Sultan Abdülhamid’in dostu, sır kutusu Tahsin Paşa’nın romanı: Hünkârım…
Türkiye’de ve dünyada büyük bir ilgiyle takip edilen Payitaht dizisinin Tahsin Paşa’sı Bahadır Yenişehirlioğlu, Tahsin Paşa’nın unutturulmuş hayatını romanlaştırdı.
Osmanlı İmparatorluğu ölüm kalım savaşında.
İç ve dış mihrakların tek bir amacı var; Ulu Hakan Abdülhamid’i devirmek.
Sultan Abdülhamid’in çevresinde güvenebileceği tek bir kişi bile yoktu ta ki Tahsin Paşa’yı bulana kadar.
Tahsin Paşa, aşktan ve muhabbetten anlayan, devletine ve Hünkâr’ına sonsuz sadakatle bağlı, iyi bir eğitim ve aile terbiyesinden geçmiş bir devlet adamı.
Hünkâr’ın Tahsin’e sonsuz güveni ile Tahsin’in Hünkâr’ına sonsuz sadakati…
Ve herkesi kıskandıran bir sırdaşlık, dostluk, kardeşlik…
Osmanlı Bankası baskını, Yıldız suikastı, Siyonistlerin emelleri doğrultusunda kurgulanmış planlar, 31 Mart’a uzanan günler ve bu iki vatanseverin, devletin ve milletin bekası için verdiği destansı mücadele.
Ardından gelen bedbaht yıllar: İttihatçıların zaferi, ölüm ve acı dolu isyanlar; sürgün, sevdiklerinin ölümü, yoksulluk, savaşlar, devletin yıkılışı ve yeni Cumhuriyet… Ve bütün bunları derinden yaşayan vakur Tahsin Paşa.
Bahadır Yenişehirlioğlu, bu asil yaşam öyküsünü Tahsin Paşa’nın kendi gözünden bugüne aktarıyor. Hünkârım akıcı üslubu ve ustalıklı kurgusuyla Tahsin Paşa’nın özel hayatını ve siyasi mücadelesini tüm çıplaklığıyla okurlara sunuyor.
“Hayırlar olsun,” diyerek odamdan çıktım. Bir an önce Hünkârıma bu haberi ulaştırmalıydım. Beni gören askerler hazır ola geçtiler. Kırmızı halının üzerinde yürümeye başladım. Her defasında bu kapının ardındaki şahsiyetin huzuruna çıkmak beni ilk günkü gibi heyecanlandırıyordu. Üç kez çalındıktan sonra asker kapıyı usulca açtı. Edep ve tazimle adımımı attım. Hünkârım masasında oturuyordu. Yürümeye devam ettim. Koca Sultan’ın önüne geldiğimde:
“Hünkârım,” diye seslendim.
İstanbul, 1894
Ben Tahsin. İstanbul’da doğdum. Rüştiyedeki eğitimimi bitirdikten sonra 1870 yılında daha 13 yaşımdayken Sadaret Mektubi Kalemi’ne girdim. Burada çalışkanlığım ve dürüstlüğümle dikkat çekince gençlik yıllarıma denk gelen dönemde yükselerek Bâbıâli kalemlerinde görev yaptım. Ardından 1888 yılında terfi ederek Bahriye Nezareti Mektupçuluğu görevine atandım. Ağzımın sıkı olması ve sır tutmamla tanınırım. Orta boylu, daima siyah veya gri redingot giymeyi seven, fesli, esmer tenli bir adamım. Siyah saçlı, siyah sakallı, kurum gibi siyah gözleri olan biriyim.
Bu sebeple “Kara” ya da “Arap” Tahsin de derler bana. Ciddi ve son derece terbiyeli bir adam olarak bilinirim. Esmer olmama rağmen nurlu bir çehreye sahip olduğum söylenir.
İçimi Allah bilir. Dolma kalemimin kapağını açtım ve âdetim olduğu üzere günlüğüme yazmaya başladım. İhtiyardı koca Osmanlı. Evet, şanlı devlet ihtiyardı. Beş asırlık bereket sona eriyordu. Sıkıntılıydı. Sarsılıyordu. Ne çok buhran yaşanıyordu. Yaşanacakların yanında yaşananların esamisi bile okunmayacaktı.
İnsanoğlu doğar, büyür, gelişir ve ölür derler. Ölüm hakikatinin sadece insanlar için değil devletler için de geçerli olduğu gerçeğinin acı tanıklık zamanlarıydı. Devletler de ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar ömürlerinin sonuna gelirler. İnsanlar gibi, devletler de fani olmaktan kurtulamıyor. Kısacası, dünya fani. Yaşadığımız hikmet ve sebepler âleminin değişmez mukadderatı dünya kurulalı beri hep var olmuştu. Koca kalenin her bir şerefli taşına musallat olmuş peşin hükümlü ne çok hain cirit atıyordu etrafta. Paşa namlı, tarih cahili ve taciri ne çok kansız nefes alıp veriyordu. Koca kalenin kapılarını kırıp bütün maziyi yağma etmeye çalışanlar düşmanı davet ediyordu hayâsızca. Ne çok asalak vardı, hiçbiri de doymak bilmez. Emdikçe emen, semirdikçe semiren. Ne şeref tanıyan ne izzet. Ne ar tanıyan ne hayâ. Unuttukları koca maziyi bir pula, bir ana, kör bir hayale peşkeş çeken.
Zaman bu kadim şehri kara bir sis gibi kaplıyor, insanlar nereden geldiklerini unutup kışkırtanların gerçek niyetlerine aldırış etmeden şuursuzca “Hürriyet!” diye bağırıyorlardı. Gafiller ordusu, arsız yeni yetmeler gibi, birdenbire öteye beriye sataşıyor, akıllarını evlerinde bırakıp, bahçe kapısından sokaklara fırlayıp koca çınarlara saldırıyorlardı. Çınarları kesip güneşi Payitaht’ın sokaklarına indireceklerini sandılar.
Eline balta tutuşturulmuş gafiller her darbede birer parçalarını yitirdiklerini göremeyecek kadar körleşmişlerdi. Giderek elsiz, ayaksız, başsız kalmaya mahkûm oluyor da bunu marifet sayıyorlardı. Böylece keskin güneş yüzlerini yaktı, kavurdu. Hava daha da ısındı. Ağızları gırtlaklarına kadar kurudu. Önlerine su diye bir tas fitne koyanların köpeği gibi suya ulaşmak için oradan oraya koşup bağırıyor, şuursuz kahkahalar atarak fitne suyunu bir dikişte içiyorlardı. Ne büyük cinnet hali. Ne gölgelenecek bir çınar ne bir tas temiz su vardı artık. Hazin akıbetin ayak sesleri duyulmaya başlamıştı. Giderek tufan coştu, nehirler taştı, yollar çamura döndü. Günü gelip de yakıcı güneş kurutuncaya dek balçık, çamur yayıldı her yere. Balçık yayılmaya görsün, korunmak için ne yollara dökülen samanlar ne karşıdan karşıya geçmek için uzatılan kalaslar işe yarar. Çamurdan herkes nasibini alır. Böyle zamanlarda insanların nefesleri daha sıklaşır. Giderek umutları azalır ve gri renkli bulutların hükmü basar dört bir yanı. Ama hayat bu; devam eder yine de ne olursa olsun. Her şeye rağmen caminin avlusuna uzanan basamakları usulca çıkan mahalle kedileri huzurun eşsiz dinginliğini hissettiriyordu Payitaht’ta. Güvercinler havalanıyordu kadim şehrin semalarına. Semt pazarlarında kadınlar, kocalarının verdiği pazar paralarından artırıp bir kenara koymak için neyi daha ucuza bulurum telaşında kayboluyorlardı.
Çörekçiden ciğerciye, zeytinden taze hurmaya, gül yağından safranın en halisine her şeyin satıldığı pazar yerinin velvelesinin arasına Osmanlı’yı yıkma derdine düşmüş devletlerin planları asla bir tezgâh kurmuyordu. Kirli tezgâhın kurulduğu asıl pazar gizli saklı odalarda, planlı programlı teşkilatlarda kimi zaman Lebon’da kimi zaman paşa odasında alıcılarını bekliyordu.
Kadim surların dizinin dibinde, eşsiz manzaraya alışık birkaç çocuk bilyelerini yarıştırırken ileride kendilerini bekleyen hazin akıbetin pek tabii çok uzağındaydılar. Masumlar ne bilir fitneyi, ne bilir düzenbazlığı, ne bilir adam satmayı. Ama asla unutulmamalı ki umut hep vardır. Vatan bilinen toprakta asırlık çınarların varlığı insanı güçlü kılar. Birçok insanın sizden önce bu topraklarda yaşadığını, ne çileler çekip ne mihnetlere katlandığını anlarsınız bu asırlık çınarlara bakarak. Çınarlar, şehri olabildiğince canlı bir varlığa dönüştürür. Nesillere rehberlik etmek istercesine nefes alır. Ne kadar budanmış olurlarsa olsun hep var oldu bu toprakların çınarları. Hep var olmaya devam edeceğine inancı tam yiğit savaşçıları da. Birden hızla kapı çalmaya başladı. Yazmakta olduğum yazıya ara verip kalemi defterin arasına koydum. “Hayırlar olsun,” diyerek kapıya kulak kabarttım. Emektarımız Sırma kapı önünde birileriyle konuşuyordu. Lakin ne konuştuklarını anlayamadım. Kısa bir süre sonra Sırma çalışma odama gelip dedi ki: “Efendim, kapıda saraydan gelen iki kişi var. Sizinle görüşmek istiyorlar.” Yerimden kalkıp kapıya yöneldim.
“Buyurun, ne arzu etmiştiniz?”
“Tahsin Bey siz misiniz?”
“Evet.”
“Buyurun,” diyerek elime bir pusula uzattı. Ben pusulayı açarken
görevli konuşmaya devam etti:
“Yarın öğleden önce saraya bekleniyorsunuz.”
Pusulayı katlayıp cebime koyarken cevap verdim:
“Merak buyurmayınız. Gereken yapılacaktır.”
Çağrı
Feride’nin yanına usulca uzandım ve yanağına dayadığı eline minik bir buse kondurdum. “Küçük Tarla Kuşum,” dedim usulca kulağına. Ona böyle seslenmek hep mutlu etmiştir beni. Melek gibi uyuyordu. Yüzünü seyre daldım. Nişanımız yapılıp aşkımız etrafa karşı meşru kılındığı, henüz birbirimizi yeni yeni tanıdığımız zamanlarda bir gün ailelerimizle birlikte pikniğe gitmiştik. Baharın ilk günleriydi. Feridem ile yan yana patika yolda yürürken bir tarla kuşuna rastlamıştık. Ne gariptir, tarla kuşu bizden ürküp uçmamış, bir üçüncü kişi gibi yanı başımızda yürümeye başlamıştı. Durup tarla kuşunu seyre dalmıştık ikimiz de. Gözlerinin içine bakıp “Tarla Kuşum,” demiştim ona. Feridem utanmış, bakışlarını kaçırmıştı. “Aşk ayrıntılarda gizlidir, çoğu zaman kadere boyun eğer ama bazen de bir armağan olarak gelir, yüzleri güldürür. Siz de benim yüzümü güldürdünüz,” diye ona olan aşkımı anlatmıştım. Sevdiğimden gelecek karşılığı heyecan içinde beklediğim an, Feride’nin imdadına bizi seyreden tarla kuşu yetişmiş, bir anda havalanıp uçmuştu. Yanakları al al olan Feridem bana dönmüş, “Utandırdınız onu,” demişti mahcup bir edayla. Eğildim ve alnına küçük bir buse daha kondurdum. Bu küçük busenin etkisiyle kıble tarafına dönüp uyumaya devam etti. Parmaklarımın ucuna basarak usulca yatak odasından sofaya çıktım. Zira Feride bir kere uyanmaya görsün asla yeniden uykuya dalamazdı. Koridorun sonundaki odaya doğru yürüdüm. Elimdeki mumun ışığıyla aydınlanan kapının tokmağını usulca çevirip odaya girdim. Feride’nin takıntısı sebebiyle üzerinden çıkardıktan sonra asla giymediği çamaşırlar odanın bir köşesinde yığılı vaziyette duruyordu. Masanın üzerindeki şamdanın mumlarını da yaktım. Dolabın içinden babamdan kalan küçük sandığı usulca aldım, şamdanın aydınlattığı masanın üzerine koydum.
İçim titreyerek sandığın kapağını usulca açtım. Sandıktan çıkardığım yeşil kadife bohçayı salondaki masanın üzerine koydum ve katlı yerlerinden itina ile açtım. Ata yadigârı kanlı gömlek ve kan kırmızısı akik yüzük ellerimdeydi.
O an babam Suud Efendi’nin pala bıyıklarını bükerek kararlı bir ses tonuyla söylediği sözler düştü aklıma. “Sakın Allah’a şirk koşma. Zira şirk büyük bir zulüm ve günahtır. Unutma, inancımız anne ve baba hakkına riayet etmeyi icap ettirir. Ben seni yetiştirmek için büyük fedakârlıklara katlandım. Seni Devlet-i Aliyye’ye faydalı ol diye yetiştirdim. Allah’a ve atana büyük bir vefakârlık ve şükür hissiyatı içinde ol. Evladım! Yaptığın iyilik veya kötülük bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, yine de Allah onu senin karşına getirir. Doğrusu Allah, en ince işleri dahi görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır. Unutma! Namazı hakkıyla ikame et, iyiliği emredip kötülükten vazgeçirmeye çalış, bu uğurda başına gelenlere de sabret! Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri sevmez.
Yürüyüşünde tabii ol, sesini alçalt! Müslüman bir genç, büyük bir edep, nezaket, zarafet ve ahlaka sahip olmalıdır. Bir gün bir devlet işinde yer alacak olursan mutlaka sadakatle çalış ve Allah sana zirveye hizmet etme imkânını bahşederse güvenin tam olsun. Güvenini ve sadakatini her şeyin üzerinde tut. Ben seni iyi yetiştirdim, sen kime sadık olacağını ve güveneceğini bileceksin. Gözlerine bak yeter. Gözler sana çok şey anlatacak, asla yanılmayacaksın.
Sana dedemin savaşta yara aldığı esnada üzerinde bulunan bu gömleği ve yüzüğü emanet ediyorum. Yüzük bize atalarımızdan kaldı. Rivayet odur ki padişahlarımızdan biri bu yüzüğü dedelerimizden birine hediye olarak vermiş. Bu devlete hangi atan hizmet ettiyse bu yüzük onun parmağında hizmet etti. Bu yüzüğü taktığın müddetçe devletine hizmet et. Bu yüzük sana güç verecektir. Artık evli barklı bir adamsın, sen de bunu kendi nesline aktaracaksın. Ne için kan döktüğümüzü, ne için hizmet ettiğimizi de asla unutmayacaksın.”
Tan yeri ağarmak üzereydi. Gömleği tekrar bohçaya sarıp sandığın içine yerleştirdim, kapağını kapatıp sandığı aldığım yere bıraktım. Yüzüğü yanıma aldım. Geldiğim gibi parmaklarımın ucunda yatak odasına döndüm. Gece namazı kılmak için abdesthaneye yöneldim. Sabah ezanına kadar seccademin üzerinde zikirle meşgul oldum. Ezanı duymamla mahalle camiine gitmek için evden çıktım. Rahmetli babam sabah namazlarını hiç kaçırmadığından ev halkının da buna riayet etmesine büyük özen gösterirdi. Bir keresinde benim sabah namazlarımı aksattığımı öğrendiğinde yatağımın başucuna kadar gelip kulağımın dibinde iki elini birbirine hızla şaklatarak beni korkuyla uyandırmıştı. Yatağımdan korkuyla sıçradığımı görünce de “Sakin ol, sakin. Korktun, değil mi? Ahirette daha çok korkmaman için yaptım bunu. Bak sana ne anlatacağım, kılınan iki rekât namaz, dünyanın vermediği faydayı verir insana. Sahibini cehennem azabından kurtarmakla kalmaz, cennetin güzelliklerine de kavuşturur. O zaman neden uyanmazsın be evladım! Uyanmazsın çünkü akşam erken yatmadığın için sabah erken kalkamazsın. Ne diyor Efendimiz:
‘Biriniz uyuyunca şeytan ensesine üç düğüm atar. Her düğümü atarken düğüm attığı yere eliyle vurarak, üzerine uzun bir gece olsun, yat, dileğinde bulunur. İnsan uyanır da Allah’ı zikrederse bir düğüm çözülür. Abdest alırsa ikinci düğüm çözülür. Bir de namaz kılarsa bütün düğümler çözülmüş olur. Böylece kul canlı ve hoş bir halet-i ruhiye ile sabaha erer. Aksi halde, habis ruhlu, içi kararmış ve uyuşuk bir vaziyette sabaha erer.’
Hadi bakalım, kalk da kır şeytanın belini.” Henüz o zamanlar bıyıklarım bile terlememişti. Ama bu ikaz benim için bir milat olmuştu. Babama bunu bir daha asla tekrarlatmadım. Her gün yaptığım gibi, yine babamın ruhuna bir Fatiha üç İhlas okuyarak yürümeye devam ettim. Sabah namazından döndüğümde Feridem uyanmış, kahvaltı hazırlıklarına başlamıştı. Kapının kapanma sesini duyar duymaz seslendi:
“Bu sabah yağda yumurta yapacağım. Ne dersin?”
Sahanlıkta ayakkabılarımı çıkarırken cevap verdim:
“Senin canın yağda yumurta istemiş olmasın.”
Mutfağa yöneldiğim sırada kızım Fahire merdivenlerden iniyordu.
Kocası şehir dışında olduğundan bizde kalıyordu.
“Sabah şerifleriniz hayrolsun pederim.
Koluma girdi, mutfağa doğru yürüdük. Mutfağa girince Fahire, evin emektarı Sırma ile birlikte Feride’nin masanın üzerine koyduğu kahvaltılıkları alıp salondaki masaya taşımaya başladı. Feridem, “Bugün önemli bir gün. Yumurtaları iki tane kırıyorum. Gücünü koruman lazım. Ne haberle geleceksin bakalım. Allah’ın izni ile güzel haberlerle dönersin inşallah,” dedi. Bu sırada kızgın tereyağının içine yumurtaları kırıyor, bir yandan da yüzüme bakıyordu.
Durgunsun!”
“Teheccüd namazı için kalktığımda beri maziyi hatırlıyorum. Garip.”
“Durgunluğunun sebebi bu mu? Neyse, hadi kahvaltı masasında
devam ederiz. Al bakayım şu sahanı ama dikkat et, kulpları sıcaktır, yanmanı istemem. Ben de çayı alıp geliyorum.”
“Peki,” diyerek mutfaktan çıktım. Salondan çıkmakta olan Sırma:
“Beyim lütfen! Ben götürürüm,” diyerek sahanı elimden almaya kalktı. “Evladım, elime yapışacak değil ya. Siz mutfakla ilgilenin,” diyerek direndim. Salona geçtim, elimdeki sahanı masanın ortasına yerleştirdim. Kısa bir süre sonra Feridem de salona gelip masadaki yerine aldı. Sırma çayları servis etmeye başladı. “Maziyi hatırlamanız tabii. Niye bu sizi huzursuz etti ki? Çağrı tahmin ettiğiniz vazife ile alakalı ise bu son derece normal değil mi? Hayatımızda yepyeni bir dönem başlayacak olabilir. Benim de kafamın içinden pek çok soru geçiyor.” Feridem ile çağrının Süreyya Paşa’nın vefatı ile alakalı olabileceğini istişare etmiştik. Lakin emin olamadığımızdan bu hususu Fahire ile paylaşmamıştık. Feride’nin sorusuna nasıl cevap vereceğimi bilemedim. Duygularımın karışıklığı hanemi huzursuz edebilirdi. Feride’nin sorusuna vereceğim cevapta tereddüt yaşamamın sebebi, duygularımı kendime bile tam olarak ifade edememem olabilirdi. Sırma’nın salondan çıkmasını bekledikten sonra cevapladım: “Çağrının geldiği makam büyük, çok büyük ve binbir türlü entrikanın cirit attığı bir makam ise o zaman giderek daha çok soru sormaya başlar insan kafasında. Yaşadıklarını hatırlar ki geleceği daha iyi kavrasın.
Bu sebepten olmalı,” demekle yetindim. “Sizde de aynen öyle oldu demek ki.” “Muhtemel.” Fahire bizi izliyordu. Söze karıştı: “Tedirgin olmanız normal pederim, tekinsiz zamanlar. Kimsenin kimseye güveni yok. Koca Payitaht’ta kimin eli kimin cebinde belli değil. Osman her şeyin değiştiğinden ve çetin mücadeleler yaşanacağından bahsediyor.” “Sultanımızın size yaptığı çağrı Mabeyin Başkâtibi Süreyya Paşa’nın Hakk’ın rahmetine kavuşmasıyla alakalı olabilir.”
Feride ile birbirimize baktık. Ardından Fahire’ye şöyle dedim: “Eğer öyle ise o zaman bu vazife büyük bir sefer demek benim için. Böylesine tekinsiz ve çetin zamanlarda daimî teyakkuzda kalacağım zor bir sefer. Siz buna hazır mısınız?” Feridem soruma cevap vermedi, “Hayırlısı olsun,” demekle yetindi. Bir iki tane kırma zeytin ve çaydan başka canım bir şey istemedi. Kahvaltıdan sonra hazırlanıp dışarı çıktım.
Feridem redingotumun omuzlarını eliyle sıvazladı. Fesimin püskülünü düzeltti özenle. “İştahınız yoktu. Yumurtalara elinizi bile sürmediniz. Gözümden kaçmadı değil. Lakin yüreğinizin kalkmasına veriyorum.” Fahire saygıyla elimi öptü. “Bismillah,” diyerek bu mühim günün ilk adımını attım.
Yıldız’a Doğru
Şehirler de tıpkı insanlar gibi. Bir kaderleri var. Savaşı da görüyorlar, barışı da ihaneti de muhabbeti de. Arabacıların bulunduğu tarafa doğru yürüdüğüm sırada zihnim hâlâ sorular sormaya devam ediyordu. İstanbul’un insanın içini donduran rüzgârını iliklerime kadar hissettim. Redingotumun üzerine giydiğim paltomun yakalarını kaldırdım. Fotoğrafını görmenin bile ruhumda heyecan uyandırdığı bu güzel İstanbul’un bir parçası olduğuma hep şükrettim. Mazim gözlerimin önünden geçiyordu. İçinde bulunduğum durumu çözmeye çalışmak bir hayli sıkıntılı, aynı zamanda da heyecan vericiydi. Kendimi, sonunu bilemediği uzun bir seyahate çıkan bir adam gibi hissediyordum. Kısa zaman önce imparatorluğun en buhranlı döneminde Şura-yı Devlet, Divan-ı Ahkâm-ı Adliye ve Divan-ı Muhasebat gibi mühim devlet kurumlarını kuran, ekonomik sıkıntıları bertaraf etme gayesinde olan cennetmekân Sultan Abdülaziz, yabancı sermayenin memlekete girmesine gayret etmişti.
Dünyanın en güçlü donanmalarından birini tekrar kurarak gelecek ihtişamlı günleri hayal ediyordu fakat 1876 yılının Mayıs ayında tahttan indirildi. Bir süre sonra da Ortaköy’deki Feriye Sarayı’nda bilekleri kesik olarak bulundu. Hazırlanan ölüm raporunda Sultan’ın intihar ettiği beyan edilmişti.
Fakat bunun pek inandırıcı olmadığı açıktı. Hüseyin Avni Paşa, Marko Paşa’nın ölüm raporunu intihar olarak yazdığını söyleyerek Ömer Bey’in de imzalamasını istemişti. Ömer Bey’in, mevtayı görmeden raporu imzalayamayacağını belirtmesi üzerine Hüseyin Avni Paşa’nın ellerini Ömer Bey`in omuzlarına uzatarak miralay rütbelerini söktüğü dedikoduları ağızdan ağıza dolaşmıştı. Dr. Ömer Bey’in bu yaşananların ardından ertesi gün Libya’ya sürgüne gönderildiği haberini aldığımda ise o an koca Sultan Abdülaziz’in cinayete kurban gittiğini anlamıştım. Karıma “Bir memlekette iki padişah olmaz, elbette Sultanı öldürmek için tahttan indirdiler,” demiştim. Feridem bunun üzerine iki gün yataktan çıkamamıştı.
Kısa bir süre sonra V. Murad’ın ruhsal dengesinin yerinde olmadığının anlaşılması üzerine İkinci Abdülhamid Han atalarının yaptığı gibi Eyüp’te kılıç kuşanmıştı. Mabeyin Başkâtibi Süreyya Paşa’nın ölüm haberini Bahriye mektupçusu olduğum sırada Bahriye Nezareti’nde vazifemin başında öğrenmiştim. Bu, sahiden uzun bir sefer mi olacaktı? Nihai bir varış noktası var mıydı, yok muydu? Bilmiyordum. Nefes kesen, varlığı sorgulatan ve varoluş sebebine denk düşen bir hizmet imkânı mıydı? Kafam karışmıştı. “Eğer öyleyse bu iyi. Tahmin ettiğim gibi ise hayatımın dönüm noktasındayım,” diye dışımdan konuştuğumu fark ettim. Etrafta kimseler var mı diye bakındım. Allah’tan kimse duymamıştı.
Evet evet, aldığım davet Süreyya Paşa’nın vefatıyla alakalı olmalıydı. Mahallede yaşayan hane sahiplerinin teneke ve toprak kaplarda yetiştirip büyüttüğü, ahengi ve revnaklarıyla insanı kendisine hayran bırakan çiçeklerin ruhlara sirayet eden kokusuna, evden eve asılmış çamaşırların sabun kokuları eşlik ediyordu. İstanbul’un kendine has atmosferine sirayet etmiş tüm bu kokuları ruhuma sindire sindire mahallenin dar sokaklarını boydan boya geçip arabacıların bulunduğu meydana geldim.
Hasır taburelerde oturup sohbete dalan arabacılara selam verdim. En başta bekleyen arabaya bindim. Arabacı, sabah rızkının sevinciyle “Bismillah,” diyerek oturduğu yerden kalktı ve selam verip arabanın kapısını kapattı. Soğuktan üzerlerine çul attığı ve burunlarından çıkan soluğun neredeyse donmaya yüz tuttuğu atları hareket ettirmek için kamçısını şaklattı.
Oturduğum buz gibi soğuk deri döşeme içimi ürpertti. Arabacıya talimatı verdim. Aldığı talimat üzerine arabacı meydanı dolanarak menzile doğru yol almaya başladı. Arabanın kafesli penceresinden dışarıya bakarken kafam sorularla haşır neşirdi. Hayatımın en zorlu görevini mi üstlenecektim? Bu benim kaderim mi? Onunla mı yüzleşecektim acaba? Benim için artık kimse olmayacak ve ben sadece Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin bekası için mücadele veren Sultan’ın hizmetinde mi olacaktım? Bunu istiyor muyum gerçekten? Arabanın kafesli penceresinden Payitaht’ı seyrediyordum. Göz aşinalığımdan ilk bakışta fark edemediğim, İstanbul’un farklı din ve milletten ahalisi sabah hengâmesinde gözüme daha telaşlı göründü. Sokaklar cemiyetin hayat-ı içtimaisi hakkında ne çok şey anlatıyordu aslında.
…