir mi? Bu güzel mabedin ortasında yeni uyanan hiss-i hayatla bütün varlığımızı tehziz eden bedayi-i ruhumuz içerek gayriihtiyari bir bihuşi içinde eğilir, secde ederdi. İlk mabedim! Çocukluk mabedimiz! Kaç sene senin kubben altında diz çöktüm, kaç sene sana tapındım. Daha sonraları öteki mabedim birer birer başıma yıkıldığı ve onların enkazı altından ebedî bir ihtiyaç-ı hîçî hissettiren ruhumda o ıssızlık, kalbimde o kesel ve füturla çıktığım zaman daima senin kandillerinin dinlendirici ışıklarına iltica ederdim.

Fakat sen de ötekiler kadar cansız ve sâmit oldun. Kandillerin ruhuma aşina değil. Köklerinin aradığım ah ile irtibatı yok. Rüzgârlarının teranesi ninni değil, aczimizle eğlenen, kulübeleri yıkan, sayedar ağaçları deviren kör bir kudret! Sularının musikisi ilahî değil, mabudunu arayan yetim insaniyetin avaze-i yeisi, artık sığınacak yeri olmayan beşerin aksisedası! Sen de harap ol. Kandillerin sönsün, ormanların yansın, denizlerin kurusun, rüzgârların sakit olsun, müzehher, muattar köşelerin kızgın çöller gibi beyaban olsun, sen de karanlık, viran bir âlem ol! İlk mabedimin harabesi!

Sarışın, kumral, esmer aşk hayalleri! Bu fani mabutlar için hepimizin yaptığımız fani mabet! O müzehher, ziyadar, muattar bir mabetti. O nasıl şeffaf, billur kubbesinden bütün yıldızları, bütün renkleri güzelleştirerek aksettirirdi. O billur direklerinde aksiseda yapan zemzemeler hayalin yarattığı ebediyen birbirini seven kalplerin teranesiydi. O mabet başları çiçekli, dudakları mütebessim, ruhları en saf bir aşkın vecdiyle tapınan gençlerle doluydu. Daima mihrapta, kolları açık, beyaz duvağı altında seneler geçtikçe çehresi solan, gözlerine hüzün yerleşen genç kızı görürdüm…

Hiçbir vakit gelmeyecek olan ruhunun eşini bekleyen budala kız! Onun eşini mabedin kapısında çamurlara gömülü bıraktım. Billur tasavvur ettiği cam kırıklarını başına yıktım. Bir daha görmemek için en siyah, en kalın bir örtüyle harabesini örttüm. En beyhude, en gülünç, en yalancı olan mabet, aşk mabedi. Birbirini davet eden iki genç gözlerden mutlaka birinin ka’rında hıyanet görürüm. Birbirini sıkan iki sıcak elin biri mutlaka ötekini alçaltır, sürükler. Çocukluk, din ve aşkla aramda böyle yıkık viraneler bırakarak, daima ileri diye, sevdiklerimi arkada bırakarak, efkârın, ihtisasatın yabancı ufuklarına doğru bu kadar müthiş bir süratle beni atan bu hayat yolunda en çok merak ettiğim başkalarının mabetlerinin kapısının aralığından bakmak! Fakat baka baka en kalın perdeleri geçen gözlerim her yerde, bütün kalplerde mabet harabelerinden başka bir şey görmüyor. Hükemanın yetişemedikleri ulum, şuaranın ifade edemedikleri, bestekârların tercüme edemedikleri âlâm-ı beşeriye dostluk, aşk, din, efkâr, bütün tecelliyat-ı beşer nihayet harap olan birer mabettir. Dimağ ve kalp harabeleri!

Burgaz, 29 Mayıs 1324 [11 Haziran 1908] 

RUH-I MÜTEHACCİR

Taksim Bahçesi’nin karşısında, Talimhane duvarına arkasını dayamış, ellerini araba gürültülerine, insan alaylarının kımıldanışına doğru ve daima uzatır. Ellerinin ucundan ötesine bakabilmek için cesaretten fazla bir şey lazımdır. Acip bir sarı ile müstekreh muhtelif kırmızı et yığınlarından mürekkep ağızsız, burunsuz bir insan çehresi yahut bir ruh maskesi! Sonra bu yığınların ortasında kocaman, yuvarlak, siyah, sönmüş bir göz var.

İdame-i hayat için zulmetlerin arasından kendine yaklaşan hışıltılara doğru uzanan bu insan ellerinde öyle acıtıcı, müthiş bir mana-i hiçî, öyle yaman bir istihza-i kader var ki bilaihtiyar her zaman başımı çevirir bakarım; fakat her defasında ben de başkaları gibi istikrahla karışık müphem bir korkuyla ilerlerim. Dalları arasından güneşin açık tuvaletler içinde okşadığı latif başların hareketi görünen ağaçlar karşısında, tozlu yolda koşuşan minimini yavrulara değil, yorgun atlara bile sarışın ziyası, büyük sıcaklığıyla yeni bir hazz-ı hayat veren bu ziyadar âlemin ta ortasında ebedî bir bürudet, nihayetsiz, adeta tutulur bir karanlıkta oturan bu dilenci acaba nasıl bir kudretin tecessüm etmiş bir kâbusudur? Bütün gözlerin ziyalarından, bütün vücutların hararet-i temasından merdut bu harikulade, yalnız mahluk acaba ne maksatla bu yabancılar arasına atılmış, onların hayatlarına iştirak etmeksizin yaşıyor? Bana gelir ki bu, benî nevine yabancı olan bir vücudun, âlemin bütün mana-i zevkinden, girdap-ı felaketinden uzak bir ruhun devr-i tekâmülünün nasıl olacağını anlamak için bir tecrübe-i kudrettir. Hayır, bu zan samedaniyeti küçültür. Olamaz.

Fakat ebedî bir istifham işareti gibi boşluğa uzanan bu ellerin varlığı zaten samedaniyeti küçültmez mi? Ya bu muattar genç vücutların bu uzanan ellerden haşyetle uzaklaşmaları, çocukların kaçışmaları bu ruhu sıka sıka tahaccür ettirmiyor mu? Dondurmuyor mu? Ben hissediyorum: Evet, bu ellerdeki mana-i kederi, tazarru-ı müthişi seziyorum! Bu ekmek değil temas dileniyor; bu sesten, hareketten mahrum, mahpus ruh yalvarıyor; yavaş yavaş tahaccür eden ruhunu kurtarmak için ufak bir temas-ı beşer dileniyor. Evet; ben seziyorum ki yollara taravet, gençlik saçarak bu siyah nokta-i müthişeden kaçan açık tuvaletler içinde bir nermin el, o dilenen, o kadar samit fakat o kadar müthiş bir manayla uzanan ellere yavaşça dokunsa, bir damla sıcak yaş o ellere düşse, bu mütehaccir, müncemit ruhun buzlarını parçalamak için mücadele-i fevkattabiiyesini, o müstekreh et yığınları üzerinde fark edeceğim; sönmüş siyah noktadan, bütün o uzun, soğuk mahrumiyet zehirlerinin, tozlu yollara aktığını göreceğim. Fakat o ellere biraz yaklaşınca o umumi havf ve istikraha mağlup olarak o ellerin mana-i istirhamını yegâne ben anlamış olduğum halde onu cevapsız bırakarak kaçıyorum.

Ziya, hararet bu gürültülerden çekildiği, insanlar hareketten kaldığı, bir ağır zulmet altında bütün varlıklar sükûnete daldıkları bir zamanda muzlim boşlukların en kesif yerinde, kendimi Taksim’deki dilencinin şeklinde, hayır, Taksim’deki dilencinin hüviyetinde buluyorum. Ben de aynı mana-i istirhamla ellerimi muzlim boşluklara uzatır, sonra bu ebedî cevapsızlık karşısında ruhumun yavaş yavaş tahaccür ettiğini hissederim. Evet, o dilencinin güneşten, insanlardan istediği şeyi ben hakikatten, samedaniyetten, ebediyetten ister, onlardan ufacık bir temas için binlerce sene donarak, titreyerek zulmetlerde dilenmeye razı olurum. Fakat o dilenciden insanları kaçıran maddi müstekrehliğin manevi bir şekli de belki beni hakikatten, ebediyetten, samedaniyetten uzaklaştırır. İşte bu fikirle şüphe ve tereddütlerimizin zulmet-i bürudetinde o dilencinin ruhu gibi ruhumdaki istirhamın ebediyen cevapsız kalacağı hissiyle yavaş yavaş muzlim boşluklarda ruhum tahaccür eder.

Beyoğlu, 1 Nisan 1321 [14 Nisan 1905]

EY ANA TOPRAĞI

Çocukların, felaket sularının en muzlim derinliklerinde boğuluyor; ruhları şerha şerha yüreklerinden kan sızarak son defa senin karanlık, senin yumuşak sinende toplandılar! Aç göğsünü, ey kara toprak, en hurde taşın için lime lime yaralanarak yine düşmanı senden uzak tutan şühedanın, kahraman ecdadımızın yanında bize yer hazırla! Aksakallardan en masum Türk yavrusuna kadar bütün çocuklarının amik-i ruhlarından süzülen acı yaşlar senin metruk, senin kurak, senin mensî kayacıklarını ıslatmaya kâfi değil mi? Bize dargın mısın ey ana toprağı? Seni çiğneyip geçen ayakların, seni yaralayıp, tırnaklayıp telvis eden haydut ellerin, senin kemiklerini kemiren hainlerin seyyiatını bu mert, bu bigünah nesilden sorma! Ey, mavi dalgalar içinde uyuyan ana toprağı! Cibalinin nazlı hututu, mor gölgeleri, afakın rüyamsı, tülümsü sisleri, semanın pembe, inci seherleri, bulutlarının dilber, nazenin renk yığınlarıyla bizi yetim bırakıp hangi yabancı arzulara doğru kayıyorsun? Yumuşak, vefakâr sinenin altı yüz senelik çocuklarını nerelere fırlatıyorsun? Seni ne muhteşem Roma ne feylesof-ı Yunan bizler kadar ateşîn, vefakâr, ölümlere kadar sevemez ve sevememiştir ve hiçbir millet-i müstakbel de!

Türklüğün en vecdaver huşusu ve tazarrusu, Türklüğün en münezzeh amal ve istiğrakı üstüne titrer, Türklük yaşar, ölür, ezilir, inler. Hep senin üzerinde! Kim bilir ne derinliklere kadar hamurun Türk evladından, kanlarının en kıymettar damlalarını sinene akıtan Türk şühedandan, en tatlı an ve canını ayaklarının dibinde veren Türk askerinden mürekkeptir. Daha binlerce sene senin göğsünde ölmek için her gurbetzede Türk avare, yetim varlığını, yorgun, serseri kemiklerini sana gömmeye sürüklenecektir. Bu hatarnak günde senin için ölmüş olmak mükâfat-ı ebedisiyle ka’rında dinlenen Türklerin şanlı fatihleri nermin rüzgârlarında, ufkunu tehdit eden kara gölgelerde dolaşıyor! Bir kütle-i his olan son fedailerinin yüksek cephelerini mazinin enginlerinden gelen samit, vakur, muazzam ervah kanatları okşuyor! Eğer yaşarsak artık yalnız senin içindir fakat yüreklerimizin en ince ubudiyetleri düşman eliyle parçalanacaksa yaşamayalım, hepimiz ebediyen kara topraklarda dinlenelim.

Ey ana toprağı! Beşikte yükselen masum başlardan, mezara temayül eden köhne bellere kadar bütün çocuklarının hüviyetleri seni tehdit eden bir gün için kanlı sızılarla birbirinden ayrılır, ölümün kadit yüzünü munis görürler. Ey Kemal’in, Midhat’ın anası; Fatih’in, Selim’in mezarı! Senin pak köşelerine, nezih mahremiyetine hürmetsiz ayaklar basacaksa… Biz hepimiz, büyük Enver’imiz, bahadır Niyazi’miz,1 aslan ordumuzla, kadın erkek saçı bitmedik yetimlerimizle en siyah, en derin ka’rına göçelim! Fakat yumuşak göğsünde düşman tırnakları hissedemeyecek kadar bizi gizli derinliklerine göm! Hayır, sen eğer anamız olmaktan kaçacaksan, sen de bizimle beraber göç; saray damların, ulu kubbelerin, esrarlı ormanların, hatta mavi gölgelerinle göç! Ka’r-ı arzın en karanlık en uzak kuyularında uyu! Ne insanların hatırasında ne kitapların kara yazısında nam u nişanın kalsın! Sinende senin için ruhları bir lahza didiklenmekten kalmayacak çocuklarının kaditlerinde sızacak elem kanlarıyla, kül olan mamurelerinin harabeleriyle, hepimizle beraber yokluğa karış!

Nuruosmaniye, 1324 [1908]

SULTAN OSMAN’IN SELAMI

Üçüncü Ordu’ya

Büyük, ulu Osman’ın kurumaya başlayan yeşil yurdunda, karlı dağların eğildiği hoş ovasında nurdan bir göl gördüm… Sabah yıldızlarından dökülen solgun pırıltıların yattığı, şafak bulutlarının hafif bir humretle telvin ettiği, ilk ziyanın bir inci beyazlığıyla cilaladığı bu rakit suların üstünde medit, muazzam bir seda –dünya ölmüş zannedilecek kadar– müthiş bir sükût hükümferma olan bu semavi ışıklara hitap ediyordu. Bu nur gölü başka bir tecelliye de makesti: Bu bir serap, bu azat edenlerle azat olan çehrelerin serabıydı… Ruhları, şeklini bilmediğimiz yeni bir sevdayla mühtez, gözleri yeni gördükleri bir ufka küşade, alınları yetişilemedik bir ulviyet içinde parlayan bir nurla çerçevelenmiş çehrelerin serabı… Açılan, daima açılan engin büyüklüklerde benliğini kaybedenlerin serabı!

Bütün zerrat-ı maneviyemizin son an-ı ihtizarındaki hassasiyetiyle, bütün esrar-ı samedaniyeti, ruhun içtiği ilk an-ı istiğrakta büyük Osman’ın yüksek mezarına matuf enzar! Duvarlarını sarmaşıklar bürümüş, tavanları örümceklenmiş o muazzam makber, bugün ağzını açarak sarsılmış, hırpalanmış, parçalanmış fakat çürümemiş olan Osmanlıların temelini, Osmanlıların babasını, vatanın üçüncü müessislerini göstermişti. Bursa ovalarına nazır tepeciğe matuf enzar, onu cesamet-i tabiiyesinden daha cesim olan vücuduyla gördüler. Asırlardan beri başımızın üstüne uzanmaktan yorulmayan uzun kolları, beyaz kefeninin üstüne uzanan beyaz sakalı, amak-ı atiyemize dalan derin, siyah gözleriyle kendisine mülaki olan milletin ruhunu selamlıyordu.

Bu seste uzun kahırlarımızın, kalplerimizin bir köşesinde hezimeti daima mahfuz kalacak zilletlerin, şeref-i millimizi karartan sefaletlerin bıraktığı müphem bir hüzün, payidar olan fezaille mayaladığı çocuklarının itilasına ait kavi bir mahzuziyet; istikbalin nihayetsiz hududuna uzanan nazarında zamanla, muvakkat muvaffakiyetsizliklerle izale edilemeyecek bir ümit ve cesaret vardı. Bu ses bütün ana toprağımızı muhit olan hava-i nesimide münferiden titredi, yayıldı. Başını kaldırmak için kan döken milletlere, karanlıktan çıkmak için çırpınan, kıvranan, ezilen ordulara kadar işitildi. Bu ses diyor ki: “Esselam! Üçüncü defa milletimi ölümün pençesinden, bir avuç kalan mülkümü son parçalanmaktan kurtaran askerlerim! Esselam! Köşeleri viran, damları çökük, mamureleri yıkık harabeleri imara gelen kahramanlarım! Ellerimle tesis ettiğim milletimin müsavat ve adalet1 esaslarını yıkan muhripleri yıktınız; tenezzül eden kavmiyeti, alçalan evsaf-ı milliyeyi, zulüm ve taaddi ile mertliğini kaybeden ırkı yeni bir kan, yeni bir cesaretle canlandırdınız.

Esselam! Mezarıma kadar çiğnemeye gelen ayakları tevkif eden yeni unsur! Esselam! Torunum Şehzade Süleyman’ın size anahtarını bahşettiği biladdan sizi sürmeye yürüyen kuvvete kahraman göğüslerinizi siper ederek ölümün ta gözlerinin içine bakmaktan çekinmeyen ordu! Tuzum, ekmeğim size helal olsun! Sizi Asya çöllerine yalınayak göndermeye kalkışan kullara isyan ederek ayak dirediniz. Yıkılmak istenilen bu muazzam millet temellerini yeniden atmaya yeniden teşebbüs ettiniz. Evet, helal olsun askerlerim, yalnız tuzum ekmeğim değil, namım da size helal olsun! Esselam! Osman’ın en mutlu, en şeci, en sevgili yetimleri! Âlemin hırpaladığı, boynunu büktürdüğü, hiçbir teşebbüs-i merdanesine el uzatıp yardım etmediği çocuklar! Ruhum daima sizin için müteezziydi; toprağa karışan kollarım sizi kaldırmak için daima aczinden sızlardı.

Osman’ın ismine layık olan bir millet batmaz, batamaz. Çalışınız, evlatlarım! Mülkümü imar, milletimi bütün ulum ve fünun, bütün hasail-i Osmaniye’yle ihya ediniz. Artık vermeyiniz akıtılan kanların henüz kurumadığı muazzez toprağın bir karışını, bir zerresini bile vermeyiniz!” Güneş doğuyor, serap uzaklaşıyor; o muazzam seda hafifleşiyordu. Son bir kuvvetle Keşiş’in1 beyaz şahikalarında aksiseda yapan ses mezarın bile söndüremeyeceği tavr-ı hükümraniyle ilave etti: “Unutmayınız, çiğnemeyiniz, çocuklarımın en küçük bir hakkını bile. Size, evladım –yalnız evlat değil, müessislikte hemen hem-meslek diyeceğim– size bugün toprağım, denizlerim en mamur köşelerinden en viran harabelerine kadar bütün mülküm helal olsun!”

Burgaz, 26 Temmuz 1324 [8 Ağustos 1908]

ELLER

Ay yuvarlak, sarı çehresinin pertevlerini arza saçıyordu. Siyah yapraklar arasında kayan gümüş teller gibi uzun ziyalar, uzun nur hatları çiziyordu. Gayrimuntazam hatlarla tahdit edilen esrarlı deniz, lakayt, sakit, karanlık gölgeleriyle üzerine eğilen iki silsile-i cibalin arasında incelip Boğaz’a doğru uzanıyordu. Yalnız ayın nüfuz ettiği yerlerde sathı yarılmadan ahenkle kıvrıldıkça ziyadar gamzeler yapıyordu. Çukurlarındaki zulmet, düzlüklerindeki ziyayla arz derin bir uykuya dalmıştı. Eşyadaki sakit, naim hal, onunla hem-ahenk uyuyan insanlığın sükûneti ortalığa müphem bir melal veriyordu. Kollarımı açık pencereden dışarı çıkardım. Akşamdan beri yanan fikrim serinlemek istiyordu. Fakat rüzgâr çoktan ölmüş, hava ağır ve baygın, bütün eşya kendisini bu kadar sükûnetle tetkik eden boşluk ve onun soluk gözlerinin samt-ı esrarı karşısında bihuştu. Bütün bu baygın fezada, hareketten kalmış eşyada esrarengiz, mahuf bir baskı, bir tazyik hissediyordum. Ve zannediyordum ki bir hafi kudret bu gece işitmek istediğim engin mazinin bütün bükalarını, bütün eninlerini susturuyor.

Benzer İçerikler

Fahrettin Razi & Hayatı-Fikirleri-Eserleri

yakutlu

Gemi

yakutlu

Geç Kalan | Tarık Tufan

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy