KİRALIK KONAK -YAKUP KADRI KARAOSMANOĞLU

Naim Efendiler bu yaz Kanlıca’ya taşınmadılar. Zamanlar artık eski zamanlar
değil, iki sene içinde pek çok adetler değişti. Kışın konaklarda, yazın
yalılarda oturan aileler gittikçe azalmaktadır. Hele, Mısırlıların
üşüşmelerinden sonra Boğaziçi’nde yalısı, köşkü olup da kiraya vermekten
sakınanlara ya çok zengin, ya çok hesapsız gözüyle bakılıyor. Naim Efendi ise,
ne çok zengin, ne çok hesapsızdır. Babasından kalmış bir serveti gençliğinden
beri oldukça büyük bir ihtimamla idare ve muhafaza ediyor. Kendisi, İkinci
Abdülhamit devri ricalinden olmakla beraber bu servete hiçbir şey ilave
etmedi. İlave edebilirdi, çünkü senelerce devletin yüksek mevkilerinde
bulundu. Gençliğinde babası gibi Mabeyni Humayun’a mensuptu, sonra birçok
defalar valiliklerde dolaştı. Şürayı Devlet azası, Rüsumat Müdiri Umumisi oldu
ve nihayet Defterihakani ve Evkaf nezaretlerine geçti. İnkılaptan iki sene
evveldi, dolaşık bir tevliyet (Mütevellilik) davası yüzünden istifasını
verdi ve günden güne bulanan hükümet işlerinde tiksinerek bir köşeye çekildi.

Bununla beraber hiçbir zaman kenara atılmış bir memur haline düşmedi, devrin
ricaliyle münasebette bulunur ve Muayede (Bayramlaşma) merasiminde hiç değilse
defteri mahsusa (Özel deftere) imzasını atmaya giderdi. Memuriyet hayatında
yakından gördüğü resmi ve gayrı resmi bütün pisliklere rağmen, devlete ve
devlet adamlarına karşı hala derin bir saygısı vardı. Naim Efendi o terbiyeli
kimselerdendir ki evliya, enbiya isimlerinin sonunda Radiyallahu anh demeyi
hiç unutmazlar ve Paşa kelimesini med (Uzatarak) ile telaffuz edip, mutlaka
hazretleri ile nihayetlendirirler. Bu gibi kimselerin başlıca fazileti,
itaat ve hürmettir. Bütün terbiye ve ahlak düsturları onlar için yalnız bu iki
kelimenin ifade ettiği manadan ibarettir. Bununla ,beraber, Naim Efendinin iki
esaslı fazileti daha vardı: Bir ana kadar müşfik ve bir dul kadın kadar
titizdi. Fakat, titizliği asla bir huysuzluk derecesine. varmazdı; bu, temiz
ruhunun ve temiz vücudunun maddi ve manevi pislikler önünde bir nevi
tiksinmesinden gelirdi. Göğüs üstünde bir yağ lekesi, bir kaba söz,
mübalatasız (Dikkatsiz) bir hareket, onu müsavi derecede kederlendiren
şeylerdendir; fakat, pek içli, pek nazik bir adam olduğu için, kederlendiğinin
kimse farkına varmazdı.

İstanbul’da iki devir oldu: Biri İstanbul’un; diğeri redingot devri…
Osmanlılar hiçbir zaman bu İstanbul’un devrindeki kadar zarif, temiz ve kibar
olmadılar. Tanzimatı Hayriye’nin en büyük eseri, İstanbulinli İstanbul
Efendisidir. Bu kıyafet dünyaya yeni bir insan tipi çıkardı ve Türkler bu
kıyafet içinde ilk defa olarak vahşi Asya ile haşin Avrupa’nın arasında gayet hususi yeni bir millet gibi göründü. Yaşayış ve giyiniş itibariyle Şimal
kavimlerinden daha sade ve daha düşünceli olan bu millet, duyuş ve düşünüş
itibariyle Akdeniz kıyılarındaki medeniyetlerin bir hulasası şeklinde tecelli
ediyordu. Ağır kavuklu, alacalı, kesif Yeniçerilerin demir çarıklarının
çiğnediği bu toprakta hangi tohum, hangi hava bu çiçeği veriyordu? Zira, bu
beyaz pantolonlu, beyaz yelekli ve lüstrin kaloşlu Türkler, ince bir halattan
ibaret endamlariyle biraz evvelki boğum boğum adamlara hiç benzemiyorlardı.
Sultan Mecit devri ricalinin, Halet Efendi muasırlarının çocukları olduğuna
kim ihtimal verebilir? Bunlar, boyunlarından ipekli bir mendille boğulmuş
solgun benizleriyle onların cebir ve huşunetinden (Zorbalık ve sertliklerden
ürkmüş kimseler gibidirler. Hepsi de umumi işlerden çekinir, hiddetlerinde ve
hazlarında ölçülü, namuslu aile babaları ve kibar konak sahipleri idiler.

Bizde, Çerkes halayıklan, harem ağaları, Boşnak bahçıvanlarıyla büyük ev
hayatı asıl bu devirden başlar. Yüksek rütbeli devlet adamlarının tesis
ettikleri Osmanlı kibarlığının kundağı canfes astarlı ve serapa (Baştanbaşa)
ilikli İstanbul’un idi.

Sonra redingot devri geldi ve redingotu içinden yarı uşak, yarı kapıkulu,
riyakar, adi bir nesil türedi. Bu neslin en yüksek, en kibar simalarında bile
bir saray hademesi hali vardı. Çoğu, İkinci Abdülhamit Han devri ricalinden
olan bu adamların her biri bir hile ile efendilerinin arabasına binmiş
seyisleri andırıyorlardı. Bunların elinde İstanbul’da konak hayatı birdenbire
köşk hayatına intikal ediverdi. Ne yaşayışın, ne düşünüşün, ne giyinişin
üslubu kaldı; her şey gelenek dışına çıktı; her beyni tatsız ve soysuz bir
Arnuvo ve bir Rokoko merakı sardı; binalarımız, eşyalarımız, elbiselerimiz
gibi ahlakımız, terbiyemiz de rokokolaştı. Abdülmecit devrinin o ağır; zarif
ve için için gelenekçi Osmanlılığından eser kalmadı. Naim Efendi, aşağı yukarı
bu redingotlu nesle mensup olmakla beraber, vücudu henüz körpe iken
İstanbul’un içinde yetişip gelişmiş kimselerdendi.

Maziden bize yadigar kalmış bu gibi şahsiyetler, aramızda elan mevcuttur.
Bunlar, pek eski zamanlarda bile, eski adamlardandı. Ruhları sanki bir
merhalede durmuş gibidir. Nitekim Naim Efendinin bütün hatıraları, bütün
zevkleri, bütün muhabbetleri, kendisini güldüren ve ağlatan her şey mutlaka
bundan kırk sene evveline aittir. Onu dinleyen ve onu yakından gören bir
kimse zanneder ki, Naim Efendi yarım asırlık bir letarjiden (Uyanılmayan derin
uyku) henüz gözlerini açıyor ve şaşkın şaşkın etrafına bakınıyor. Vakıa o,
yirmi beş yaşından beri daima şaşan, tiksinen, ürken ve kaybolmuş bir ömrün
hasretini çeken bir adamdır. Onu insandan kaçar ve huysuz zannedenler
yanılıyorlar. Bütün çocukluğu ve bütün gençliği İstanbul’un en kalabalık bir
konağında geçen Naim Efendi, eğlenceli meclisleri, ahbap arasında sohbetleri,
misafirlere ziyafetleri pek severdi. Fakat öyle bir zamanda yaşadı ki,
bunların hepsi yasaktı; olmasa bile, eski devrin meclislerini, sohbetlerini,
ziyafetlerini, misafırlerini bulmak ne mümkündü? Naim Efendi, yeni sazdan,
yeni şarkılardan zevk almak şöyle dursun, son senelerde artık yazılan ve
konuşulan Türkçeyi de anlamıyordu.

Bundan on beş yıl evveldi, bir gün eline damadının okuduğu kitaplardan biri
geçti; kırmızı kaplı ve üstünün yazıları beyaz bir kitap… Epeyce bir müddet
parmaklarının arasında evirdi çevirdi; sonra gözlüklerini taktı, önce uzun
uzun kabı muayene etti, muharrin adını, kitabın serlevhasını (Başlığını) basım
tarihini okudu; bu kabta her gördüğü işaret, her okuduğu yazı, muharririn ismi
de dahil olmak üzere ona acayip geliyordu. Büyük bir tecessüsle cildin içini
açtı, fakat okumak ne mümkün! Naim Efendi adeta yeni kıraat dersine başlamış
bir çocuk gibi, kelimeleri heceliyor, bir cümleyi bin zahmetle sonuna kadar
ya tamamlıyor, ya tamamlayamıyor, veya tamamladıktan sonra da okuduğu şeyin
manasını iyice kavrayamıyordu. Vakıa bu, Edebiyat-ı Cedide külliyatından bir
romandı. Naim Efendi ise, bütün ömründe hiç roman okumamıştı. Bununla beraber,
onun bu kitapta anlayamadığı şey, ne eserin terkibi (Birleşimsel; burada
sentetik,yapma anlamında)mahiyeti, ne muharririn maksat ve gayesi idi,
doğrudan doğruya kelimelerin manasıdır ki ona müphem geliyor, doğrudan doğruya
cümlelerin teşkilindedir ki bir yabancılık, bir gariplik buluyordu. Fakat
sonraları, torunları yetişip de aynı dili evin içinde konuşmaya başlayınca,
onun nazarında bu kelimelerdeki müphemlik yavaş yavaş zail olmaya ve bu
cümlelerdeki garabet de yavaş yavaş kalkmaya başladı.

Naim Efendi, evvela damadı, sonra torunları sayesinde daha nelere
alışmıştı… Biçare adam, kızı evlendiği günden beri, aşağı yukarı yirmi
senedir, her gün bir eski itiyada veda etmekten ve her gün yeni bir
mecburiyete katlanmaktan başka bir şey yapmıyor. Ne Cihangir’deki konağında,
ne Kanlıca’daki yalısında ihtiyar ve yorgun vücudunu dinlendirecek bir köşecik
kalmıştır.

Bundan beş sene evveline kadar hiç değilse, karısı yanıbaşında idi,
rahatını, huzurunu mümkün mertebe koruyordu. Zira, bu ihtiyar kadın ölünceye
kadar, evinin içinde hakim ve amir kaldı. O, hayatta bulundukça ne kızının, ne
damadının, ne torunlarının eve ait umurda (İşlerde) o kadar hüküm ve nüfuzları
olmadı.

Gerçi, her biri kendi havasına, kendi dairesine ve kendine göre bir hayat
yapmıştı; fakat, gerek yalının, gerek konağın umumi nizamı bu iradeli ev
kadınının elinde idi. Naim Efendinin haremi Nefise Hanımefendinin bu nizamı
eski usul ile töreler arasında muhafaza ve idare etmek için dışarıda birihtiyar uşaktan, içeride geçkin bir kalfadan başka icrail (Yürütecek ,yerine
getirecek) vasıtası olmadığı halde, evin her şeyi yine yolunda giderdi; zira,
her yeni gelen hizmetçiye birkaç gün içinde istediği terbiyeyi vermek, bu
kadına has fevkaladeliklerdendi. Vakıa fazla döverdi, fazla azarlardı; bunun
içindir ki son zamanlarda yeni hizmetçi bulmak hususunda epeyce müşkülat çeker
oldulardı. Biçare Nefise Hanımefendi, denilebilir ki, biraz da bu kahır
yüzünden öldü.

O öldükten sonra yerine kızı Sekine Hanım geçti; fakat Sekine Hanım, hiçbir
cihetten annesine benzemiyordu. Tıpkı babası gibi, çekingen, içinden titiz,
iradesiz, tembel bir kadındı; hususiyle kocasının nüfuzuna ve çocuklarının
arzularına son derece uyardı.

Kocası ise kırk beş yaşında bir züppeden başka bir şey değildi. Alafranga
hayat namına sabahtan akşama kadar bin türlü garabet yapan bu adam, Büyük
Hanımın vefatını müteakip, evi kendi heveslerine göre esasından değiştirmeye
kalktı; ne kadar eski eşya varsa hepsini tavan aralarına ve mahzenlere
attırdı, her odayı Avrupa’dan gelmiş mobilya kataloglarına göre ayrı bir
üslupta, ayrı bir renkte Pisaltiye döşetti.

Büyük Hanımın yetiştirmesi ne kadar hizmetçi varsa hepsine yol verdi, evin
içini Beyoğlu’ndan gelmiş beyaz önlüklü, başı topuzlu hizmetçilerle doldurdu
ve bütün bunların idaresini, çocuklarına mürebbiyelik eden Lehistanlı bir
kadına verdi.

Naim Efendinin damadı Düyunu Umumiye müfettişlerinden Servet Bey,
Müslümanlıktan ve Türklükten nefret eden bir kazasker oğludur. Aldığı terbiye
ile yaşadığı muhit birbirinin aksi olan her insan gibi Servet Bey de daimi bir
ihtilaç, (Çarpıntı,çırpınma) daimi bir isyan içinde yaşar. Pederi Sadri
Molla’nın konağında alafrangalığı kendi odasının eşiğinden dışarı çıkmazdı.
Nasılsa küçükten beri Fransızca bilmek, bir müddet Galatasaray Mektebinde
bulunmak; bir müddet Beyoğlu muhitinde tatlı su Frenkleriyle düşüp kalkmış
olmak ona bir softa evinde, çıplak kadın resimlerinden, dizi dizi Fransızca
kitaplarından, vazolardan, biblolardan müteşekkil bir halvet yapmak ve bu
halvette yaylı bir şezlonga uzanıp, gözleri tavanda, ayakları havada, bir
taraftan Hollanda sigarını emerek, diğer taraftan yabani ve perişan bir
sesle birtakım opera parçaları terennüm ederek saatlerce vakit geçirmek
hakkını vermiştir. Daima muhayyel bir Avrupa seyahati için hazırlanmış bir
bavulu vardı, bu bavulun yanıbaşında bir de şapka kutusu dururdu. Bazı
sıkıntılı saatlerinde bir aynanın karşısına geçip, bu kutudan çıkardığı
şapkaları birer birer tecrübe ederdi ve başını bu serpuş ile örtülü görünce
adeta kendinden geçerdi. Nitekim böyle şapkalı, seyahat kostümleriyle veya
suare kıyafetinde hala birçok resimleri vardır. Ve bu resimler, hala gençlik
odasının duvarlarını süsleyen çıplak kadın resimlerinin yanında asılıdır.
Türkler içinde kimse bu Servet Bey kadar ateşle, coşkunca alafrangalığa düşkün
olmamıştır. Bu düşkünlükte o derece samimiydi ki, gerek babasının, gerek
kayınbabasının muhitinde bütün ahval ve harekatı hürmetle değilse bile, adeta
korku ve endişe ile karşılanırdı; zira, gözlerinde sarsılmaz bir imana ermiş
adamların ateşi vardı. İşte bu ateşin kuwetiyledir ki Servet Bey, Naim Efendi
konağında bütün iradesini istediği gibi yürütüyor ve hele inkılaptan beri bu
konakta artık hiç Türkçe konuşulmuyordu.

Naim Efendiler bu yaz Kanlıca’ya taşınmadılar ve bundan en ziyade Servet
Beyin çocukları memnun oldular. Zira, Boğaziçi’nin bu köşesi, asri
eğlencelerin hiçbirisine müsait değildi; tuhafiyeci camekanları önünde
gezinmelere, her adım başında bir ahbaba tesadüflere, akşam üstü çay
ziyafetlerine, bin türlü aşk ve alaka oyunlarına Kanlıca’da oturulan aylarda
epeyce sekte geliyordu. Hususiyle, Servet Beyin oğlu Cemil, henüz yirmi
yaşında bir mektep çocuğu olmasına rağmen, Beyoğlu’ndaki büyük lokantaların,
gazinoların, barların, bazı eğlenceli evlerin sadık bir gediklisidir; bu
yaşında birçok tiryakilikleri, vazgeçemediği birçok itiyatları ve ikinci bir
tabiat haline girmiş zevkleri, hazları vardır. Hemşiresine ara sıra delicesine
sevdiği bir metresinden bahsettiği de olurdu. Bittabi, hu metresi de yaz kış
Beyoğlu’nda oturanlardandı. İşte, Cemil için sayfıye hayatı, bütün bu
mahzurlar yüzünden katlanılmaz bir angarya haline girmiştir. Tam Beyoğlu
hayatının uyanmaya başladığı bir saatte, Karaköy köprüsünden koşarak vapura
yetişmek, vapuru kaçırınca veya kaçırmak isteyince eve karşı vaziyetini
düzeltmek, gece kaçamaklarına makul bir sebep göstermek için maddi ve manevi
birçok zahmetlere girmek, onu son derece rahatsız eden işlerdendi. Her şeyde
hür fikirli olan babası da, bu geceyi dışanda geçirişleri asla mazur
göremiyordu; Servet Bey, ya ailevi ve terbiyevi bir kanaat eseri olarak
veyahut sadece babalık hissiyle bu hususta her nasılsa kaynatasıyle birleşiyor
ve karısının endişelerini haklı buluyordu:

Ben demiyorum ki, gezmesin, eğlenmesin, diyordu. Gençtir, tamperaman
sahibidir. Asri, modern hayata göre yetişecektir. Tabii bu hayatın her türlü
safahatını görecek. Bu hayatın her türlü safahatını yaşayacak. Fakat bu
yaşayış hiçbir zaman sıhhatini ihlal edecek bir dereceye varmamalıdır. Ben
demiyorum ki, İstanbul halkı gibi akşam gurup ile beraber evine sokulsun ve
yemeğini yer yemez uyusun. Hayır, hayır… Hiç değilse gece yarısı ve kabil
olmadığı takdirde sabaha karşı mutlaka evinde bulunmalı ve mutlaka yatağına
girmiş olmalıdır.

Biraderinin küçük sırlarına pek yakından vakıf olan Seniha ise, babası böyle söylerken çapkın bir tebessümle bıyık altından gülerdi; zaten bu alaycı genç
kız için etrafındakilerin hangi hareketi ve hangi sözü gülünç değildir!
Büyükbabasının şahsiyeti, annesinin ahvali şöyle dursun, ekseriya pederi
Servet Beyin efkar ve harekatı (Düşünce ve Davranışları) bile ona iptidai,
sakat ve garip görünürdü. Zira, bu, Frenklerin, asır sonu diye
vasıflandırdıkları bir genç kızdı; asır sonu, yeni bir nevi içtimai örnektir
ki, harici ve dahili yaşayışında hale ve maziye ait her türlü kayıttan azade
ve istikbalin henüz hazırlanan cereyanlarına tabidir. Seniha, daima en son
çıkan moda gazetelerinin resimlerine benzerdi. Körpe, ince ve çalak vücudu,
ipekböcekleri gibi daimi bir istihale (Biçim değiştirme,başkalaştırma)
içindedir. Günün aydınlıklarına göre mütemadiyen rengi değişen yeşil gözleri
gibi sesinin bestesi, kımıldanışlarının ahengi ve hatta başının şekli de
mütemadiyen değişirdi. İçi de tıpkı dışı gibiydi; tıpkı gözlerinin rengine
benzeyen bir ruhu vardı, kah ihtilaçlı, kederli, bulanık ve fena, kah berrak,
rakit (Durgun) ve ekseriya bir havai fışek gibi şenlikli idi. Fakat bu küçük,
şeytan mevcudiyetinin hiç değişmeyen bir hususiyeti vardır ki, o da alaycılığı
ve şuhluğudur. En ziyade zevk aldığı kitaplar, Gyp’in romanları, yeni tiyatro
piyesleri ve Paris’in mizahi gazeteleriydi. Gyp, ona bir ikinci ana, bir
ikinci mürebbiye olmuştu. Bu muharririn romanlarındaki serbest tavırlı, yarı
oğlan, yarı kadın genç kızlar, üzerlerinde ruhunu biçtiği modellerdir.
Denilebilir ki sabahtan akşama kadar her gün bütün meşguliyeti bu genç kız
tiplerini hayata tatbik etmekten ibarettir.

Seniha, yağmurlu bir kış günü, elinde tuttuğu bir küçük kamçıyı sağa sola
sallayarak, kapılara, duvarlara ve eşyaya vurarak, gayet sıkıntılı bir tavırla
evin içinde dolaşıyor, bir aşağı iniyor, bir yukarı çıkıyor, adeta duvarlar
arasında dar bir kafese hapsedilmiş büyük bir kuş gibi çırpınıp duruyordu. Tam
bu esnada, karşısına büyükbabası Naim Efendi çıkıverdi: İhtiyar adam, kürküne
bürünmüş, elinde kalın ciltli bir kitap, bir odadan öbür odaya geçiyordu.

Senihe, şikarını (Durgun) bekleyen bir tazı gibi, Naim Efendinin üzerine
atıldı ve kamçısıyle kalın ciltli kitabın üstüne birkaç kuvvetli darbe
indirerek:

Büyükbaba, siz hayat kadar bunaltıcısınız!.. dedi. Sonra bir mahalle
çocuğu tavrıyle ıslık çalarak uzaklaştı, gitti.

Naim Efendi, bir müddet şaşkın şaşkın torununun arkasından baktı, içinden:
Lahavle, lahavle, diyordu; bu kızda acayip bir hal var!

Zaten, Naim Efendi, evin içinde ne olursa daima bu acayip kelimesiyle
adlandırırdı. Teessürleri asla bir öfke derecesine varmazdı, zira, gördüğü ve
işittiği şeylerin hiç biri garabetlerinin derecesi itibariyle havsalasına
sığacak bir mahiyette değildi. Kızmak veya gücenebilmek için mutlaka biraz
anlamak lazımdır. Naim Efendi ise ne damadının, ne torunlarının yaşayış
tarzlarındaki manayı anlayamıyordu. Alafranga, asrın icabatı… Bu kelimeler
konağın içindeki yeni vaziyeti onun nazarında kafı derecede aydinlatamıyordu.
Ekseriya kızıyla, bazen damadıyla aralarında hafif münakaşalar olurdu. Naim
Efendi, kızına derdi ki:

Yavrum, çocuklarının ahval ve harekatını hiç beğenmiyorum. Bu Lehli kadın
zannederim ki, bunlara yanlış bir terbiye verdi. Seniha on sekizine bastı,
fakat hala sekiz yaşında bir çocuk gibi hoppa ve yaramazdır. Cemil daha
yirmisine girmedi. Fakat otuz yaşında bir gencin hayatını sürüyor. O yemekten
sonra sizin önünüzde ayak ayak üstüne atıp sigara içmeler nedir? O eve
istediği saatte girip çıkmalar nedir? Ne babasını dinliyor, ne seni… Ben
ise, doğrusu her şeyi görmezlikten geliyorum. Ne kıza, ne oğlana ağzımı açıp
bir kelime söylemiyorum; mazallah, bana karşı da bir itaatsizlik ederler, bir
ters cevap verirler diye korkuyorum…

Naim Efendi, biraz da torunlarını çok sevdiği için sesini çıkaramazdı. Yoksa
her şeye rağmen konağın içinde hürmet edilen, korkulan yegane amir yine o
idi. Biraz şiddet gösterecek olsa, her şeyin yoluna girmesi ihtimali henüz
mevcuttu. Fakat ne yazık ki, o zayıf kalpli bir büyükbaba idi. Sonra da aldığı
terbiye onun -kiminle olursa olsun- yüksek sesle konuşmasına bile müsait
değildi. Bir gün, -inkılabın ilk aylarında idi- damadıyle siyasi bir
mübahaseye (Söyleşiye) giriştilerdi. Naim Efendi, gazetelerden şikayet
ediyordu:

Efendim, her şey iyi… Fakat, bu gazeteler pek ileriye varıyorlar; diyordu.
Memlekette, hiçbir şeye karşı hürmet hissi bırakmadılar; Padişaha, vükelaya
karşı en kaba elfazı istimalden (Sözcükleri kullanmaktan)çekinmiyorlar.
Hayatı umumiye derken, herkesin hayatı hususiyesine de tecavüze başladılar.
Geçen gün Erenköy’ünde Hasip Paşayı, ziyaret etmiştim; biçare adam öyle bir
tehevvür (Kızgınlık) içinde idi ki, haline acıdım, meğer, Tanin gazetesi
müşarünileyhin (Adı geçenin,onun) nezareti esnasında da birçok
ihtilaslar (Hırsızlık) ve suistimaller vuku bulduğundan bahsediyormuş,
halbuki…

Damadı Servet Bey, sinirli bir hareketle sözünü kesti:

Halbuki… Yok efendim, bir rejim gidip, yerine diğer bir rejim geldi mi,
tabiidir ki bu rejimin adamları öbür rejimin adamlarından hesap soracaklar.
Bahusus, yıkılan idarenin nasıl bir idare olduğunu siz herkesten iyi bilirsiniz.

Naim Efendi, bir çocuk gibi utandı:

Hiddet buyurmayınız, efendim, dedi. Bendeniz hesap sorulmasın demedim…
Haşa. Yalnız düşününüz bir kere…Vicdanınıza müracaat ederim. Hasip Paşa
Hazretlerinden nasıl hesap sorulabilir, bu kadar mübarek bir zat… Sizi temin
ederim ki, beş parası yoktur. Zevcesinin servetiyle geçinir.

Servet Bey, kabili hitap (Kendisiyle konuşulması ,görüşülmesi mümkün)
olmayan kimselerle konuşanlara mahsus bir iç sıkıntısıyle:

Efendim; dedi. Memlekette bir mahkeme ve bir adalet kapısı var. Hasip Paşa,
mahkemeye çekilir, adalete teslim edilir, eğer masum ise ne ala, değilse…
Giyotin efendim, giyotin temizler… Yalnız namussuz kafaların değil, fakat,
eski kafaların hepsi de kesilmelidir!

Naim Efendi, son cümledeki bu vahşi imayı hissetti. Fakat, kendinde cevap
vermek kudretini bulamadı, gözlerini yere indirdi ve derin derin düşündü.

:::::::::::::::::::

II

Pazartesi günleri Seniha’nın çay günleridir. Avrupa’nın bütün kibar
kadınları gibi o günleri giyinir; kuşanır ve tam saat beşte konağın büyük
salonunda kendisinde nadir görülen bir hanımefendi vakarıyle ziyaretçilerini
beklerdi.

Bunların bazısı, mürebbiyesi Madam Kronski vasıtasıyle tanıdığı birkaç
Beyoğlu madam ve matmazelleri; diğerleri çocukluk arkadaşlarından genç kızlar
ve aile dostu genç kadınlardı; bunlar arasında, biraderi Cemil’in
arkadaşlarından bazı genç adamlar da bulunurdu. Hassaten Faik Bey isminde bir
genç, konağın daimi misafiri ve Servet Beyin çocuklarının ayrılmaz bir yoldaşı
idi. Bunun içindir ki Faik Bey, pazartesi günleri öğle yemeğinden itibaren
konakta bulunur ve ziyaretçilere, ev sahipleriyle birlikte intizar (beklemek)
ederdi. Bu pazartesi de öyle oldu.

Saat on biri henüz geçmişti. Seniha’nın oda kapısı bir dans havasıyle
vuruldu. Seniha daha yataktaydı. Tembel ve mahmur bir sesle Fransızca:

Ne var? diye sordu.

Kapıya vuran Faik Beydi:

Benim, benim; bu ne uyku, dedi. Şimdi Cemil’in odasına uğradım, cevap
bile vermiyor.

Seniha, suni bir huysuzlukla mırıldanarak yataktan indi, arkasına bir
penyuvar aldı, kapıyı açtı ve şımank bir tebessümle:

Doğrusu, çok münasebetsizsiniz, Faik Bey! dedi ve genç adama selam bile
vermeksizin bir sıçrayışta tekrar yatağa girdi, yorganını boğazına kadar
çekti, gözlerini kapadı.

Faik Bey yatak kıyafetiyle, onu ilk defa görmüyordu. Bu genç kız vücudunun
bazı latif sırları, gelişmesinin ilk devrelerinden beri onca malumdu. Faik Bey,
Seniha için, elimde büyüdü’ diyebilirdi. Zira, beş sene evvel Seniha bir
çocuktu. Fakat Faik Bey, yine yirmi yaşında bir delikanlıydı ve yine böyle
Cemil’in samimi dostu sıfatıyle konağın içinde dolaşırdı, çocukların yatak
odalarına girer, çıkardı; bunun içindir ki, Faik, bu sefer de Seniha’nın
penyuvardan sıyrılarak yatağa atlarken ta kalçalarına kadar açılan biçimli
bacaklarına ortası derin bir hatla ayrılmış sırtına ve omuz başlarının fildişi
rengindeki yuvarlaklarına dikkat bile etmedi; lenfavi (Ağır ,soğukkanlı)
lakayt bir tavırla tuvalet masasının önüne yaklaştı. Uzun bir müddet aynada
kendine baktı, sonra bir tırnak takımı içinden ince bir törpü aldı, şezlonga
uzandı ve tırnaklarını yontmaya başladı.

Kuniral, zayıf, uzun ve saçları iyi taranmış bir gençti o. Yüzünün hatları
gayri muntazamdı, ağzı büyüktü. Fakat, gözlerinin yorgun ve aynı zamanda
hummalı bir bakışı vardı. Esasen, kadınların hoşuna giden tarafı -zira,
kadınlarca Faik Bey pek çok rağbet kazanmış bir delikanlıdır- en ziyade bu
bakışı idi. Küçük yaşından beri Avrupa’nın muhtelif şehirlerinde dolaşmış,
oturmuş olduğu için tavır ve hareketlerinde hiç sahte görünmeyen bir Frenk
zarafeti ve kıvraklığı vardı.

Bir mecliste hikayeler anlatmayı, kadınlara üstü kapalı imalı lakırdılar
söylemeyi, oturup kalkmayı, piyano çalmayı, dans etmeyi, hulasa Garplı salon
adamının bütün gösterişlerini kendine tamamıyle mal etmiş, mevcudiyetine
sindirmişti; sair gençler, onun yanında beceriksiz, çiğ, züppe, çocuk ve
bayağı görünürlerdi.

Seniha, gözleri yarı kapalı, uzun kirpikleri arasından Faik Beyi süzdü. Onda
hiç uyumamış bir adam hali vardı, gözkapakları sarkmış ve ağzının iki tarafındaki çizgiler derinleşmişti. Seniha, bir uyku arasından gibi seslendi:

Faik Bey, dün gece neredeydiniz?

Dün gece mi? Söyleyemem!

Aman, ne kadar can sıkıcısınız.

Can sıkıcı… Asıl sizin sualiniz…

Genç kız yatağında sinirli bir hareketle döndü, yüzünü duvar tarafına,
arkasını Faik Beye çevirdi ve bu hareketten sonra yarıya kadar sıyrılan
yorganın açık bıraktığı yerlerden Seniha’nın sırtı ta beline kadar göründü.
Delikanlı bakmadı bile. Genç kız sayıklar gibi bir sesle, sözüne devam etti:

Öyle ise, neredeydiniz size ben söyleyeyim.

Ne iyi, beni zahmetten kurtarmış olursunuz.

Faik Bey, siz dün gece çok fena şeyler yaptınız.

Faik Beyin dün gece yaptığı şey gerçi çok fena idi. Sabaha kadar kumar
oynamış ve hayli kaybetmişti. Naim Efendi, Kasım Paşa -Faik Beyin babası- ile
pek eski ve pek samimi ahbap olmakla beraber, oğluna, birçok sevimsiz ve
serbest hareketleri bir yana, asıl bu kötü huyu için hiç tahammül edemezdi.
Kaç defa Cemil’e münasebeti kessin diye damadı ve kızı nezdinde teşebbüste
bulundu. Kaç defa Cemil’i karşısına alıp nasihat verdi ve hatta yalvardı.

İhtiyar; dindar ve namuslu kimseler nazarında kumar, seyyiatın
(Kötülüklerin, günahların) en müthişidir. Ocakları söndüren bu, evleri yıkan
bu, insanı hırsızlığa, cinayete, intihara sevk eden budur; bunlar, kadını
kumar nispetinde tehlikeli zannetmezler. Bunun içindir ki, Naim Efendi, Faik
Beyin, Seniha’nın yatak odasına girip çıkmasından ziyade, Cemil’in onunla
beraber geç vakitlere kadar dışanda kalmasından ürker ve endişe eder.

Bu hususta hissi onu aldatmıyor. Hakikaten Faik Beyde kumar iptilası her
iptilanın fevkindedir, o daha şimdiden kadından bıkmış ve sevdadan
yorulmuştur. Nitekim o gün, akşam üstü çaydan sonra kadınlar gülüşüp konuşmaya
o kadar meyyal, gençler fısıldaşıp söyleşmeye o kadar teşne iken Faik Bey
ısrarla, bir poker partisi yapmak teklifınde bulundu ve meclisin umumi
itirazlarına rağmen, salonun bir köşesinde bir kare teşkil etmeye muvaffak
oldu. Zira, Cemil’den başka Madam Kronski ve Beyoğlulu diğer birkaç madam, bu
oyunun coşkun heveskarlarındandılar.

Seniha, salonun diğer bir köşesinde arkadaşlarından iki genç kızla
biraderinin dostlarından iki genç adam ve yeni evlenmiş bir hanımdan bileşik
bir grup ortasında büyük halasının torunu Hakkı Celis’in kendisine okuduğu
şiirleri dinler görünüyordu. Ta içinden Faik Beye kızgındı. Zira, bu
meclislere revnak (Parlaklık,süs) verebilecek yalnız onun sohbetleri, onun
esprileri, onun şakalarıydı. O, bir köşeye çekilir çekilmez oda, suyu çekilmiş
bir havuza dönüyor ve hiç kimse ne yapacağını bilemiyordu. Seniha’nın ise,
başkalarının sözlerinden dehşetli bir surette içi sıkılıyordu. Hele halazadesi
Celis’in şiirlerine hiç tahammülü yoktu. Bu genç, kendisinden ancak bir iki
ay küçük olmasına ve şimdiden birçok şiirleri bazı mecmualarda çıkmış olmasına
rağmen, ona, parmakları mürekkep lekeli ve pantolonunun dizleri çıkmış zavallı
bir mektep çocuğu gibi görünmekten kurtulamıyordu. Hakkı Celis her okuduğu
manzumenin sonunda:

Abla, dün gece bir sonnet daha yazdım. Haftaya Nihal mecmuasında çıkacak;
derken, Seniha, aklı başka yerlerde: Güzel! Güzel! diyordu ve genç çocuk
bundan cesaret alarak tekrar okumaya başlıyordu.

Mamafih, Seniha’nın yanındaki genç kızlar bu şiirlerden pek çok zevk alır
gibiydiler. Gözlerinin içinde bir cezbe aydınlığıyle genç şaire bakıyor ve
her inşadın (Okuma, okuyuş) sonunda:

Aman, ne fevkalade, ne fevkalade!.. Kuzum, bize bunu bir kağıda yazıverin,
diyordu. Heyecanlarında az çok samimi idiler. Bu iki hemşire, şiiri musikiye
tercih edenlerdendi. Nitekim, yanlarındaki genç adamlardan biri kalkıp da
Seniha’dan bir parça piyano çalmasını rica eder etmez, bunlar , Celis’i ta
dizlerinin dibine çağırdılar ve yalvaran gözlerle:

Devam ediniz, siz devam ediniz, dediler.

Seniha, bütün hıncını şimdi piyanodan alıyordu. O delikanlılar
yanıbaşlarında duruyor ve biri notanın yapraklarını çevirmekle, diğeri çalınan
havayı terennüm etmekle meşgul oluyordu. Demincek onların grubunda bulunan
yeni evlenmiş bir genç kadın, dinlemek için ta yakına geldi ve bir murakabes
vaziyeti aldı. Seniha, bilinmez nedendir, hem bu , genç kadına hem de o genç
adamlara kızıyordu.

Macit Bey, yaprakları çabuk çeviriyorsunuz! diye çıkışmış; birkaç dakika
sonra, öbürüne: Amma da yanlış söylüyorsunuz, Nazif Bey! demişti.Sonra, çaldığı hava bitip de taburenin üstünde arkasına döndüğü zaman, hala
dalgın ve coşkun tavrını muhafaza eden genç kadına:

Belkıs, kendine gel, çaldığımız bir bar havası idi; diyerek güldü ve
salonun bir tarafında pokerciler grubunu, diğer köşesinde o genç kızlarla
küçük Celis’i görür görmez derin bir can sıkıntısıyle tekrar piyanosuna döndü:
Şimdi söyleyin, daha ne çalayım, Macit Bey? dedi. Macit Bey, notaları
karıştırıyordu. Bu, kendini beğenmiş ve her şeyi bilmek iddiasında bir genç
adamdı. İstanbul’da en iyi giyinen ve kadınlar nezdinde en çok rağbet kazanan
Türk gencinin kendisi olduğuna emindi.

Gerçi, bazı geceler onun sabaha karşı Beyoğlu barlarında Viyanalı
fahişelerle vals ettiğini ve her akşam üstü, kıyafetine ait bir iş için,
Mir’e uğradığını bilenler vardı. Fakat zengin dostlar alemindeki
muvaffakıyetlerinden hiç kimsenin haberi yoktu. Mütemadiyen kadın peşinde
koştuğu görülür. Lakin bunlardan birine yaklaşıp da, konuştuğu henüz vaki
olmamıştır. Bir gün Seniha ile biraz açılmak teşebbüsünde bulundu ve genç
kızdan şu cevabı aldıydı:

Macit Bey, siz benim tipim değilsiniz. Ben, esmer ve uzun boyluları
severim. Siz, kısa ve beyazsınız. Ben, giyinişte biraz itinasız olanları
severim, siz ise, henüz ütüden çıkmış kostümlerinizle ve dimdik duruşlarınızla
tıpkı elbise mağazalarının camekanlarındaki mankenlere benziyorsunuz.
Sesinizin ahengi hoşuma gitmiyor. Sonra ben, her şeyden evvel beni beğenen
erkekleri severim, siz ise kendinizden başka kimseyi beğenmez gibi
görünüyorsunuz.

Nazif Beye gelince, o da Macit Beyden pek farklı bir insan değildir. Esasen
bütün gün, bütün gezmelerinde, bütün eğlencelerinde beraberdirler. Beyoğlu’nda,
Doğruyol’da onları ayrı ayrı gören hiç olmamıştır. Biraz da akrabadırlar.
Macit Beyin babası Abdülhamit devrinde ailesiyle beraber Beyrut’a sürüldüğü
zaman, uzun müddet Nazif Beyin babası Afif Paşanın evinde misafır kaldılar ve
teyzesinin kızını, Nazifin halazadesine verdiler. Afif Paşa, şimdi ayan
azasındandır, Macit’in babası Enis Paşa ise, ilanı meşrutiyeti müteakip sıra
ile birçok nezaretlere geçmişti.

Poker masasından yükselen gürültü adeta piyano sesini boğuyordu. Seniha
tuşlara daha büyük bir şiddetle bastı. Sonra, yarı ciddi yarı sahte bir
asabiyetle yerinden kalkıp oyunculara doğru gitti:

Yeter artık, burayı bir tripo’ya çevirdiniz;’ dedi ve Faik Beyin önündeki
fişleri karıştırmak, dağıtmak istedi. Fakat, daima o kadar lakayt, şakacı,
tahammüllü ve rint olan Faik Bey, oyunda gayet ciddi ve asabiydi, genç kızın
omzunun üstünden uzanan elini bileğinden yakaladı, arkaya doğru itti. Cemil,
gayet gevrek bir kahkaha ile gülüyor:

Seniha, bırak! Kaybediyor, kaybediyor, zavallı! diyordu. Beyoğlulu madam
pek zarif bir nükte söylüyormuş gibi:

E, oyunda kaybeden aşkta kazanır, dedi.

Ve madamın baş ucunda duran Macit Bey bu sözü üzerine alınarak gülmeye
başladı. Seniha, gittikçe artan bir asabiyetle şiir okuyanlara doğru gitti ve
afacan, şımarık bir çocuk tavrıyla Hakkı Celis’in uzun perçemli saçlarından
yakalayıp yukarı doğru çekti. Biçare genç sapsarı kesildi ve ağzında yarım
kalmış bir mısra ile gülmeye çalıştı. İki hemşireden birisi, Nuriye Hanım,
saçları çekilen genç şaire şefkatle bakarak:

Zavallı şair! İşte sizin nasibiniz bu… dedi.

Öbürü, Neyyire Hanım, Celal Sahir Beyden birkaç mısra okudu:

-Saçlarım, saçlarımla eğlenme!

Bırak onları nasıl perişansa

Öyle kalsın ve ihtizaz-ı mesa…

Seniha, şimdi munis bir kedi gibi Hakkı Celis’e sokuluyor, bir kolunu genç
adamın ensesinden geçirip, dizlerinin üstüne oturuyor, diğer eliyle çenesini
okşuyordu.

Zavallı çocuk, zavallı çocuk… Ne kadar sarardın! A, ne kadar sapsarı
kesildin! Söyle bana, ‘mesa’ ne demek?

Küçük şair heyecandan tıkanıyordu. Genç kız, elini halazadesinin göğsüne
götürdü ve birden sanki o göğüs üstünde gezinen eline bir iğne batmış gibi,
yerinden fırlayıp hayretle geri çekilerek:

Ayol baksanıza, kalbi yerinden kopacak, kalbi yerinden fırlayacak… Öyle
çarpıyor, öyle çarpıyor ki!.. diye haykırdı.

Nuriye ve Neyyire Hanımlar sıra ile ellerini Hakkı Celis’in göğsü üstüne
koydular ve aynı hayretle genç adamın yüzüne baktılar. O, artık heyecanını saklayamayacak bir haldeydi; koşarak salondan çıktı. Neyyire Hanım:

Biçare genç, çok hassas! dedi.

Ve manidar gözlerle Seniha’nın yüzüne baktı. Seniha şimdi poker grubuyla
meşguldü, dalgın dalgın cevap verdi:

Evet, lüzumundan fazla.

Akıbet saat yedi buçukta oyun nihayet buldu. Birer birer masanın başından
kalktılar. Faik Bey ziyanını çıkarmış, hatta biraz da kazanmıştı: Gülerek,
Seniha’ya yaklaştı:

Hangi elinizdi, bakayım, önümdeki fişlere dokunan?

Ve kendine uzatılan eli dudaklarına getirerek ilave etti:

Sevgili el, biraz dokunur dokunmaz öyle bir şans getirdi ki, bu adeta bir
peri eli…

Beyoğlulu madam, yine aynı soğuk zarafetiyle bir nükte daha söylemek istedi:

Ama, bu sizin için bir cihetten hiç iyi değil, dedi. O el fışlerinize
dokunur dokunmaz kaybetmek sizin menfaatinize daha uygundu.

Faik Bey, geniş bir kahkaha ile cevap verdi:

Oh, kalpten evvel kese… diyerek Neyyire Hanımların yanına seğirtti.
Onlar, Faik Bey daha söze başlamadan kırıtıp gülüşmeye koyuldular; zira
biliyorlardı ki bu genç adam, tuhaf ve şakacıdır. Biraz ötede Cemil,
arkadaşlarıyle koltuklara kurulmuşlar, sigara içiyorlar ve yüksek sesle
konuşuyorlardı. Faik Bey biraz da onların yanında kaldı, sonra piyanoya
yaklaşarak, ayak üstünde yarım bir hava çaldı. Daha sonra birden mihaniki bir
hareketle salondakilere döndü. Yerlere kadar bir reverans yaptı:

Hanımlar, efendiler, au revoir!

Seniha:

A, niçin? Bu akşam yemeğe kalmayacak mısınız? Öyle dememiş miydiniz? diye
soruyordu. Faik Bey:

Kalmak isterdim, fakat kabil değil, bilseniz… Kabil değil, dedi ve çıktı
gitti.

Öbür davetliler de sekiz buçuğa doğru birer birer çıkıp gittiler. Cemil de
sıvıştı. Madam Kronski odasına çıktı.

Seniha alacakaranlıkla dolan salonda bir müddet yalnız kaldı,
alacakaranlıkta, bu genç kız, bembeyaz görünüyordu. Pencerenin önünde
koltuğun içine atılmış bir demet zambak gibiydi. Düzgün ve narin endamı
şeklini kaybetmiş, bu ılık yaz akşamında sanki eriyordu. Ruhunda da böyle bir
eriyiş vardı. Derin bir iç sıkıntısı bu alacakaranlık gibi asabını sarmıştı.
Niçin öbürleriyle beraber çıkıp gitmemişti? Bütün gece bu koca evin içinde
yapayalnız ne yapacaktı? Bu ev, bazı günler, bazı saatler ona bir mezar gibi
görünüyordu. Nefesi darlaşıyor ve sokağa fırlamak, koşmak, haykırmak
istiyordu. Ta on dört yaşından beri kalbinde bilmediği yerlerin, görmediği
şeylerin, tanımadığı kimselerin hasreti vardı. Fransızca, Nereye kaçmalı?
sözü dilinde daimi nakarattı. Bu memlekette ve bu konakta ona her şey dar, az
ve adi görünüyordu. Eşya, arzusuna göre değildi. Evin nizamı her türlü
ihtişamdan ari idi (Uzaktı), büyük babası, annesi, hatta bazen babası ona,
lisanlarını anlamadığı, hareketlerinden ürktüğü başka cinsten birtakım
mahlukat gibi geliyordu.

Biraz Madam Kronski ile anlaşabiliyordu. Bu kadın, ona Avrupa’da sürülen
yüksek hayatın bazı safahatına dair hikayeler anlatır ve hayalindeki aleme
cari verirdi. Zira, Madam Kronski -kendi iddiasına göre- Lehistan’ın en eski
ve asil ailelerinden birine mensup bir devlet düşkünü idi. Avrupa’nın muhtelif
yerlerindeki şato eğlencelerine, Çar sarayının merasimine, at üstünde sürgün
avlarına, Almanya’nın, İsviçre’nin kür yerlerindeki palas hayatına,
Fransa’nın cenup sahillerindeki gazino safalarına ve nihayet Paris’in
salonlarına, bulvarlarına, kahvelerine, tiyatrolarına dair birçok şeyler
biliyordu. Seniha bütün bunları dinlerken kendinden geçerdi ve gözlerinde bir
humma ateşiyle:

Madam, söyleyin, bu hayata karışmak için ne lazım? diye sorardı.

Madam Kronski şeytani bir tebessümle gülerdi:

Oh, çok zengin olmalı, çok zengin; derdi.

Ve kaybolan servetlerinden bahsetmeye başlardı. Annesinin bir inci
gerdanlığı vardı ki babası bir banka işinde iflas ettiği gün, tamam yüz bin
liraya satılmıştı. Bütün Varşova’da bu incinin bir mislini daha bulmak kabil değildi. Gerçi, Nis’te, Kontes bilmem kimin; parmağındaki zümrüt yüzük de
efsanevi bir kıymeti haizdi. Fakat, Monte Karlo’da bir kumar masası başında
yarım milyon franga gitti.

Madam Kronski:

Çocuğum, görmeliydin bu kumar masası etrafındaki ziynet ve ihtişamı ve
ortada dönen paranın miktarını; derdi, kadınların elleri mücevherattan
adeta kımıldayamayacak derecede ağırlaşır; yeşil çuhanın üstüne sarı altın,
küreklerle dökülür, boşaltılır.

Seniha, Madam Kronski ile hasbıhallerinin bu hasis tarafını hiç sevmezdi.
İçin için tantana ve debdebeye, iyi kumaşlara, nadide mücevherata pek düşkün
olmakla birlikte, haddizatında paraya büyük bir ehemmiyet vermezdi. İsterdi ki
bütün bu güzel şeyler kendiliğinden önüne yığılsın. Nereden geldiğini, kimin
aldığını bilmesin. Halbuki ömründe ilk defa böyle bir genişliğin tadını
tatmamıştı. Gerçi, arzularının birçoğu tatmin ediliyordu. Fakat, o kadar ağır
bir tarzda ve o kadar güçlüklerle ki, hepsinin sonunda ilk şevkinden eser
kalmıyordu. Zaten pek maymun iştahlıydı; birçok gürültü, birçok inat ve ısrar
ile istediği şeyler olur olmaz, kalbine derhal bir bıkkınlık gelir ve biraz
evvelki arzusu hemen bir isteksizlige dönüverirdi. Seniha’nın dolabında hiç
giyilmeden modası geçmiş, sararıp solmuş ne kadar elbise, senelerden beri
kunduracıdan geldiği gibi duran kaç çift kundura vardır.

Her Beyoğlu’na inişte alınıp bir kenara atılmış mendil, eldiven, çorap gibi
eşya ise yığınlar teşkil etmektedir. Bütün bunlara rağmen Seniha, yine
büyükbabasını lüzumundan fazla pinti, babasını hala ağlanacak derecede züğürt
bulur ve bazı böyle sıkıntılı akşamlarda kendisini dünyanın en bedbaht ve en
yoksul kızlarından biri telakki ederdi.

Gerçi, son zamanlarda Naim Efendi konağında, bir yabancının bile gözüne
çarpacak derecede bazı değişiklikler oldu. Bu sene yalıyı kiraya verişleri
bunlardan biriydi; atlardan birinin ölümü üzerine diğer atı da satıp, hususi
araba kullanmaktan vazgeçişleri ve arabacı ile seyisleri savışları bunlardan
ikincisiydi. Altı aydan beri Madam Kronski’nin maaşını veremeyişleri ve
Beyoğlu’nda bazı terzi ve tuhafiyeci hesaplarını ödeyemeyişleri bunlardan
üçüncüsü ve belki de en ağırıydı.

Seniha, akşam karanlığında bütün bunları düşünürken büyükbabası Naim Efendi,
yavaş yavaş salonun ortasına kadar gelmiş ve:

Seniha, kızım! Seniha, sen misin? diye seslenmişti.

Genç kız cevap vermedi. İhtiyar adam sordu:

Yavrum, niçin karanlıkta oturuyorsun?

Ve arkasında koridordaki lambaları yakmakla meşgul hizmetçiyi çağırdı:

Marika, buranın lambasını da yak!

Sonra gitti, pencerenin yanında torununun tam karşısında bir koltuğa oturdu.
Naim Efendi, evin içinde herkesten ziyade Seniha’yı severdi ve ona kendini
sevdirmek için adeta yaltaklanırdı. Fakat bu akşam, Seniha’yı o kadar küskün
ve kasvetli buldu ki, ağzını açıp bir kelime daha söylemeye cesaret edemedi.

Seniha hiç beklenilmeyen bir anda, birdenbire yerinden fırladı ve
büyükbabasının dizlerine oturarak bir kolunu boynundan geçirdi -bu, onun
mutat hareket tarzlarından biridir- ve ağzını ihtiyarın kulağına yaklaştırıp
şu garip suali sordu:

Büyükbaba, çok sefalete düştük, değil mi?

Naim Efendi, kafı derecede kuvvetli olsaydı, kucağındaki bu acayip mahluku
silkip yerinden fırlatacak ve koridorlardan koşarak, merdivenlerden atlayarak
konağın dört bir köşesine, Yetişin, yetişin! Seniha’ya bir şey oldu! diye
haykıracaktı. Bütün vücudu titriyordu.

Sefalet mi? O ne fena söz? Niçin, yavrum, niçin? Neyin eksik! Neyin eksik?
diyordu.

Fakat Naim Efendi bunu söylemekle beraber, birdenbire, ta içinden bütün
eksik şeyleri hissetti ve o güne kadar, genişlik ve bolluk içinde yetişmiş
kimselere mahsus bir itminan (Güven) ile sefalete, zarurete inanmak şöyle
dursun, hatta bir parça müzayakaya (Parasızlık,geçim sıkıntısı) bile ihtimal
veremeyen bu ihtiyar adamın kalbine genç kızın bu çılgınca suali üzerine ilk
defa olarak korkunç bir yoksuzluk (İlk metinlerdeki para sözcüğü bu sözcükle
karşılanmış) endişesi düştü. Gerçi, Vefa Hanındaki merhun (Rehin edilmiş)
hissesinden, Çemberlitaş’taki satılık arsasından, Kanlıca’daki yalısından, bir
de tekaüt maaşından başka nesi kalmıştı. Bu tekaüt maaşı ise ancak gündelik
masrafa yetişebilirdi. Halbuki Cemil’le Seniha her gün bu paranı iki mislini
harcıyorlardı ve her tarafa biraz borçları vardı.

Naim Efendi, o akşam yemekte görünmedi. Erkence odasına çekildi yattı;fakat sabaha kadar gözlerine uyku girmedi.

:::::::::::::::::::

III

Naim Efendinin hemşiresi Selma Hanımefendi Çemberlitaş civarında büyük bir
konakta oturur. Biraderinin küçüğüdür. Fakat, genç kızlığından beri ailenin
içinde herkesten ziyade kendisine hürmet ettiren ağır, haşmetli ve amirane bir
hali vardı. Naim Efendiyi genç yaşından beri kah yakından, kah uzaktan sevk
ve idare eden Selma Hanımefendidir. Naim Efendi, hatta evlendikten sonra bile
birçok zamanlar hemşiresinin tesiri altında kaldı; bu kadının aklıselimine,
azim ve iradesine, dirayet ve basiretine hayrandı. Karısının vefatından beri
hemen her sokağa çıkışında bir kere ona uğrardı. İki kardeş, uzun uzadıya
dertleşirler, hasbıhal ederlerdi. Naim Efendi, bu hasbıhallerden ekseriya
dayak yemiş, kabahatli bir çocuk gibi çıkardı. Zira, Selma Hanımefendi, pek
ziyade tok sözlü bir kadındır. Herkesin kusurunu yüzüne vurmakta ve işlenilen
hatanın hiç değilse dille cezasını vermekte zerre kadar insafı yoktur.

Nitekim torunuyle o garip konuşmaların ertesi günü, derin hasbıhal
ihtiyacıyle hemşiresine koşan Naim Efendi, Selma Hanım tarafından o kadar sert
bir muameleye maruz kaldı, o kadar sarsıldı ve tartaklandı ki, adeta kendini
tutmasa konağa dönerken arabasının içinde hıçkırarak ağlayacaktı.

Hemşiresi, yan hiddetli, yan müstehzi bir tavırla ona demişti ki:

Maşallah… Demek, Seniha’nın aklı böyle ciddi şeylere de eriyor! Ben
zannederdim ki, o, ipeğin renginden, sürmenin cinsinden, Beyoğlu’nun
kaldırımında sekmekten ve gençlerle Fransızca şarkılar söylemekten başka bir
şey bilmez. Meğer, ara sıra evin umuriyle de alakadar oluyormuş, iyi ya, işte
sevinin, ağabey, sevinin: Torunun, kızından daha akıllı çıktı. ‘Büyükbaba, çok
sefalete düştük, değil mi?’ Sefalet mi? Hayır kızım, hayır, rezalet
demeliydiniz. Öyle bir rezalet ki, Karun’un hazinesi olsa örtemez, İstanbul’un
dört bir köşesinde çın çın ötüyor. Ağabey, ağabey, kuzum, sizin kulaklarınız
tıkandı mı? Gözlerinize perde mi indi? Bir defa etrafınızı dinlesenize, bir
defa etrafınıza baksanıza! Daha şimdiden torununuz olacak yumurcakların
şöhreti afakı (Ufuklar, burada her yan, bütün İstanbul anlamında) tuttu.
Damadınız delinin biri… Kızınıza gelince, o soylu soplu budala, fakat
şaşıyorum, size ne oldu? Siz ki, o kadar ince fıkirli, arif, zarif, kılı kırk
yarar bir adamsınız, doğrusu ya, bazı günler size bir sihir ettiklerine
inanacağım geliyor, çünkü, sizin tarafınızdan bu derece vurdumduymazlığa başka
bir mana veremiyorum!

Naim Efendi, elleri dizlerinin üstünde, koltuğun içinde iki kat olmuş, dik

Benzer İçerikler

AURA VE ÇAKRA KULLANMA KILAVUZU-Karla Mclaren

yakutlu

Oda Müziği – James Joyce Online Kitap Oku

yakutlu

Mahşer-Stephen King

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy