Haziranın Yirminci Günü | Cenap Şahabettin


Edebiyat-ı Cedide topluluğunun en önemli temsilcilerinden Cenap Şahabettin, yazı hayatına erken yaşlarda başlamış ve şiirde büyük başarı elde etmiştir. Bu başarısını nesirde de kaydeden Cenap Şahabettin tiyatro, mizah, seyahat, makale, eleştiri gibi türlerde eserler kaleme almıştır. Hikâye yazarlığı ise pek bilinmeyen şairin bu yönü elinizdeki derlemeyle gün yüzüne çıkmaktadır. Cenap Şahabettin’in, çeşitli süreli yayınlarda kalmış az sayıdaki hikâyelerinin tamamı orijinal dili ve günümüz Türkçesiyle ilk kez okurla buluşmaktadır.

*

İçindekiler

Cenap Şahabettin’in Hikâyelerini Okumak

Erol Gökşen vii

Cenap Şahabettin’e Dair Birkaç Söz

Abdullah Uçman xiii

Günümüz Türkçesiyle

Hikâye-i Müntahabe

Haziranın Yirminci Günü 

Düşes 

Yalı Hayâlâtı 

İhtiyar Âşıka 

Te’sîr-i Muhîtât

Lâne-i Elhân

Prens Levent

Aile Yuvası

Orijinal Metinler

Hikâye-i Müntahabe

Haziranın Yirminci Günü

Düşes

Yalı Hayâlâtı

İhtiyar Âşıka

Te’sîr-i Muhîtât.

Lâne-i Elhân

Prens Levent

Aile Yuvası

Cenap Şahabettin’in Hikâyelerini Okumak

Elinizdeki kitap Cenap Şahabettin’in bilinmeyen hikâyelerini kapsıyor. Servet-i Fünun ve dönemin diğer dergilerinde yayımlanan şiirleriyle yeni bir şiir anlayışının bayraktarlığını yapan Cenap Şahabettin, Tevfik Fikret gibi hikâye türüne de ilgi duymuş ve bir kitap oluşturacak kadar hikâye yazmıştır. Servet-i Fünun dergisi etrafında toplanan Edebiyat-1 Cedide hareketinin en önemli şairi ve deneme yazarı olan Cenap Şahabettin’in işte bu hikâyeleri toplanıp bir araya getirilerek Servet-i Fünun hikâyeciliğine katkı sağlamak amaçlanmıştır.

Genç yaşta şiirle ilgilenmeye ve şiirlerini süreli yayınlarda yayımlamaya başlayan Cenap Şahabettin, 10 Mart 1890 yılında eğitim için gittiği Paris’ten 23 Mart 1893’te dönmüştür. Şair, Paris’te çeşitli edebiyat mahfillerinde bulunduğu ve edebi toplantılara katıldığı gibi edebiyat akımlarını da ilk elden tanıma fırsatına sahip olmuş ve İstanbul’a döner dönmez yazdığı yeni tarz şiirlerle edebiyat dünyasında kendisine önemli bir yer edinmiştir. Cenap Şahabettin, Paris’ten geldikten sonra yalnızca şiir yazmamış, hem hikâyeler tercüme etmiş ve hem de kaleme almıştır. Bu, şimdiye kadar edebiyat araştırmacılarının dikkat etmedikleri ya da üzerinde durmadıkları bir konudur. Cenap Şahabettin’in hikâyelerine ilk kez rastladığımda çok şaşırmış ve bunun birkaç örnekle sınırlı kalacağını düşünmüştüm. Araştırmalarım ilerleyince ve hikâye sayısı arttıkça Cenap Şahabettin’in şair olmasının yanı sıra hikâye yazarı olduğunu da tespit ettim. Ancak bu durum aynı zamanda kafamda soru işaretleri oluşturmuştu. Bunlar gerçekten Cenap’a ait olan telif hikâyeler mi yoksa tercüme metinler miydi? Bu konuda şüphe duyunca çevremde Cenap Şahabettin’in şairliği ve denemeciliği konusunda bilgi sahibi olan İnci Enginün, Abdullah Uçman, Seda Özbek gibi hocaların yardımlarına başvurdum. Değerli hocalarım, Cenap Şahabettin’in hikâye yazmış olma ihtimali üzerinde durup benden daha derin bir araştırma yürütmemi istediler. Aslında Cenap Şahabettin’in bu hikâyelerinin tercüme olabileceğini bana düşündüren tek emare hikâyelerdeki kişi isimlerinin yabancı olmasıydı.

Bu sorunu gideren argümanlardan ilki şu oldu; Cenap Şahabettin, telif hikâyelerinin çoğunu yazdığı 1895-1897 yılları arasında bazı yazarlardan hikâye tercümeleri de yapmış ve bu hikâyelerin başlarına ya da sonlarına Paul Margueritte, Catulle Mendés, George Altman gibi eser sahiplerinin ya adların yazmış ya da mutlaka “Fransızcadan tercüme olunmuştur”, “Almancadan tercüme”, “İngilizceden”, “Fransızcadan [tercüme edilmiştir]” şeklinde hangi dilden tercüme yaptığını gösteren ibareler eklemiştir. Bununla birlikte kimi tercüme hikâyelerinde de “Şekip” müstearını kullanmıştır.

İkincisi, şiirleriyle edebiyat dünyasında ilgi uyandıran, hatta tartışmalara yol açan Cenap Şahabettin’in yeni bir edebiyat kurma, yeni bir şiir anlayışı oluşturma peşinde koştuğu dönemde ismini ve sanatını tehlikeye atarak yabancı yazarların hikâyelerini kendi hikâyesi gibi göstereceğini düşünmek hiç de makul gelmemektedir.

Üçüncüsü, Paris’ten 1893 yılında gelen ve 1895 yılında ilk hikâyesini yazan Cenap Şahabettin’in yabancı bir ülkenin tesirindeyken yayımladığı hikâyelerindeki kahramanlara yabancı isimler vermesi çok normaldir. Paris’te 3 yıl gibi bir süre kalan, Paris’in edebiyat ortamında bizzat yer alan, Paris hayranı bir şair/yazar olan Cenap Şahabettin’in metinlerinde yerli unsurdan çok yabancı unsurların bulunması da bu sebeple makul gelmekteydi. Bu gerekçelere dayanarak Cenap Şahabettin’in telif hikâye yazabileceği konusunda hiçbir şüphem kalmamıştı. Dolayısıyla Paris’ten döndüğü yıllarda hikâye tercümeleri yapmak suretiyle hikâye türünü öğrenerek telif hikâyeler kaleme aldığını ve böylece kendince bir hikâye dili kurduğunu söylemeliyim.

Cenap Şahabettin’in, Ekim 1895 ile Ocak 1897 yılları arasında yedi; 1918 yılında bir ve 1933 yılında da yine bir olmak üzere toplam dokuz hikâye yazdığı görülmektedir. Şairin 1897 yılında Hicaz’a görevli olarak gitmesiyle edebi hayatında hikâye yazarlığının ilk dönemi noktalanır. 1918’de yayımladığı tek hikâyeyi de Birinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle kaleme almış; anlatacaklarının hikâye türüyle verilmesinin muhtemelen daha etkili olacağını düşünmüştür. 1933 yılında yazdığı son hikâyede ise hayata mizah penceresinden baktığını görmek mümkündür.

Cenap Şahabettin’in hikâye yazarlığının ilk dönemine ait olan 7 hikâye ilginç özellikler barındırıyor. Yaptığı benzetmeler, seçtiği kelimeler ve kullandığı dille canlı ve renkli bir dünya kuran şairin bu dünyası tabiata ait bir tabloyu andırmaktadır. Bilindiği üzere şiirleri için de benzeri ifadeler kullanılmakta ve onun resim-şiir ilişkisini geliştirdiği söylenmektedir. Bununla birlikte hikâyelerine olay örgüsü hâkimdir. Bu yüzden tabiata yönelik, tabiatı keşfetmeye dair benzetmeler ve hayal unsurları hikâyelerin ilk başta öne çıkan özellikleri olarak görülse de okuduğu kitaplardan öğrendiği bilgileri ve yeni fikirleri olay örgüsüne yerleştirdiği fark edilir. Böylece ahenkle şekillenen şiirleri ve zekâ ile örülen denemelerindeki anlatım gücü hikâyelerinde de görülür.

Aşk, evlilik, kadın-erkek ilişkileri, kadınların hemcinsleriyle kurduğu ilişkiler, kadın ve erkek güzelliği Cenap Şahabettin’in hikâyelerinin ana temalarını oluşturur. İkdam gazetesinde isimsiz ve Hikâye-i Müntahabe sütun başlığıyla yayımlanan hikâyede, sahilde gezen genç bir delikanlının güzelliğiyle dikkatini çeken bir yalının aktris sahibesi yaşlı kadınla yaptığı sohbet anlatılır. Haziranın Yirminci Günü hikâyesinde ise çocukluktan itibaren birbirini seven, ancak ailelerinin arasındaki anlaşmazlık nedeniyle farklı kişilerle evlenen baron ile kontesin eşleri vefat ettikten sonra yaşlılık dönemlerindeki ilişkileri konu edilir. Düşes adlı hikâye yoksul ve şişman bir balıkçı kadın ile onun tam zıttı olan zengin, zayıf düşes arasındaki olaylara odaklanılır. Yalı Hayâlâtı adlı hikâyede de pencereden dışarıyı izleyen anlatıcının hayale daldığı sırada aklından geçenler okura aktarılır. Her ne kadar olaylar anlatıcının aklından geçmiş olsa da her anın canlı bir biçimde tasvir edilmesi, hikâyedeki gerçeklik algısını pekiştirmiştir. İhtiyar Âşıka adlı hikâyede ise eşini ve çocuklarını terk ederek genç bir erkeğe kaçan kadının, kendisini sevgilisine sevdirme çabaları ve yaşlandığında beğenilmeyeceğini düşündüğü için bütün imkânlarını güzelleşmek, gençleşmek için harcaması konu edilir. Te’sîr-i Muhîtât hikâyesinde kendisiyle ilgilenmeyen sevgilisinden intikam almak isteğinde olan kadının o esnada dişarıdan gelen keman seslerinin ahengine kulak kabartarak sevgilisini affetmesi anlatılmaktadır. Lâne-i Elhân adlı hikâyede ise evli bir çiftin edebiyat ve sanat dünyasıyla olan ilişkilerine ve birbirlerine duydukları aşka yer verilir. Cenap Şahabettin’in 18951897 arasında yazdığı hikâyelerindeki kadın-erkek ilişkilerine yaklaşımı aşktan ziyade mantıkla örülmüştür. Bu bağlamda da Fransız kültürünün, dolayısıyla bu dönemin edebiyatı etkisi altına alan realizm akımının özelliklerini taşıdığı söylenebilir.

Cenap Şahabettin, 1895-1897 yılları arasında yazdığı hikâyelerine gerçek hayattan olayları ve kişileri taşımıştır. Örneğin Hikâye-i Müntahabe’de romantik kadın yazar George Sand, Alfred Musset ile Chopin arasındaki ilişkiye göndermede bulunması bunlardan biridir. Benzer şekilde hikâyelerde dönemin önemli Fransız sanatkârlarına atıflar yapması da bu duruma örnektir.

Cenap Şahabettin, Birinci Dünya Savaşı’nın sona ereceği aylarda Prens Levent adlı hikâyesini yayımlar. Nisan 1918 tarihinde Zaman’da çıkan hikâyede anlatıcı, çevresi tarafından Prens lakabıyla çağrılan Levent’in Çanakkale Savaşı’nda sakat kalarak koltuk değneklerine mahkûm olmasını konu alır. Dönemin ruhu gereği pek çok savaş hikâyesinin yayımlandığı bu zor günlerde Cenap Şahabettin’in savaşın insan psikolojisinde açtığı yaralar üzerinde durması ve savaşın neden olduğu toplumsal acılardan ziyade bireysel sıkıntılara yer vermesi ilgi çekicidir.

1933 yılında “Sembolik Musâhabe” üst başlığıyla yayımlanan Aile Yuvası adlı hikâyede Cenap Şahabettin, kadın-erkek ilişkilerine mizahi bir açıdan yaklaşır. Yeni doğum yapan çaylak kuşunun eşinin, çöpler arasından yuvasına çöp getirmesi gerekirken yuvaya kendisini büyüleyen bir kristal parçası getirmesi üzerine bebeğini büyütmeye çalışan anne çaylak kuş tarafından yuvadan kovulması anlatılır. Evliliğin gereklerini yerine getirmeyen erkeklerin başına gelenleri çaylak kuşu üzerinden örneklendirilir.

Cenap Şahabettin’in tercüme hikâyeleri ile telif hikâyeleri arasında ciddi benzerlikler vardır. Fransızca söz dizimi ve söyleyiş biçimine dikkat ederek yazdığı telif hikâyelerinin kısmen tercüme kokmasını olağan karşılamak gerekir. Çünkü Cenap Şahabettin’in yakın arkadaşı olan ve Paris’te onunla birlikte zaman geçiren Hüseyin Suat Yalçın, Paris anılarını anlattığı yazılarında Cenap’ın Fransız gramer ve sentaksını bir Fransız yazar gibi öğrenmek için özel dersler aldığından bahsetmektedir.1 Cenap’ın hikâyeleri yalnızca anlatım yönüyle Fransızcaya benzemekle kalmaz; metinlerdeki kişi isimleri de yabancıdır. Yine olayların yabancı ülkelerde geçmesi; Fransız tarihi, kültürü, yaşayış tarzı, edebiyat ve sanat adamlarına göndermeler yapması da Fransız kültürünü içselleştirmiş bir yazar olduğunun kanıtıdır.

Cenap Şahabettin’in hikâyelerine yukarıda konu, dil ve üslup açısından kısaca değindim. Elbette Cenap Şahabettin’in hikâyeleri üzerinde daha kapsamlı incelemeler yapmak gerekiyor. Bu metinler şiirleriyle karşılaştırmalı bir okumayla incelenebileceği gibi hemen hemen aynı yıllarda hikâyeler yazan Tevfik Fikret’in hikâyeleriyle birlikte de ele alınabilir. Dolayısıyla bu kitabın, Cenap Şahabettin’in farklı bir yönünü tanıtarak şaire dair yeni çalışmaların yapılmasına vesile olacağını da düşünmekteyim.

Son olarak bu kitabın ortaya çıkmasında emeği geçenlere teşekkür etmek istiyorum. Kitabın son halini almasında katkıları bulunan saygıdeğer hocalarım Kemal Güler, Abdullah Uçman, Kemal Özmen, İnci Enginün’e; her çalışmamda yanımda olarak bana olan desteğini hiçbir zaman esirgemeyen sevgili eşim Bahanur Garan Gökşen’e çok teşekkür ederim.

Erol Gökşen

Ankara, Ağustos 2022

Cenap Şahabettin’e Dair Birkaç Söz

Türk edebiyatı tarihinde yeniliklerin başlangıcı kabul edilen Tanzimat’tan sonra gerçek anlamda asıl yenilikler Edebiyat-1 Cedide ya da daha yaygın bir ifadeyle Servet-i Fünun topluluğuna mensup şair ve yazarlar tarafından gerçekleştirilir.

Edebi faaliyetlerini 1896-1901 yılları arasında Servet-i Fünun mecmuası çevresinde ortaya koyan Edebiyat-1 Cedide topluluğunun Tevfik Fikret’le birlikte şiirdeki yegâne temsilcisi kabul edilen Cenap Şahabettin, şiirle ilgilenmeye Mekteb-i Tıbbiye’deki öğrencilik yıllarında başlar. Başlangıçta, eski şiir anlayışını devam ettiren ve bu tarzın en güçlü temsilcisi kabul edilen Muallim Naci’nin etkisi altında o da gazel tarzındaki ilk manzum denemelerinde bir taraftan Muallim Naci’ye bir taraftan da Şeyh Vasfî’nin gazellerine nazire ve tahmisler yazar. İki yıl kadar devam eden bu taklit devresinden sonra, 1887’den itibaren bu sefer Abdülhak Hâmit ile Recaizade Ekrem’in etki alanına girer. Mekteb-i Tıbbiye’nin sekizinci sınıf öğrencisiyken, bu sırada yazdığı şiirlerinden on sekiz parçayı bir araya getirerek Tâmât adıyla yayımlar, ancak bu şiirler devrin edebiyat çevrelerinde herhangi bir akis uyandırmaz.1

Cenap Şahabettin, mesleki sahada ihtisas yapmak üzere 1889 yılında Paris’e gidince, orada bir taraftan da, şiir meseleleriyle, daha doğrusu edebiyat dünyasına hâkim sembolist ve parnasyenlerle ilgilenmeye çalışır. Filorinalı Nâzım’a gönderdiği bir mektupta bu konuda şunları yazar:

zaman Fransa’da bir taraftan natüralistlerin modası hâkim idi; bir taraftan da Verlaine, Mallarmé modası vardı. Mallarmé’yi çok iyi anlayamıyordum, Verlaine’i çok sevmiştim. Fransız şairlerinin genç yaşlılarıyla münasebette bulundum.1

Ayrıca, kendisinden edebiyat dersleri aldığını söylediği Charles Brevet’nin, “Manzumenin elfâz ile resmedilen bir levha,” olduğu yolundaki görüşünü benimsediği anlaşılır.

Paris’te bulunduğu sırada sembolistlerle parnasyenlerin şiir tarzını yakından tanıma fırsatını bulan Cenap, ihtisasını tamamlayıp İstanbul’a döndükten sonra, bu tarz şiirin etkisi altında yeni şekiller ve değişik konularda şiir denemelerine girişir. 1894 yılından itibaren Mekteb, Hazîne-i Fünun, Maarif ve Malûmat dergilerinde yayımladığı şiirlerinde, yeni şekiller yanında, pek alışılmamış yeni bir üslup ortaya koymaya çalıştığı dikkati çeker.

Özellikle 1895’ten sonra yayımladığı şiirlerinde, Fransız şairlerinin yaptığı gibi, resim ve musikiden de yararlandığı, hatta şiirle resim ve musikiyi birleştirmeye çalıştığı görülür.2 Onun bu sırada yayımlanan bir kısım şiirlerinde yer alan bazı tamlamalar ve ibareler muarızları tarafından ağır bir dille eleştirilmesine sebep olur. Ahmet Mithat Efendi’nin onu “dekadanlık”la itham etmesi üzerine başlayan ve edebiyat çevrelerini uzun süre meşgul eden tartışma bu şekilde başlar.3

Devrin yeni şiir anlayışı içinde ön planda bir yeri olan Cenap Şahabettin, nesir alanında da devrinin önde gelen sanatkârları arasında kabul edilmiş, hatta zaman zaman onun nesri şiirinden daha fazla takdir görmüştür. Bu başarı ve ustalıkta, onun şiirde olduğu gibi nesirde de belli bir ahenk ve güzelliğe ön planda yer vermesinin büyük ölçüde rolü vardır. Ona göre nesir de aynen şiir gibi belli bir kelime kadrosu ve üslup endişesiyle yazılmalıdır. Nesri de bir tür sanat eseri kabul eden Cenap, edebi ve sanatkârane nesrin ayrı bir dikkat ve hassasiyet gerektirdiğini şu cümlelerle ortaya koyar:

“Kelime aramak, sıfat aramak, fiil aramak, bulduklarından memnun olmayarak diğerlerini, sonra onları da beğenmeyerek başkalarını, daima fikre, ifade edilmek istenen şeye nazaran daha münasiplerini aramak, buluncaya kadar düşünmek, sonra cümlelerin uzunluklarını, okuyucuya yapacağı tesirleri, dinleyicilere vereceği zevk ü ıstırabı ölçmek, tartmak, hesap etmek ve ona göre bir cümleden kesmek, ötekine ilâve etmek… Daha sonra ittiradi yok etmek için iki cümlede aynı faili kullanmamak, birbirini takip eden cümleleri aynı sigayla kapamamak, müspet, menfi, istifham, hitap, istiğrâkı dikkatle kullanmak, nöbetleşe her şekle başvurarak okuyucuyu aynı edatın tekerrürüyle yormamak…”1

Yazı hayatına adım attığı ilk günlerde kalem arkadaşları tarafından fark edilen ve takdirle karşılanan Cenap’ın nesirdeki ustalığının, çağdaşlarına dahi, “bir Acem halısı gibi parlak, renkli, komplike göründüğünü,” belirten Yahya Kemal, diğerleri bir tarafa, “sadece Evrâk-1 Eyyâm’ın bile vuzuhu ve sağlam mantığıyla bir şaheser,” olduğu üzerinde durur.2

Konu üzerinde müstakil bir inceleme yapan Mehmet Kaplan da, Cenap Şahabettin’in nesirdeki ustalığı konusunda aynı kanaattedir. Mehmet Kaplan, Cenap’ın birçok makalesinde Türk nesrinin çeşitli meselelerini ayrıntılarıyla ele aldığı ve sonunda kendisine göre oldukça sağlam esaslara dayanan bir “nesir estetiği” kurduğu kanaatindedir.

1.Meşrutiyet’ten sonraki yıllarda daha çok nesir alanına yönelen Cenap Şahabettin siyasi, edebi, tarihi, dini ve çeşitli sosyal konular hakkında ve edebi tenkit alanında birçok makale kaleme almış, ayrıca seyahat yazıları ile hâtıra ve deneme mahiyetinde eserler ortaya koymuştur.

Cenap Şahabettin’in kitapları dışında, devrin gazete ve dergi sayfalarında kalmış, kitaplaştırılmayı bekleyen yüzlerce yazısı vardır. Bu yazılardan başka, onun yine “Hikâye” adıyla yayımladığı ve devrin mecmua ve gazete sayfalarında kalmış dokuz metni Erol Gökşen tarafından tespit edilmiş ve elinizdeki kitapta yayımlanmak üzere titiz bir çalışma sonucu bir araya getirilmiştir.

Abdullah Uçman

GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİYLE

Hikâye-i Müntahabe

İşte iki sene oluyor; bir bahar mevsiminde yayan Bahr-i Sefid2 sahilini takip ediyordum. Bir yolda geniş adımlarla yürürken hayal âlemine dalmaktan; denizin kenarında, dağların eteğinde gönle ferahlık veren bir rüzgâra karşı, ışık içinde yürümekten; yürürken düşünmekten daha tatlı ne vardır? Derbeder bir şekilde yolculuğa çıkan bir ruha iki saatçik bir yolculukta ne kadar hayal ne kadar aşk ne kadar geçmiş vaka varsa hücum eder! İnsan, ruhu karmakarışık ve sevinçle dolu olarak hafif sıcak bir havayla kalbin derinliklerine kadar nüfuz eden bütün emellerinin gönle ferahlık veren tan yeliyle birlikte zevkini tadar. Yürümeyle artan açlık hissi gibi, gönlü altüst eden bu emeller ruhumuzda gittikçe artan bir mutluluk iştahı uyandırır. Gönlümüzde hızla uçuşan, gezintiler yapan eşsiz fikirler, kuşlar gibi kanat çırpıp öterler.

Ben Saint-Raphael’den3 İtalya’ya giden uzun yolu, o, yeryüzündeki aşkların mevcut şiirlerini tasvir edercesine rengarenk ve eşsiz olan sonsuz çimenliği takip ediyordum. Kumar yeri Monaco ile kibir ve gösteriş yeri olan Cannes şehri arasındaki bu gül ve turunç bahçesine, bu tatlı gökyüzünün altına gelenlerin çoğunun ya para kazanmak veya parasını göstermek gibi bayağı ihtiraslarla geldiğini düşünüyordum.

Her dağın eteğinde tesadüf olunan güzel koylardan birinin kenarında birdenbire birkaç yalı gördüm. Denize karşı, bir dağın eteğinde, yabani bir çam ormanı önünde yer alan, sayıları dördü beşi bulan bu yalılardan biri, o kadar güzeldi ki birdenbire kapısı önünde durdum. Bu yalı, esmer tahta oymalarla bezeli ve kemerlerine kadar sarılan güllerle örtülü beyaz bir köşktü. Bu köşkün bahçesi, bilinçli, şuhça bir düzensizlikle serilmiş her renkten ve her kokudan çiçeklerle süslü ve çimenlerle dolu çiçekli bir halı gibiydi. Merdivenlerin her basamağında büyük çiçek demetleri görülmekte ve pencerelerden evin parlak dış yüzeyine doğru sarılı, mavili salkımlar dökülmekteydi. Bu mini mini eve adeta kemerden bir perde oluşturan ve taş parmaklıklarla çevrilmiş olan teras, al kahkaha çiçekleriyle gizlenmişti.

Bu güzide sevda köşkünün arkasında, çiçek açmış portakal ağaçları arasında, dağın eteğine kadar varan uzun bir yol görünmekte ve kapısı üzerinde küçük yaldızlı harflerden oluşan “Antuan Yalısı” adı okunmaktaydı. Burada hangi şair veya hangi perinin huzur içinde oturduğunu düşünmeye başladım. Biraz uzakta, yol üzerinde bir köylü taş kırmakla meşguldü. Bu elmas parçası evin sahibinin kim olduğunu ona sordum, “Madam Jolly Romen’dir,” cevabını verdi.

Jolly Romen! Ben, çocukluğumda bu kadından, Rachel’in rakibi olan bu büyük aktristen bahsedildiğini çok defa işitmiştim. Dünyada hiçbir kadın onun kadar alkışlanmamış ve bilhassa onun kadar sevilmemişti. Onun yüzünden ne kadar düellolar ne kadar intiharlar ne kadar gürültülü olaylar yaşanmıştı.

Kalpleri baştan çıkaran bu kadın şimdi kaç yaşındaydı? Ya altmış ya yetmiş beş? Jolly Romen, memleketimizin en güzide şairi ve en büyük musikişinasının taparcasına sevdikleri o kadın, şimdi burada bu evde bulunuyor, ha!1 Ben on iki yaşındayken o kadının, müzisyeni olaylı bir şekilde terk ederek şairle birlikte Sicilya’ya kaçmasından dolayı bütün Fransa’da yaşanan heyecanı hâlâ hatırlıyorum.

Meşhur bir piyesin ilk defa sahneye konulduğu gece orada hazır bulunanlar tarafından yarım saat aralıksız alkışlandıktan ve on bir defa sahneye davet edildikten sonra şairle birlikte bir arabaya binerek gitmişti. Şairle aktris eski bir adada, Mahrût-1 Müzehheb1 denilen ve Palermo’yu çevreleyen geniş portakal ormanında sevişmek üzere geçmişlerdi.

Bunların Etna dağına nasıl çıktıkları yanak yanağa ve el ele sevgili olarak sanki kendilerini o ateş girdabının içine atacaklarmış gibi devasa yanardağın kocaman ağzına doğru nasıl eğildikleri o zamanlar anlatılırdı.

O, vefat etti. O, şiirleri, bütün bir şairler silsilesinin fikirlerini değiştirecek kadar derin ve etkili şiirleri geleceğin edebiyatçılarına yeni bir edebî âlem açacak derecede yol gösterici ve sırlarla dolu olan şair!

Öteki de vefat etti. Öteki, o terk edilmiş musikişinas ki Jolly Romen için bulduğu nağmeler, o yürekler parçalayacak ümitsizlik ve ruhlar çıldırtacak zafer havaları hâlâ herkesin hatırındadır!

İşte o kadın burada, şu çiçeklerin örtüsü altındaki evin içindeydi. Tereddüt etmeden kapıyı çaldım.

On sekiz yaşlarında, tavrı şaşkınca, elleri büyük bir hizmetçi çocuk kapıyı açtı. Ben kartımın üzerine ihtiyar aktrise hitaben. çapkınca bir cümleyle beni kabul etmesini özellikle dilediğimi yazdım. İsmimi bilmesi ve bana kabul kapısını açmaya razı olması muhtemeldi.

Genç uşak gidip geldikten sonra onu takip etmemi söyledi. Louis Philippe usulünce ağır ve sevimsiz şeylerle döşenmiş bir salona girdik, salonda on altı yaşlarında ince belli ve fakat çok güzel olmayan bir hizmetçi kız benim şerefime oradaki eşyaların örtülerini kaldırıyordu.

Sonra onlar gittiler, ben yalnız kaldım.

Benzer İçerikler

Bu Tez Nasıl Bitecek? | Eyüp Aygün Tayşir

yakutlu

Arsien Krallığı

yakutlu

Kır Zincirlerini – Nicole Byrd – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy