Türkiye’de 63 hafta Çok Satanlar listelerinde kalan, son yılın en çok okunan romanı Kayıp Gül’ün yazarından okurun yüreğini ısıtacak yeni bir roman.
Hayata kırgın bir yetişkin. Bir yunus ile “hayatın ışıklarını yakacak” çok özel bir dostluk. Karşılıksız sevgi, ümit ve hayata dair mucizevi bir yolculuk…
Bugüne kadar 50 ülkede 43 dile çevrilen, tüm zamanların en çok okunan ve sevilen kitapları Simyacı, Küçük Prens ve Martı ile birlikte anılan Kayıp Gül’ün yazarı Serdar Özkan, yeni romanı Hayatın Işıkları Yanınca ile okuru gerçek hayatın içinde büyülü bir dünyaya taşıyor.
Dünyaca ünlü kadın dergisi VOGUE İtalya’nın “Hayat mucizesi üzerine zarif bir roman” diye nitelediği Hayatın Işıkları Yanınca, sevgi üzerine bir solukta okuyacağınız sıra dışı bir serüven.
“İlk romanı Kayıp Gül onu 50 ülkenin kitapçılarına taşıyan bir yayıncılık olayıydı. İkinci romanı Hayatın Işıkları Yanınca ile, onun ismi şimdiden Paulo Coelho, Richard Bach ve hatta Saint Exupéry ile birlikte anılıyor. ”
Corriere della Sera – İTALYA
“Hayat mucizesi üzerine zarif bir roman.”
VOGUE – İTALYA
Öndeyiş
Aradığı çocuğu bu sahil kasabasında da bulamamıştı yaşlı adam.
Ege Denizi’nin sessiz bir köşesinde, birbirine yakın konumlanmış yedi şirin ada vardır. Yaşlı adamın geride bırakmak üzere olduğu kasaba işte o yedi adayı gören on sekiz kasabadan biriydi. Bugüne kadar ziyaret ettiklerinin on altıncısı.
Aldığı tüm işaretler yaşlı adama aradığı çocuğun yedi adaya yakın bir yerde yaşadığını gösteriyordu, İşte o yüzden. birkaç ay önce. bu adaları gören kasabaların sokaklarını karış karış dolaşmaya başlamıştı. Çevresine doluşan yüzlerce çocuğa hep aynı soruyu sorarak.
Geçtiği her kasabada aynı şeyi yapıyordu. Önce, üzerine irili ufaklı kalp şeklinde aynalar dikilmiş beyaz gömleğini giyiyor, ardından çocukların dikkatini çekme ümidiyle, güneş altında ışıl ışıl parıldayan gömleğiyle ortalıkta dolaşıyordu. Sonunda sessiz bir köşeye oturuyor, heybesinden yedi tane yumruk büyüklüğünde taş çıkarıp onları özenle önüne diziyordu.
Söze hep şu şekilde başlıyordu: “Eveeet sevgili taşlar, bugün size Ölümsüzlerin öyküsünü bir daha anlatayım mı? Unutmayın, öyle masallar vardır ki, gerçek hayattan daha gerçektir…”
Yaşlı adanı sanki unların cevabını dinliyormuşçasına bir süre sessiz bir şekilde bekledikten sonra, “Pekâlâ sevgili taşlar, dinleyin öyleyse,” diyor ve Ölümsüzlerin öyküsünü anlatmaya başlıyordu;
“Yüz milyonlarca yıl önce. siz taşlar taş, kıtalar kıta. denizler deniz olmazdan evvel, her şeyin sonsuz ve kalıcı olduğu ışık Dünyası nda yaşayan Ölümsüzler bir gün dünyamıza geldiler… Gelenlerin sonuncusu Mutluluk’un yanı sıra. Güzellik. Özgürlük, zenginlik. Güç ve Akıl dünyamıza gelen sayısız ölümsüzden sadece birkaçıydı. Yeryüzüne iner inmez her biri Mutluluk’un sayısız ellerinden birini tutarak mutlu mutlu dünyamızı keşle çıktılar.
“Ama kısa bir süre sonra ne olsa beğenirsiniz? Dünyamıza onlardan çok önce gelmiş olan Ölüm Meleği’yle karşılaştılar. Ölümsüzlerin bizim dünyamızda her şeyin öldüğünü fark etmeleri uzun sürmedi ve Ölüm Meleği’nden korkarak birer birer ışık Dünyası’na geri döndüler. Ölümsüz oldukları için Ölüm Meleği canlarını alamazdı aslında, ancak Akıl’a akıl danıştılar ve Akıl onlara yine de temkinli davranmalarını önerdi.
“Akıl’ın tavsiyesine uyup dünyamızı ilk terk eden Mutluluk oldu. Onun için hu dünyada bildiğimiz her mutluluk Mutluluk’un kendisi değil, onun dünyamızda dolaşırken geride bıraktığı kokusudur. Mutluluk’un ardından. Güzellik, Zenginlik, Özgürlük gibi diğer ölümsüzler de dünyamızı terk ettiler, her biri geriye sadece kokularını bırakarak.
“İşte o yüzden, bu dünyada sürdüğümüz her koku gibi, her akıl, her zenginlik, her güç, her özgürlük, her güzellik, her mutluluk zamanla uçup gider. Çünkü ölümsüzlerin kendileri değil, kokulandır onlar yalnızca.
“Ama sevgili taşlar, bütün ölümsüzler Ölüm Meleği’nden korkmalarına rağmen, içlerinden biri ona âşık oldu ve Akıl’ın bütün uyarılarına rağmen dünyamızdan ayrılmayı reddetti.
“Ve şimdi… şimdi söylemek üzere olduğum şeye çok iyi kulak verin sevgili taşlar, çünkü size çok güzel bir haberim var. Duyanlar duymayanlara aktarsın bu müjdeyi ve herkes duysun, herkes bilsin ki. Ölüm Meleği’ne âşık olan o ölümsüz hâla burada! Evet evet hâlâ bu dünyada! Yeryüzünün dört bir yanında hiç durmadan dolaşıyor, dokunduğu her şeyi ölümsüz kılıyor. Her şeyin uçup gittiği bu dünyada o ölümsüz ile her şey kalıcı yapılabilir. Çünkü ölümsüzlüğün şifresi onun yumuşak ellerinde yazılı. O yüzden, işte siz de bu Ölümsüzü bulabilirseniz sevgili taşlar, içinizden önce su, sonra ışık fışkırır. Ve gün doğmadan bir bakmışsınız, her biriniz birer Ölümsüz olmuşsunuz.
“O halde sevgili taşlar, eğer o ölümsüzün kim olduğunu bilmek istiyorsanız, size iki arkadaşın başından geçen hikâyeyi anlatayım; daha doğrusu, bir arkadaşa dönüşen iki arkadaşın… Öyle bir hikâye ki, bu dünyada yaşandı, ama bu dünyaya ait değil. Başlangıcı var, ama sonu yok,
“Ben bu hikâyeyi size seve seve anlatırım, memnuniyetle, ancak onu hikâyenin başkahramanından dinlemeye ne dersiniz,”
Sözlerinin bu kısmına geldiğinde yaşlı adam her seferinde iç geçiriyor, düşünceli bakışlarını yere çeviriyor ve kendi
kendine konuşurcasına ekliyordu: “Ama bunun için önce onu bulmalıyız, değil mi?”
Yaşlı adamın taşlarla yaptığı bu sohbetler çoğu zaman saatlerce, ta ki çevredeki bütün çocuklar başına toplanana kadar sürüyordu. Ardından kolyesine asılı kalp şeklindeki iri aynayı güneşe çevirip yansıyan ışığı çocukların yüzüne tutuyordu. Gözlerini çocukların üzerinde gezdiriyor ve her yerde cevabını aradığı soruyu onlara da soruyordu;
“Aranızda bir yunusla konuşan oldu mu?” Bu soru karşısında bir an şaşıran çocukların kimisi gülüyor, kimisi meraklı meraklı yaşlı adama bakıyor, kimisi de ona sorular yağdırıyordu. Nadiren, bir yunusla konuştuğunu söyleyen de çıkıyordu. Bunu duyduğunda yaşlı adamın bir anda kalp atışları hızlanıyor, gözleri parlıyordu. Hikâyenin başkahramanını sonunda bulmuş olma olasılığı bile onu heyecandan titretmeye yetiyordu. Çocuğa hemen ikinci soruyu
“Yunusun adı neydi peki?”
Ama ne yazık ki. aldığı cevap karşısında hep hayal kırıklığına uğruyor, ister istemez taşıdığı emanet ile bağdaşmayacak bir şekilde hüzne kapılıyordu. Hasta ve yorgundu. Fazla zamanının kalmadığını, Ümit Kitabı’nı bir an önce, çok geç olmadan yeni sahibine teslim etmesi gerektiğini biliyordu.
Geç olmuştu ve çocuklar evlerine dağılmışlardı. Ciğerleri parçalanırcasına uzun uzun öksürdükten sonra, derin bir nefes aldı ve taşları heybesine doldurdu. Ardından, yola koyulmadan önce her zaman yaptığı gibi, Ümit Kitabı’ndan rasgele bir bölüm açıp okudu.
Yetmiş sekiz senedir ondaydı Ümit Kitabı. Dokuz yaşındayken, bir gün dedesi yanına gelmiş ve ona siyah deri kap…