Hayatı Emen Karanlık-Stephen King

Machine, «Doğra onu,» dedi. «Ben burada durmuş seyrederken onu doğrayıver. Kanın aktığını görmek istiyorum. Bunu bana ikinci kez söyletme.»

George Stark’ın Machine’in Yöntemi adlı kitabından.

İnsanların yaşamları… yani o basit fiziksel yaşamları değil de gerçek yaşamları… değişik zamanlarda başlar. Thad Beaumont’un gerçek yaşamı da 1860’da başladı. New Jersey’de Bergenfield kentinin Ridgedway semtinde doğmuş ve büyümüştü. O yıl Thad’ın başından iki olay geçti. Bunlardan birincisi yaşamını

biçimlendirdi. İkincisi ise neredeyse hayatına son veriyordu. Thad Beaumont o sırada on bir yaşındaydı.

O yıl Yeni Yetişen Amerikan Gençleri dergisinin desteklediği yazı yarışmasına kısa bir öyküyle katıldı. Haziran ayında derginin editörlerinden bir mektup geldi ona. Thad’ın öykü dalında mansiyon kazandığı bildiriliyordu. Ayrıca jürinin ona ikincilik ödülünü vermek istediği ama başvurusundan ancak iki yıl sonra gerçek bir «Yeni Yetişen Genç» sayılabileceği açıklanmaktaydı. Ama aynı

zamanda editörler, «’Marty’nin Evinin Dışında’ adlı öykünüz olağanüstü

olgunlukta bir eser,» diyorlardı. «Bu nedenle sizi kutlamalıyız.»

İki hafta sonra dergiden mansiyon belgesi geldi. Kaybolmaması için taahhütlü

yollamışlardı hem de! Sertifikanın üzerine Thad’ın adını Eski İngilizce harflerle yazmışlardı. Bu harfler öyle kıvrımlı büklümlüydü ki, çocuk adını

zorlukla okuyabildi. Belgenin altında sarı yaldızlı bir mühür de vardı. Buna derginin amblemi basılmıştı: «Jitterbug» yapan kısacık saçlı bir delikanlıyla buklelerini at kuyruğu biçiminde bağlamış bir kız.

Annesi, çok sakar olan ve bazen kendi iri ayağına bile takılıp düşen, sessiz ve ciddi Thad’ı göğsüne bastırarak öpücüklere boğdu.

Ama belge Thad’ın babasını etkilemedi bile. Adam gömüldüğü koltuğun derinliklerinden, «Madem o kahrolasıca şey o kadar iyiydi,» diye homurdandı.

«Neden biraz para vermediler?»

«Glen…»

«Neyse, neyse! Belki bizim Ernest Hemingway onu mıncıklaman sona erdiği zaman bana bir bira getirir.»

Thad’ın annesi başka bir şey söylemedi. Ama derginin mektubuyla mansiyon belgesini, kendi cep harçlığını harcayarak çerçeveletti ve çocuğun odasına, karyolanın başucuna astı. Artık akrabalar ya da başka konuklar geldikleri zaman onları Thad’ın odasına götürerek belgeleri gösteriyor, «Oğlum ileride büyük bir yazar olacak,» diyordu. «Her zaman onun büyük bir adam olacağını sezdim.» Bütün bunlar Thad’ı utandırıyordu ama annesini çok sevdiği için bir şey söyleyemiyordu.

Thad, utanç duysun duymasın, sonunda annesinin kısmen haklı olduğuna karar verdi. Kendisinde büyük bir yazar olmasını sağlayacak niteliklerin bulunup bulunmadığını bilmiyordu. Ama ne olursa olsun, bir tür yazar olacaktı. Olmaması

için bir neden var mıydı? Bu işi başarabiliyordu. Daha da önemlisi, yazı yazmak ona büyük bir zevk vermesiydi. Sözcükler uygun düştüğü zaman kendinden geçiyordu âdeta. Her zaman teknik bir nedenle parasını ondan esirgeyecek de değillerdi herhalde. Sonsuza dek on bir yaşında kalmayacaktı ki.

1960’da Thad’ın başından geçen ikinci önemli olay ağustos ayında başladı.

Çocuğun başı ağrıyordu. Önceleri bu ağrılar o kadar şiddetli değildi. Ama eylülün başlarında okul yeniden açıldığı sırada, Thad’ın şakakları ve alnında pusuda bekleyen hafif sancılar iğrenç ve korkunç bir ıstırap maratonuna dönüştü.

Çocuk bu ağrıların pençesinde kıvranmaya başladığı zaman karanlık odasında yatıp ölümü beklemekten başka bir şey yapamıyordu. Eylülün sonlarına doğru ise gerçekten ölmeyi istemeye başladı. Ekimin ortalarında ıstırabı öylesine arttı

ki, artık ölmeyeceğinden korkmaya başladı.

Bu korkunç baş ağrılarının başlayacağını sadece Thad’ın duyabildiği hayali bir ses haber veriyordu. Uzaklarda öten binlerce kuşun cıvıltısına benzeyen bir ses.

Bazen serçe olduklarını düşündüğü bu kuşları hemen hemen görebildiğini sanıyordu. İlkbahar ve güz mevsimlerinde yaptıkları gibi telefon tellerine ve damlara üşüşüyorlardı.

Annesi Thad’ı Dr. Seward’a götürdü.

Dr. Seward çocuğun gözlerine oftalmoskopla baktı, sonra da başını salladı.

Perdeleri kapayarak tavandaki lambayı söndürdü. Thad’a muayene odasının duvarlarındaki beyaz yere bakmasını söyledi. Çocuk gözlerini oraya diktiği zaman elfenerini yakıp söndürerek duvarda parlak ışıktan daireler oluşturdu.

«Kendini bir tuhaf hissediyor musun, oğlum?»

Thad, «Hayır,» der gibi başını salladı..

«Başın dönmüyor mu? Kendini bayılacakmış gibi hissetmiyor musun?»

Thad tekrar başını salladı.

«Burnuna bir koku geliyor mu? Çürümüş meyva ya da yanan paçavralarınkine benzer bir koku?»

«Hayır.»

«Ya senin şu kuşlar? Belirip kaybolan ışığa bakarken kuş sesleri duydun mu?»

Thad şaşkın şaşkın, «Hayır,» dedi.

Thad’ı daha sonra bekleme odasına gönderdikleri zaman babası, «Sinir bu,» diye fikrini açıkladı. «Bu kahrolasıca çocuk bir sinir yumağı!»

Dr. Seward, Beaumont’lara, «Bence migren bu,» dedi. «O yaşta bir çocuk için olağanüstü bir şey. Ama yine de duyulmamış bir olay sayılmaz. Ve oğlunuz biraz… fazla heyecanlı.»

Shayla Beaumont biraz da takdirle. «Gerçekten öyledir,» diye cevap verdi.

«Eh.. Belki ileride migrenin tedavisi bulunur. Korkarım şimdilik ağrılara katlanmaktan başka çaresi yok.»

Glen Beaumont, «Evet,» dedi. «Biz de onunla birlikte katlanacağız.»

Cadılar Bayramından dört gün önce Shayla Beaumont her sabah Thad’la birlikte okul otobüsünü bekleyen çocuklardan birinin haykırmaya başladığını işitti.

Mutfağın penceresinden baktı. Oğlu garaja giden bahçe yolunda yerde yatıyor, bütün vücudu sarsılıyordu. Yemek kutusu yanında duruyordu. Meyva ve sandviçler asfalta dökülüp yola saçılmışlardı. Kadın dışarı fırlayarak diğer çocukları

oğlunun yanından uzaklaştırdı. Sonra da çaresiz bir halde Thad’ın başına dikildi. Ona dokunmaya korkuyordu.

Eğer Bay Reed’in kullandığı büyük sarı otobüs biraz daha geç gelseydi, belki de Thad orada garaja giden yolun başında can verecekti. Ama Bay Reed, Kore Savaşına sağlık görevlisi olarak katılmıştı. Thad dili boğazını tıkadığı için neredeyse boğulup ölecekti. Neyse Bay Reed çocuğun başını geriye iterek solunum borusuna hava girmesini sağladı. Thad’ı ambulansla Bergenfield Hastanesine götürdüler.

Onu tekerlekli sedyeyle içeri soktukları sırada, Hugh Pritchard adlı bir doktor da acil yardım bölümündeydi. Sadece bir rastlantıydı orada bulunması. Pritchard bir arkadaşıyla kahve içiyor ve karşılıklı golfle ilgili yalanlar uyduruyorlardı. Aslında Hugh Pritchard New Jersey eyaletinin en büyük sinir doktoru sayılıyordu.

Pritchard röntgen alınmasını emretti ve filmleri inceledi. Onları Beaumont’lara göstererek karı kocadan özellikle sarı mumlu kalemle daire içine aldığı belirsiz bir gölgeye bakmalarını istedi..

«Bu… nedir bu?» diye sordu.

Glen Beaumont, «Biz nereden bilelim?» dedi. «Kahretsin! Doktor sizsiniz.»

Pritchard alaycı bir tavırla, «Öyle,» diye doğruladı.

Glen açıkladı. «Karım nöbet geçirdiğini söyledi.»

Dr. Pritchard, «Kriz geçirdiğini kastediyorsanız, bu doğru,» dedi. «Ama demek istediğiniz sara nöbetiyse böyle bir şey olmadığından hemen hemen eminim.

Oğlunuzunki kadar ciddi bir nöbetin grand mal olması gerekirdi. Oysa Thad, Litton Işık Testine hiçbir tepki göstermedi. Hatta oğlunuzun şiddetli türden sarası olsaydı, bir doktorun bu gerçeği size açıklamasına da gerek kalmazdı.

Televizyon ekranındaki görüntüler titreştikleri zaman oğlunuz oturma .odasında halının üzerinde yuvarlanırdı.»

Shayla çekine çekine sordu. «O halde Thad’ın nesi var?»

Pritchard ışıklı cama iliştirilmiş olan röntgen filmine döndü tekrar. Cevap olarak da, «Bu nedir?» diyerek yine etrafı çizilmiş o yere parmağını vurdu. «Baş

ağrılarının birdenbire başlaması ve Thad’ın daha önce hiç kriz geçirmemiş olması

belirli bir sonuca varmama yol açıyor. Bence oğlunuzun beyninde tümör var.

Herhalde daha küçük. Ve habis olduğunu da pek sanmıyorum.»

Glen Beaumont doktora sert sert baktı. Karısı ise yanında durmuş, sessizce ağlıyordu. Böyle sessizce ağlamayı kocasının yıllarca süren eğitimi sayesinde öğrenmişti. Glen yumruklarını hızla indirir ve insanın canını yakardı. Ama vuruşlarının hemen hemen hiç izi kalmazdı. Ve Shayia on iki yıl süren sessiz kederden sonra herhalde isteseydi bile gürültülü ağlayamazdı.

Glen o her zamanki nezaket ve inceliğiyle, «Bütün bunlar çocuğun beynini doğrayacağınız anlamına mı geliyor?» diye sordu.

«Ben bunu pek de böyle ifade etmezdim. Ama bence bir araştırma ameliyatının yapılması gerekiyor.» Doktor, eğer Tanrı varsa, diye düşündü. O zaman neden bu adam gibilerinin sayısı çok fazla? Etrafta dolaşıyor ve pek çok insanın kaderlerini 6İlerinde tutuyorlar. İşte bunun nedenini düşünmeyi bile istemiyorum.

Glen uzun birkaç dakika süresince hiç sesini çıkarmadı. Başını eğmiş, düşünceli düşünceli kaşlarını kaldırmıştı. Sonunda kafasını kaldırdı ve kendisini en çok düşündüren o soruyu sordu.

«Bana gerçeği söyleyin, doktor… bütün bunlar bana kaça malolacak?»

O şeyi önce ameliyathane hemşiresi gördü.

Kadının tiz çığlığı ameliyathanede sarsıcı bir etki yaptı. O ana dek geçen on beş dakikalık sürede sadece Dr. Pritchard’ın mırıltıyla verdiği emirler, hastanın yaşamasını sağlayan makinenin hışırtısı ve Negli testeresinin kısa süren tiz iniltisi duyulmuştu.

Hemşire sendeleyerek geriledi, içine hemen hemen yirmi dört aletin düzgünce dizilmiş olduğu tekerlekli bir Ross tepsisine çarparak devirdi. Tepsi fayans döşeli yere çarparken şangırtı etrafta yankılandı. Bunu hafif şıngırtılar izledi.

Başhemşire, «Hilary!» diye bağırdı. Sesinde hem şaşkınlık vardı, hem de şok.

Hatta bir an nerede olduğunu unutarak yeşil gömleğinin eteklerini uçura uçura kaçmaya çalışan kadına doğru bir adım atacakmış gibi oldu.

Operatöre yardım eden Dr. Albertson terlikli ayağıyla başhemşirenin bacağına vurdu. «Lütfen nerede olduğunuzu hatırlayın.»

«Peki, doktor.» Başhemşire hemen döndü. Gürültüyle açılan kapıya doğru bile bakmadı. Hilary rayından çıkmış bir lokomotif gibi sesler çıkararak dışarı

fırladı.

Albertson, «Aletleri sterilizatöre koyun,» dedi. «Hemen. Çabuk.»

«Peki, doktor.» Başhemşire aletleri toplamaya başladı. Soluk soluğaydı.

Şaşaladığı ama kendini toparladığı belliydi.

Dr. Pritchard bütün bu olanların farkında değilmiş gibiydi. Büyük bir ilgiyle Thad Beaumont’un kafatasında açılmış olan deliğe bakıyordu.

«İnanılacak gibi değil,» diye mırıldandı. «Hiç de inanılacak gibi değil. Bu vaka tam kitaplara geçecek gibi. Eğer kendi gözlerimle görmeseydim…»

Sonra sanki sterilizatörün hışırtısı daldığı düşüncelerden uyanmasına neden oldu. Başını kaldırarak Dr. Albertson’a baktı. Sertçe, «Emme aygıtını

istiyorum,» diyerek başhemşireye bir göz attı. «Ya siz ne yapıyorsunuz? Pazar ekindeki bilmeceyi mi çözüyorsunuz? O aletleri hemen getirin!»

Başhemşire yeni bir tepsiye koyduğu aletlerle yaklaştı.

Pritchard, Albertson’a, «Emme aygıtını istiyorum, Lester,» diye yineledi.

«Hemen. Ondan sonra sana hilkat garibelerinin teşhir edildikleri kasaba panayırları dışında hiçbir yerde göremeyeceğin bir şeyi göstereceğim.»

Albertson başhemşirenin yolunun üzerinde olmasına aldırmayarak tekerlekli emme tulumbasını getirdi. Kadın geriye doğru sıçradı ama alet tepsisini ustalıkla tutuyordu.

Pritchard narkozcuya baktı. «Tansiyonu iyi olmalı. Bütün istediğim bu.»

«Durum iyi, doktor. Bir-sıfır-beş ve altmış-sekiz. Çok da düzenli.»

«Eh, annesi ameliyat masasındakinin yeni William Shakespeare olduğunu söylüyor.

Onun için bu iyi durumun devamını sağlayın. Lester, şu kanı emdir. Şu lanet olasıca şeyle çocuğu gıdıklıyor musun, ne?»

Albertson emme aygıtını çalıştırarak kanları aldı. Monitör -aygıt sürekli olarak tekdüze ama insanın içini rahat ettirecek bir biçimde «bip bip» diye bir ses çıkarıyordu. Sonra Albertson soluğunu tuttu. Sanki biri midesinin yukarısına bir yumruk indirmişti.

«Ah, Tanrım! Tanrım, Tanrım!» Albertson bir an irkilerek geriledi. Sonra da sokulup eğildi. Bağa çerçeveli gözlüğünün arkasında gözleri birdenbire ani bir merakla irileşmişti. «Nedir bu?»

Pritchard, «Onun ne olduğunu gördüğünü sanıyorum,» dedi. «Sadece insanın ona alışması gerekiyor. Bunun için de bir saniye yeterli. Bu tür vakaları kitaplarda okumuştum. Ama böyle bir şeyi göreceğimi hiç sanmıyordum.»

Thad Beaumont’un beyni dev şeytan minaresinin dış kenarı rengindeydi. Hafif pembemsi orta koyulukta bir gri.

Beynin düzgün dış zarından bir tek iyi gelişmemiş, kör göz çıkmıştı. Beyin hafifçe, kalp gibi atıyordu. Göz de öyle. Bu yüzden de insana sanki biri göz kırpmaya çalışıyormuş gibi geliyordu. Hemşireyi ameliyathaneden kaçıran da buydu. Bu göz kırpması.

Albertson tekrar, «Tanrım, bu nedir?» diye sordu.

Pritchard, «Hiçbir şey değil,» dedi. «Belki bir zamanlar yaşayan, soluk alan bir insanın bir parçasıydı. Ama şimdi bir hiç. Tabii bir dert olması dışında. Ve bu bizim başa çıkabileceğimiz bir dert.»

Narkozcu Dr. Loring, «Bakmama izin var mı, Dr. Pritchard?» diye sordu.

«Tansiyon hâlâ düzenli mi?»

«Evet.»

«O halde bakın. Bu ileride torunlarınıza anlatacağınız bir olay. Ama çabuk olun.»

Loring, Thad’ın beynine bakarken Pritchard da Albertson’a döndü. «Negli testeresini istiyorum. Deliği biraz daha genişleteceğim. Ondan sonra da mille biraz araştırma yapacağım. Bilmiyorum, tamamını kesip çıkarabilecek miyim… Ama mümkün olduğu kadarını alacağım.»

Ameliyathane hemşiresinin yerini almış olan Les Albertson, Pritchard yeni sterlize edilmiş cerrah milini istediği zaman aleti onun. eldivenli ovucuna vurarak bıraktı. Operatör şimdi usulca Bonanza dizisinin müzik temasını

mırıldanıyordu. Çabucak, adeta çaba harcamadan yarayı araştırdı. Arada sırada milin ucuna takılı olan ve dişçilerinkine benzeyen küçük aynaya bir göz atıyordu. Daha çok, dokunma duyusuyla hareket etmekteydi. Albertson sonradan,

«Hayatım boyunca elyordamıyla yapılan böyle heyecan verici bir ameliyat görmedim,» diyecekti.

Doktorlar gözden başka bir burun kanadı parçası, üç tırnak ve iki de diş

buldular. Dişlerden birinde küçük bir çürük vardı. Göz, Pritchard iğne-neşterle delip kesinceye kadar kalp gibi atmasını sürdürdü. Sanki yine biri göz kırpmaya çalışıyordu. İlk yoklamadan son kesmeye kadar bütün .ameliyat sadece yirmi yedi dakika sürdü. Beş et parçası Thad’ın traş edilmiş kafasının yanındaki Ross tepsisinde duran paslanmaz çelik kaba ıslak ıslak şapırdayarak atıldı.

Sonunda Pritchard, «Hepsi tamam sanırım,» dedi. Bütün bu yabancı doku birbirlerine ilkel ganglionlarla bağlıymış gibi gözüküyordu.. Başka parçacıklar varsa bile hepsini öldürmüş olmamız ihtimali güçlü.

Loring şaşkın şaşkın, «Ama… bu nasıl olur?» diye sordu. «Çocuk hâlâ yaşadığına göre? Yani bütün bunlar onun parçaları değil mi?»

Pritchard tepsiyi işaret etti. «Çocuğun kafasında bir göz, birkaç diş ve tırnak bulduk. Ve siz onların hastanın bir parçası olduklarını düşünüyorsunuz öyle mi?

Çocuğun tırnakları eksik mi? Bakmak ister misiniz?»

«Ama kanser bile hastanın kendi…»

Pritchard narkozcuya sabırla, «Bu bir kanser vakası değil,» dedi. Konuşurken elleri hâlâ işiyle ilgileniyordu. «Annenin bir tek çocuk dünyaya getirdiği doğum vakalarının çoğunda aslında bebek yaşamına ikiz olarak başlar, dostum. Hatta oran hemen hemen onda ikiye varabilir. Bu durumda… diğer cenine ne olur? Güçlü

olan zayıfı içine alır.»

Loring, «İçine mi alır?» diye bağırdı. «Yani ikizini yer mi?» Rengi biraz uçmuş

gibiydi. «Şimdi rahimdeki bir yamyamlık olayından mı söz ediyoruz?»

«Buna istediğiniz adı verebilirsiniz. Bu tür vakalara sık rastlanıyor. Tıp konferanslarında sözünü ettikleri sonargram aygıtını geliştirdikleri takdirde böyle olayların ne dereceye kadar yaygın olduklarını anlayabileceğiz. Ama bu tür vakalar sık görülsünler ya da görülmesin, bugün karşılaştığımız çok daha ender rastlanan bir olay. Bu çocuğun ikizinin bir kısmı diğeri tarafından tümüyle emilememiş. Ve sonunda kendini Thad’ın alın lobunda bulmuş. Hastanın vücudunun başka bir yerinde de olabilirdi. Barsaklarında, dalağında, omuriliğinde.

Herhangi bir yerinde. Genellikle bu durumlarla daha çok patoloji uzmanları

karşılaşır. Otopsi sırasında böyle şeyler, görürler. Ama ben yabancı bir dokunun ölüme neden olduğu bir vaka hiç duymadım.»

Albertson, öğrenmek istedi. «Peki burada ne oldu?»

«Bir şey, bir yıl önce herhalde mikroskopla bile kolay görülemeyecek bu doku yığınının yeniden canlanmasına neden oldu. Ortadan kaldırılan ikizin gelişme saatinin Bayan Beaumont’un doğum yapmasından en aşağı bir ay önce tümüyle durmuş

olması gerekirdi. Ama nasıl olduysa bir şey bu saati yeniden kurdu. Ve o lanet olasıca nesne tekrar çalışmaya başladı. Olanların esrarlı bir yanı yok. Sadece kafa içindeki baskı bile çocuğun buraya getirilmesine neden olan baş ağrıları ve ihtilaçların başlaması için yeterliydi

Loring usulca, «Evet.» dedi. «Ama bu neden oldu?»

Pritchard başını salladı. «Bundan otuz yıl sonra golf vuruşlarından daha fazla çaba harcanmasını gerektiren şeylerle ilgilendiğim takdirde siz de bu soruyu bana tekrar sorarsınız. Belki o zaman bir cevap bulabilirim. Ben şu anda sadece şu kadarını biliyorum: Ender rastlanılan bir tümörün yerini buldum ve onu aldım.

Ve bir mesele çıkmadığı takdirde çocuğun annesiyle babasının da sadece bu kadarını bilmeleri yeterli olur. Thad’ın babası öyle zeki bir adam değil. Ona on bir yaşındaki oğluna aslında kürtaj yaptığımı anlatamam. Haydi, artık yarayı

kapatalım, Les.» Sonra başhemşireye dönerek aklına yeni gelmiş gibi nazik bir tavırla ekledi. «Buradan kaçan o gülünç budalanın kovulmasını istiyorum. Lütfen bunu not edin.»

«Peki, doktor.»

Thad Beaumont ameliyattan dokuz gün sonra hastaneden çıktı. Vücudunun sol tarafı

birçok hareketine engel olacak kadar güçsüzdü, bu durum hemen hemen altı ay sürdü. Çok yorgun olduğu zamanlarda arasıra gözlerinin önünde acayip ışıklar belirip kayboluyordu. Bunlar oldukça düzenliydiler de.

Annesi Thad’a armağan olarak eski bir yazı makinesi almıştı. Çocuk o çakıp sönen ışıkları en çok yatmadan önce, yazı makinesinin üzerine eğilerek fikrini uygun biçimde açıklamaya çalışırken ya da yazdığı öyküde hangi yeni olaya yer vermesi gerektiğini düşünürken görüyordu. Sonunda bu da geçti. O korkunç, hayali cıvıltıları, uçuşan yüzlerce serçenin sesini ameliyattan sonra hiç duymadı.

Thad yazı yazmayı sürdürdü. Gitgide güven kazanıyor ve yeni yeni gelişen üslubunu cilalıyordu. İlk öyküsünü gerçek yaşamının başlamasından altı yıl sonra Yeni Yetişen Amerikan Gençleri dergisine sattı. Ondan sonra da bir daha dönüp geriye bakmadı.

Thad de, annesiyle babası da çocuk on bir yaşındayken beyninin alın lobundan habis olmayan bir ur alındığını sanıyorlardı. Thad olayı düşündüğü zaman sadece kendi kendine, yaşadığım için şanslıyım, diyordu. (Yıllar geçerken o olayı daha ender anımsamaktaydı zaten.)

Tıbbın henüz ilkel olduğu o günlerde beyin ameliyatı geçiren hastaların çoğu ölüyordu.

I

AHMAK DOLMASI

Machine uzun ve güçlü parmaklarıyla kâğıt ataşlarını ağır ağır, dikkatle düzeltti. Halstead’in arkasında duran adama, «Onun başını tut, Jack,» dedi.

«Lütfen sıkıca tut.»

Jack Rangely iri elleriyle kafasını yanlardan kavrayarak sıkıca tutarken, Halstead de Machine’in ne yapmak istediğini anladı. Haykırmaya başladı.

Çığlıkları terkedilmiş ambarda çınlayarak yankılandı. O geniş bomboş yer doğal bir ampflikatör görevi yapıyordu. Halstead açılış gecesi için hazırlanan bir opera şarkıcısıydı sanki.

Machine, «Ben geri geldim,» dedi. Halstead gözlerini sımsıkı yumdu. Ama bunun bir yararı olmadı. Kısa çelik tel sol kapaktan kolaylıkla girerek alttaki göz küresini deldi. Patlamayı andıran hafif bir ses duyuldu. Jelatinimsi, yapışkan bir sıvı dışarı sızmaya başladı. «Ben ölümden döndüm. Ama senin hiç de beni gördüğüne sevinmiş gibi bir halin yok. Seni nankör köpek!»

George Stark’ın Babil’e Giderken adlı eserinden.

Bir

İnsanlar Konuşur

People dergisinin 23 Mayıs sayısı diğerlerinden pek farklı değildi. Kapağı o haftanın «Artık Ölmüş Olan Ünlü»sü süslüyordu. Üzerinde kokain ve benzer başka uyuşturucular bulunduğu için tutuklanan ve hapishanedeki hücresinde kendini asan bir rock and rol yıldızıydı. Derginin içi ise her zamanki gibi çeşit çeşit yazıyla doluydu. Nebraska’nın o ıssız batı bölgesinde işlenen ve esrarı bir türlü çözülemeyen dokuz seks cinayeti. «Doğal besin» konusunda öncülük ederken, çocuklara porno filmleri çevirttiği için yakalanan bir adam. İsa’nın büstüne benzeyen bir kabak yetiştirmiş olan Maryland’li bir ev kadını. Tabii bu kabağa loş bir odada gözlerinizi kısarak bakmanız gerekiyordu, o da başka. New York Bisiklet Maratonuna katılmaya hazırlanan yarı felçli, cesur bir kız.

Hollywood’da bir boşanma. New York’ta bir sosyete düğünü. Kalp krizi geçirdikten sonra iyileşmeye başlayan bir güreşçi. Yeni usul nafaka isteyen metresinin açtığı davada kendini savunmaya çalışan bir komedyen.

Amerika’nın bir numaralı eğlendirici ve eğitici dergisinin yine eğlendirici ve eğitici sayısının otuz üçüncü sayfasında etkileyici, anlamlı ve iğneli bir başlık vardı: BİYO.

Thad Beaumont karısı Liz’e, «People dergisi hemen konuya girmekten hoşlanır,»

dedi. Karı koca mutfak masasının başında yan yana oturmuş, yazıyı ikinci kez okuyorlardı. «BİYO. Eğer BİYO’yu istemiyorsan o zaman da BAŞI DERTTE bölümüne geçebilir ve Nebraska’nın derinliklerinde temizlenen kızları okursun.»

Liz Beaumont, «Bu konuyu düşündüğün zaman hiç de komik olmadığını anlıyorsun,»

diye cevap verdi. Sonra da sıktığı yumruğuna doğru kıkır kıkır gülerek sözlerinin etkisini sildi.

Thad, «Evet belki komik değil,» dedi. «Ama gerçekten acayip.» Sonra yazıya ayrılmış olan sayfaları tekrar karıştırdı. O sırada alnının yukarısındaki beyaz yara izini dalgın dalgın ovuşturuyordu.

Bütün People BİYO’larında olduğu gibi bunda da resimden çok yazıya yer ayrılmıştı.

Liz, «Bu işe kalkıştığın için pişman mısın?» diye sordu. Bir yandan da ikizlerin odasına kulak kabartıyordu. Ama çocukların o ana kadar sesleri çıkmamıştı. Birer melek gibi mışıl mışıl uyuyorlardı.

Thad, «Bir kere» dedi. «Bu işe ben kalkışmadım. Bunu biz birlikte yaptık.

Birimiz ikimiz, ikimiz birimiz için. Unuttun mu?» Yazının ikinci sayfasındaki fotoğrafa parmağını vurdu. Bunda Liz kâğıt takılı yazı makinesinin başında oturan Thad’a içi çikolatalı kekle dolu bir tepsiyi uzatıyordu. Yazı

makinesindeki kâğıtta yazı var mıydı, varsa neydi bu? İşte bunu anlamak imkânsızdı. Ama yazının okunamaması herhalde daha iyiydi. Çünkü saçmasapan sözcüklerdi bunlar. Yazı yazmak Thad için her zaman zor olmuştu. Bunu seyircilerin önünde yapması olanaksızdı. Hele seyircilerden biri People dergisinin fotoğrafçısı olduğu zaman. Yazı yazmak George için çok daha kolay olmuştu. Ama Thad Beaumont için bu kahrolasıca iş pek zordu. Yazmaya çabaladığı

ve bazen de bunu başardığı sırada Liz ona hiç yaklaşmazdı. Çikolatalı” kek bir yana ona telgraf bile getirmezdi.

«Evet, ama…»

«İkincisi…»

Thad fotoğrafa bir göz attı yine. Liz ona.kekleri uzatıyor, kendisi de karısına bakıyordu. İkisi de gülüyorlardı. Gülüşleri hoş olmakla birlikte, gülümseme gibi önemsiz şeyler konusunda bile dikkatli davranan bu insanların suratlarında bir tuhaf kaçıyordu.

«İkincisi ne?»

Thad, ikincisi vaktiyle Ulusal Kitap Ödülüne aday gösterilmiş bir yazarla karısının birbirlerine iki sarhoş gibi gülümsemeleri gerçekten komik, diye düşündü. Artık kendini tutamayacaktı. Gürültülü bir kahkaha attı.

«Thad, ikizleri uyandıracaksın.»

Genç adam kahkahalarını tutmaya çalıştıysa da başaramadı. «İkincisi, bir çift ahmağa benziyoruz ama buna aldırdığım da yok.» Karısına sıkıca sarılarak boynunun aşağısındaki çukur yeri öptü.

Diğer odada önce William, sonra da Wendy ağlamaya başladı.

Liz kocasına sitemle bakmaya çalıştı ama yapamadı. Thad’ in güldüğünü duymak harika bir şeydi. Çünkü pek gülmezdi. Kocasının kahkahasının Liz için değişik ve yabancı bir sevimliliği vardı. Thad Beaumont öyle sık sık gülen bir insan değildi.

Thad, «Suç bende,» dedi. «Onları getireyim.» Ayağa kalkarken bir masaya çarptı, az kalsın deviriyordu. Sevecen ye uysal bir adamdı ama garip bir sakarlığı

vardı. Çocukluğundaki Thad hâlâ içinde bir yerde yaşıyordu.

Uz masanın ortasına koyduğu çiçek dolu sürahiyi yere düşmeden önce yakaladı.

«Aman, Thad!» dedi. Ama sonra o da gülmeye başladı.

Genç adam tekrar yerine oturdu. Karısının elini avuçlarının arasına alarak şefkatle okşadı. «Dinle, bebeğim, sence bu önemli mi?»

Liz, «Hayır,» diye mırıldandı. Biran, ama beni endişelendiriyor, demeyi düşündü.

Halimiz biraz gülünç olduğu için değil. Neden… Şey, nedeni bilmiyorum. Sadece bu beni biraz endişelendiriyor, işte o kadar.

Genç kadın bunları düşündü ama söylemedi. Thad’ın güldüğünü görmek çok güzel bir şeydi. Kocasının elini bir an tutup sıktı. «Hayır. Önemli değil, Thad. Bence bu çok eğlenceli. Reklamın ‘Altın Köpek’ bakımından yararı olacaksa, daha da iyi.

Tabii o lanet olasıca şeyi tamamlamaya ciddi bir biçimde karar verdiğin zaman.»

Ayağa kalktı.

Thad onu izleyecekken kadın omuzlarına bastırdı. «Çocukları bir dahaki sefere sen getirirsin. Bilinçaltının sürahimi paramparça etmekle ilgili dürtüleri sona erinceye kadar burada oturmanı istiyorum.»

Thad, «Peki,» diyerek gülümsedi. «Seni seviyorum, Liz.»

«Ben de seni seviyorum.» Genç kadın ikizleri getirmeye gitti. Thad Beaumont da tekrar kendi BİYO’sunu karıştırmaya başladı.

People’daki yazıların çoğunun tersine Thaddeus Beaumont’ un BİYO’su tam sayfa bir fotoğrafla başlamıyordu. Resim sayfanın dörtte birinden bile küçüktü ama yine de hemen dikkati çekiyordu. Çünkü olağanüstü şeyleri anında farkeden bir mizampajcı resmi kara bir çerçeveye almıştı. Resimde Thad’la Liz bir mezarlıktaydılar. Adamın elinde bir kürek, Liz’de de bir kazma vardı.

Yanlarında, içinde yine mezarlıkla ilgili araç ve gereçler bulunan bir elarabası

duruyordu. Mezarın üzerine ise birkaç çiçek buketi yerleştirilmişti. Ancak taşın üzerindeki yazı yine de kolaylıkla okunuyordu.

GEORGE STARK

1975 -1988

Pek de İyi Bir İnsan Değildi.

(Tarihlere göre ölü yeni yetişen bir çocuk olmalıydı.) Ama bu iki yalancı

mezarcı duruma ve bulundukları yere hiç de uymayan tavırlarla yeni mezarın üzerinden uzanmış, el sıkışıyor ve gülüyorlardı.

Tabii aslında mahsus böyle poz vermişlerdi. Yazıyı süsleyen bütün fotoğraflar için de aynı şey söylenebilirdi. Ölünün gömülmesi, tepsi dolusu kek. Thad’ın ıssız Ludlow ormanında -sözümona «ilham arayarak»- bir bulut gibi yalnız başına dolaşırken çekilen resmi. Garip bir durumdu bu. Liz hemen hemen son beş yıldır süpermarketten People dergisi alıyordu. İkisi de dergiyle alay ediyorlardı ama yine de akşam yemeğinde karıştırıyorlardı. Ya da okunacak iyi bir kitap bulamadıkları zaman tuvalette. Thad zaman zaman derginin neden başarılı olduğunu düşünüyordu. People’ın garip bir biçimde ilgiyi çekmesinin nedeni ünlülere fazla meraklı olması mıydı? Yoksa mizanpajdan mıydı? O büyük siyah beyaz fotoğraflar, iri yazı, basit cümlelerden oluşan makaleler… Ama fotoğrafların dikkatle sahnelenip sahnelenmediklerini hiçbir zaman düşünmemişti.

Foto muhabiri Phyllis Myers adında bir kadındı. Thad’la Liz’e çocuk tabutları

içinde yatan oyuncak ayıların pek çok resmini çektiğini söylemişti. Ayılara çocuk elbiseleri giydirilmişti. Bütün bu fotoğrafları toplayarak bir kitap haline getirmeyi düşünüyordu. Thad ancak «resim çekme ve röportaj yapma»nın ikinci günü, kadının kitabına girecek yazıyı onun yazmaya razı olup olmayacağını

anlamaya çalıştığını sezdi. Phyllis Myers, «Ölüm ve Oyuncak Ayılar,» dedi.

«Amerikan tarzı ölümün son ve kusursuz bir yorumu olacak. Sen de aynı fikirde değil misin, Thad?»

Kadının ilgi duyduğu biraz da meşum konular yüzünden onun George Stark’ın mezar taşını yaptırtmasına ve New York’ tan getirmesine pek şaşmadı Thad. Taş, «papier mache»den yapılmıştı.

Phyllis Myers gülümseyerek, «Bunun önünde el sıkışmanızın bir sakıncası yok değil mi?» diye sordu. Gülümseyişi hem ısrarlıydı, hem de memnun olduğunu ifade ediyordu. «Harika bir resim olacak.»

Liz soru sorar gibi Thad’a baktı. Biraz dehşete kapılmış gibiydi. Sonra karı

koca sahte mezar taşına doğru döndüler. Taş People dergisinin yuvası New York kentinden Maine eyaletine Thad’la Liz Beaumont’un yazlık evlerinin bulunduğu Castle Rock’a getirilmişti. Karı koca hem hayret içindeydiler, hem de biraz afallamışlardı. Thad’ın bakışları taşın üzerindeki yazıya kayıp duruyordu.

«Pek de İyi Bir İnsan Değildi.»

Aslında People dergisinin ünlüleri soluk soluğa seyreden meraklılara anlatmak istediği öykü basitti. Thad Beaumont, saygı duyulan bir yazardı, ilk roman, Hızlı Dansçılar 1972’de Ulusal Kitap Ödülüne aday gösterilmişti. Bu tür şeylerin edebiyât eleştirmenleri için önemi vardı. Ama ünlüleri soluk soluğa izleyen meraklıların Thad Beaumont’a aldırdıkları bile yoktu. İlk romanından sonra sadece bir kitap daha yazabilmişti. Meraklı çoğunun ilgilendiği kişi aslında gerçek biri değildi. Thad başka bir adla dev bir «best seller» yazmış, bunu son derecede başarılı üç roman izlemişti. Ve bu ad George Stark’tı tabii… George Stark olayını ilk kez Associated Press’in Waterville’deki tek adam olan Jerry Harkavay açıklamıştı. Tabii Thad’ın menajeri Rick Cowley gerçeği yazarın izniyle Publishers Weekly’den Louise Booker’a fısıldadıktan sonra. Ama Harkavay de Booker da olayı tam olarak öğrenememişlerdi. Çünkü Thad, Frederick Clawson denen o yapışkan yaratıktan söz edilmesini istememişti.

Jerry o ilk konuşma sırasında Thad’a George Stark’ın nasıl biri olduğunu sormuştu. Thad da, «George aslında pek de iyi bir insan sayılmaz,» diye cevap vermişti. .Jerry bu sözler, yazısına baslık olarak almıştı. Myers adlı kadın da bundan esinlenerek o sahte mezar taşını yaptırmış ve üzerine de o sözler, yazdırmıştı. Bu dünya garip bir yerdi. Çok ama çok garip bir yer.

Thad birdenbire tekrar gülmeye başladı.

Thad’la Liz’in Castle Rock’un daha güzel mezarlıklarından birinde çekilmiş olan resimlerinin altındaki kapkara yere beyaz harflerle iki cümle yazılmıştı.

Bunlardan birincisinde, «O SEVGİLİ ÖLÜ BU İKİ İNSANIN ÇOK YAKINIYDI,» deniyordu.

İkincisinde ise, «O HALDE NEDEN GÜLÜYORLAR?»

Thad, «Çünkü dünya garip, berbat bir yer,» dedi. Elini ağzına götürerek güldü.

Bu acayip reklam konusunda nedeni belirsiz bir kaygı duyan sadece Liz Beaumont değildi. Thad da biraz

endişeliydi. Ama yine de gülmekten kendini alamıyordu.

Bir iki saniye susuyor, sonra gözü o tek satıra, «Pek de İyi Bir İnsan Değildi,»

cümlesine takıldığı için tekrar basıyordu kahkahayı.

Thad böyle gülmenin hiç de hoş bir şey olmadığından kuşkulanıyordu. Bir tür isteriydi bu. Komik şeylerin bu tür krizlerle pek az ilgisi olduğunu biliyordu.

Hatta hiç ilgisi olmadığını. Genellikle nedenin hiç de komik sayılamayacağını.

Hatta korkulacak bir şey bile olabilirdi.

People dergisindeki lanet olasıca bir yazıdan mı korkuyorsun? Düşündüğün bu mu?

Ahmak sen de. İngilizce Bölümündeki meslekdaşlarının bu fotoğraflara bakarak keçileri iyice kaçırdığını düşünmelerinden mi korkuyorsun?

Hayır. İş arkadaşlarından korkması için bir neden yoktu. Hattâ dinozorların yeryüzünde dolaştıkları günlerden beri okulda çalışanlardan bile. Sonunda bir işi olmuştu. Ayrıca isterse tüm zamanını sadece yazı yazmaya ayırmasına yetecek kadar parası da. (Aslında bunu isteyip istemediğini pek bilmiyordu. Üniversite yaşamının yönetim ve bürokrasiyle ilgili yanlarından hoşlanmıyordu. Ama öğretmek hoş bir şeydi.) Ayrıca Thad yıllar önce iş arkadaşlarının kendisi hakkında neler düşündüklerini önemsemekten vazgeçmişti. Evet, dostlarının düşündükleri onun için önemliydi. Bir bakıma Thad’la Liz’in arkadaşları ve ortak dostları aslında meslekdaşlarıydı. Ama onlar da bu tür şeylere aldıracak insanlar değillerdi.

Eğer korkulacak bir şey varsa bu…

Thad’ın kafası, alaylı ama sert bir sesle, sus artık, dedi. Bu budalalıktan hemen vazgeç.

Ama bunun bir yararı olmadı.

Thad yine fotoğrafa baktı. Ve bu kez gözleri onun ve karısının suratlarına aldırmayarak taşa dikildi.

GEORGE STARK

1975-1988

Pek de İyi Bir İnsan Değildi.

İşte Thad’ı endişelendiren de buydu.

Bu mezar taşı. Bu ad. Bu tarihler. Ve en çok o alaylı kitabe. Thad’ın kahkahalar atmasının nedeni buydu. Ama nedense bütün bu kahkahalara rağmen o cümle hiç de komik değildi.

O ad.

O satır.

Thad, «Önemli değil,» diye mırıldandı. «O köpek geberdi.»

Ama hâlâ endişeliydi.

Liz kucağında temizleyip giydirdiği ikizlerle geri döndüğü zaman Thad tekrar yazının üzerine eğildi.

«Onu ben mi öldürdüm?»

Bir ara Amerika’nın geleceği en parlak romancısı sayılan ve Halı Dansçılar romanıyla Ulusal Kitap Ödülüne aday gösterilen Thaddeus Beaumont, bu soruyu düşünceli bir tavırla yineledi. Biraz şaşırmış gibiydi. Yine usulca,

«Cinayet…» dedi. Sanki bu sözcük hiç aklına gelmemiş gibi… Oysa Beaumont’un

«Kara Yarım» diye tanımladığı George Stark sadece cinayeti düşünürdü.

Beaumont eski tip yazı makinesinin yanında duran geniş ağızlı kavanozdan bir kalem alarak ucunu hafifçe kemirmeye başladı. Kavanozdaki on iki kadar kalemin durumundan böyle bir kemirme alışkanlığı olduğu anlaşılıyordu.

Thad Beaumont sonunda kalemi tekrar kavanoza atarak, «Hayır,» dedi. «Onu ben öldürmedim.» Başını kaldırarak gülümsedi. Beaumont otuz dokuz yaşında. Ama böyle içtenlikle gülümsediği zaman onu kendi öğrencilerinden biri sanabilirsiniz.

«George, doğal nedenler yüzünden öldü.»

Beaumont, George Stark’ın karısının fikri olduğunu söylüyor. Güzel, serinkanlı

ve sarışın bir kadın olan Elizabeth Stephens Beaumont ise bu şerefin tümüyle kendisine ait olduğunu kabul etmiyor. «Ben sadece başka bir adla roman yazmasını

söyledim,» diye açıkladı. «Bak bakalım ne olacak,» dedim ona. Thad yazarlara özgü o bilinçdışı engelle karşı karşıyaydı. Ani bir çıkış yapması gerekiyordu.

Aslında…» Bayan Beaumont güldü. «George Stark başından beri oradaydı zaten.

Thad’ın arasıra karaladığı yarım kalmış yazılarda onun izlerini görüyordum.

Artık yapılması gereken George Stark’ı kapalı olduğu dolaptan dışarı

çıkarmaktı.»

Çağdaşlarının çoğuna göre Beaumont’un sorunu sıradan bilinçdışı bir engelden de öte bir şeydi. En aşağı iki tanınmış yazar, Beaumont’un ilk romanıyla ikincisi arasındaki o çok önemli sürede onun akli dengesi bakımından iyice endişelendiklerini söylediler. (Ama adlarının açıklanmasını istemediler.) Yazarlardan biri, «Beaumont Hızlı Dansçıların yayınlanmasından sonra intihar etmeye kalkışmış olabilir,» dedi. O eser yazara paradan çok eleştirmenlerin övgülerini getirmişti.

Beaumont’a hiç intihar etmeyi düşünüp düşünmediğini sorduğumda, «Hayır,» der gibi başını salladı. «Budalaca bir fikir bu. Gerçek sorun, beni çok okuyucunun beğenmemesi değil, o gizli engeldi. Ve ölmüş yazarlar bu dertten asla kurtulamazlar.»

O günlerde Liz Beaumont, kocasının deyişiyle takma bir ad için «lobi»

oluşturmuş. «Karım bana, ‘İstersen hiç olmazsa bu kez aklına estiği gibi davranabilirsin,’ dedi. ‘New York Times eleştirmeninin neler söyleyeceğini düşünmeden istediğini yazarsın. Bir kovboy öyküsü, polisiye bir roman, bir bilimkurgu. Ya da bir cinayet öyküsü.’»

Beaumont güldü. «Bence bu son sözü mahsus söyledi. Cinayetle ilgili bir roman yazmak için bir fikri inceleyip durduğumu biliyordu. Ama yine de işe nereden başlayacağımı bilmiyordum. Takma ad düşüncesi beni garip bir biçimde çekiyordu.

Nedense kendimi özgür hissediyordum. Sanki gizli bir kaçış yolu bulmuştum.

Bilmem ne demek istediğimi anlıyor musunuz?»

Thad elini kavanozdaki düzgünce yontulmuş kalemlere doğru uzattı, sonra geri çekti. Çalışma odasının dibindeki büyük camlı kapılara doğru baktı. Oradan baharın yeşille süslediği ağaçlar gözüküyordu.

Thad sayfayı çevirdi. Sonra yüksek çift iskemleye oturmuş olan ikizlere baktı.

Erkek ve kız ikizler her zaman birbirine benzemezlerdi. Ama Wendy’le William benziyorlardı.

William biberonunun yanından Thad’a gülümsedi.

Wendy de öyle. Ama onda ağabeyinde olmayan bir şey vardı. Ağzının ön tarafına yakın bir tek diş. Hem bu dişi hiç acı çekmeden çıkarmıştı. Wendy tombul ellerinden birini biberondan çekti. Parmaklarını açarak pembe avucunu gösterdi.

Parmaklarını kapattı. Açtı. Wendy’ce bir el sallamaydı bu.

William kız kardeşine bakmadan bir elini biberonundan çekti. Parmaklarını açtı.

Kapattı. Açtı. Bu da William’a bir el sallamaydı.

Thad da ciddi ciddi bir elini masadan kaldırdı. Parmaklarını açtı. Kapattı.

Açtı.

İkizler biberonlarının yanından gülümsediler.

Thad tekrar dergiye baktı. «Ah,. People dergisi. Sen olmasaydın biz ne yapardık?

Ah, işte Amerikan yıldızları saati geldi, dostlar.»

Tabii röportajın yazarı ne kadar kirli çamaşır varsa hepsini ortaya dökmüştü.

Özellikle Hızlı Dansçılar’ın ödülü kazanamadığını günü izleyen dört yıllık kötü

süreyi. Ama bu da beklenmedik bir şey değildi. Thad bu açıklamanın kendisini rahatsız etmediğini anladı. Bir kere bu o kadar kötü bir şey değildi. Ayrıca her zaman bir gerçekle yaşamanın, bir yalanla yaşamaktan daha kolay olduğuna inanırdı. Hiç olmazsa uzun vadede böyleydi.

Yazıyı Mike adında biri yazmıştı. Thad bu kadarını hatırlıyordu. Ama Mike ne?

Yazıyı yazan, ‘bir kral ailesi hakkında dedikodu yapan bir kont ya da diğer oyuncuları çekiştiren bir Hollywood yıldızı olmazsa adı ancak röportajın sonuna yazılıyordu. Thad ikisi reklamlarla dolu olan dört sayfayı çevirerek yazarın adını buldu. Mike Donaldson. Mike’la geç vakitlere kadar oturup gevezelik etmişlerdi. Thad bir ara, «Başka bir odla romanlar yazmış olmama aldırırlar mı?»

diye sormuştu. Donaldson o zaman onun çok gülmesine neden olan bir cevap vermişti. «Anketler People okuyucularının çoğunun fazla sivri burunlu olduklarını gösteriyor. O yüzden başkalarının işlerine karışıyorlar. Arkadaşın George’un nasıl biri olduğunu da öğrenmek isteyecekler.»

Thad hâlâ gülüyordu. «George benim arkadaşım değil.»

Fırına doğru gitmiş olan Liz’e, «Her şey hazır mı, bebeğim?» diye sordu. «Yardım ister misin?»

Karısı, «Yok canım,» diyerek başını salladı. «Çocuklar için bir şeyler pişiriyorum. Hâlâ hakkında yazılanları okumaya doyamadın mı?»

Thad utanmazca, «Doyamadım,» deyip yeniden yazıya döndü.

Beaumont bir kalemi hafifçe kemirerek, «Aslında işin güç yanı, uygun bir ad bulabilmekteydi,» dedi. «Ama önemliydi. Bu adın yararlı olacağını biliyordum.

Boğuştuğum o gizli engeli yıkmamı sağlayabilirdi. Yani bir kimliğim olduğu takdirde o engeli aşabilecektim. Asıl kimliğimden farklı olan uygun bir şey.

«George Stark adını nasıl seçtiniz?»

Beaumont, «Donald E. Westlake adında cinayetlerle ilgili romanlar yazan biri var,» diye açıkladı. «Ve Westlake asıl adıyla Amerikan yaşamı ve Amerikan ahlakıyla ilgili o çök komik sosyal komedileri yazıyor.

«Ama Westlake 1960’Iarın başından 70’lerin ortalarına kadar Richard Stark adıyla bir dizi roman yazdı. Ve o kitaplar diğerlerinden çok farklı. Parker adında profesyonel bir hırsızla ilgili. Adamın ne geçmişi var, ne de geleceği. Onu sadece hırsızlık ilgilendiriyor.

«Her neyse… Westlake sonunda Parker hakkında romanlar yazmaktan vazgeçti.

Bunun nedenini ona sormanız gerekiyor. Ama Westlake’in bu durum anlaşıldığı

zaman söylediği bir şeyi hiçbir zaman unutmadım. ‘Kendi adımla romanlarımı

güneşli günlerde yazdım,’ dedi. ‘Yağmurlu günlerde ise Stark işi üzerine aldı.’

Bu sözler hoşuma gitti. Çünkü 1973 yılıyla 1975’in başları arasındaki süre benim için yağmurlu günlerle doluydu.

«O kitapların en iyilerinde Parker aslında insandan çok bir robota benzer.

Hırsız sürekli hırsızlık eder. Ve Parker kötü adamların arasına dalar. Yani diğer kötü adamların. Tıpkı bir tek hedefi olan programlanmış bir robot gibi.

‘Ben paramı istiyorum,’ der. Zaten bundan başka bir şey de söylemez. ‘Ben paramı

istiyorum. Ben paramı istiyorum.’ Bu size birini hatırlatıyor mu?»

Başımı salladım. Çünkü Beaumont, Alexis Machine’i tarif ediyordu. İlk ve son George Stark romanlarının kahramanını.

Beaumont, «Eğer Machine’in Yöntemi başladığı gibi sona erseydi, romanı bir çekmeye tıkar ve bir daha da oradan çıkamazdım,» dedi. «Onu yayınlatmak sadece hırsızlık olurdu. Ama kitap dörtte birinden itibaren kendi temposunu buldu. Ve her şey yerine oturdu.»

«Kitabınızın üzerinde çalıştıktan bir süre sonra George uyanıp konuşmaya başladı

mı?» diye sordum.

Beaumont, «Evet,» dedi. «Oldukça uygun bir tanımlama bu.»

Thad başını kaldırdı. İstememesine rağmen yine gülmeye başlamıştı. İkizler onun güldüğünü görünce Liz’in yedirdiği bezelye püresi dolu ağızlarıyla babalarına gülümsediler. Aslında Thad muhabire ne söylediğini hatırlıyordu. «Tanrım, melodrama kaçan bir söz bu! Bana Frankestein filminin o sahnesini hatırlatıyor.

Hani sonunda yıldırım şatonun en yüksek surlarındaki çubuğa çarpar ve canavar da böylece canlanır.»

Liz, «Artık vazgeçmezsen çocuklara yemeği yediremeyeceğim,» dedi. Burnunun ucuna bezelye püresi bulaşmıştı. Thad garip bir isteğe kapıldı. Karısının burnunun ucunu öpmek İstiyordu.

«Neden vazgeçmezsem?»

«Sen gülüyorsun, onlar gülüyor. Gülen bebeklere mama yediremezsin ki.»

Thad alçakgönüllülükle, «Affedersin,» diye mırıldanarak ikizlere göz kırptı.

Onlar da bir an yeşil bezelye püresi bulaşmış ağızlarını açarak güldüler.

Sonra Thad başını eğerek okumasını sürdürdü.

«Machine’in Yöntemi (*) romanına 1975’de başladım. Adı buldum ama bir şey daha oldu. Yazmaya hazır olduğum zaman makineme bir kâğıt taktım… Sonra kâğıdı

çıkardım. Ben bütün romanlarımı makinede yazmıştım. Ama George Stark’ın yazı

makinelerinden hoşlanmadığı anlaşılıyordu.» Beaumont güldü. «Belki de Stark’ın hapsedildiği o taş otellerde daktilo kursları yoktu.»

Beaumont, Stark’ın kitapların arka kapağındaki biyografisini kastediyordu. Buna göre yazar otuz dokuz yaşındaydı ve üç defa hapse mahkûm olmuştu. Suçları

arasında kundaklama, öldürücü bir silahla saldırı, öldürmek kastıyla saldırma da vardı. Ancak arka kapaktaki biyografi hikâyenin sadece bir bölümü. Beaumont, Darwin Yayınevi için bir biyografi daha

Benzer İçerikler

Hürrem Sultan

yakutlu

Kayıp Aranıyor Kitap Özeti Sait Faik Abasıyanık

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy