Hoca, Baba, Amca, Ben | Murat Uyurkulak


Bir sabah, uykunun en tatlı yerindeyken, kapı zili acı acı öttü. Bülbül zillerdendi, bana çocukluğumun geçtiği Aydın’daki aile evini, o evdeki mutsuzluğu ve yoksulluğu hatırlattığı için sevmezdim, ama değiştirmeye de cesaret edemiyordum, maziyle iyi kötü bir bağdı neticede. Kalktım. Dedim herhalde ev arkadaşlarımdan biridir. Anahtarını falan unutmuştur. Açtım kapıyı, hoca, babam ve amcam karşımda duruyordu. Sabahın daha o saatinde sallanıyorlardı içkiden. Babamın elinde büyükçe bir bavul vardı. Hoca, Baba, Amca, Ben, Murat Uyurkulak’ın 2017-2020 arası yazdığı öyküleri bir araya getiriyor. Kitaba adını veren ilk bölümde dört karakter üzerinden anlatılan hikâyeler var.

Bu karakterlerden üçü, anarşistlikten komünistliğe uzanan muhtelif muhalif tonları olan üç alkolik. Gururlu, dürüst, yoksul, dışarıdan bakıldığında “kaybeden” diyebileceğiniz, ama kendilerini asla kaybetmiş görmeyen, hayat, memleket, dünya ve insanlar hakkında söyleyecek bolca sözleri olan, entelektüel karakterler. Rakıları, muhabbetleri, şehirleri ve ufaktan yaşadıkları gönül maceralarıyla her şeye rağmen kendileriyle barışık ve eğlenceli insanlar. Onların düşüncelerini ve hikâyelerini ise “oğul, yeğen ve öğrenci” olan, ortalarındaki “Ben” karakteri sayesinde okuyoruz. İkinci bölüm “Tuhaf Şahıslar Albümü”ndeyse ilginç karşılaşmalar, hayata gölgesini ya da ışığını düşüren anekdot ile anılar ve kimini okurların yakından tanıdığı çeşitli figürlerin ustalıkla hikâyeleştirilmiş dokunaklı portreleri yer alıyor.

“İl göçtü kelp uludu,
Bir Mecnun kaldı bir dağ…”
Hatayî

İçindekiler

HOCA, BABA, AMCA, BEN
Milas’ta Üç Köfte…………………………………………………. 17
Karşıyaka’da 401 Numara ……………………………………… 27
İstanbul’da Bir Dosya……………………………………………. 33
Bingöl’de İki Kadın ………………………………………………. 41
Akhisar’da Bir Cenaze…………………………………………… 49
Elmadağ’da Bir Büst……………………………………………… 55
Aydın’da Bir Bahçe ………………………………………………. 61
Göztepe’de Bir Mektup ………………………………………… 67
TUHAF ŞAHISLAR ALBÜMÜ
Billy …………………………………………………………………… 75
Zehra …………………………………………………………………. 81
Hüseyin ……………………………………………………………… 87
Serap …………………………………………………………………. 93
Tuğrul………………………………………………………………… 99
Reha ………………………………………………………………… 105
Emrah………………………………………………………………. 111
Mahmut……………………………………………………………. 115
Didem ……………………………………………………………… 121
Süper Meyhane Bandosu …………………………………….. 125
İçiyom Bahar Abi……………………………………………….. 129
Pyöngyang Yolcusu …………………………………………….. 133
İki Parmak…………………………………………………………. 139
VE DİĞERLERİ
Elalı …………………………………………………………………. 147
Yaşermek ………………………………………………………….. 153

MİLAS’TA ÜÇ KÖFTE

“Kaldır şu fotoğrafı hocanın önünden,” diye fısıldadı babam. İtiraz ettim: “Canıma okur… Sen kaldır, akranısın, arkadaşısın, sana bi şey demez.” Sustuk. Sarhoşuz. Sıkıntıyla kadehlere uzanıp birer yudum rakı çektik. Gözlerimiz, bakışlarını fotoğrafa dikmiş, iki yana sallanıp hıçkırarak bin yıl önce kendisini terk eden karısına ağlayan hocada… Hoş kadın, esmer güzeli. Boşluğuna denk getirsek çekip alacağız fotoğrafı, ama boşu yok herifin, kadehi her daim dolu, yetmiş iki saattir gözünü kırpmadan, tek lokma yemeden içiyor, içkiden kaçan kadını içkiyle yâd ediyor, çırılçıplak oturuyor sandalyesinde, bir karasinek ordusu dönüp duruyor tepesinde, fena kokuyor. Banyodan döndü amcam: “Tek bi temiz çamaşırı kalmamış, kirliler dağ gibi, yıkasaydık şunları.” “Denedim… Çamaşır makinesi bozuk,” dedim. Amcam babama baktı: “Bi don, bi fanila yıkayıver hayrına… Giydirelim şu adamı, üşütecek…” “Ağustos vakti ne üşümesi?” dedi babam.

Haklıydı. İzmir’in ağır rutubetli yazına pis pis terleyip duruyorduk. Babam ilave etti: “Hem niye ben yıkıyom, sen yıka…” Amcam kadehe uzanırken suratını sarkıttı: “Dağ köylerinde öğretmenlik yaparken kuru yufkayı ıslatıp yerdik, leğende çamaşır yıkamaktan ellerim buz keserdi diye anlatıp kafamızı düzme o zaman bundan sonra…” Cümleyi uzun kurunca nefesi kesildi, bir-iki öksürdü. “Ne alakası var?” dedi babam. Amcam genzine dolan ifrazatı gürültüyle geri itip bağırdı: “Siz böylesiniz işte… Kıçımın idealisti…” Babam altta kalmadı: “Hadi lan ordan… Faydasız anarşist…” Gidişat hayra değildi, girdim araya: “Baba sen çamaşır yıka, biz de hocayı yıkayalım, ha?” Bir an düşündü, kadehi dikip söylene söylene kalktı, az sonra su sesi duyuldu içeriden, borular ıstırapla inledi.

Gidip çaktırmadan baktım. İnsanın babasını çömelmiş, çitileye çitileye kirli don yıkarken izlemesi bir tuhaf. Hakikaten biliyor işi. Öğretmen okulunda keman da öğretmişler bunlara. Çalarken hiç görmedim ya, öyle anlatırdı. Emekli olduğundan beri durmadan anlatıyordu zaten. Beyaz bir tişört, kırmızı bir şort var şimdi hocanın üzerinde. Fırsattan istifade fotoğrafı saklamıştık. Hoca fotoğrafın akıbetini sormadı. “Mis gibi koktun ha hocam!” diye tezahürat etti babam. Hoca duymadı. Bir eliyle rakı kadehini kavradı, di­ğer eliyle yanaklarını iki yandan tutup sıktı, yüzünü sabitledi, dudaklarını birini öpecekmiş gibi yuvarlak açtı, kadehle ağzını ancak böyle denk getirebiliyordu. Birkaç damla rakı sızdı uzamış sakallarından. Elinin tersiyle ağzını sildi. Kadehi masaya bıraktı, kalkmaya davrandı, sendeledi, düşecek gibi oldu, son anda yetişip tuttuk kollarından. Bizden kurtuldu, ağır ağır duvara dayalı vitrine yürüdü, eğilip alt çekmecesinden buruş buruş bir dergi çıkardı, banyoya yollandı.

Babam arkasından bakıp sordu:
“Nereye gidiyo bu?”
Amcam soruyu soruyla cevapladı:
“Sence?”
Babam bir fıstığı ağzında ezerken anladı:
“Banyo yalan oldu yani…”
Hırıl hırıl güldüler.
“Git bak şuna… Düşüp kalmasın oralarda…” diye talimat verdi babam
“Töbe,” dedim, “şey yaparken mi bakıcam adama?”
“Öğretmenin lan o senin? Üstünde hayvan gibi emeği var… Bi yerini kırsa daha mı iyi?” diye azarladı bu kez.
Yerimden kıpırdamadım.
Çok emeği vardı üzerimde, evet, babamla ahbap olduğu için, laf söz olmasın diye, sınıfta en çok beni döverdi hayvan.

Hoca ak paktı artık, lakin sinekler bakiydi. Amcam sinekliği kapıp salonun çeşitli mıntıkalarında ava çıkarken, babam masadaki eski tarihli bir gazeteyi karıştırmaya koyuldu. Benim aklım hocanın çekmeceden aldığı dergideydi. Marilin Jes, Brijit Lahay zamanlarından kalma, vintaj bir şey olsa gerekti. Babamın sesiyle kendime geldim: “Turgutreis’te devre mülk satıyolar. Fiyatı da uygun…

“Devre mülk olayı var mı hâlâ?” diye sordum.
Gösterdi ilanı.
Varmış.
Amcam irice bir sineği duvara mıhlarken, “Gidip
bakalım,” dedi.
Babam sordu:
“Gidelim de, hoca ne olacak?”
Hocayı ön koltuğa, şoför babamın yanına, bir kasa
birayı arka koltuğa koyduk, amcamla ben kasanın iki yanına kurulduk.
Hoca ânında sızdı, horlamaya başladı, biz biraları açtık.
Çıt-poffsss-horrr!
Kontağı çevirmeden önce, nereden aklına geldiyse
artık, amcama döndü babam:
“Şu senin on üç senelik öğretmenliği toparlatırsak…
Üzerini de ödedik mi… Emeklilik tamamdır…”
Eylül darbesinden sonra öğretmenlikten atılan amcam oralı olmadı, biradan okkalı bir yudum çekip geğirdi.
Babam kızdı yine:
“Alooo… Kime diyom?”
Amcam kasaya kilitlendi, elini uzatıp birkaç birayı
şefkatle okşadı, önemli bir şey hatırlamış gibi aydınlandı
yüzü, mırıldandı:
“Nimet lan bunlar, nimet…”
Başını kaldırıp babama baktı sonra:
“Diyelim ki toparlayıp ödedik… Ne kadar maaş bağlanır?”
Babam arabayı çalıştırdı, ondan kelli yola odaklandı,
cevap vermeyi unuttu.
Gözümü açtığımda araba duruyordu, gün ağarıyordu, herkes uyuyordu.

Başımı yana çevirdim, ileride, fabrika gibi bir yeri kuşatmış dev bacalardan kesif dumanlar yükseliyordu. Kirli gri bir sisin altına gömülmüştü şehir, insan zor nefes alıyordu.

Amcam da uyandı, sordu:
“Nerdeyiz?”
“Bilmiyorum.”
Amcam bir bira açtı, bir yudum çekti, şöyle bir etrafı inceledi, bacalara, bacalardan tüten dumana baktı, teşhisini bildirdi:

“Yatağan burası, bu da termik santral…”
“Hımmm!” demekle yetindim.
Amcam devam etti:
“Hava kirliliğini görüyorsun de mi? Bak, ta o zaman
Aliağa’da mücadele etmeseydik, oraya da santral yapacaklardı. Sayemizde kurtuldu Aliağa.”
Gülümsedim. Ben de gitmiştim Aliağa eylemine, İlhan İrem’in yanına denk gelmiştim, kol kola yürüyüp
slogan atmıştık.
Amcama kötü haberi verdim:
“Yaptılar o santrali…”
Amcamın gözleri büyüdü, bağırdı:
“Yapma ya? Ne zaman?”
“Çok oldu, hatta ikincisini yapacaklar şimdi…”
Amcam elindeki bira kutusuna bir düşmana bakar
gibi bakıp mırıldandı:
“Ulan bu içki boku var ya…”
Devamını getirmedi, bir kap zehri içer gibi içti birayı, ağzını silip önündeki babamı dürttü.
“Şışşş birader! Kalk hadi…”
Babam yumuşak bir rüyanın son demlerine dublaj
yapar gibi mırıldanarak uyandı, döndü, amcamın elini
itip azarladı:
“Çek be şu elini… Sabah sabah…”

Benzer İçerikler

Cümbüşçü Karıncalar | Pınar Selek

yakutlu

Kayıp Umutlar Merkezi

yakutlu

Adsız Ülke – Alain Fournier Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy