DAYATMALAR KÂBUSU
Bugünlerde hep, yıllar önce gördüğüm bir kâbusu hatırlıyorum. 1960’lardaydı. Bir gece, ateşim de çıkmış, baygın gibi uyuyakalınca bir kâbus gördüm. Korkulu rüyamda kendimi 40 yıl sonra İstanbul’da buldum. Zaman değişmiş, sokakta yürüyorum, tüm dükkân isimleri İngilizce. Girip bir dükkâna sordum:
Hayrola, bu dükkân kırk yıl evvel de vardı, ne oldu? Güzel bir isminiz vardı; Gül Bahçesi gibi bir şey. Şimdi Beauty Land olmuş. Yoksa el mi değiştirdi? Yeni sahibi Amerikalı mı?
Hayır, dedi dükkâncı, o zaman babam vardı, ben oğluyum.
Peki, bir çok iş yerinde de böyle adlar fark ettim. Tuhafıma gitti, yıllardır burada yoktum da.
Muhatabım, yarı, İngilizce adları garipsediğime şaşırır, yarı da hafif hüzünlü bir ifâdeyle izah etti, eksik olmasın:
Ben okuldayken bir ‘Kolej’, bir ‘Anatolia (Anadolu) Lisesi’ furyası başlamıştı; herkes çocuğunu, Türkçe ile eğitim yerine tüm derslerin İngilizce olarak verildiği okullara göndermeğe can atıyor, çoluk çocuk, giriş sınavlarına hazırlanıyoruz diye, akşam karanlıklarında, hafta sonları, dershaneler önünde sefil oluyorlardı. Babam Türk geleneklerine ve de Atatürk’e çok bağlı bir insandı, uzun müddet direndi. O okullara, ‘İngiliz taşoronu yerli Hıristiyan misyoner okulları’ diyordu. Orta okulda, ben Türk okuluna (yâni Türkçe eğitimli okula) gittim. Gerçi bundan çok utanıyordum; konu komşu, arkadaşlar, beni küçümsüyor, bazıları bu talihsizliğime acıyorlardı. Liseye başlayacağımda, babam bir de baktı ki, Türk Lisesi kalmamış. Topunu İngilizce yapıvermişler. Mecburen ben de “The New Byzantium College”a gittim. Okul, devletin “Küresel Eğitim Bakanlığı”na aitti, nispeten ucuz. Fakat derslerden hiç bir şey anlamadığım, İngiliz edebiyatına, Amerikan ‘tarihine, Amerikan pop şarkıcılarının uyuşturucularla sona eren hayatlarına pek meraklı olmadığım için, kısa süre sonra okulu terk ettim. O gün bugün dükkânımızda çalışıyorum.
Adı Ali’ymiş, ben hayretle, tedirginlikle dinliyorum. O da anlatacak adam arıyormuş herhalde. Bir çay getirdi, sallama Lipton çayı, yurt dışındayken nefret ettiğim, ne tadı, ne kokusu olan, plastik bardakta boya bir “çay”. Allah Allah, diyorum, bizim nefis Rize çaylarına ne oldu? Demedim tabii, ayıp olur. Sonradan öğrendim ki, çay üreticileri, “küreselleşme”, “özelleştirme”, “devleti küçültme” laflarıyla batırılmış, Tekel idaresi dağıtılmış. Bu çay bozuntusu da Amerika’dan ithal. Onu da herkes alamıyor, kaynatıp çay niyetine sıcak su içiyormuş halk.Ali, (adı da artık “Âly” diye yazılıyormuş, duvardaki İngilizce, belediyeden ruhsat tabelâsında gözüme ilişti), devam etti:
Her gün basmyayında, ki çoğu yabancıların elindeydi, İngilizce bilmeyenin adam olmadığı, Türkçe diye bir dil kalmadığı, Afrika’daki kabilelerin dili gibi bir dil olduğu, küresel olmak için resmi dilimizin İngilizce’ye dönüştürülmesi gerektiği anlatılıp duruyordu. Çevremde bir tek babamın kahrolduğunu görüyordum. Kimsenin umurunda değildi. Önce dergilerin, gazetelerin isimleri İngilizce oldu, sonra sayfalarının bazıları, derken tümü. Zaten içlerinde pek okunacak bir şey de yoktu ya. Okuyup kısmen anlayacak da azdı. TV’lerde öyle, bilgilendirici, ülke sorunlarının tartışıldığı, açık oturumlar, söyleşiler azaldı azaldı, sonunda tamamen kalktı. TV’ler tümüyle yabancı şirketlerin olmadan önce bile, öyle programların, hele Türk kültürü, tarihi, Kurtuluş Savaşı, Atatürk gibi konuların sessizce bir yerlerden yasaklandığını haber aldık. Açık saçık programlar, uyuşturucuya özendiren filimler, vahşi yaygaralardan ibaret yabancı “rock” müzikleri, yabancı bira ve alkollü içki reklâmları arttıkça arttı. Orta okul çocukları, gençler ellerinde, gazozdan daha ucuza satılan büyük bira şişeleriyle dolaşır oldular. Bir genç alkolikler ordusu türedi, uzun saçlı, küpeli, dövmeli, gece yarıları sokaklarda bağrışan bir ordu. Duruma itiraz edenler, meslek sahibi iseler, aforoz edilip bir kenara atıldılar. Yazanların, konuşanların bazıları, “irticacı”, “tedhişçi”, “yeni dünya düzeni karşıtı” gibi yaftalarla hapishanelere atıldılar.
“Yahu nasıl olur? Yıllar önce ben buradayken hiç öyle şeyler yoktu, gençler saygılı, terbiyeliydi, dedim.
“Ah, sorma Bey’im” dedi Ali, “daha neler oluyor, bilsen alışamazsın.”
“Peki,” dedim, “ilk soruma dönersek, sizin dükkânın adı niye Türkçe olarak kalmadı? Babaoğul o kadar bilinçli olduğunuza göre. Kusura bakma, seni mahcup etmeğe çalışmıyorum.”
Ali: “Yok, iyi ki soruyorsun. Derdimi anlatacak kimseyi bulamıyorum” deyip ekledi:
“Önce konu komşu esnaf özendi. Öyle ya, okula gitmişse yarım buçuk Tarzan İngilizce’sinden başka bir şey öğrenmemiş. Yalnız İngilizce bilen, adamdan sayılıyormuş ya, o da itibar kazanmak için, “kolej”e falan gitmiş olduğunu belirtmek için, veya öyle zannedilsin diye, dükkânının üstüne, çoğu kez mânâsını bilmediği bir takım İngilizce lâflardan tabelâ astı. Kısa sürede bu öyle yaygınlaştı ki, İstanbul’da Türkçe adlı dükkân, işyeri parmakla gösterilecek, sayılacak kadar azaldı. İşin garibi, memlekette, ata köyümüze kadar aynı durum olmuş. Babam direndi, illâ değiştirmeyeceğim diyor, “Ulan, burası sömürge oluyor” diye bağırıyor. Fakat bir gün, kapıya, kasketlerinde “New Byzantium Municipality” yazan, “Yeni Bizans Belediyesi” demekmiş , iki tane zabıta geldi; bize 2500 dolar ceza kestiler. Babam çırpınıyor, korkuyorum, kızıp götürecekler. “Sakin ol baba”, diyorum. Sonra bir hışım, “on gün içinde İngilizce tabelâ asmazsanız, dükkânınız kapatılacak ve müsadere edilecektir” deyip gittiler. Tanıdık bir avukata sorduk. “Aman hemen dediklerini yapın, yoksa işiniz kötü, bilinçli olarak direniyor derlerse hapse bile atılabilirsiniz. KKMF’nin (“Küresel Kraliyet Para Fonu”) üç ay evvel dayatıp apar topar geçirdiği yasalar arasında bu da var. Ha, ona göre!”. Ne yapalım dövünmekten başka; üstelik bize hak verecek bir tanıdık bile bulamıyoruz. Sonunda biz de, bir sürü masraf edip, nah şu gördüğün rezil tabelâyı astık. Allah hâlimize acısın.”
Vah vah, dedim Aly’e, ne diyeyim? Üzülme, Allah büyüktür, bu dünya kimseye kalmaz. Sonunda hainler er geç belâlarını bulacaklardır, gibilerden teselli etmeğe çalıştım, tabii kendimi de. Vedâlaşıp ayrıldım. Kadıköy iskelesine doğru yürüyorum. Belki denize bakarsam içime biraz huzur gelir.
Yıllar önce denize nazır, kalabalık, tabureli çaycılar vardı. Kalmamış, simitçiler de görünmüyor. Yıkıntı bir duvar üstüne iliştim, bir iki tane yolcu motoru. O Şirketi Hayriye’den beri devam edegelmiş şehir vapurları da ortalıkta yok. (Bir ara birine sordum sonra, o da özelleştirildikten sonra batırılmış). Kadıköy’ün eski canlılığı yok. Melül melül dolaşan hirpanî bir kaç kişi. Caddeler tenha.
Arkadaki benzin durağının önünde kırık dökük, paslı, her biri en az on beş yıllık bir arabalar kuyruğu. Benzin bulunmuyormuş. Kışın da ahali bayağı bir yakıt sıkıntısı çekmiş. Neyse ki şimdi hava iyi. Gene sonradan sorduğum biri durumu aydınlattı: KKMF’nin dayattığı bir dizi yasa hemen geçmeyince, dış güçler hem taşyağını (yâni neft, petrol), hem de doğalgazı kesmişler. Âdi kömür, linyit bile bulunamamış, eskiden Türk Devi eti’nin olan tüm madenler arasında bunlar bile “özelleştirilip” yabancılara yok pahasına satılmış olduğundan. Onlar da linyiti bile vermiyor. Zaten artık, o eskiden bildiğim dış güçlerin tamamı “Küresel Kraliyet” tarafından idare ediliyormuş. Fakat sorduğum kişinin dediğine göre, hükümet yakınlarda KKMF’nin dayattığı son dizi yasaları da geçirivermiş de, sıkıntı biraz giderilecekmiş. Haber doğruysa. Bu basma güvenilmez diyor adam. Zaten KKMF de dayatmaları yapılınca daha borç veririz falan diye vaad edip edip, istediği olduktan sonra sözünü tutmazmış. Yeni bir dizi dayatmalarla gelirmiş. Böyle yapa yapa hiç bir şeyimizi bırakmamışlar. En son yasalaşıveren dayatmalar arasında, resmî dilin “küresel ingilizce” (sulandırılmış Tarzan, yahut Afrika İngilizce’si demek oluyor) yapılması, gizlice çocuklara Türkçe öğretmeğe kalkışanlara ağır ceza müeyyideleri, Türkiye’deki Türkçe kent, kasaba, köy, dağ, dere, tepe isimlerinin Lâtincemsi ya da eski Yunanca’yı andıran İngilizce isimlere acilen çevrilmesi, şahıs ad ve soyadlarının ilk aşamada İngilizce imlâya göre yazılması zorunluluğu (“Aly”de olduğu gibi), kişisel arsa, bina, ev, veya apartıman dairesi konutlarına dolar cinsinden ağır vergiler konması, yabancıların bu mallan satın almak istemeleri hâlinde kendilerine öncelik tanınması, vb.. Yeni bir dizi dayatma yasası da yoldaymış, vay canına. Çok yerde yabancılar için yerleşim bölgeleri seçilmiş, oralarda hükümet KKMF’den alacağı yeni kredilerle yabancılar için konutlar, daha alt tabaka yabancılar için de toplu konutlar inşa edecekmiş….
Yatakta ateş içinde sağa sola çırpınırken kan ter içinde uyandım. Ne kâbus, ne kâbus. Bari korkulu bir rüyadan ibâretmiş, diye sevindim ama, günlerce, aylarca bu kâbusun etkisinden kurtulamadını. 1960’lardan sonra, belki ’90’lara kadar kâbus zaman zaman aklıma geliyor, sanki o kâbusu bir daha yaşıyordum. Bir titreme alıyordu vücudumu. Son bir kaç yıldır artık unuttum zannediyordum Ama, son bir kaç aydır çok sık aklıma gelmeğe başladı. Bazan uyumadan önce âdeta niyetleniyorum: Bir rüya daha görsem, Türkiye’de tüm halkın uyandığını, milli birlik ve beraberliğin yeniden tesis ediliverdiğini, ulusal hedeflerin saptanıp oralara doğru devlet millet elele hızla yüründüğünü, şanlı tarihimize yaraşır itibar ve haysiyetimizi dünya yüzünde yeniden kazandığımızı düşlesem bari bu gece, diyorum. Nasip olur inşallah.
Oktay Sinanoğlu
3 Mayıs 2001, Kadıköy
HEDEF, PLAN, EĞİTİM, ARAŞTIRMA
ve İktisâdın Çekici Gücü: BİLİM / TEKNİK 1
Oturum Başkanı: Devlet Planlama mensubu arkadaşlarım ve sayın basın mensupları: Malûmlarınız olduğu üzere bu yıl Devlet Planlama Teşkilatı 40’ıncı kuruluş yılını idrak edecektir. 2000 yılında bu vesileyle bir seri etkinlikler düzenliyoruz. Konferans türünde tertiplediğimiz etkinliklerin ikincisini Sayın Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’nun konferansı ile sürdüreceğiz.
Bugünkü toplantımız ülkemizin yetiştirdiği, insanlığın ufkunu açan ve çağdaş bilimin yaratıcılarından olan medarı iftahânmız Sayın Profesör Doktor Oktay Sinanoğlu’nün konferansı ile biraz daha aydınlanacak.
Dünyamız gelişen bilimin ve teknolojinin öncülüğünde geçmişte hayal edilemeyen seviyelere yönelmiştir. Bu yönelişte işin bütün özü bilgi temelinde şekillenmektedir; bilginin ana unsurları olan bilim, teknoloji, yüksek öğretim, ve araştırma ile iktisadi unsurların en uygun bileşiminde yatmaktadır. Halkımızın arzu ettiği seviyelere gelinebilmesinin yolu aziz Atatürk’ün belirttiği gibi, “bilimin öncülüğünde olacaktır.”
İşte halkımızın asırlardır düşündüğü ve ulaşmaya çalıştığı çağdaş seviyeyi bulabilecek araçları Sayın Sinanoğlu gibi insanlığın müstesna değerlerinin yorumlarıyla çok daha sağlıklı ve dinamik olabilecektir. Kendisine şimdiden şükranlarımızı sunarken, insanlığa daha büyük hizmetler vermesini diliyorum. Kendisine sözü aktarmadan önce özgeçmişi hakkında sizlere kısa bilgi arz etmek istiyorum.
Sayın Profesör Doktor Oktay Sinanoğlu; dünyanın en genç yaşta profesör olmuş kişisi ve Nobel adayı. 1953 yılında Ankara ‘da TED ‘in Yenişehir Lisesini birincilikle bitirdi. O zaman lisenin eğitim dili tamamen Türkçe ‘ydi, takviyeli yabancı dil dersleri vardı, sonradan kolej oldu. TED tarafından Amerika ‘ya burslu Kimya Mühendisliği için gönderildi. 1956 yılında Amerika Birleşik Devletleri Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley ‘de Kimya Mühendisliğini birincilikle bitirdi. 1957’de Amerika Birleşik Devletlerinde MİT’den Birincilikle Yüksek Kimya Mühendisi oldu.Alfred Sloan ödülünü aldı. 1959 ‘da Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley’de; Kuramsal Kimya Doktorasını yaptı, doktorasını yaparken iki ödül kazandı. 19591960 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri Atom Enerjisi Merkezinde araştırmalar yaptı. 1961’de hem Hanvard, hem de Yale ‘de kendisinin yeni Nicem (“Kuvantum “) Kim
yası ve fiziği üzerine teorileri hakkında üst düzey derslerde yeni buluşlarını anlattı. 1962 yılında Batı’nın 300 yılda en genç profesörü oldu (26 yaşında Yale Üniversitesinde; 1962 yılında Ortadoğu Teknik Üniversitesi mütevelli heyeti yalnız Oktay Sinanoğlu’na mahsus olmak üzere kendisine Danışman Profesör unvanını verdi. Türkiye ‘de de kuramsal kimya bölümünü kurdu. Ortadoğu Teknik Üniversitesinde eğitimin Türkçe olması için uğraş verdi Ama, tabiî olmadı. 1964’de Moleküler Biyoloji konusunda ikinci kürsüsüne Yale Üniversitesi’nde atandı. 1973’te Almanya’nın en yüksek Aleksander von Humboldt Bilim Ödülünü ilk kazanan kiŞ* oldu. 1975’te Japonya’nın Uluslararası Seçkin Bilimci Ödülünü kazandı; yine 1975 yılında özel kanunla Oktay Sinanoğlu ‘na ilk ve tek, Türkiye Cumhuriyeti Profesörü unvanı verildi. 1976’da Japonya’ya Türkiye Cumhuriyeti Özel Elçisi olarak gönderildi. Kendisi TürkJapon kültür, bilim ve eğitirfl ilişkilerinin temellerini atmıştır. Amerika Bilim ve Sanat Akademisinin ilk ve tek Türk üyesidir. Hindistan ‘m Devlet Misafiri olarak, Hintli Bafanlarla ve Cumhurbaşkanıyla görüşmüştür. Meksika ‘da aynı seviyede Üçüncü Dünya Bağımsızlığı için çalışmıştır. 1962 ‘den günümüze dek ilk TÜBİTAfC Bilim Ödülünü, ilk Sedat Simavi ödülünü, 1992 ‘de Bilgi Çağı, 1995 ‘te İLESAM Üstün Hizmet Ödülünü, ayrıca Yılın Fikir Adamı, Yılın Bilim A(faifli ödüllerini aldı. Yıldız Teknik, Yesevi Kazakistan ve benzeri birçok kuruluşta profesör, mütevelli heyeti üyesi, Atatürk Kültür Kurumu aslî üyesidir. 250 kadar uluslararası bilimsel yayını, bilim kuramları, çeşitli dillere çevrilmiş kitapları vardır. Türkiye ‘de de Türkçe pekçok yayın yapmıştır. Değişik ülkelerde iki kez Nobel ‘e aday gösterilmiştir.
Şimdi sözü bu değerli hocamız, medarı iftiharımız olan Sayın Profesör Doktor Oktay Sinanoğlu’na bırakıyorum, buyurun Sayın hocam.
Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu: Çok teşekkür ederim. Hedefsiz plân olmaz. Plân için araştırma gerekli. Araştırma için de ciddî bir eğitim düzeni. İktisâdın başını yeni teknolojiler çekiyor. Teknolojiyi bilimsel buluş ve gelişmeler beslemekte. Gene araştırma, gene eğitim.
Ülkelerin Hedefleri
Her ülkenin hedefleri var. Devletler bu hedeflere doğru yürünmesinde öncülük ediyor.
Peki, Amerika’dan bize ihraç edilen bütün “devleti küçültme”, “özelleştirme”, “küreselleşme”, “serbest piyasa” edebiyatına bakarak A.B.D.’nin hedefleri olmadığına, devletinin bu işlere karışmadığına mı hükmetmeliyiz?
ABD’nin de hedefleri var mı?
Bir örnekle başlayalım: Biliyorsunuz, bundan 40 yıl önce ilk bilgisayarlar koskoca bir oda büyüklüğünde, milyonlarca dolar maliyetinde devâsâ şeylerdi.; vakum tüpleri o kadar ısı çıkarırdı ki, mekân sıcaklığının çok hassas bir şekilde denetlenmesi gerekirdi. Kapıyı bir açsan kapasan en cüz’î sıcaklık değişikliği bilgisayarın kendini kapatmasına yol açardı. Biz bilimde bunlarla başladık. Yirmi yıl sonra, bir baktık, Elma (“Apple”) bilgisayarı çıktı, daktilo makinesi kadar. Tabii o çıktıktan sonra birkaç yıl sürdü bunun ve PC’nin yayılması ve hakikaten sonunda herkesin bir bilgisayarı oldu. Türkiye de neredeyse o hâle geldi. Anadolu’yu dolaşırken görüyoruz, “kuş uçmaz, kervan geçmez yerde”, dağın tepesinde bir kasabada internet kafe var. Türkiye, dünyanın her yeri gibi gelişiyor.
Bu gelişmelere yol açan ne oldu? Bilgisayarın böyle ufalıp, ufaldığı da ne, iki salon dolusu bilgisayarın yaptığının, bugün elimizdeki defter bilgisayar, yüz mislini, bin mislini yapıyor.
Tabii bu gelişmeye yol açan Kennedy oldu,. J. F. Kennedy. O zaman hoppala diyeceksiniz; Kennedy 1963’de vuruldu biliyorsunuz, bunların çıkması ise 1980’den sonra.. Kennedy’nin ne dahli var bunda”? Bu serbest piyasa, herkes bildiğini okur, kovboy ülkesi Amerika zannedilen yerde hiç öyle olmadığını anlatmak için söylüyorum ve uca planlamaya dayanıyor. Kennedy milletine hedef gösterdi; dedi ki: “10 yıl içinde aya gideceğiz”. O zamanlar herkes, “Olur mu?” dediyse de, Kennedy bu hedefi gösterdi. Kaynak sağlandı; büyük çapta ve birçok sanayi, birçok üniversite,birçok araştırıcı, herkes, hedef için gerekli olan bir sürü bilim ve teknolojileri geliştirmek üzere çalışmaya başladı. Şimdi, füzeleri göndermek için biliyorsunuz bir güdüm sistemi lâzım ve bunu da yönetecek bilgisayarlar lâzım. Şu iki oda dolusu bilgisayarı füzeye koyarsak yerinden kımıldayamaz, onun için küçük olması gerekiyordu. O sıralarda zaten “geçirgeç” yani “transistor” icat edilmişti; onu da kullanarak çok küçük, ama güçlü bilgisayarlar yapıldı, bu uzay meselesi için, ve bu gelişme sırasında bir sürü yan sanayii doğdu, bir sürü yan gelişme oldu., Ay’la hiç alâkası olmadığı hâlde.
Birey ve Toplum için hedefin önemi
“Hedef lâfı bana bir yerde okuduğum bir Musevi atasözünü hatırlatıyor. Diyor ki, “Ülküler bir yıldıza benzer, belki o yıldızı tutamazsın ama oraya doğru yürürsün”. İnsanoğlu ve insan topluluklarının bir özelliği var: Böyle bir topluluğa topyekûn gidecekleri bir hedef gösterildiği zaman ve buna inandıkları zaman o insan topluluğu, toplumlar, olağanüstü işler beceriyorlar. Bizim tarihimiz de bunlarla doludur. Oralara doğru herkes yürürse, o millet çok büyük işler başarıyor. Ama böyle insanların kendileri dışında bir ülküleri ve topyekûn inandıkları ve oraya doğru gitmek istedikleri bir hedefleri olmadığı zaman aynı insan topluluğu, tek tek her ferdi sadece kendi çıkarı peşinde koşan, darmadağın, birbiriyle uğraşan, üniversitesiyse üniversitesinde sadece birbirine fesatlık, dedikodu, fitnecilik yapan, başka hiçbir şeye merakı olmayan, insan kalabalığından ibaret bir hâle geliyor. Bunun böyle olacağı adetâ bir tabiat kanunu.
Fizik ile Toplum Olayları Arasında Matematiksel Benzerlikler ve Hedef Kavramı
Fizikteki birçok kanunlar, toplum olgularının altında yattığını kestirebileceğimiz ilkelere benzer. İkisini de matematik yöntemlerle ifâde etmek mümkün.. Fizikte, bir kabın içinde gaz varsa ve ısıyı artırırsan o gazın içindeki moleküllerin her biri daha hareketlenir. Bu darmadağın hızlı hızlı hareketler rasgeledir.. Moleküller duvarlara çarptıkları zaman sen de elini oraya koyarsan bunu hissedersin, ısındı dersin. Ama, bu kabın kenarına bir piston koyarsan ve gazı ısıtırsan o gaz molekülleri darmadağın hareket ederken bir kısmı da boyuna pistona çarpar; hareket eder; örn. bir ağırlığı kaldırabilir. Kuvvet çarpı mesafe, iş meydana gelir ve bu darmadağın hareket eden, bol bol erkesi, enerjisi olan gaz moleküllerinden bir iş olur. Moleküller, kısmen de olsa bir yere yönlenmişlerdir, dolayısıyla bir sonuç alınır.
İnsan toplulukları da aynen böyledir. O piston, işte hedeftir. O hedefi gösterirsen, oraya doğru bir yönlenme olur kısmen, askeri nizam herkes oraya doğru yürüsün değil. Herkes kendi hayatını yaşarken, herkesin kendi meşgaleleri varken, bir taraftan aklında daima oraya doğru da bir şeyler olursa, o zaman bakarsın oralarda bir şeyler başanlıyor. Sanayide olur, siyasette olur, şu olur, bu olur, bütün toplumlarda bunları görüyorsunuz
İnsanı Şöyle Tanımlayabilir miyiz acaba?
İnsanı tarif etmeye çalışmış toplum bilimciler. İşte o çeşitli tariflerin her birinde “insan” tanımını çürüten ters bir örnek buluyorlar. Şimdi bendeniz naçizane şöyle bir “insan” tanımı öneriyorum:
Tanım: “insan” kendisinin dışında hedefleri olan yaratıktır.
Bu tanıma göre sâde kendi kişisel çıkarlarını düşünen, o çıkarlar peşinde koşmaktan başka gayesi olmayan zavallıya “insan” diyemeyiz. “Zavallı” diyorum, çünkü böyle bir kişi gerçek mutluluğu tadamamıştır; tadamaz da. İnsanın hedefleri kendisinin dışında ve üstünde, toplumuna, milletine, insanlığa yapabilecekleriyle ilgili olmalı.
Şimdi bu hedef işini nereden çıkardık? Bunu siz demezsiniz ne de olsa Planlama’da, DPT’deyiz; ama bana “Bu hedef lâfını da nereden çıkardın?” diyen kimdi biliyor musunuz? Amerikalı Mr. Northrop.. Anlatayım:
Bir Telkin
1962’de Türkiye’den dışarıda sesi duyulmuş beş tane fizikçi vardı. Bu Ortadoğu da (O.D.T.Ü.), henüz barakalarda, meclisin yanında yeni kuruluyordu. Bizi de dışarıdan duymuşlar, sen de gel konuşma yap dediler, geldik. O zamanlar dedik ki: Şimdi beş kişiyiz, ileride birkaç bin olur. Amerika’da devletin “Ulusal Bilim Vakfı”.var.
(Hep Amerika’ya takılmışız;, aslında bütün ülkeleri karşılaştırmak gerek.) “Böyle bir kuruluş ilerde Türkiye’ye de lâzım olacak; kurulsa…” dedik. Bir taslağını yazdım, birinci maddesi: “Bu kuruluş Türkiye’nin bilim, teknik ve araştırmada hedeflerini belirleyecektir.”
Şimdi o sırada da Ankara’da meclisin hemen yakınında bir tane kocaman köşk var, içinde Amerika’nın Türkiye “Ford Vakfı” temsilcisi, Türkiye’deki Başkanı Mr. Northrop oturuyor. Mr. Northrop duymuş; biliyorsunuz bu vakıflar bazı gizli servislerin örtülü kuruluşları gibi çalışırlar. Mr. Northrop; bizleri akşam yemeğine evine davet ediyor; saray yavrusu, duvarda hakiki Hitit kabartmaları, Ankara’da. . Bize dedi ki::”Siz böyle bir şey kuruyormuşsunuz, biz de destekleyelim.”. Sonradan, o zamanki paraya göre aslında devede kulak bile değil, simge bir rakam, 35 bin dolar vermiş. Birkaç kişinin Amerika’ya şöyle bir gidip gelmesinden başka bir işe yaramaz o para. Otuz beş bin dolar ne olacak? İlk kuruluşunda bile böyle bir devlet kuruluşunun bütçesi en azından birkaç yüzbin dolar yer, sonra milyonlar. (Üstelik, acaba niye veriyor?) Bir ara Bay Northrop dedi ki: “Ama burada hedefler, amaçlar, gayeler falan demişsiniz, bu ne demek? Olur mu ya? Bilimde herkes bildiğini okur, bildiğini yapar, öyle olur bu işler.” Ben biraz itiraz ettim; üstelik Amerika’da da bu işlerin aslında nasıl olduğunu biliyordum. Söylemesi ayıp, Amerika’da bu hedefleri tespit eden, kimsenin bilmediği üç beş kişilik kurullarda ben de bulunmuştum. [Ama Amerika’da çok bilimcinin haberi yok böyle hedefler tâyin edildiğinden; çünkü orada birtakım araştırma musluklarını açıp kapamak, giderek bazı şeyleri basın yayında moda etmek suretiyle muazzam bir yönlendirme ve güdüm vardır. Bugün de vardır, o zaman da vardı.]
Sonra o taslağın kanunu çıkmış (İsmet İnönü başbakan); biz Amerika’ya gitmiştik yine. O zaman da Türkiye fakir; şimdi pek fakir sayılmaz, hattâ zengince (Bütün Batı’nın ağzı sulanıyor, iyi pazar, hiçbir yerde satamadığın malları Türkiye’de satabilirsin, beş tane en büyük istikbal vâdeden yıldız pazarlardan biri. Çağdaşlaşacağız falan derken, çağdaşlaşmanın ötesine atlayacağız derken, herhalde Atatürk bunları kastetmemişti. “Çok iyi pazar olacak; Batı’nın ağzı sulanacak” dememişti. Ama şimdi biz bunlarla övünüyoruz, bak ne iyi pazar olduk diye.) Şimdi neyse o kanun çıkmış, biz gittik, artık kaçıncı derece saman kağıdıdır bilemem, kahverengimsi bir kağıda basılmış, geldi bana ve bir de baktım bizim taslağın hemen hemen aynısı, ancak iki şey eksik;: Birinci madde yok, “hedefleri falan tâyin edecektir”, o yok. Bir de arkada bir danışma kurulu var, içinde adını duyduğun duymadığın herkes var, bir kalabalık, bir tek ben yokum. Bu kurul şimdiki hükümetteki partilerden bir tanesine bağlı biliyorsunuz, ama o kuruluş bunca yıldır ne yapmıştır, ne yapmamıştır, konunun ele alındığını daha görmedim.
Şimdi “saded”e dönelim; sadede gelmekle hedef arasında bir bağıntı var biliyorsunuz.
Teknoloji Gelişirken İnsanlık da İlerliyor mu?
Amerika’da televizyonun babası diye bilinen zat’la tanışıp ahbap olmuştum. Amerika’da kurduğumuz bir araştırma merkezine ziyaretçi olarak gelmişti; o zaman 80 yaşındaydı, epey sene oluyor. Bu zat televizyonu icat eden adam diye biliniyor. O zaman Amerika’nın yerli basınında yazdılar, televizyonun babası geldi, diye. Kendisiyle mülakat yapıyorlar. Sonra ben kendisiyle öğle yemeği yerken dedi ki: “Mülakatta bana sordular, benim icat ettiğim bu televizyonla ilgili, “Senin icadın bu televizyonda en sevdiğin taraf ne?” demişler, O da demiş ki: “Düğmesi, kapatmak için.”. Çünkü âlet başka, âletin ne için kullandığı başka. Bir de bu mesele var.Teknolojiye bayılıyorum. Bir sürü yeni icat çıkıyor, yeni âlet çıkıyor. Telefon çıktı, televizyon çıktı, bilgisayar çıktı, şu çıktı, bu çıktı, biz bayılıyoruz bunlara. Bunların her biri bütün insanlığın son derece ileri gitmesi, kültürünün gelişmesi, eğitiminin çok gelişmesi için kullanılabilecek âletler. Ama ne için kullanılıyorlar? Televizyondan tut da müzik çalıcılarına, bugün bilgisayarına kadar, ne için kullanılıyor? Yamyam gibi çıkıp, dedeleri ……
gibi yüzlerini mor boyalarla boyamış, sarı saçlarına kireç sürüp dimdik havaya kaldırmış 2000 sene evvelki dedelerin aynı torunları İngiliz, Amerikan, bunlar vahşice birtakım hareketlerle, bağırtılarla müzik diye bütün dünyaya satıyorlar ve gençlik bunun peşinde. Her gün medeniyet biraz daha geriliyor. “Pop Top medeniyeti, teneke medeniyeti” hâline geliyor. Yâni bunlar için mi icat edildi o teknoloji hârikaları?
İnsanlık yeni bir karanlık çağa giriyor. Bunu Batı’da da söyleyenler var. Biz Batı’ya falan da karşı değiliz. Biz; haysiyetsizliğe karşıyız, yamyamlığa, barbarlığa, hunharlığa, birtakım milletleri soykırımdan geçirip de ondan sonra bir de insan hakları edebiyatı yapanlara karşıyız. Yoksa biz insanların hiçbirine karşı değiliz. Hakikî insan olan, ki düzgün hedeflere doğru da insanlar yönebiliyor, o insanların hepsinin yanında varız.
Her Ülkenin Millî Hedefleri Var
Şimdi her ülkenin, Asya’sından, Orta Amerika’sına, Avrupa’sından, her memleketine kadar hepsinin içiyle haşır neşir olmuşum; kısmet oldu Allah’a şükür, hani olayım diye de bir çaba göstermedim, kendiliğinden oldu Allah’ın bir nimeti ve bunları değerlendirdik, hiçbir yerde turist gibi gezmedik, hiçbir yerde alışveriş yapmadık. Millet gidip bavullar dolusu alışveriş yapıp gelirdi, biz böyle şeylerle hiçbir zaman alâkadar olmadık. Ama birçok ülkeyle haşır neşir oldum, en üstünden, en altına kadar. Gördük ki, aklı başında diyebileceğimiz her ülkenin bir kere milli hedefleri vardır, her sahada milli hedefleri vardır, her sahada siyaseti vardır, milli siyaseti vardır.
Northrop bize hedef falan araştırmada ne olacak demişti. Ama, ben size söyleyeyim. Dünyada her aklı başında ülkenin araştırmada da, bilim teknikte de, sanayide de, dış siyasette, hepsinin uzun vadeli hedefleri vardır kesinkes, ve uzun süre bunlar gider. Amerika’da cumhurbaşkanı dört senede bir değişir; onun son iki senesi seçim kampanyasıyla geçer; bir senesi herhalde “White House”m orasını burasını öğrenmekle geçer (tabii gene bir sene çok; çünkü bizde bakanlıklar malûm üç ay kadardır.). Bu adamın ne zaman, meselâ 117 memlekette Amerika’nın dönen birtakım dolaplarını öğrenmeğe vakti olur? Bunları anlatsalar, yahut eline rapor diye verseler, öğrenmesine imkân yoktur birkaç sene içinde. Ama, Amerika’nın bu siyasetleri 50 sene aynen hiç şaşmadan yürüyor, nasıl oluyor bu iş?
Her ülkenin planları, hedefleri var, Amerika’nın hepsinden fazla var. Ama serbest piyasa, herkes bildiğini okur edebiyatı bol bol yapılır. Kızılderilileri bu “medeni” İngilizlerin torunları soykırımdan geçirip dururken, (hâlâ da geçiriyorlar) , Kızılderililer bazan savaşlarda galip çıkmış; sözleşmeler, antlaşmalar imzalanmış Fakat birkaç yıl sonra o antlaşmaları “beyaz adam” takmamış. Dolayısıyla Kızılderililer arasında bir tâbir var; diyorlar ki: “Beyaz adam çatal dille konuşur.” Hakikaten öyledir: Bir ortaya çıkıp anlattıklarına bak, bir de dikkatle yaptıklarına; tam tersidir. Bu böyledir; Avrupa ülkeleri için de böyledir, Rusya için de tamamıyla böyledir. Onun için Amerika’nın öyle serbest piyasa dediğine bakma; muazzam hedefleri vardır.
Japonlar; meselâ 1980’de 10 senelik plan yaptılar, milli hedef tâyin ettiler. Dediler ki, beşinci nesil bilgisayarları ve cipleri biz üreteceğiz, biz yapacağız. Ve o planla dünyada bayağı öne geçiyorlardı, ama Amerika planı gördü , bir telaşlaonlar da hızlandı. Her ülkenin planları var, şu anda Amerika’da milli araştırma hedefi var mı, aya gitmek gibi? Şimdi tamamlanmak üzere bilim, araştırma hedefi var şu anda:, çok olmadı başlayalı. “İnsan genomu projesi”. [Yazarın bu konuşmasından birkaç ay sonra projenin tamamlandığı Bşk. Clinton tarafından açıklandı da herkes duydu.] İnsanın kalıtımını, ırsiyeti sağlayan moleküllerin üstünde yüzbin tane gen var ve insanın her şeyini, hattâ huyunu suyunu bu genler belirliyor; gözünün rengin
den, yürürken nasıl durduğuna kadar,, tabii ki bazı hastalıkları da. Ve bu genleri meydana getiren l milyardan fazla DNA takı molekülü “şifre”yi oluşturuyor. Bu l milyardan fazla molekül takısının hangisinin ve ne sırada olduğunu çözüp şifreyi bilgisayara koyacaksın, neresinde ne var, ne yapıyor göreceksin. Büyük bir tasarıydı bu ve yüzlerce, binlerce bilim adamı Amerikan üniversitelerinde, araştırma kurullarında, sanayisinde bunun üzerine çalışıyor ve hemen hemen işi bitirdiler.
Düşünün ki, bir ülkedeki her ferdin kalıtım şifresi bütün ayrıntılarıyla bilgisayara geçmiş. Bunun hesabını yaptım,hatta bir gazete makalesi diye de yazdım (bkz. EK2). 100 milyonluk bir ülkede herkesin şifresini koyabilmek için ne kadar hafıza ve kaç tane bilgisayar lâzımdır? Ne kadara mâl olur?
İlk hesapta, olamaz, çok fazla, gibi çıkıyor. Sonra bunların birçoğunun ortak olduğunu da düşünürseniz, insanlar arasında temel benzerlikler ana yapıda var ya, onları düşersek rakam çok daha azalıyor, sadece farklılıkları kaydedersen her insanın genini bugünkü mevcut imkânlarla bilgisayara geçirmek mümkün. Peki bunu kim yapar? Bunu devlet yapar. Bu, indirgenmiş haliyle bile büyük kaynak isteyen bir şey.
Düşünebiliyor musunuz nereye gidiyor dünya? Önce kendi memleketinde, sonra dünyada veya elinin altında olan ülkelerde her ferdin kalıtım şifresi adamın bilgisayarında, istediği an, şu evsafta 100 tane adam bulayım; tık, oldu bitti. Düşünün, ne muazzam, ama ne korkunç bir hâdise. Bilimkurgu dergilerinde okusa insanın uykusu kaçar. Bunlar nerelere varır? İnsanın özgürlüğü neolacak? Hepsi bilgisayarda, hattâ insanın kendisinin bilmediği özellikleri bile onun bilgisayarında. Kalıtımında ne olduğunu sen bilemezsin ki, yaşadıkça anlıyorsun, bende şu varmış falan diye, ama o bilgisayar biliyor.
Neyse lâfı uzatmayalım, o proje bitmek üzere [şimdi tamamlandı]. Bu büyük tasarımlar hedeflenip ortaya atıldığı zaman çoğu insan, hatta bilimciler diyordu ki: “Çok büyük iş. Olur mu?” Aya gitmek de öyle oldu;adam 10 sene dedi, 7 senede bitti.Ya “Küreselleşme”? Ya “Yeni Dünya Düzeni”?
Türkiye’deki safdiller (ya da aldatılmış hâinler) diyor ki: “Dünya küreselleşti, dünya İngilizce konuşuyor”. Cezayir, Tunus, Afrika kabileleri ise diyorlar ki: “Dünya küreselleşti, dünya dili Fransızca oldu”. Eski Sovyetlerdeki sözüm ona bizim akrabalarımız olanlar da (oralara gidince görüyoruz), diyor ki: “Hayır efendim, dünya dili Rusça oldu, eğitim dili Rusça olsun”. Her biri böyle bir şey diyor, hangisi doğru? Hepsi birden doğru olamaz, demek ki birilerine bir şeyler yutturulmuş.
Bugün gidin bakın, gazeteleri okuyun, ortalıkta dolanın, bizdekinden bile daha perişan olan Amerikan televizyonlarını seyredin, intiba edinin. Amerika küreselleşme havasına girmiş son sürat gidiyor falan, yahu öyle bir şey yok, öyle bir lâf yok, duyamazsın. Amerika’da, “Amerikan menfaatleri, Amerika şöyle yapıyor, Amerika dünyaya böyle yapıyor, Amerika dünyanın en güçlü devleti” den başka bir şey duyamazsın.. Ne küreselleşmesi?
Böyle bir lâf oralarda yok kardeşim. Tesadüfen bir iktisat gazetesinde okursanız küreselleşme lâfını, orada şundan bahsediyor: “Dünya pazarları açılsın, gümrükler kalksın, daha fazla ticaret olsun diye epeyi ilerleme kaydettik ve dünya pazarlarına Amerikan veya çok uluslu şirketler daha iyi girip çıkıyor oralara yayılıyoruz, oraları ele geçiriyoruz” anlamında “küreselleşme”den bahsediliyor; başka mânâsı yok “küreselleşme”nin oralarda.. Kimsenin milliyetinden, kimliğinden, dilinden, kültüründen, vatanından vazgeçtiği yok.
Hedefli Dönemler / Hedefsiz Dönemler
Bazı ülkelerde çeşitli dönemlerde bulundum. Meselâ Amerika’da hedefsiz dönemler, hedefli dönemler gördüm. Kennedy zamanında aya gidilinceye kadar hedefli bir dönem vardı ve Amerikan halkına şöyle dikkatli bakarsak, sonradan, özellikle Kennedy öldürüldükten sonra bir moral çöküntüsü başladı, kimsenin devlete itimâdı kalmadı orada; biz de “Bu çöküşün başlangıcıdır dedik” hemen o gün. Birisi çıkıp yeni bir hedef tâyin edinceye, millete gösterinceye kadar böyle boş dönemler var. Öyle dönemlerde insanlar bildiklerini okuyor, yolsuzluklar artıyor, hırsızlıklar artıyor, insanların bütün kötü huylan ortaya çıkıyor aynı toplumda. Sonra birisi bir hedef daha gösteriyor, bakıyorsun insanlar düzgün oluyor, her şey tıkır tıkır işliyor ve herkes daha mutlu; çünkü insan birtakım ülküleri ve hedefleri olduğu müddetçe kendisinin dışında, gerçekten mutlu olabilir.
Kişinin sadece; teneke bir araba almak gibi basit hedefleri olursa ve bunu gerçekleştirirse sonra ne olacak? Bu sefer daha büyüğünü istersin; bakarsın ömrün geçer ot gibi. Tenekeli ot. Yâni insanlar kendilerinin dışında büyük birtakım dâvalar, büyük birtakım inançlar, ülküler peşinde koştukları zaman mutlu oluyorlar.
Atatürk devrinde ve ondan sonra en fazla belki 20 sene süren dönemde, (Atatürk dönemini biz görmedik ama o havanın son döneminde yetiştik ve o zamanki Türkiye ile, o zamanki hissiyatımız ile bugünkü arasında dağlar kadar fark var.) herkeste bir büyük umut vardı, herkeste bir büyük şevk vardı, şöyle olacağız, böyle yapacağız, dünyadaki yerimiz şöyle olacak diye. Avrupa’dan öyle ufak tefek birileri gelsin de bize nasihat etsin de , illâ Avrupa’ya girelim de, IMF bizi yönetsin de, böyle saçmalıklar yoktu. Niye bunlara saçmalık diyoruz?
Bakın şimdi bir memlekette 30 sene, 40 sene birileri çıkıp çıkıp illâ Avrupalı olacağız, illâ da olacağız der de, niye olacağız, bunu kimse anlatmazsa bu işte bir garabet var demektir Niye olacağız anlat faydasını, millete anlat. Şu faydası var, şu zararı var, ama işte faydası ağır basıyor, şöyle olacak, böyle olacak. Birileri çıksın anlatsın, kim anlattı şimdiye kadar? Hiç. İllâ da gireceğiz. Niye? Bir yerden emir mi aldınız kardeşim, ne bunu böyle papağan gibi ötüp duruyorsunuz; söyleyin, anlatın bakalım, niye giriyormuşuz, var mı anlatan? Hâlâ yok. Vay efendim, holiganlar bize şöyle yaptı, böyle oldu.. Sen holiganlan yeni mi öğrendin?
Holiganların ne olduğunu, o memleketin ne olduğunu, nereden geldiğini, kaç televizyonda, anlattık durduk millete. Sen Avrupalı olunca bütün bu holiganlar İstanbul’a doluşacak, hepsi; ve bunlardan iki üç tane yok, alt tabaka tamamıyla böyledir. En yamyam, en yabanî, en barbar insanlardır. Bunların hepsi buralarda dolaşacak, yapmadıkları rezillik kalmayacak. Sen gık dediğin anda tepene binecekler. Bunun için mi Avrupa’ya girmek istiyorsun? Bunları anlatan yok. Onun için, insanların hedefleri olması gerektiği gibi, bir ülkenin, bir milletin de kendine has, bağımsız hedefleri olması gerekir. Başka ülkelerde var.
Şimdi diyeceksiniz ki, evet o zaman, Atatürk döneminde vardı ama şimdi yeni dünya düzeni çıktı, küreselleşme olayı çıktı, dolayısıyla artık Amerika’da da yoktur. O lâflar oradan çıkmadı mı ya? Yukarıda anlattım: Amerika’da, başka aklı başında ülkelerde bize burda yutturulan anlamda bir”küreselleşme” yok. Amerika’da gidip gezgin (turist) gibi değil, biraz gözünü açarak dolaşan görür..
Afrika’nın falanca kabilesi Fransız sömürgesi, hâlâ da öyle, bunların hepsi üniversite okumaya Fransa’ya gidiyor;, Türkiye’den de Fransa’ya gidilecek değil ya, bizden de Amerika’ya gidilir. Bu öyle olur. İngiliz sömürgesi kabileler, İngiltere’ye yönelir.. Tabiat kanunu. Eski Sovyet Cumhuriyetlerinde ahalinin aklı fikri Moskova’ya gitmekti.
Cihanşümul
Buraya geliyorsun, bizim kahvehaneci kalkmış dükkanının adını İngilizce yazmış. Diyor ki; dünya küreselleşiyormuş,. Hattâ, daha da küresel olduğunu ifâde etmek isterse, “globalleşen” dünyada diyor. “Globalleşme” yerine biz tabii “küreselleşme” diyoruz; Türkçe’dir ne derseniz deyin. Ayrıca unutmuşuz bunun aslında “eski” Türkçe’sinin de olduğunu: “Cihanşümul”. “Küresel” demek. O lâfı kim icat etti? Bizim kurduğumuz bütün devletlerin hepsi cihangirdir ve “Cihanşümul” olmak için çalışmışlardır. Dünyaya “Cihanşümul” luğu getiren atalarımızdır; Osmanlı ve öncekiler. Avrupa’ya sanki yeni mi gireceğiz? Avrupa’ya binlerce yıldır kaç kere girip oralarda asırlarca kalan, Avrupa’ya her defasında uygarlığı ve insanlığı öğreten yine bizim atalarımızdır.
[Adamlar diyor ki, bu Türkler, bunlar Müslüman; Avrupa’ya girmesinler… Peki, 2000 sene evvel girenler kimdi? Osmanlı döneminde gelenler kimdi?.,Daha önce gelenler kimdi? Hep Türk.. ” Saf ırk”, “Aryan ” safsatasına inanmış olan Almanları git biraz kazı, altından Hun çıkar. Birçoğu Türkiye ‘deki pek çok insandan daha fazla Asya tipidir; çekik gözlü, elmacık kemikleri yüksek. Bunlar dedelerini beğenmiyor, yâni bizleri; boynuz kulağı geçti derler ya öyle bir durum var. Avrupalı dediğin de kim oluyormuş?]
Ya Türkiye? Neden Hedefsizlik?
Her ülkenin hedefi var dedik; dün de vardı; bugün daha da fazla var. Birkaç tane büyük güç, başta bir tane, (öbürlerinden fazla ses çıkmıyor şimdilik, fakat göreceksiniz sonra ne olacak.) bunlar böyle bizimki gibi gariban ülkelere musallat olmuşlar.. (Aslında bir şeyimiz gariban
değil Allaha şükür; ne tarihimiz gariban, ne dilimiz gariban, hattâ ne iktisadî durumumuz gariban; ne coğrafyamız gariban, ne insanımız gariban,. Ancak kafalar garibanlaşmış, hattâ perişan olmuş; çünkü kafalar köleleştiriliyor, kafalar sömürgeleştiriliyor.
Tarihte arasanız, böyle topyekûn, bu kadar köle ve sömürge olmaya can atan bir millet daha bulamazsınız. Çeşitli milletler köle olmuştur, sömürge olmuştur ama, birileri gelip tepeleriine binmiştir, doğramıştır da öyle olmuştur. Bizde millet kendi kendine oluyor.Tabii ne bilsin, kendisine yapılanları farketmesi gerçekten zor.
Gazetede okuyoruz: Clinton, Sayın Demirel’e telefon etmiş, “rica etmiş”, bizim gazete öyle diyor: “Aman ne olur Heybeli’deki Papaz okulunu açın.” Şimdi havadisin burası olağan; öyle ya, Amerika der, der. Haberin daha acı tarafı hemen altında:: İstanbul’daki adalarda devamlı oturanlar;esnaf, arabacılar vb. ayaklanmışlar, aman ne olur Heybeli’deki Papaz okulunu açın gezgin (turist) gelsin, diye.. İznik’te, Rumların harpte minarelaerini yıktıkları Barnabas Kilisesinin, camiinin daha doğrusu, etrafındaki bütün arazileri gitmiş; “Dünya Kilise Teşkilatları” satın alıp açmışlar oraları. İznik’in ahalisi ki ilk Osmanlıların torunlarıdırlar; ilk Osmanlı kültürünü oralarda görebilirsiniz, bunların birçoğu demez mi “Aman ne iyi oldu, gezginler gelecek” diye.. Filistin’de ne oldu?, “Turist” geldi aynı şekilde….
Şimdi, her milletin hedefleri var da, Atatürk zamanında da bu milletin hedefleri vardı. O zamana kadar da bu milletin dönem dönem hedefleri vardı ve hedefleri olduğu müddetçe bu millet büyük işler başarmıştır. Ama, sonunda gayemiz serbest piyasa, hedefimiz dış ülkelerdekinden farklı anlamda küreselleşme mi oldu?
Serbest Piyasa
“Serbest piyasa” nedir ben size söyleyeyim:: Siz Amerika’da Türk..malı görebilir misiniz gidin bakın: Bazı büyük alışveriş merkezlerinde bir tek Türk malı görürsün, Ülker Bisküvi. (Dünyanın her yerinde var). Türkiye’de Ülker Bisküvi Şrketi’ne çok büyük ödül vermek gerekir.. Ama, en âdi tüm Amerikan mallarım, şimdilerde, ordakinden daha yüksek fiyatlarla Türkiye’de bulursun. O hâlde, “serbest piyasa” ne demek oluyor? “Onlar bize istediğini satsın, bizden hiçbir şey almasın, kotalar koysun” demek herhalde. Böyle serbest piyasa mı olur ? Böyle enayi memleketi nereden bulacaklar? Başka ülkeler “karşılıklılık ilkesi”ne dayanmayan ilişkilere razı olmuyor.
Bilim, teknoloji, araştırma iktisadî gelişmenin baş motoru, o tespit edilmiş. Onlar yapıp bize satacaklar, biz de kullanacağız. Gittikçe fakirleşirsin, gittikçe borcun altına girersin; sonra da gelip toprağına varıncaya kadar neyin neyin yoksa elinden alırlar. Sen ne yapıyorsun ?
Hedefler gerekli ve bir milli siyaset gerekli. Küreselleşen dünyada ulusal hedeflerin olması daha da önem kazanmıştır. Ben küreselleşmeye taraftarım, aslında Türkiye’de araşan benden daha küreselini bulamazsın, daha evrenselini bulamazsın. Ama küreselleşme, evrenselleşme, eşit haklara sahip olan aşağı yukarı eşitler arasında olur. Biri her şeyi dayatıyor, diğeri de her şeye eyvallah demek zorunda kalıyorsa ve buna da alışıyorsa o zaman bu küreselleşme değildir. Bunun adına sömürgeleşmek denmez de ne denir?
Planımızı Uygulayabilir iniyiz?
Canım biz hedefleri buluruz, yazarız, çizeriz, planımızı da koyarız da kimse uygulamaz. Olabilir. Ne dedik? “Bir yıldıza doğru yürümek.” Hiç olmazsa böyle bir şey olmalı ki, insanlar bir gün belki bunları yapabilirim diye düşünüp, için için oralara doğru yürüme şevkinde olsunlar. Uygulanabilir olsun, uygulanamaz olsun, uygulatırlar olsun, ne olursa olsun, oradan dayatırlar, buradan dayatmazlar olsun, bizim millet olarak kendi hedeflerimizi, ne olmak istediğimizi, nereye gitmek istediğimizi genel ve ayrıntılı olarak bilmemiz gerekmektedir. Bu arada da planlamaya tabii çok büyük görev düşüyor. O vesileyle de tabii 40’ıncı yıldönümünüzü kutlarım.. Ondan sonra yine bu 5 yıllık planınızda parlayan bir yıldız olsun, herkes bna doğru gitmeye çalışsın..Hakikaten plânlamaya çok büyük görev düşüyor.
En Zor Şey Ne İstediğini Bilmektir
Ben düşündüm ki, insanın kendi hayatında, ki bu milletler içinde aynen böyle, en zor şey nedir? Devamlı bilimsel araştırma yaparken hep sorarım kendime: Cenabı Hak dese ki sana; “ben sana her kabiliyeti, her imkânı veriyorum, araştırmada neye elini atsan altın olacak, neyi araşan bulacaksın, muazzam şeyler çıkacak. Ama bir tek şartım var; ne yapacağını kendin seç, kendin karar ver.”
Şimdi araştırılacak sonsuz konu vardır. Bilimde birileri bir türlü tez konusu bulamaz, araştırma konusu bulamaz; ben böylelerine şaşarım: Hayret, kâinatın her tarafı sorun iken bazı bilimciler ondan bundan fikir çalmaya çalışırlar; yalnız Türkiye’den bahsetmiyorum, dışarıda böyle ahmak çoktur. Batılı olunca ahmak olmuyor mu? Daha da ahmak olabilir.. Böylesi çoktur ve ben bunlara şaşarım. Kardeşim, nereye baksan sorun, araştırma konusu, biraz uğraşınca bayağı merak sarıyorsun, vay canına, yepyeni ufuklar açılıyor, koca ummanı görüyorsun. Durum böyle iken diyorsun ki, peki ben hangisi üzerinde çalışsam? Hangi konuda araştırma yapsam?
Ben kendime sorardım hep küçük yaştan beri:: Böyle, “bana desinler ki istediğini yap, hepsi çıkacak, yalnız sen karar ver” gibi düşünürdüm. Değecek bir hedef seçmeye çalışırdım. Bu en zor şey.
Dikkat ediniz, şahıslar olarak da, milletler olarak da insanların büyük çoğunluğu asıl ne istediğini bilmez; bunu bilmek çok zordur. Çünkü hep ufak tefek gündelik şeylerle uğraşır; araba alacağım, taksitleri ödeyeceğim, veya bir ev alacağım, evi badana ettireceğim, çocuğu şu okula (misyoner okuluna!) göndereceğim, vb.; derken ömür geçer gider. [ Hâlbuki insan ömrü bir mum gibidir, bir süre yanar, sonra biter. Ancak, o mum yanarken etrafına ışık saçmalı.]
Ben her şeyi yapabilsem ne yapmak isterdim? Ne olmak isterdim? Neler başarmak isterdim? Bunu herkes kendine sorsa cevabını da bulmak zordur ama, çok insan dünyada bunu sormaz, onun için de öyle durur gider. Sormaması daha kolay.
Şimdi milletler için de bu böyle: Bence Türkiye’nin birinci sorunu, (biz de doğduğumuzdan beri bunları gecegündüz düşünüyoruz), ne “para şişmesi” (enflâsyon), ne Avrupa Birliği’ne bizi almamaları, ne o parti, ne bu fırka. Birinci sorun hedefimizi şaşırmış olmamız. Milletçe sormamız lâzım: Atatürk’ten beri bu milletin hiçbir hedefi, gayesi var mı? Ne olmalı? Yoktur. Birileri dayatıyor, , “illâ küçük Amerika olacağız” derlerdi, sonra “illâ Avrupa’lı olacağız.” Nedeni yok, başka bir şey yok; onun için de millet gittikçe dağılıyor, o zaman birbiriyle uğraşıyor. O zaman dışarıdan oyunlar çok kolaylaşıyor; sağ, sol, başörtüsü, ıvır zıvır falan bütün bunları çıkarıp milleti meşgul etmek, futbol maçı, seçim maçı, onu seçtik, bunu seçtik, o geldi, bu gitti. Bunlar kolay olur; çünkü milli bir hedef yok. İnsanları birleştiren bir şey yok, Atatürk’ten beri yok.
Bakın var mı söyleyin, nerede? Yok. Onun için milletçe şunu soralım: Bu millet Atatürk’ten beri kim olduğuna, ne olduğuna, nereli olduğuna, ne olması gerektiğine, ne istediğine karar veremez hâle geldi.. Milleti 1500 parçaya bölmüşler; kimi der biz Avrupalıyız, kimi kendini Yunanlı zanneder, kimi buradaki medeniyetlerin kalıntısı zanneder, onların da ne olduğunu bilmiyor ya, özendirilmiş; kimisi Arap değildir ama, Araplığa özenir; Böyle bin parçaya bölünmüş. Aslında kimseye artık öz târihi, Türk Edebiyatı, Türk Kültürü, Şerefli Asya kökenimiz öğretilmiyor da, onun için. Kimlik olmayınca, hedef nasıl olacak?
Biz hepimiz, bilhassa planlamacılar olarak, yani profesyonel plancılar ve amatör plancılar olarak şunu düşünelim: Şimdi bize her imkânı verseler, hükümetler dese ki, size tam yetki ve bana tam bir plan yapın; Türkiye’ye 50 senelik, 10 senelik, 20 senelik plân, ne isterseniz yapın, ama öyle esaslı bir şey çıkarın ki ortaya, bütün millet peşinden koşsun. Ne olmak isterdik?
Nasıl bir Türkiye hayal etmeliyiz?.
Yarın Avrupa Birliğine girelim; öbür gün Suriye’ye su verelim mi, vermeyelim mi? (Aslında öyle bir sorun da yok ya; birileri bizim suyu onlara veriyor, kimsenin haberi yok.) Dümensiz, yelkensiz, ummanda sallanan bir gemi..
Şimdi bunu bir düşünelim, bir hayal edelim bakalım. Daha hayalini edemediğimiz şeye nasıl ulaşacağız. Ama bunu önce genel, ondan sonra ayrıntılı yapalım. Ben yaptım, ben çoktan yaptım kendime göre.
Hedeflerimizi Bilelim!
Önce genel hedeflerimizi ve genel siyasetimizi tâyin etmeliyiz: Biz şöyle bir millet olmak istiyoruz, şöyle bir devlet olmak istiyoruz. Küreselleşmeye falan da karşı değiliz:; tamam, herkesle alışveriş olsun, herkesle etkileşim olsun, şu olsun, bu olsun, ama herkes kendini biliyor, biz de bilelim. Eşitler arasında olsun bu iş, kimse bize bir şey dayatmasın, biz de kimseye bir şey dayatmayalım, ama birileri bize gelip de bir şey dayatmaya çekinsin, ayıp
olur desin, sonra bunların tepkisi olur desin. Şimdi alışmışlar her gelen bir şey dayatıyor Türkiye’ye; karşısında gık diyen yok.
Böyle baktığımız zaman: Türkiye’nin dış siyaseti ne olmalıdır uzun vâdede? Türkiye’nin dünyadaki yeri siyasette ve dış siyasette ne olmalıdır? Belli mi? Onu bir düşünelim. Arkasından hepsi zincirleme gelecektir. Bu da matematiktir, hepsi birbirine bağlı. Eğer sen temel olarak ne olmak istediğini, nasıl bir ülke olmak istediğini biliyorsan dış siyasetin belli olur; tabii ki usturuplu bir dış siyaset. Herkesle iş yapacaksın. Nerede görülmüş ki bir ülkenin bütün komşularıyla düşmanlığı var. Onlar bize düşman, biz kimseye düşman değiliz. Bizim herkese bağrımız açık, ama hepsi bize düşman. Çoğu da diyor ki; siz işte falancanın susu oluyorsunuz, biz sizinle nasıl dost olalım? Sen kendini bilsen herkes seninle dost olacak, herkes itibar edecek.
Kendine İtibarı Olana Başkası da İtibar Eder
Şimdi genel siyaset belli olunca, o genel siyaset içinde ayrıntılı hedeflerimiz de belli.olur: Nasıl bir sanayimiz olmalı? Tarım / hayvancılık siyasetimiz, bilim / teknik araştırma siyasetimiz, eğitim, kültür siyasetimiz, hepsi hepsi.. Küçük düşünmeyelim:. “Çağdaş dünyayı yakalayacağız; Batilinin bu günkü düzeyine yirmi yıl sonra erişeceğiz” değil Atatürk ne demiş? Batı’yi geçeceğiz demiş; Ziya Gökalp de demiş. Biz bu kadar ufak adamlar mıyız ki, şu perişan, pejmürde Batı’ya yaklaşmaya çalışıyoruz?
Kim bu Batılı! Sonradan Batı üniversitelerinde tanınmış profesör olan birçoklarına afedersiniz ama bilimdeki o işleri ben öğrettim;, ite kaka doktoralarını yaptırdım, kaç ülkeden. [ Bu sözden kasdım “ben, ben” demek değil, hâşâ! Bu sözdeki “ben”, Büyük Türk Ulusu’nün bir cüz’ü olarak “ben”.].
(Alkışlar)
Fertçe ve Milletçe Kendine Güven Nasıl Geliştirilir?
Avrupa’da fazla bir şey yok, hiç korkmayalım. Buraya gelip cart curt eden Avrupalının devleti, Konya’nın yarısı olamaz hiçbir bakımdan. Hakikaten iyi bakın: İnsanlarına bakın, rakamlara bakın, gençliğine bakın. Pek bir şey yok. Hepsinden iyi oluruz. Onlar bunu biliyor, ödleri patlıyor, onun için bir sürü dümen çeviriyorlar. Şimdi bizim tek bir, ama temel derdimiz var: Ne iktisadî, ne siyasi, ne şu, ne bu. Türkiye’de bir tane sorun var: 200 senedir milletin içine adım adım işletilmiş, kılcal damarlara kadar inmiş, bu eğitim düzeniyle, bu ayarlı basınyaymla da körüklenen bir aşağılık duygusu var. Temel mesele işte bu. Biz aşağılık duygusundan kendimizi her birimiz fert olarak, ondan sonra millet olarak kurtaralım dünyanın üstün bir devleti oluruz; ikinci, üçüncü devleti, Avrupa’nın rahat birinci devleti oluruz. Hiçbir şey değil, Avrupa dediğin bir şey değil, ama aşağılık duygusu içindeyiz tepeden tırnağa kadar.
Sokaktan geçiyorum, havaalanında kantinci bana bir yılışık sırıtıyor. Hemen anlıyoruz ki bizi yabancı zannetmiş; derhal aşağılık duygusu yüzüne vuruyor. Aynı sırıtma, yılışmayı, bir devletin başkanı Amerika’ya gittiğinde onun suratında da görüyoruz. Aynı surat. Türkiye’nin birinci sorunu tepeden tırnağa kadar bu aşağılık duygusudur. Şimdi bundan nasıl kurtulursun? Millete her gün hoparlörlerle; senin şöyle bir tarihin var, söylesin, böylesin desen olmaz. Aşağılık duygusundan kurtulmaktan öte, kendine güveni olan insanlardan oluşan bir toplum yaratmak için ne yapmalı? İnsanların kendine güveni nasıl oluşturulur?.
Araştırmacı Ruhta İnsanlar
İnsanların özgüveninin geliştirilmesinin yolu, birisi, planlamada olup plan üzerine çalışmak, o özgüven verir. İkincisi, araştırmacı ruhta insanlar yetiştirmek. Meselâ şu doktora yapmak var ya evrenkentlerde (üniversitelerde): Doktora yapmak araştırma yapmak demektir; çünkü en iyi eğitim bir işi yaparak öğrenmektir., Bir işi kendin yaparsan, bu nasıl yapılacak kafam karıştı, bilemiyorum, edemiyorum, uğraşayım diye debelleşirsin; sonunda işi çözdüğün zaman kendine güven gelir. Ondan sonra daha zor bir meselenin karşısında, “bunu da ben yaparım, uğraşayım” hissi gelir. “Batı’da yapmışlardır, onlara soralım” özgüvensizliği gider.
Doktora yapmanın en büyük faydası belirli bir konuyu daha derinine öğrenmekten ibaret değildir; başarılı araştırmaların kiişiye kazandırdığı özgüvendir. [Aslına bakarsanız, bu doktora düzenini de Batı bizim Selçuklulardan öğrendi. Avrupa’da ilk evren kentler 12., 13. Yüzyıllarda, bizdeki hem maddî, hem manevî her türlü bilimin yuvası olan Selçuk medreselerini taklit ederek kuruldu. O ara “doktora” düzenini de aldılar. “Oxford Üniversitesi”, “Karatay Medresesi” nden mülhem.]
Türkiye’de Doktora / Araştırma / Bilim
Bakıyorsunuz Türkiye’de gerçek araştırma pek nadiren var, o da tek tuk şahısların, çıkarılan binbir engele rağmen kahramanca gayretleriyle. Onun dışında araştırmanın sahicisi yok sayılabilir. Beş yıl önce olsaydı bunu demekte tereddüt ederdim, hâlâ vardır zannediyordum. Şimdi iyice gördüm: Doktora var, doçentlik tezleri var, bir sürü patırdı var. Hattâ dışarıda yayın bile varmış, ne olacak dışarıda yayın? Dışarda, “Aa bak, bunlar da Avrupalı oluyor” desinler diye mi? Eğitimin, yükseköğretimin, YÖK’ün, TÜBiTAK’ın gayesi, dışarıda yayın sayımızı artırmakmış. Dışarıda yayın yaparsan “puan” alırmışsın, Türkiye’de, hele Türkçe bilim yayını yaparsan cezalandırılırmışsın. Bak şimdi. Hayret, bunlar bilmiyor mu? Çok önemli bir şeyler keşfedildiği zaman o işler hemen yayınlanmaz, sırdır. Önce o buluştan bir yağ çıkarılır, sonra bir kısmını yayınlarlar, bilimsel etkileşim olsun diye. Hâlbuki Türkiye’deki resmi siyaset: “Yayın yapacaksınız; dışarısı için.” Ne konuda, ne maksatla araştırma yapacaksın? Hedef ne? Ülkeye, hattâ insanlığa faydası ne? O bilim dalında, yurtta yeni bir ekol mu yaratılıyor? Böyle şeyler yok; “yayın yapacaksın, nasıl yaparsan yap. Ordan hurdan kopya çek, ucunun ucu bir şeyler yap, yaz, yayın olsun”. Dostlar alışverişte görsün.
Bu nedir biliyor musunuz? Aşağılık duygusunun bîr başka türlüsü… “Efendim, işte Avrupa’da maç kazandık; vay, Türkleri herkes tanıdı, Avrupalı olduk” Ne olacak? Afrika kabileleri de maç kazanıyor. Bilmiyor musunuz?, Güney Amerika’dan, Afrika’dan en büyük futbolcular çıkar;onlar da Avrupa’da maç kazanır. Maç kazandı diye Avrupa o ülkelere itibâr mı ediyor? [Ama hiç olmazsa o ülkeler, “illâ da Avrupalı olalım” derdinde değiller.] Türkiye’deki “bilimsel yayın” anlayışı da “maç” hikâyesi gibi. Açık konuşalım, bir ülkede gerçek bilim olup olmadığının ayracı, “lâf olsun diye yayın” değil elbet.
Şimdi TÜBİTAK’takiler, TÜBA’dakiler itiraz edecektir, ama onlara gerçek bir ayraç söylenebilir: İstediğiniz ülkeye gidin; Rusya’sına, Amerika’sına, Avrupa ülkelerine gidin, Güney Amerika’ya, Japonya’ya gidin, “Türkiye’de hangi sahada ne araştırma yapılıyor? Hangi konuda yeni bir şey ortaya atılmıştır? Hangi konuda bir ekol yaratılmıştır?” Gidin sorun.. Ne Türkiye’den kimsenin haberi var, ne Türkiye’de bilimden, ne de Türkiye’de “bilim adamı” diye bilinip kilit noktalara,mercilere yerleştirilmiş “büyük” bilimcilerden Mevcut hükümet şu TÜBiTAK’la TÜBA’nın iç yüzünü bir incelese iyi olacak.
Asyalı mı, Avrupalı mı, Avrasyalı mı Olmak?
Amerikalı bana diyor ki; ceketi, kravatı beğenmiş, sen Avrupalısın diyor, İngilizsin herhalde dediği de oldu.. Orada Amerikalının, İngiliz demesi bir methiye. Çünkü o üst tabakayı kastediyor, Normanlardan gelen tabakayı. Holiganları kastetmiyor. Sen Avrupalısın falan dediklerinde, “Estağfurullah ” diyorum, gerçi yarım saat ona “Estağfurullah”m ne demek olduğunu izah etmemiz gerekiyor, çünkü Batı’da böyle incelikli kavramlar yok ki, kelimesi olsun.. (“Gönül” lâfı bile yoktur.).. Hâşâ, ne demek; lütfen bana öyle demeyin. Ben Avrupalı değilim, “ben Asyalı’yım” diye kasılıyorum. Peki ne oluyor, adamlar bana kızıyor mu? Hayır, adamların bana saygısı artıyor. Yabancı doktora öğrencilerinin hepsi, bir bakardım, ellerine “Türkçe Öğrenmek” kitabını almışlar, Türkçe öğreniyorlar. Ben hiç öyle bir telkinde buluınmadım, lâfını bile etmedim. Eloğlu Türkçe öğreniyor, illâ gelip Türkiye’de çalışacağız diyorlar. Türkiye’yi gözlerinde büyütmüşler. Sen kimliğine, tarihine, diline, kültürüne sahip çıkarsan, kızmazlar; itibarın artar.. Türkiye desin ki; “Ben niye Avrupalı olacakmışım? Sizin tarihiniz katliamlarla doludur, 200-300 senelik bir tarihiniz var, o da böyle hunharlıklar, barbarlıklar, yamyamlıklardan geçer, bugün bile öylesin. Birden elektronik âletler kullanmayı öğrenmiş, ama insanlıktan uzak barbarlar”. Onları da küçümsemiyoruz da, şu Batılı’ya iyi bir bakın, tanıyın.. Ben niye onlar gibi olayım? Onlar benim tarihime, manevî değerlerime, dilime, derin kültürüme, insanlık anlayışıma özeniyor.
Aslında biz hem Asyalı’yız, hem Avrupalı, hem Orta Doğulu. Bundan büyük nimet mi olu? Hangi millete nasip olmuş? Avrasya’nın, hattâ şimdi Amerika kıtaları dâhil kaç kıtanın en eski milletiyim; 10 bin sene ve daha öncesi; dili matematik gibi dil, (yeni giren İngilizcel bozuntuları hâriç), kültürü büyük, tarihi büyük. Kaç imparatorluk kurduk da ,onlar sadece öyle kılıç kuvvetiyle olmadı; üstün kültürümüzle oldu, bilim ve tekniğinizle oldu, idârî nizâmımızla, üstün maneviyatımızla oldu.
Avrupa’ya Çok Şey Öğrettik
Açın bakın: Orta Çağ sonunda bu Avrupa’ya, bu kara cahil, yobaz, temizlikten haberleri olmayan, vebadan kınlan perişan Avrupa’ya bilimleri öğreten Türklerdir. Matematiğin birçok dalını icat eden Türk matematikçileridir. Bir çok, bir tane değil. Uluğ Bey’i bilirsiniz, “logaritma”, “algoritma” lâf ve kavramlarının “El Harezmî”, yâni “Harzemli”den geldiğini bilir misiniz? Batı’nın kitapları yazıyor, ama bir türlü “Türk” diyemiyor; dili varmaz. “Arap matematikçisi El Harezmi” diyor da, sonra ekliyor: “Özbekistânlı’dır”, yâni Türkistanlı. İnsaf artık. (Biz bu Batı’dan mı medet umuyoruz?).
Batı’ya cebiri de, kimyayı da, gökbilimi de, ruhbilimi de biz öğrettik. Kendimizi, tarihimizden, atalarımızdan aldığımız mânervî güçle, ileriye bakarak toparladığımız zaman Batı’ya, dünyaya, gene çok şey öğretiriz
Öbürleri teknoloji geliştirir, sonra binbir dalavereyle insanları gittikçe daha perişan, daha fakir köleler hâline sokarlar. Bizim tarihimizden gelen bir de “gönül” tarafımız var, insanlık tarafımız var. Batıya kaç kere öğrettik, yine unuttular, yine öğretmek bize düşüyor. Onun için biz en az onlar kadar ve daha da üstün duruma geleceğiz; gelmememiz için hiçbir sebep yok. Önümüzde de büyük imkânlar var; sadece kafayı toparlamak, aşağılık duygusundan kurtulmak lâzım. Bunu yaptığımız zaman bu Batı’ya, ” bu teknolojiler, bu gelişmelerle insanlık için nasıl çalışılır ve bütün insanlık için nasıl faydalı hale getirilir”! de gene biz öğreteceğiz; onlar yapamaz bu işi.
Bize Düşen İşler Çok
Bizim için durup dinlenmek, yılmak yoktur. Biz önce kendimizi toparlayacağız bir, ikincisi Türk Dünyası’nın toparlanmasına yardımcı olacağız. Ondan sonra şu İslam Dünyası’na da biraz yardımcı olalım; Batı’nın köleliğinden kurtulmalılar. Onların da şu aşağılık duygusundan, Batı’nın oyunlarından kurtulmalarına destek olmalıyız.. Diyelim o da oldu; ondan sonra Batı insanını bir daha yetiştir, bizim işimiz çok. Türk gençliği, üniversiteli gençlik sınıfta yok, laboratuarda yok, araştırma yok, düşünme yok, bir şey yok, hepsi kantinde. Kantinde ne yapıyorlar? Vatan mı kurtarıyorlar? Hayır; oturmuşlar duvara bakıyorlar, saatlerce. Dedim bunlar nasıl vakit buluyorlar? Bu gençliğe bu kadar iş düşerken, önüne bu kadar hedef çıkmışken, gençlik nasıl oluyor da saatlerce kantinde aylak aylak oturup duvara bakıyor? Nasıl vakit buluyorlar? Hayret.
Domates Tohumu
Ayrıntılara da girebilirdik: Efendim, moleküler biyolojinin kurulması ve o dalda belli başlı ülkelerden olmamız gerektiğini 35 senedir söylüyoruz. (Bu konuyla biraz ilgim var: Amerika’da ilk kurulan moleküler biyoloji bölümlerinden biri bulunduğum Yale Evrenkenti’ndeydi; bendeniz de onun ilk profesörlerinden.) 35 yıldır Türkiye’de diyoruz: Bak bu saha daha yeni çıktı, hızla gelişiyor, yakında başımıza bir sürü belâ çıkacak. Çıkmadı mı? Beş tır mal gönderiyorsun, bir kutu domates tohumu alıyorsun, ertesi sene bir daha domates çıkmıyor, haydi bir daha al. Basit bir şey bu moleküler biyolojide. O teknoloji az sermaye isteyen,ama kafa yoğun bir iştir, bilgi isteyen bir şeydir. Bunda dünyanın başta gelen ülkelerinden olmalıyız. Neyle? Hedefli, ciddî, millî ruhta ama evrensel eğitimle, araştırmayla, sahici ve onurlu bilimcilerle. Burnumuzun dibindeki ufacık devletler oluyor da, biz mi olamayacağız ? Niçin?
Birkaç Hedef Seçeceğiz
Bizim geleneksel hayvancılığımız vardı Asya’dan başlayarak. Hayvancılıkta, tarımda dünyanın gene önde gelen ülkelerinden olmalıyız. Bu devirde neyle olacak? Moleküler biyoloji ile.. Konu komşuyu, II. Dünya Harbi’nde Avrupa’yı, etle, buğdayla, sebze meyvayla biz besliyorduk. Şimdi et, sebze meyve ithâl eder olduk. Kuzuyu biz yiyorduk, sonra onu gezgine (turiste) yedirdik. Bu “sanayisiz kalkınma modeli” ile sanayimizi, derken tarımımızı batırdık, Gezimden (turizmden) kazandığımız parayla yeni sanayiler mi kurduk? Yoo, “pringıl”, Amerikan tütünü, muz ithâl ettik. Hem muzır Amerikan yiyecekleriyle sıhhatimizi bozuyoruz, hem, yetmiyor, borçlanıyoruz. Sonra da yabancılar gelip neyin var, neyin yoksa, toprağın dâhil, elinden alıyor. Alsınlar diye birileri yasaları, anayasayı bile değiştiriyor. (Bu, 1980’lerde başlayan “kuzuya pringıl ekonomisi” ile öğünenler bile var. Tarımda, hayvancılıkta yün, deri sanayi de var işin içinde) tekrar kendi kendimizi de, konu komşuyu da besler hâle gelmeliyiz.
İki büyük yeni teknoloji var: Biri moleküler biyoloji, bio teknoloji, diğeri bilgisayar elektronik iletişim teknolojisi. Bu dallarda ulusal hedeflerimiz olmalı, yüklenmeliyiz. Savunmamamız da bunlara bağlı. (Yeni savaşlar bilgisayarla oluyor. Üstelik, uzaktan kumandayla uçaklann, taşıtların ciplerini etkilemek mümkün; bir ülkenin elektrik üretme merkezlerini, iletişim ağlarını felce uğratmak kaabil.).
Hedefler seçeceğiz, o hedeflerde dünyanın önde gelen ülkelerinden olacağız..
Bir ülke birkaç turistik otel yapsın sahillerde kumsallarda, “turist gelecek” safsatasıyla (turist onun için gelmez. Kimliğini, kültürünü bilen haysiyetli insanların ülkelerine gitmeyi tercih eder) atalarının Türkçe yer isimlerini Yunanca’ya çevirip memleketini uzun vadede satsın, olur mu?
“Siz bizden makine alın, kumaş dokuyun (başka işlere bulaşmayın)” ile bir ülke olur mu? Ne olacağı belliydi: Adam ertesi gün diyor ki, üç ülke beyanat veriyor halkına; “Türkiye’ye gitmeyin orası tehlikelidir” diyor. Ertesi gün gezim (turizm) şak diye kesiliyor, Bir günde bitti. İstanbul’da görürsünüz, bir sürü turist vapuru gelirken bakıyorsun ertesi günden sonra hiç yok; bir tane bile yok.
Ben senden kumaş almayacağım diyor. Ertesi gün o da bitti. Çin’den, Bangladeş’ten, Hindistan’dan, hattâ bu Birleşik Arap Emirliklerinden bile Amerika’ya giyim eşyası gidiyor. Bir tek Türk malı yok. Şimdi sen istikbalini nasıl böyle bir şeye dayayabilirsin, istediği anda senden almaz, daha ucuzunu 50 tane ülkeden alır. Böyle devlet siyaseti mi olur?
Dünyada nerelerde ne eksiklikler var, ne boşluklar var; bakıp oma göre ihracat üretimi planlamalıyız. Polonyalılar böyle düşünmüşle, ona göre tercihlerini yapmışlar, ve oralarda son sürat gidiyorlar; çok daha fakir başladıkları hâlde. Her ülke böyle.
Kendine güvenen, bir şeyler yapabileceğini bilen insanlar yetiştirilmelidir. Bugün iktisattaki en önemli büyümeyi sağlayan unsurlar arasında, kendine güvenen, iş bilen, yaratıcı ruhta yetişmiş insan gücü yüzde 60 pay tutuyor.. Bu eğitim de tabii yabancı dille eğitimle, yabancı misyoner kafalı eğitimle olmaz. Böyle saçmalık, böyle bir ihanet düzeni, insanları sadece sömürge ruhlu yapar. Hiçbir şey de öğrenemezler, hiçbir şey de düşünemezler, (Bu konuda epey yazdık çizdik. Meraklısı o yayınlarımıza baksın). Bu oyundan da kurtulmalıyız ki gerçekte herkes kendinin ne olduğunu bilsin, kim olduğunu bilsin, öğreneceğini ezberlemesin, gerçekten öğrensin.
Ulaştırmada, artık sırf yabancıların taşyağı (petrol) siyasetine hizmet etmekten vazgeçip kitle taşımım ile dengeli ulusal bir siyaset geliştirmeli, demiryolları, deniz taşımacılığı, kentlerde raylı sistemlere ağırlık vermeliyiz (Bkz. EK3).
Bunların hiçbirisi yapılmayacak şeyler değil; rahatlıkla yapabiliriz. Yeter ki o ruh değişsin; ordan burdan emir, en azından “nasihat” alan yöneticiler yerine, milletini herşeyin üstünde tutanlar gelsin. İşin temelleri buralarda. Bunları hâlledersek Türkiye dünyanın sayılı, en saygın, en başta gelen ülkelerinden birisi olur. Çok değil, 5 sene içinde olur. Ama dediğim işlerin temeliyle uğraşmak o kadar kolay değil. Derindeki ana sorunu anlayanların, ve de vatanını, milletini seven herkesin çok azimli olması lâzım.
Bilim + Gönül
Evet çok vaktinizi aldık. Diyebilirsiniz ki “Biz sadece teknik konular bekliyorduk, konuşmacı daha daha neler anlattı.” Efendim, gönlü sağlam olmayan adamdan bilim adamı da çıkmaz, onun yaptığı yaratıcı bilim de olmaz; Ayrıca o bilimciden çoğu kez fayda değil, zarar gelir. Onun için bu temel meselelerde toparlanalım, bilim zaten o zaman keriîdiliğinden rahat rahat gelir. (Alkışlar)
Oturum Başkanı: Çok değerli hocamız Sayın Profesör Doktor Oktay Sinanoğlu; “21 ‘inci yüzyılda bilim, teknik, yükseköğretim, araştırma ve iktisadi gelişmede hedefler” konulu konuşmasını, tesbitlerini yüksek heyetinize sundular ve çok değişik, çarpıcı bir üslup sahibidir hocam.
Şimdi sualler kısmına geçeceğiz, sualler kısmına geçmeden önce bir 15 dakika çay molası vereceğiz. Yalnız bu sualleri bu arada yazılı olarak kürsüye Sayın Karaman’a teslim edebilirseniz, ancak yazılı suallere cevap verilebilecek; çünkü hocamızın vakti bir hayli sınırlı, tekrar dönecekler. Şimdi gösterdiğiniz ilgi için hepinize tek tek teşekkür ederim; değerli hocama çok farklı bir üslupta dile getirdikleri tesbitleri ve farklı görüşleri için yüksek huzurunuzda teşekkürlerimi arz ediyorum. 15 dakika aradan sonra sizlerin de görüşlerini, düşüncelerini almaya vaktimiz olacaktır.
Teşekkür ediyorum. (15 dakika ara verildi)
***
Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu: (Bir katılımcının sorusu üzerine)
Nerede Türk Varsa…
Bakın şimdi bizim birinci ilkemiz ne olmalı: Dünyanın neresinde olursa olsun herhangi bir Türkün, (buralı, Türkiyeli, veya başka bir ülkeden Türk, yâni kültür ve dil olarak Türk), kılına dokunulsa, haksızlığa uğrasa bütün dünya Türklüğü ayağa kalkmalı. (Bakın komşumuz İsrail’e; onlar öyle yapmıyor mu? İbret alalım.) Türk’e yapılan haksızlıklar, zulümler, soykırımlar, her ortamda, her uluslararası kuruluşta gündeme getirilmeli…
Herkesin “insan hakları” var da Kuzey İrak’taki Türkmenlerin insan hakkı yok mu? Onları insandan saymıyor musunuz? Onların haklarına sahip çıkacak olan kimdir? Türkiye’dir. Hani nerede?, Var mı böyle bir şey? Yıllardır kimden duyuyoruz Türkmen lâfını? Az satılan bir iki gazetede bazen yazıyor, o kadar.
“Türkiyeli” Lâfı
“Türkiyeli” lafını Türk dememek için kullanıyordu içerde birileri biliyorsunuz; efendim, bir türlü “Türk” diyemiyor; kendisi basbayağı Türk; başka dil de bilmiyor;, her şeyiyle Türk;, bırak soyunu sopunu, kültürüyle Türk. Adam tutmuş yazıyor “Türkiyeli”; “Türk demek olmaz; ırkçılık”, ondan sonra kalkıyor orada başkaları için bir sürü edebiyat yapıyor; Türk’ten gayrı kimden bahsetse ırkçılık olmuyor.
Bizim bir hademe vardı Yıldız’da; ben hademelerle çok iyi anlaşırım; çünkü bu eğitimden geçmedikleri için kafa çalışır. Gelirler odama; çay da yapıp getirirler; otururuz sohbet ederiz. Bizim millet bu yabancı, bu sahte eğitimden geçmeyince kafası çalışıyor.Adamcağız gelmiş bana dert yanıyor: “Bizim mahalle kahvesinde senin televizyon programını konuşuyoruz; bizimkiler, biz de gidip ziyaret edelim diyorlar” Ondan sonra diyor ki: “Oturuyorduk, bir tanesi dedi ki ben Kürdüm, öbürü Çerkezim falan dedi, ben de şaşırdım dayanamadım; “afedersiniz, kusura bakmayın ama ben de Türküm” dedim, diyor. “Beni az daha döveceklerdi” diyor; “vay ırkçı, alçak, faşist”..Şu acıklı duruma bakın; milleti bu hâle getirdiler.Böyle miydi bu? Ben size söyleyeyim, 1970’lere kadar, 1960’lara kadar bu böyle değildi. Bu nasıl oldu? Bunu işte “kültür mühendisleri” yaptılar, bilhassa Amerika’nın, İngiltere’nin kültür mühendisleri yaptılar bu işi. Zaten bir ülke, bir millet içinden dağıtılırsa, topa, tüfeğe ihtiyacı kalmaz artık.. Onun için biz o “Türkiyeli” lâfının anlamını değiştirdik;:
Sayın Namık Kemal Zeybek Bey’leYesevi Mütevelli heyeti olarak Kazakistan’a gitmiştik; orada ikimiz Kazak ve Türkiye Türkçelerini karıştırarak Kazak öğrencilere konuşma yapıyorduk; herkes de anlıyordu.. Orada o lâfı çıkardık: “Biz Türkiyeli Türk’üz, siz “Kazakistanlı Türk” dedik. İşte bu suretle “Türkiyeli” lâfının mânâsı düzelmiş oldu.
Araştırmalar yapılmalı ve iç ve dış düşmanların böyle içinden yıkma oyunlarına karşı tedbirler geliştirilmelidir. Şimdi savaşlar bu tür cephelerde oluyor. Evet, top, tüfek, lazerli silâhlar, füzeler, vb. vb. de olmalı. Çünkü: Örneğin “Theodor Rozvelf’in çok güzel bir lâfı var: Yüzyıl kadar önce Amerikan emperyalizmini şahlandırıp Küba’yı, Portoriko’yu, Filipinleri gasp eden canavar bir cumhurbaşkanı, ama adam çok akıllı. Adamın dinlenmek için merakı dağlarda, ormanlarda ayı vurmak. Hep resimleri vardır; dört köşe bir adam, elinde bir çifte, ölmüş bir ayının üstüne basmış poz veriyor. Bu adam ne diyor bakın; bu lafı çok beğendim ve hep kullanırım, keşke de uygulayabilsem. Diyor ki, “yumuşak konuş, ama bir sopa taşı”
Bu toplumun, bu milletin yeniden toparlanması gerekecek… Allah’tan Türkiye’nin her tarafında görüyoruz, binlerce insan tanıdım, hâlâ millî hassasiyeti, millî duygulan olan temiz insanlar var.
Bir katılımcı: İsraillilerden örnek alalım dediniz.
Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu: Evet almalıyız.. Sonra dedik ya, oradan “Türkiyeli” konusuna geçtim; çünkü senelerdir bazen açıkça “Türk” demek adetâ suçtu. Çoğu zaman da resmen suç değildir ama başına gelmedik belâ kalmaz. “Türk” deyince de; ırkî, hamasî öyle şeylerden bahsetmiyorum.
“Kültür Mühendislerinin Marifetleri
Meselâ, “Türk Tarihi” deyiveriyorsun veya “Türk Dili” diyorsun, kimisi vay ırkçı diye kızıyor, kimisi de “Hocam ağzına sağlık, çok iyi söyledin Allah razı olsun; ama niye “Türk” dedin? Ümmet deseydin ya.”. “Türk” lâfı bir de, sessiz, kibar duran birilerinin gizli “yeni dünya düzenciliği dini”ne dokunuyor.
Atatürk Ruhu yerine “Sahte Sağ / Sahte Sol”
Ne diyecektik? Evet: Önce, 19601970’lerde Amerika’nın yarattığı sahte sağ ve sahte solla bölündük ve millî değerlerden uzaklaştırıldık. Sonra filim değişti; kaynak aynı Batı, hikâye aynı; kıyafetler farklı: :Bu sefer de sahte “Atatürkçü”, sahte “çağdaş” ve sahte “dinci”. (“Dindar”la “dinci” kavramlarını ayırmalıyız. “Dindar'”a büyük saygımız var.)
Yetkili bir Amerikalı vaktiyle birgün dedi ki: “Destekleriz, ne olacak? Onlar (yâni 196070’lerde saf ahalinin “komünist” zannettiği sahte “sol”) “liberal” (Yâni millî değil). Onları kullanarak Türk lâfını edilemez kıldılar. 1960’lara kadar Atatürk ruhu hâkimdi: Herkes “Türk”tü, herkes “Atatürk milliyetçisi” idi. Sonra hava değişti. Kimi zannetti ki “milliyetsizlik fikri” Rusya’dan geldi. Hayır efendim, sahtelerin ikisi de Amerika’dan geldi. Rusya’dan gelmez mi? Gelirdi elbet, ama Rusya’nın imkânı yoktu. Aynı oyunları Amerika kaç yerde yapmıştır, Güney Amerika’da vb… Her yerde bir sahte sağ, bir de sahte sol kurar. Tabii bilmeyen taban saf, bunların peşinden gider; istenilen anda bunlar birbirleriyle kapıştırılırlar ve o ara sessiz sedasız sömürgeci ülkeyi alttan götürür. Bu gayet standart bir şey., Meksika’da demiştim de, ’70’lerin başlarında, Meksikalı vatanseverler bana güllmüşlerdi: “Sen yeni mi anlıyorsun? Burda herkes bilir; bütün Güney Amerikalı’lara hep böyle yapmışlardır.”dediler.
1990’larda filmi, (kaseti, sahneyi; ne derseniz deyin.) değiştirdiler; “komünist”, “faşist” lâfları kalktı, birçok ortaoyuncusunun da hakikî rengi ortaya çıktı. Bâzı sâfiyân diyor ki: “Efendim, bu adam vaktiyle komünist hücreler kurmuş, ordudan atılmış, şimdi Amerikancı kapitalist oldu. Be kardeşim, o zaman da Amerika’ya hizmet ediyordu, şimdi de. Farkı: Eskiden “komünist rolü yap” denmişti, şimdi de “yeni dünya düzenci” kapitalist Adam aynı adam, değişmedi; rol değişti.. Bu durumlara iyi dikkat etmeliyiz.Bunlar hep”kültür mühendisliği” teknikleri.. Aslında Batı birçok ince taktikleri de Selçuk ve Osmanlı Türkleri’nden öğrendi. Biliyorsunuz Makyavelli kitabının dipnotunda der ki: “Bu numaraları Osmanlıların Bizans Tekfurları arasında düzenledikleri dolaplardan öğrendim.” (Meğer aslında Nizamülmülk’ün kitabını da okumuşmuş.)
İlâhi, biz Batı’ya neler öğretmişiz de, öğrete öğrete bizde kalmamış, unutmuşuz. Yoksa bizden öğrenmişler hepsi, biz daha insaflı gayeler için yapmışız, böyle milletleri yok etmek için falan değil. Öyle olsaydı şimdi oraların hepsi Türktü; çekildik pek kimse kalmadı. (Kalanları da hâlen “uygar batı” soykırımdan geçiriyor. Türkiye, “insan hakları” deyip duran Avrupa’dan özür dileyedursun.)
Türkiye’nin Savunması
Dolayısıyla birinci ilkemiz: Dünyanın neresinde olursa olsun, oralı Türk, buralı Türk, nerede bir Türk’ün kılına dokunulursa bütün Türkler, bütün milletleriyle ve devletleriyle hemen seslerini duyurmalı, bütün uluslararası ortamlarda protestolar, bir sürü basınyayın faaliyeti.. Türkiye’nin savunması burada başlar: Balkanlarda binlerce Türk’ü kessinler, İrak’ın Kuzeyinde Türkmenlerin başlarını daha yeni hapse atsınlar (Kim atıyor? Barzani; Türkiye’nin desteklediği adam) orda Türkmenleri kessinler, surda Çeçenleri kessinler, şu olsun, bu olsun, Türkiye’den gık yok. Hâlâ Batıdan gelip, “İnsan Hakları” diyenlerden özür dilemek. Olur mu öyle şey? Nerede Türk varsa onun hakkını hepimiz savunacağız. Uluslararası ortamlara gideceğiz, dâvalar açacağız, protesto edeceğiz, nota vereceğiz, ses çıkartacağız… Bir kere bu var; bunlar o kadar zor işler değil. Sadece çıkıp söyleyeceksin, bu kadar basit.
Bütün mesele; şahsiyete, haysiyete ve aşağılık duygusu yerine kendine güvenmeye dayanır. Psikolojik bir şey, gayet te basit.
Eğitimin Hâli
Bir katılımcı: “Büyük hedeflerin gerçekleşmesi içın en örhusus; eğitim siyaseti ve uygulamalarıdır. Mevcut ftğitim sistemiyle bu hedeflere ulaşmamız mümkün mü? Çözüm nedir?..”
Dr. Oktay Sinanoğlu: Dedim ya, mantıksızlığın büe matematiği vardır. Şimdi eğitimden Türkiye’ de herkes şikayetçidir; velisi de, öğrencisi de, üniversitelisi d^ Eğitimden şikayetçi olmayan kimse yoktur. (Aslında funyanın birçok ülkesinde de şimdi öyle; bakma Amerika ‘daki orta öğretimden de orda herkes şikayetçi, ama Türkiye’de oradakini bir şey zannediyorlar.)
Şimdi herkes şikayetçi, herkes, “Böyle mantıksız şey olur mu? Kredi sistemi koydular, kaldırdılar, tekrar koydular ve “eğitim sıfıra doğru gidiyor,” diyor. Bizim zamanımı2da (1953’e dek) ortaöğretim hârikayd’ı. Nerden biliyorum,? O eğitimle gidip Amerika’nın en iyi üniversitesinde, ve Ankara’da tüm dersleri Türkçe olarak okuduktan sonra gider gitmez üç sene atladım, “imtihanları veririm; ben biliyorum bu konuları” dedim. Bizim sınıftan yarısı yapabilirdi aynı şeyi; şimdi kimse yapamaz, İngilizce eğitim gördüğü için. Anlamaz ki! Ezberliyor gidiyor. Bizde çok iyi bir eğitim sistemi vardı, bunu kasıtlı olarak bozdular. Yabancı danışmanlar, yabancı ülkülerle donatılmış yerli yöneticiler… Bizim eğitim sistemi kendiliğinden bu hale gelmedi. Milleti suçlayamayız; cahillikten oluyor diyemeyiz Hayır efendim, bunu bize yaptılar ve binleri de bunlarla hep işbirliği yapıyor. Eğitim şimdi o hâle
getirildi ki: Ne “Milli”dir, ne de “Eğitim”dir.
Daha iş bitmedi, ben size söyleyeyim; Türkiye’nin eğitim siyaseti nedir? Evet, plancılık için çok önemli bir mesele: Türkiye’nin eğitim siyaseti nedir? Bunu şimdi uzmanlara soruyorum, bakıyorum ki, böyle bir siyaset yokmuş gibi görünüyor. Aslında var; buldum:
Türkiye’nin asıl söylenmeyen, (genelde söylenmeyen siyasetler önemli; değil mi? Kızılderililerin “Amerikalı”ya dediğini hatırlayın: “Beyaz adam çatal dille konuşur”. Sen söylediğine bakma, yaptığına bak, söylenmeyen siyasettir hiç değişmeyen, hangi parti gelirse gelsin). Türkiye’nin eğitim siyaseti, ilkokulundan, üniversitenin yüksek kısmına kadar aynı basit, temel ilkedir: Herkes 250 kelime Tarzan İngilizcesi öğrensin, başka hiçbir şey öğrenmesin.. Niye? İngiliz, Amerikan danışmanlarıyla bu iş biraz yönlendiriliyor, ne var işte, adamlar hayırsever ya bu Anglosaksonlar, diyorlar ki: Şu gariban Türkler biraz adam olsun. Nasıl olacak? Bunlar da İngilizce öğrensin, öylelikle gelişsin, ilerlesin. Bizim millet de bunu yutuyor.
İngiliz Milliyetçiliği ve Yabancı Dille Eğitim
Tilki, tavuk hikâyesi. İngilizlerin 250 yıldır yaptıklarına, yazdıklarına bakın.: Tarihte ve şimdi de Türk’ün en büyük düşmanı, adını silinceye kadar adam durmayacak, bunun için ant içmiş. Bu İngiliz senin İngilizce öğrenip de adam olmanı ister mi? Kafayı bir çalıştıralım. Tilki, tavuğun kendisi kadar güçlenip de tilkiyi yemesini ister mi? Olacak iş mi? Düşünelim, neden istesin? Düşmanın, düşmanın bile olmasa, neden istesin, senin rakip olup karşısına çıkmanı, tıkır tıkır işleyen oyunlarını bozmanı? İstemez elbet.. Peki neden yapıyor? Hindistan’da yapmış,işleyen oyunlarını bozmanı? İstemez elbet.. Peki neden yapıyor? Hindistan’da yapmış, İrlanda’da yapmış ve canlarını okumuş.. İşin tekniğini iyice geliştirmişler..
Derler ki: “İngilizce öğrenin ve ondan sonra İngiliz Muhipleri Cemiyeti gibi dernekler vasıtasıyla bu işleri yayın”. 1953’te Ankara’ da tek bir Türk okuluna çengel atmakla başladılar, sonra çayır yangını gibi yaydılar. Millet sonunda yuttu., “Eğitimi Türkçe dilli yapalım” desen veliler sokağa dökülür, “İngilizce isterük.” diye. Allah, Allah! Sanki ahali dedesini İngiliz zannetmeye başlamış. Tabii 50 sene her gün ayarlı basınyayın, ayarlı kodamanlar bastırırsa millet te yutar. Aydın sınıfı gitmiş millet ne yapsın?
Hindistan’da ahaliyi kesmişler etmişler, yapmadıkları zulüm yok, açın okuyun İngilizler Hindistan’a gidince ne yaptı diye, tek kelimeyle korkunçtur.. Sonra onlara diyor ki: Siz İngilizce öğrenin ki adam olun., Kendine hizmet edecek bürokratlar yetiştiriyor orada. Mezun olmak için İngiliz imtihanından geçiyorsun, bizde de aşağı yukarı böyle olmaya başladı. Her kaymakam gitsin bir sene İngiltere’de kalsın devlet parasıyla, hepsi İngilizce öğrensin. Yahu kaymakam niye İngilizce öğrensin ki? Meraklıysa öğrensin, devlete ne? Yoksa Şımak’ı, kaymakamın İngilizce konuşmak zorunda olacağı bir yer olarak mı hazırlıyorlar?
Avrupa diretmiş, çok dilli, çok dinli, çok kültürlü ülke olun, diye. Yâni bölünün.
57
Pek yakında, “Ben çocuğumu Türkçe eğitim yapan bir okula göndermek istiyorum; çünkü ancak böylece bir şeyler öğrenebilir; ayrıca kimliğini de sapıtmaz”, diyen birisi çıkarsa, böyle bir okul bulamayacak;, çünkü bitiriyorlar. Durum bu iken, “Doğu’da bilmem ne dilinden eğitim olsun” diyenler! Yahu Türkçe’ile eğitim kalmıyor ki başka dilden de olsun. İngiliz, Hindistan’da bunu da yaptı. Sonra diyecek ki birileri; bunlar Türkçe olsun diyor, öbürleri bilmem nece olsun diyor, iyisi mi hepsi İngilizce olsun; tabii oyunun arkasında bu yatıyor. Türkiye’nin bütünlüğü, bölünmezliği tehlikede.. Bunlar topla, tüfekle savunulacak şeyler değil. Türkçe gitti mi Türkiye bölünür.. Bunlarla uğraşmak lâzım.
İngiliz milliyetçiliğinin temel unsuru İngilizce’yi dünyaya yaymaktır. Her İngiliz bu ülküyle yanar, tutuşur. Onlar açısından normal. Peki bizdekilere ne oluyor?
Milliyetçilik belli bir zümrenin, belli bir fırkanın vasfı olamaz. Diline, tarihine, kültürüne, haysiyetine, şerefine düşkün her Türk, Türk milliyetçisidir. İngiliz, veya Yunan milliyetçisi olacak değil ya? Her Türk’ün temel ülküsü de Türk^ Dilini yaşatmak, hattâ bütün dünyaya yaymak olmalıdır. Üstelik öyle köklü, öyle yaygın, öyle türetken, öyle yetenekli bir dil ki.
Türkçe Düşmanı “Milliyetçi”ler, “Sağcı”lar, “Solcu”lar, “Atatürkçüler
Türkçe’ye kızan, Türkçe bilim dergilerini yok eden, Türkçe ile bilim yapmayı âdeta yasaklayan, Türkçe yayın yapanları terfi ettirmeyen bir insan nasıl Türk milliyetçisi olabilir? Biri: “Canım işte antikomünisttir.” deyince uyandık. “Milliyetçi eşittir antikomünist”, ona indirgemişler milliyetçiliği bu kültür mühendisleri; 1970’lerden sonra milliyetçiliğin de içini boşaltmışlar.
Yunan milliyetçisi de antikomünist olabilir, değil mi ya? Hangi milliyetçilik olduğu nerden belli olacak?
Araştırmasız Üniversite Olur mu?
Türkiye’deki üniversitelerde biraz araştırma, biraz Türkçe ile eğitim kalmıştır diye, yok etmek için şimdi son sürat tedbirler alınıyor biliyorsunuz. Birçok üniversitede araştırma olmayacak; zaten başladı: A sınıfı, B sınıfı üniversite lâfları. Olur mu öyle şey? Araştırma olmayan yere üniversite denilemez.
Muz İktisadiyâtı
Türkiye’nin iktisadi sorunları da var; büyük bütçe açığı, dış borçlar almış gitmiş, dış ticaret açığı. Ama biz muz ithal ediyoruz, hamburger ithal ediyoruz, pizza ithal ediyoruz; yabancı yatırım olarak bunlar geldi. Yabancı sermaye gelince Türkiye kalkınacaktı, kalkındık, Amerikan hamburgercileri çoğaldı. Amerika’nın işe yaramaz moloz mallarını doldur, hem kültürün, sıhhatin bozulsun millet olarak, hem de Amerikan şirketleri bu işten para kazansın. Gele gele böyle bir yabancı yatırım geliyor; üstelik bir getirirse, bin götürüyor.
Dolayısıyla iktisat her gün biraz daha batıyor, batmaması mümkün değil. Çünkü fizikte biliyorsunuz, Türkçesi ısıldevinge, termodinamik diye kanunlar var. Hiçbir şeyi yoktan var edemezsin; enerjinin sakinimi ilkesi vardır, erke (enerji) şekil değiştirir ama yok edilemez, yoktan da var edilemez Yani siz şimdi hiçbir şey üretmiyorsanız, gitgide sadece dışandakilerin malını pazarlıyorsanız, reklamını yapıyorsanız, gençler de bu işler için yetiştiriliyorsa (boyuna alıyorsun, hem de borçla; satacak bir şey yok, tesadüfen arada bir olsa bile almıyorlar ve bitiyor işin), bu durumda batmaman mümkün değildir; çünkü termodinamiğin birinci kanunu işliyor. Çatlasan mümkün değil; tabiat kanunu söylüyor bunu. Ben olsam, devletin başına gelecek, hükümetlerin başına gelecek insanların fizik ve matematikten de anlamalarını şart koşarım, o zaman kafa çalışır; tabiat kanunlarına ters lâflar söylenmez. (Ama, “bilim+gönül” formülümüzü unutmayalım; Kafa / akıl yetmez, gönül de lâzım. Yoksa….)
Elli yıllık, özellikle son yirmi yıllık iktisâdi siyasetimizi ve gidişatımızı iyice bir masaya yatırmalıyız. “Asya Kaplanları”ndan örnek alalım, başka ülkelerin başlarına gelenlerden ibret alalım.
“Hazırlık Sınıfı” ya da Kendi yurdunda Yabancı olmak
Mersin’den Adana’ya gidiyoruz, acayip bir yol; felâket kaza yuvası. Bakıyoruz, tek tuk birkaç ağacı kalmış ufak bir arsa önünde bir tabelâ; bilmem ne üniversitesi, vay canına, bir üniversite daha kurulmuş. Ne güzel.
İstanbul’da bir üniversite kurulmuş; bir apartman binasının iki dairesini tutmuşlar, bir rektör, bir araba, bir şoför, bir tane sekreter, bir de İngilizce hazırlık sınıfı. Neye hazırlanıyoruz diyorum, hazırlık sınıfı, kaçıncı sınıfındasın evlat, hazırlık sınıfı, neye hazırlanıyorsun?..
Hazırlık sınıfı diye bir olay dünyada yok biliyor musunuz? Bunu benden başka söyleyen, yazan da nedense olmuyor. Dünyada hazırlık sınıfı diye bir olay yok.; hazırlık sınıfı kim için var biliyor musunuz? Meselâ bir yabancı öğrenci ahmak bir ülkeden geliyordur, yabancı ülkede o öğrenci için hazırlık sınıfı vardır. Her ülkenin eğitim dili kendi dilinden olduğu için, İngilizce de bilse işe yaramaz o ülkede; dolayısıyla o ülkenin dilini öğrenip derslerine girebilmek için önce altı ay, bir sene”hazırlik sınıfı”. Şimdi Türkiye’de nerdeyse her düzeyde, her okulda hazırlık sınıfı var.’.Dünya garabeti bir durum. Ama bundan ne sonuç çıkar biliyor musunuz? Demek ki Türk öğrenci kendi yurdunda yabancı öğrenci durumuna düşürülmüştür
Yerli Basında, Türk olan Herşeye Saldırı
Basında her gün Türk tarihine, diline, kültürüne, her şeyine küfreden büyük adam oluyor, bir de zengin oluyor. Milletten ses yok; kızanlar da, “kartel basın” diyenler de gidiyor o gazeteyi alıyor. Kardeşim, önce o gazeteyi almayın, batsınlar. Bari bu.kadarını yapsın ahali.
Türkçe Öyle Bir Dildir ki…
Türkçe 2 bin kelimeymiş de, İngilizce 40 bin kelimeymiş. Sadece Kazak lehçesinde, yaşlı Kazak istatistikçi oturmuş, Kazak Türkçe sözlüğü hazırlamış, daha ilk çırpıda 80 bin kelime koymuş bilgisayara.. Yüzbinlerce kelime var Türkçe’de, dünyanın en büyük dili ve en üretken dili ve bilimin her dalına yetecek, bütün terimleri türetme kabiliyeti olan başlıca dil, matematik gibi dil. Dilimiz böyle bir dil iken, aydın falan geçinen sahtekâr, şeref fıkarası adamlar gazetede her gün senin diline küfretsin ve kimseden de gık çıkmasın. Olamaz böyle bir şey, neredeyiz yahu?
Durum vahimdir, bunu bilmek lâzım. Kırk kere anlatıyoruz, dünyanın her yerinden misâl veriyoruz; gene de biri kalkıp “ben size katılıyorum ama,…” diyor. Bakıyorum, bir çeşit İngiliz Muhipleri Cemiyeti üyesi olduğu suratından belli. “Ama” dedi mi tamam; İngiliz papağanı standart lâfına başlayacak demektir. “Efendim, çocuklarımız İngilizce öğrenmesin mi?” Bre insafsız, bunu, bu akşam kırk türlü anlatmadık mı? İspat etmedik mi ki, İngilizce öğrenmek başka, yabancı dille eğitim bambaşka. İngilizce öyle. öğrenilmez, ayrıca, yabancı dil dersinde, kursunda, laboratuvarında öğrenilir. Adam aslında biliyor, ama mahsus ortalığı bulandırmak için böyle konuşuyor.
Herkesin Sahip Çıkması Lâzım
Bu işlere herkesin sahip çıkması lâzım. Bu işlerin düzeltilmesini, bu hâle gelmiş ülkelerde hükümetlerden bekleyemezsin, devletten bekleyemezsin, ondan, bundan bekleyemezsin. Durumu bilerek herkesin bir kere kendisi örnek olacak bir şekilde kendisinden başlaması lâzım. Türkçe konuşurken yarı İngilizce lâflar sokuşturmak marifet değil, kimliksizlik, haysiyetsizlik alâmetidir. Türkçe’ye kakışlanan her İngilizce bozuntusu sözcük, benim böğrüme batırılmış bir dikendir. Her türlü Türkçe söz ise (eskisi, yenisi) ağzında bir bal damlasıdır. Bunu böyle bilelim. Zaten dosdoğru Türkçe konuşuyorsan, “Anglomanlıca” lâfların arkasına saklanmıyorsan, kendine güvenin var demektir. Esnaf arkadaş, sen önce dükkânının adını düzelt.
Yalnız İngilizce Bilmekle Adam mı Olunur?
Halk tepesindekine saygı duyuyor..Ama tepedekilerin çoğu milletine, Türk kültürüne yabancılaşmış. Oralardan hep bir yabancı hava esiyor: “İngilizce bilmeyen adam değildir” diye. Halk ne yapsın? Kendisiinin de adam olduğunu göstermek için asıyor dükkânına bir İngilizce bozuntusu isim. “İtibârım artar” zannediyor; Ama artık öğrenmelidir ki: “Yalnız İngilizce bilmekle öğünmek, diline “Anglomanlıca” özenti lâflar sokuşturmak, işyerine İngilizce ad takmak, ve de bütün bulara temelden yol açan yabancı dille eğitime rağbet etmek, onu desteklemek” haysiyetini kaybetmişliğin, sömürge kafalı olmuşluğun baş göstergeleridir.
Biliyorsunuz Türkiye’de Bakanlar Kurulu sık sık değiştiği için, yeni bakanların resimleri çıkardı 20 sene evvel Milliyet Gazetesinde; Türkiye’ye geldiğimizde bakardık resimlere Vesikalıkların altında yazardı: “Evlidir, iki çocuk babasıdır, İngilizce bilir” diye. Biz de diyoruz ki, “Allah, Allah! Başka ne bilir acaba? Mühendislik bilir mi? İktisat bilir mi? Devlet idaresi bilir mi? Hukuk bilir mi? Bunlardan bahis yok. Demek ki İngilizce bilmek Bakan olmak için baş marifet sayılıyor! [Nev York’un Harlem mahallesinde bir sürü gariban zenci var, onlar da İngilizce biliyor… ] Bir adam İngilizce biliyor diye methedilir mi? Biliyorsa bilsin bana ne? Meraklıysa bilsin; bilmesin demiyoruz. İşine yarıyorsa kolayca öğrenirsin gerektiği kadar. Ama, bana önce, “senin bilimden, matematikten, bilgisayardan haberin var mı? Türk tarihini ne kadar biliyorsun? Türk dilini iyi kullanıyor musun?” onlardan haber ver.
Adam Türk üniversitesine öğretim üyesi olacak, İngilizce’den imtihana giriyor. [Mesleğine İngilizce gerekseydi ve İngilizce bilmiyor idiyse, zaten araştırmalarından, meslekî başarı düzeyinden belli olurdu. İngilizce sınava, şu meş’um KPDS falan, herkesin işi gücü, mesleği bırakıp bir iki sene kurslarda sürünmesine ne gerek var?] Bakalım bir Türkçe’den imtihan et, aday Türkçe biliyor mu? Sözüm ona “Türk”” üniversitesi olan yerde Türkçe bilmeyen
Hoca’nın işi ne?
Sadece Tarzan İngilizcesi bilmekle adam olunmaz, ancak bir AngloSakson sömürgesinde sömürgecinin hizmetkârı olunur.
Osmanlıca, Öztürkçe Derken …. Türkçe konusunda da milleti böldüler. Türkçe’ye meraklı olanların bile kafasını karıştırdılar:
Biri “Öz Türkçe” tutturmuş, öbürü “Osmanlıca”. Bu kargaşada sonra birileri (“Cemiyet” üyesi) çıkar: “Canım işte, resmî dilimizi İngilizce yapalım da herkes rahat etsin” deyiverir. Behey gâfılân! Türkçe ile ilgileniyorum zannederken, bu millete, hem de Dünya Türklüğü’nün istikbâline ne büyük kötülük ettiğinizin farkında mısınız?”Osmanlıca” sözünü geçen asır İngilizler icâd etti. Her dilde devletin idare dili, hukuk dili, ayrıca tıp dili, bilim dili ile halkın köydeki, kentteki gündelik dili arasında büyük mesafe vardır. Bu eğitimle kapatılmaz mı?
Ey Türkçe sevenler (yâni vatanseverler, Türk kimliğini sevenler)!
Şu ilkelerde kesinkes birleşmeliyiz:
o Birinci İlke: Osmanlıca, ÖzTürkçe diye bir aynm kabul edilemez. İkisi de Türkçedir. Türkçenin her lehçesine, her düzeydekine, eskisine, yenisine sıkı sarılalım
o İkinci İlke: Tasfiyeciliğe “Hayır”, zenginleştirmeye “Evet”.
o Üçüncü İlke: Her yeni kavrama, her bilim / teknik dalına Türkçe terimler , Türkçe’nin matematik gibi keskin ve kudretli olan kurallarına göre türetilecek, türetilmiş olanlar kullanılacaktır. [Bu, aynı zamanda Atatürk Milliyetçiliğinin de temel ilkesidir.]
Türk vatanseverleri / yurtseverleri, Türk ve Atatürk milliyetçileri / ulusçuları:
Türkçe’ye sahip çıkmak, Türkiye’ye, Türk Kimliğine, Kültürüne, Türklüğe sahip çıkmak demektir.
Birbirimize düşmekten vazgeçeceğiz ve birilerinin İngiliz atıyla Üsküdar’a geçmesine izin vermeyeceğiz.
Türk Milleti Olarak Küreselleşme
Türk Milleti’nin yeniden toparlanması gerekiyor. Milletin üstüne kül serpilmiş. Küller silkelenecek .Küresel mi olmalı? Yeniden cihanşümul, ve Türk Milleti olarak, Türk mührüyle küresel olacağız.
Almanı, Fransızı, İngilizi yanımızda en az eşit olacak, şimdilik en az eşit. O zaman Avrupa’yla da iş yaparız. Türk Dünyası’yla da “küreselleşeceğiz”. Rusya’yla, Çin’le, Hint’le de iş yaparız. Etrafımız hâlâ büyük fırsatlarla dolu; Afrika’ya bakın; koskoca Afrika, koskoca Ortadoğu, parası olan olmayan bir sürü ülke, ondan sonra doğumuzda Asya’ya doğru bir sürü ülke.. Niye illâ ve yalnızca Avrupa olacakmış? İçimizdeki “mangurt” “Cemiyet” üyeleri istiyor diye mi? Yoksa dışardan birileri dayatıyor diye mi?
Bir ara komşularımız ile, müslüman ülkelerle gelişen ticaretimiz vardı; iyi gidiyordu. Sonra ne oldu? Dışardan birileri hemen huylandı; “vay bizim pazarları bunlar ele geçirecek, üstüne üstlük oralardaki eski nüfuzlarını tekrar kazanacaklar” diye. Ve makası attılar.
Oturum Başkanı: Değerli hocam, çok teşekkür ederiz. Son derece faydalı ve yararlandığımız, aydınladığımız yorumlarınızı zevkle dinledik. Elbette ki Cumhuriyetin temelinde ve bu ülkenin müesseselerinde son derece hassasiyetle takip edildiği ve edileceği gibi tek vatan, tek bayrak ve tek dil ilkesi yatmaktadır.
Dil konusunda gösterdiğiniz hassasiyet Cumhuriyet kurulurken de çok değerli düşünürümüz Ziya Gökalp tarafından da gösterilmişti. Atatürk dil konusunun üstünde ısrarla durdu.
Dil gerçekten toplumların hayatında en önemli, en hassas unsurdur. Elbette ki bu konuda uyanık ve dikkatli olmak gerekecektir. Tabii dil insan vücudunda dolaşan kan gibi toplumun her şeyiyle ilgilidir, hem teknolojisiyle, hem bilimiyle; bir temel alt yapıdır. Bu zedelendiği takdirde hiçbir şeyi bina etmek, birbiriyle bir araya getirmek te mümkün değildir. Onun için gerekli hassasiyet, sizin de uyanlarınızla herhalde gösterilecektir.
Herhangi bir sorusu olan bir arkadaşımız var mı?..
Turhan Günay’m sorusu: (Sosyal Sektörler ve Koordinasyon Genel Müdürlüğü.): Yurtdışında yaşayan yurttaşlarımızın dilimizi ve değerlerimizi öğrenmeleri hakkındaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyim? Yurtdışındaki siyasi, yurtdışı hibeler ve kullanım alanları hakkında
bir açıklama yapabilir misiniz?
Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu: Avrupa’daki, Amerika’daki Türkler meselesini birkaç makalede dile getirmiştim (Turgay Tüfekçioğlu Beyefendi’nin hazırladığı kitapta da var. [Kitabın adı: “Prof.Dr. Oktay Sinanoğlu ve TürkçeMatematik + Bilim + Gönül”, (Çelik Dağıtım, P.K. 30, Gemlik, Bursa) Bu kitap BYEBYE TÜRKÇE adıyla Otopsi yayınevi tarafından yeniden yayımlanmıştır yn]. Birkaç senedir şöyle bir şey müşahade ettim:
Yurt Dışındaki Türk Dernekleri
1970’lerde Amerika’da bir çok Türk dernekleri kuruldu; Hattâ birkaç tanesinin kurulmasına ben de biraz ön ayak olmuştum: Pazar günleri aklı başında gençleri Nev York’taki “Topkapı Lokantası”nda toplardım ; sohbet ederdik. İşte o gençlerin bazıları gidip dernekler kurdular. Zaten Kırım Türklerinin, Türkistanlı’ların, Kıbrıslı’ların dernekleri vardı..;, Daha sonra, bir de Türk derneklerinin “Birliği” (“Federasyonu”) kuruldu.
Bu derneklerin birinci amacı bence, (onun için telkin ettik), oradaki Türklerin, oraya uyum sağlamakla birlikte, Türk kültürünü, Türk dilini unutmamaları, çocuklarına da öğretmeleridir. Gaye budur ve öyle olması gerekir.
Uzunca bir süre dernekler o şekilde faaliyet gösterdiler. Çocuklara Türkçe dersleri verilirdi; üyelerine gönderdikleri tebilğler, yayınlan Türkçe idi; toplantılar Türkçe olur, Türk müziği de çalınır, dünyanın dört bir yanından Türkler kaynaşırlardı.
Sonradan, derneklerle temasım kalmadı, çünkü vaktimin çoğunu Türkiye’de geçiriyordum. Birkaç sene evvel bir de baktım ki, eskiden Türkçe olan dernek bültenleri baştan aşağı İngilizce olmuş. Derken Vaşington’da bir toplantılarına şahit oldum: Yüz kişi kadar Ameria’da çalışan Türk bilim adamı. Hepsi Türk, çoğu Amerikan vatandaşı olmuş ama sonuçta hepsi Türk. [Lâf arasında izin verirseniz belirteyim: Bendeniz bunca yıl Amerikan vatandaşı olmadım. Çifte vatandaşlık falan anlamam. Vaktiyle Nev York’a gelen bir Türk Dışişleri Bakam bana, “Çifte vatandaş ol” demişti de bozulmuştum: “Estağfurullah, ben Porto Riko’lu muyum?” diye.]
Mühim olan insanların kafasında, gönlünde ne var. Baktık, o mânâda Türkler arasında toplantı oluyor ama,, konuşmalar, tartışmalar İngilizce. Hintlilerde görürsünüz bazen, kendini Oxford’lu İngiliz zanneden, sömürge ruhundan kurtulamamış Hintliler vardır, ama, yanılmayalım, bir de çok millî Hintliler vardır. Bugün Hindistan’ı kurtaran, gitgide daha bağımsız yapan o Hintlilerdir; İngiltere’nin başlarına açtığı dertlerden yakınırlar, millî tâmiratla meşgul olurlar. Neyse, baktım, Türkler aralarında Tarzanca konuşuyorlar. Başkanını çektim bir kenara:: “Arkadaş, sizin işler Türkçe olurdu? Ne oldu şimdi?”. Ne dese beğenirsiniz? Bakın, buna dikkat ediniz: “Bize Vaşington’daki Türkiye büyükelçisinden yazı geldi: “Bundan böyle yazışmalarınızı, toplantılarınızı, konuşmalarınızı İngilizce yapın” diye. İşe bak:. Dernek başkanı da bu “tavsiye”yi hemen kabul ediyor haa. [Ben olsam, “Allah Allah, bu da nerden çıktı?” derim.]
Bir başka dernek, bu sefer Nev York’ta. Yine aynı şey. Onun da başkanı: “T.C.’nin Nev York Başkonsolosluğundan yazı geldi İngilizce yapın diye, biz de İngilizce yapıyoruz.” diyor..
Aradan iki, üç yıl geçiyor; bu sefer Almanya’dayız. Türk topluluklarına konuşmalar yapıyoruz. Almanya’daki Türkler toplantı düzenlemişler.
Orada bir de Nasrettin Hoca Haftası kutlandı. Dolayısıyla, başka sefer gittiğimde, “Nasrettin Hoca Sempozyumu”nu da izlemeye fırsat oldu. Toplantıdakiler tümüyle Türk,, bir de bazı uzmanlar çağırmışlar: ODTÜ’den bir iki genç profesör gelmiş, Nasrettin Hoca’yi anlatacaklar. Önde T.C.konsolosu oturuyor. Bir tane de Japon Türkiyatçı hanım, uzman. Tabii ki kadın çok iyi Türkçe biliyor. Şimdi, Japon hanım, Nasrettin Hoca hakkında konuşma yapmaya başladı. Türkçe anlatıyor.. Öndeki başkonsolos mosmor oldu; kadının yanına yaklaştı. Dedi ki: “İngilizce anlat.”. Kadıncağız afalladı. İngilizce de biliyor ama, nasıl afallamasın? Dinleyiciler Türk. Üstelik Almanya’dasın; Almanca olsun da demiyor başkonsolos; İngilizce olsun diyor. Anlaşılan bizdeki ateşli “İngiliz Muhipleri Cemiyeti” azaları mıdır, nedir, oralarda bile İngiliz borusu öttürüyorlar..
Japon Hanım orda ne yapacağını bilemedi önce, sonra isteksiz isteksiz İngilizce anlatmaya başladı. Derken sıra geldi Nasrettin Hoca hikâyesi anlatmaya. Japon nezâketine rağmen, belli ki kafası kızdı; “Yahu, Nasrettin Hoca hikâyesi İngilizce anlatılır mı?!” diyerek Türkçe devam
etti.. Başkonsolos kahroluyor. Türkiye’den gelen ODTÜ’lüler de konuşmalarını İngilizce yaptılar.
Anlaşılan, sistemli bir şekilde, birileri yalnız içeride değil, dışarıda da Türkçe’yi bitirmeye çalışıyorlar.
Dahası var bunun: İlk kez altı yıl evvel duydum ki birileri gidip Orta Asya’da Türk okulları açıyormuş, çok sevindim; ne iyi çocukken hayal bile edemediğimiz şeyler oluyor. Ama, meğer, eğitim dili İngilizce olan kolejler açıyolarmış.
Cemal Reşit Rey’de 600 kişilik bir kalabalığa konuşma yapıyordum. Her türlü kişi vardı. “Bazı hayırsever vatandaşlar Türkistan’da Türk okulu açıyorlarmış, aman ne güzel; ama niye kolej oluyor, İngilizce ile eğitim yapılıyor? Maksat Türk Dünyası !nda Türk kültür birliğini yeniden kurmak değil mi? İngilizce ile eğitimi Türkiye’de Amerikan, İngiliz misyonerleri başlattı. İngiliz misyonerliğini, bırakın da İngilizler kendileri yapsın; niye taşeronluk ediyorsunuz?” dedim. O zaman bu işi kimin yaptığını da bilmiyordum. Meğerse onlardan da birkaç kişi varmış; sonra yanıma geldiler, “Ama biz Rusya’da İstiklâl Marşını da öğretiyoruz” dediler., Ben de dedim ki: “Sen Rus çocuğuna l dolar ver, istediğin marşı bülbül gibi söyler; iş mi yâni.” Oyuna bak: Hedef İngiliz’in hedefi (bizim yok). İngiliz’in 250 yıllık hedefi: Dünyadan Türk adını silmek, hem Türkiye’de hem dışarıda. Hem Haçlı kafası, hem de ödleri kopuyor, Türklerin hepsi kendilerini bir toparlarlarsa, kaynaklar ellerinde, pazarlar ellerinde, Avrupa batar. Avrupa’da bir şey yok ki; ne kaynağı var, ne pazan var, bir şey yok. Türk ve Müslüman ülkelerden geçiniyor Batı, Türkler bir uyansa Avrupa’nın işi bitti, Avrupa bizden yardım dilenecek. Aman ne olur sizin birliğinize, gümrük birliğinize girelim diye gelip kapımızda yalvaracaklar. Onun için adamların niyeti “Türk” lâfını tarihten silmek. Silmek için yapacağın iş bellidir: Eğitim dilini İngilizce yaparsın, bir iki nesil sonra Türkçe biter. Türkçe bitince “Türk” lafı biter. Ne Türk kimliği kalır, ne kültürü, ne tarih bilinci, ne kendi ülkülerin. Gayet basit. Târihte misâli çok..