İki ay sürekli çalıştım öykü üzerinde, ve, bitirir bitirmez, bir tek cümlesini okumadan, müsveddesini toplayıp masamın en alttaki çekmece gözüne sakladım. Düşünmüyorum öykü üzerine. Kompoziayonundan, alışılmış öykü sınırları içinde kalıp kalmadığından emin değilim. Teknik yapısı dışında stili, sanatsal değeri üzerine de düşünmüyorum. Düşünmeye gerek duymuyorum.
Ne ki, öyküyü yazdığım sürece, İhtiyar Savaşçı ve Melek Hanım’la birlikte, kendimin de bugünkü Gurzuf’a ve Kızıltaş’a döndüğümü, ötekiler gibi, kendimi de cenaze törenine katıldığımı ve ötekilerle birlikte Gurfuz’un anacaddesinden geçip bayırdaki eski mezarlığa girdiğimi hisseder gibi oluyorum. Öykünün değeri mi? Önemli değil. Bu kadarı yeter bana. (Cengiz Dağcı, Yansılar-3, Nisan 1989)
Yurdunu Kaybeden Bir Adamın
Zamansız Çilesi
Beklemeyle geçiyor günler. Her geçen günle az daha sönüyor umut. İki yıldır ışık tuttu Yansılar umutlarıma. Yansılar’ı kendim için yazıyorum diye yazdığım akşamlarda da birinin bana sesleneceğini umdum; ve bekledim. Yarın Yansılar’a veda deyip çekmeceye saklayacağım. Biliyorum, kolay olmayacak bu. Üzüleceğim. Yüreğim acıyacak. Acıyla yatıp uyuyacağım. Acıyla uyanacağım. Boşlukta kalacak odam; ve odamda ben. Kızıltaş’tan kopacağım; Gurzuf’tan kopacağım; hayat içinde yaşayan canlı bir ölü olacağım.
Anneme Mektupları, Benim Gibi Biri’ni bitirip çekmeceye sakladığımda da hüzünlenmiştim. Ama hüznüm bu kadar derin olmamıştı. Çünkü bekliyebilirlerdi. Çünkü içimde yazılacak başka şeyler vardı, söylenecek başka şeyler vardı. Ama şimdi… Her şey çekip gitti. Gurzuf, Kızıltaş, Ayı Dağı… Her yer ve her şey siliniyor gözlerimden. Nasıl yaşadım bugüne değin? Nasıl yazdım? Biliyorum, gerçek değildi onlar. Gerçekliklerini yitirmişlerdi çoktan benim için. Ama… Hayaliyse bile, varlığımın, hayatımın temeli, ana damarı olmuşlardı. Sözcükler beni terkettikleri bir anda o damara başvuruyordum.
Þimdi damar kopuk. Kopan damarla bugüne değin sayfalara döktüğüm umut ve özlemlerimin içimde boğulup öldüklerini hissediyorum. Sürdürmeyeceğim. Sürdüremeyeceğim Yansılar’ı. Tüm umut ve özlemler içimde öldükten sonra -ister düşsel olsun, ister gerçek olsun- düşünce ve duygularımı içtenlikle Yansılar’da yansıtabileceğime inanmıyorum.
Ama yaşayacağım. Bir yıl mı? Üç yıl mı?.. On yıl mı? Bilmiyorum, ama yaşayacağım. Sevdiğim kıyılarımdan uzak; insanlarımızdan uzak; Gurzufsuz ve Kızıltaşsız; ama yaşayacağım gene de. Yeter ki ömrümün bu son yıllarında da, şairin dediği gibi, gün ışığı eksilmesin penceremden. Geçen ayın ikinci haftasında aniden gelip İngiltere’yi bastırmış kış sürüp gidiyor hâlâ. Londra’da kar çok yağmadı, ama Southfield soğuk, rutubetli. Bugün ayın onyedisi. Lapa lapa kar yağıyor bahçeme. Çok sürmedi kar. İkindiyin evin önündeki küçük bahçe yolunda karları süpürdüm. Yansılar’a son vereli -daha doğrusu son vermek kararını alalı- can sıkıntısı içindeyim.
İyi ki ekmek kırıntılarını bıraktı Regina bahçemde çimler üstüne; bahçede yemlenen kuşları seyrediyorum penceremden. Bir ara yazı makinesini çıkarıp masamın üzerine koydum. Yansılar’ı daktiloda yazmak niyetindeyim. Yazmam şart değil ama… hiç değilse bir iki hafta oyalanabileceğimi düşünüyorum. Bir tabaka kâğıt geçirdim bugün daktiloya; iki kelime yazar yazmaz, çıkardım, attım.
Makinenin şeridi iyice kurumuş; harfler belli belirsiz. W.H. Smith’e uğrayıp şerit alacağımı açıkladım Regina’ya; izin vermedi. Bensiz gitmeyeceksin, dedi. Havanın ılımasını beklemem gerekecek. Regina’yla gidemem. Bu soğuk hava Regina’nın evden çıkmasına izin vermiyor bugünlerde. Onun durumunda tehlikeli bile. Kuşları seyrederken Yansılar’a son verme kararımın yanlış olduğunu da düşünüyorum. Bir yıl daha Yansılar’a gömülmek… haddimin dışında.
Şubat, 1987
1
Bismillahirrahmanirrahim… Bizim Savaşçı’nın öyküsü de burada başlıyor işte: Silahsızdı gayrı. Uzak savaşlardan çıkıp gelmişti. Gönlünde ve saçlarında barış yeli esmesine rağmen yorgun bir savaşçı olarak dönüyordu. Parmaklarının uçlarını yara izlerine her değdirdiğinde yüreği kanıyordu. Niçin savaşmıştı? Soruyu sormaya ihtiyaç yoktu; biliyordu niçin savaştığını. Bu savaş son savaş olacaktı onun için – onun için ve yurdu için. Kurtulacaktı yurt toprakları kandan, ateşten.
Çiğnenmeyecekti artık tarlalar, yanmayacaktı ekinler, ağlamayacaklardı analar; çocuklar babalarıyla birlikte oturacaklardı akşam sofralarına; gelinler erleriyle yatıp uyuyacaklardı kucak kucağa; kızlar mut türküleri söyleyeceklerdi düğünlerde; ve okullarda çocuklar, bahçelerde çiçekler, bağlarda üzümler özgürlük ve barış havası içinde yetişeceklerdi; ve onacaktı yaralar, gülecekti yüzler; gülen yüzler arasından birini seçip evlenecekti bizim Savaşçı ve uzun yılların sonunda o da mutlu ihtiyarlığına erişecekti, ve ballı çamların kokusunu içine çeke çeke, ihtiyar meşenin gölgesinde çayını yudumlaya yudumlaya, kızıl gelincikler arasında hoplayıp koşuşan torunlarını seyredecekti; ve ömrünün sonunda gözlerini sükûnla yumacaktı hayata; ve yakınları, yorgunluğundan artık kurtulmuş bedenini tatlı tatlı dualarla vereceklerdi toprağa.
2
Ay ışığı vardı. Çayırı geçti. Ormanda yürüdü bir süre. Köyüne yaklaştığını iliklerinde hissediyordu. Ormanın sık ağaçları arasından çıkıp bayırın ucunda durunca, bayır dibindeki asmaları henüz yeşermeye başlamış bağın kokusu vurdu burnuna. Bağın ötesindeki köy evleri sessiz ve renksiz hastalar gibi duruyorlardı ay ışığında. Ama geceydi – huzurunu bozmadı sessizlik. Lüle saçlı, boncuk gözlü yavrular uyuyorlardı, analar uyuyorlardı-, savaştan dönen yiğitler de köye ulaşmamışlardı henüz; üzüldüğü bir şey varsa Savaşçı’nın, köyüne eli boş dönüşüydü; gene de köyünde sevinçle ve hoşgörüyle karşılanacağını biliyordu. Derin bir soluk aldı. Bir de değil, üç kez soludu. Bağın kokusunu doya doya ciğerleri içine doldurdu.
Sonra ayağı dibindeki yassı taşın üstüne oturdu, bacaklarını öne uzattı; uzaktaki evlerin damlarına bakarak, o köyde geçen çocukluğunun hatırasına daldı ve hatırlarken, uzunca bir süre garip bir tebessüm takıldı kaldı Savaşçı’nın dudaklarına. İyi ki hafızalı yaratmıştı Tanrı insanoğlunu! Hatırasız yaşayamazdı. Yurdundan uzak, en zor, en çetin durumlarda bu evlerin, bu bağın, şu anda üstüne oturduğu taşın ve toprağın hatırasıyla yaşıyabildi; hayatı kendisine zehir eden nesnelere gözlerini yumup hatıralarına sığındı; ve hatıralar onu ateş, kan, fırtına ve kasırga içinden geçirip selamete ulaştırdı. Þimdi, hatıraların yerini Savaşçı’nın gözleri önünde duran gerçekler alınca, gülümseyerek, az da üzülerek, veda diyordu bunca yıl gönül bağıyla bağlı kaldığı hatıralara.
3
Evet, gerçeklerle yüzyüzeydi Savaşçı – kaçıp saklanamazdı artık; hoşuna gitsin gitmesin, bu gerçeklerle yaşayacaktı. Ama savaştan daha çirkin olamazdı gerçekler. Çirkini de ne! Düpedüz güzeldiler ve bu gerçekler öncesinden daha sıkı, daha sağlam bağlarla bağlıyacaklardı onu hayata. Anası, babası gelip durdu gözleri önüne. Anası zayıftı. Babası ihtiyarlamıştı. Üstelik yüreği de sağlam değildi babasının. Savaş yılları içinde bir haber alamadı. Cepheden yazdığı mektuplar hep cevapsız kaldılar.
Hayatta olup olmadıklarını bile bilmiyordu. Ama sağdılar herhalde. Yaşıyorlarsa… Karşılarına öyle apansızın çıkıvermekle büyük bir sarsıntı yaratacaktı onlar için. Sabahı, en azından, şafağın sökmesini beklemeyi düşündü. Düşündü ya, bunca yıl hasretini çektiği köyünün bir çağrım uzağında beklemenin kolay olmayacağını duydu yüreği içinde, ve bayırdan bir kuş gibi fırlayıp ay ışığında renkleri uçuk damlar üzerine uçası geldi. Ama sabırlı olmaya kararlıydı.
Sabahleyin aşağıdaki yolda köye dönen başka yiğitler de görünürlerdi muhakkak; onlara katılırdı; onlarla birlikte girerdi köye. Kendisini başka gençler arasında -üstelik yaralı, kolsuz bacaksız arkadaşları arasında- gören babası çok heyecanlanmazdı belki. Derken köpek havlamaları geldi kulağına. Önce kopuk. Sonra uzun. Havlamalar sürekli ulumaya dönüştüler. Köye ondan önce dönenler mi olmuştu? Sabrının koptuğunu duyuyordu. Ayağa kalktı. Köyünde ışık sütunlarını görünce içinde cız etti bir şey. Bazı evlerin pencere camları bir aydınlanıyor, bir kararıyordu. Lamba ışıkları değildi bunlar. Cephelerde pusuda yatan düşmanı arayan; göğün karasını taraya taraya düşman uçaklarını arayan güçlü reflektörleri hatırlatıyordu ışıklar. Bir ara yabancı bir yerde olduğunu sandı, ve eli ayağı titredi. Ama kaabil değildi – bayırın dibindeki bağ, ve bağın kıyısınca köye uzayıp giden otoyol gözleri önünde duruyordu.
Uzun bir yürüyüşten sonra gerçekten kendi toprağına ulaştığına emin olmak istercesine, üstüne oturduğu taşı tuttu, bacakları arasından bir avuç toprak aldı, toprağı yüzüne kaldırdı avucu içindeki toprağın kokusu ona kendi yurdunun toprağı olduğunu ispatlamasına rağmen, hınçla yere çaldı, kafası içinde yer alan saçma düşüncenin öcünü alırcasına. Öyle ya, köyünde kendi insanlarından başka bir kimse olamazdı; ışıklarsa şenlik ışıklarıydı; özgürlük ve barış onuruna yakılmış ışıklardı. Bayırı inmeye başladı.
4
Kendisini bekleyen gerçeklere takılıydı aklı hâlâ. Beş yıl mı olmuştu köyünden çıkalı? Evet, beş. Önce askerlik ve talim; sonra dört yıl süren savaş. Bu topraklar üzerinden de geçmişti savaş; yanıp yakılmamış bir yer kalmamıştı yurtta. Dört yıl gibi uzun bir zaman dilimi altında savaşsız da bozulurdu evler; tıkanırdı oluklar, silinirdi renkler, çökerdi çitler, akardı damlar – yapılması gereken işler bekliyordu onu.
Daha savaş başlamadan önce onaylanmış ve tüm köy halkınca desteklenmiş ama inşaasına girişilmemiş başka işler de vardı üstelik: keçilerin girmesini önlemek için mezarlığın zelzelede hasara uğramış duvarının örülmesi gibi; köyde klinik kurulması gibi; iki mahalle arasından geçen dere üzerine atılı ve yer yer çürük ahşap köprünün tamiri, tıkanık su yolları, eğrelti otlarıyle örtülü eski çeşmeler; savaş başladığı gün yağmur altında kalakalmış paslı makineler gibi. Bir de köy kulübü ve köy kulübünde gençler için ping pong odası çocuklar için kreş, ihtiyarlar için de dam odası düşünülmüştü. Kulüp bekleyebilirdi.
Ama öteki işler onun ve onun gibi savaştan dönen gençlerin coşkuları ve kollarının gücüyle gerçekleşecekti ancak. Ve yapılacaktı bütün bunlar. Savaş onları birbirlerine yaklaştırmadı mı? Yaklaştırdı tabii. Birinin sıkıntısı ötekinin de sıkıntısı, birinin sevinci ötekinin de sevinci olacaktı bundan böyle. Yoldaydı gayrı.
Yürürken, az önce bayır üzerinden gördüğü köyünün olduğundan çok daha uzak olduğunu, ve aradaki uzaklığı bir solukta aşamayacağını anlayarak, yolun kıyısına çekildi, yamaca oturdu, yorgun bacaklarını öne uzattı, asker gömleğinin göğüs cebinden tütün kutusunu çıkardı, bir cigara sardı. Unutmuştu ışıkları; büyüyen gülümseyişi gözleri içinden öne uzalı bacakları arasındaki toprağa akıyordu. «Hey toprak!» dedi: «Hey toprak!» dedi içinden; «Sana doyum olmaz» dedi, ve yüzü, gözleri ciddiyetini takındı; «Doyum da ne demek? Sen insanın canısın, varlığısın, toprak! Sensiz insan bir hiçtir, bir yokluktur,» dedi. İçinden bunları söyleyince, hem içi rahatladı, hem de bedeninde hoş bir hafiflik duydu Savaşçı; ve yamaca sırtüstü uzandı, iki elini kafası altına sokuşturdu, göğün alaca esmerine baka baka cigarasını içti; sonra doğruldu, cigarasının izmaritini yola attı, ve karanlıkta bir tavuskuşunun kızıl gözünü hatırlatan izmarit sönünce ayağa kalktı, başını kaldırdı, ve umut dolu gözleriyle köyünden yana bakarak, tekrar yürümeye başladı.
5
Yürüdükçe vücudu daha da ağırlaştı. Ayın altına gelip durmuş bir parça kara bulutla göğün ve önünde uzayıpgiden yolun ucundaki tepelerin renk ve çizgileri değişti aniden; belli belirsiz oldular. Otoyolun duvarı dibinden başlayıp deniz kıyısına dek alçalan bağın asmaları arasından tılsımlı bir hışırtı geliyordu. Dağları karanlık yutmuştu Kuzey’de; yalnız doruklarda ayın gümüşü yansıyordu. Deniz de başkaydı bu gece – çocukluğunda oturdukları evin penceresinden gördüğü denize benzemiyordu hiç. Kabarıktı. Uzak ve soğuktu. Tehlikelere gebeydi adeta. Tüm gücünü bacaklarında yoğunlaştırıp adımlarını açmaya çalıştı. Ama sarsak adımları gövdesini taşımayı reddediyordu. Bir ara duvar dibine oturup sabahı beklemeyi düşündü. Karanlık içinden gelen köpeklerin ürümesiyle bu düşüncesinden çabucak caydı – kaabil değil, köyü çok uzakta olamazdı. Bir ara savaş geldi aklına: yağmur içinde, kar ve kasırga içinde geçtiği uzun yollar; sonra cephelerde tankların, topların yaylım ateşleri, makineli tüfeklerin açtıkları ateş furyaları: avcı uçaklarının üzerlerine yağdırdıkları kurşun yağmuru…
O gecelerde de: Yorgunum, fazla yol yürüyecek durumda değilim, demiş miydim, acaba? Güldü. Evet, burada, köyünün eşiğinde, dümdüz yolda ve ay ışığında gülebiliyordu. Ve gülümsemesinin yüzünden silinmesine vakit kalmadan doğruldu, derin bir soluk aldı, göğsünü öne verip kabarttı ve demirbaş bir çavuşun sesiyle gürültülü bir kumanda verdi kendine: «Hazıııır, ol!.. İleriiii, maaarş!»
6
Ayın altından geçen kara bulut, ormanın derinliğinde patlamış bir mermi dumanıydı dersin; incele incele eridi gitti; ve dolunayın yüzü sevecen bir parlaklıkla güldü.Otoyolun, karşıda sert bir dirsekle kıvrılıp, güney-doğu yönüne doğrulduğu kesimine çıkmıştı ki, sıra selviler ilişti gözüne; ilişince de az önce bağdan çıkan tılsımlarla dolu hışırtı değişiverdi – şimdi bağ gün ışığının, çiçeklerin, kelebeklerin, üzümlerin ve sıcak fırınlardan henüz çıkarılmış ve buram buram ana kokan ekmeklerin türküsünü söylüyordu sanki yorgun Savaşçı’ya.
7
Sıra selvilerin ince ve uzun gölgeleri uzanmışlardı yola. Bağ arkada kalmıştı. Bağın asmaları arasından çıkan hışırtı ve köpeklerin ürümeleri kesilince, garip bir sessizlik çöktü etrafa. Sessizlik derin ve sürekliydi; derin ve sürekli olduğu kadar da gecenin yüreğine saplanıp kalmıştı sanki; ve karanlığı kanatacak bir bıçak gibi de keskindi. Kendi gölgesini selvilerin gölgeleri arasında kaybetmekten korkarcasına, hızlı adımlarla yürüdü, selviler dibinden geçti. Ama tedirginliği dağılmadı.
Başını çevirip bağı kolladı. Göremedi. Çocukluğunda da bağların görünmediği yerlerde tedirgin olurdu hep. Ne var ki bu durumu uzun sürmedi: olduğu yerden yüz metre kadar uzaktaki eski dut ağacını görünce içi rahatladı; güldü hatta. Çocukken o dut ağacına tırmanırdı. Ağacın, beygir yaptığı kalın dalı üstüne otururdu ve önünde, kalın daldan fışkırmış ince dalları, bir atın yelesini tutarcasına, tutarak; sarkık bacaklarını bir içe, bir dışa atarak, «beygirini» sürerdi. Ha!.. ve dut yerdi. Ne çok dut vardı dallarda. Kara, pembe, alaca, mor, yavru emziren kadınların memebaşlarını hatırlatan dutlarla yüklüydü dut ağacı. «Beygir» ini sürerken de dut yerdi boyuna. Karalar çok tatlı olurdu. Kızıllar ekşiydi. Bazıları acıydı.
Bir kızıl dut yedi mi ardından hemen üç kara dut yerdi. Kısa pantolonundan çıkan çıplak bacakları, kolları, parmakları, yanakları -tek sözle her yeri- al, kara, mor renkler içinde dönerdi eve, ve annesi bakır leğene sıcak su doldurup yuvardı kendisini. Dut renkleri bacak eklemlerine dek yükselirdi. Annesi pantolonunu çıkarıp duta bulaşmış kıçlarına ve sünnetli yerine baktığında, «Ayol sırman da dut mu yedi?» diye kıs kıs gülerdi. Tatlı hatıralar! diye düşündü Savaşçı. Aradan bunca yıl geçmesine rağmen unutulmuyordu; insanın içinde yer etmişlerdi; insanın dalak, böbrek, yürek, akciğerine yapışıp kalmışlardı sanki – öylesine yakındı insana hatıralar.
8
Yaşanmış bir zaman parçası bekliyordu onu dut ağacında. Ağacın dibinde durunca o zaman parçasını kaldıracaktı, elinin içinde tutup okşayacaktı, sonra cebine koyacaktı ve, cebinde saklı o zaman parçasıyle yaradılışı eksiksiz bir insan olarak dönecekti köyüne Savaşçı. Ne var ki daha dut ağacına varmadan bir koku vurdu burnuna, midesi bulandı. Dut kokusu değildi bu; çirkef su, çürük ağaç, gebermiş karga veya gebermiş porsuk kokusu değildi; ama, bizim yorgun Savaşçı için yabancı bir koku da sayılmazdı -dut ağacından gelen koku, hiçbir kokuya benzemeyen, kan kokusuydu.
Durup arkasına baktı; karanlıktan sıyrılıp çıkmış dağların uçurumlarına baktı; denize baktı: sessizliğin sürüp gitmesine rağmen, gecenin kanadığını ve sessizlik içinde kanlı bir tehlikenin gizlendiğini sezinleyemedi. «Lanetli savaş!» dedi içinden. Kafasının içinden söküp atamıyordu bir türlü savaşı. Tanrı’nın insanoğlunu hafızalı yaratması iyiydi ama… savaşa gelince, hafızasız yaşamayı yeğliyordu. Yürüdü Dut ağacından gelen kokunun kuşku uyandırıcı bir koku olduğunu gizleyemezdi artık kendinden. Ağaca beş adım kala tekrar durdu. Þimdi iyice görüyordu; ve gördükleri, az önce sandığı gibi, hafızasının garip bir oyunu değildi: ağacın dibinde kurşunla vurulmuş üç ceset yatıyordu; bir ceset de dut ağacının kalın dalına asılıydı. Uzun bir süre beyni sımsıkı kapalı kaldı. Kimdi o? Nerdeydi? Niçin gelmişti buraya? Neden sonra beyninin dar hücreleri yavaş yavaş aralandı, açıldılar; ve düşünmeye başladı: biliyordu, köyünün yolundaydı. Dağlardan yana kaldırdı başını: dağlar, kendi yurdunun dağlarıydı. Denize baktı: deniz de kendi yurdunun deniziydi.
Ya dut ağacı dibinde yatan ölüler? Yeni bir savaş mı başlamıştı? Ama niçin? Ne zaman? Ve kiminle? Evet, düşman kimdi? Savaşan kimdi? Ölen kim, öldüren kimdi? Düşündü, düşündü. Ellerini kaldırıp arkadan kafasını, ensesini kaşıdı. Yine düşündü. Ama kafasını çatlatana dek düşünse bile, bu toprak üstünde yeni bir savaşın başladığına inanamayacaktı. Az sonra cesetlere yaklaştı. Ve ölüleri yakından görünce olduğu yerde taş kesildi. Ama görme yeteneğini yitirmemişti – ölüler kendi insanlarıydı; bundan kuşkulanmıyordu.
Biri, ölmeden önce, ya da ölürken, kolları arasına aldığı dizlerini çekip çenesi altına getirmiş, ve öylece ölmüştü; biri yüzüstü ve upuzun yatıyordu; üçüncününse iki bacağı iki yana atılıydı, ve alabildiğine açık gözleriyle dut ağacına asılı cesede bakıyordu. Üçü yalın ayaktı; yalnız dala asılı cesedin ayaklarında çarıklar vardı, ve hafif esintide hafifçe sallanan bacakları dibinde, kimin olduğu bilinmeyen, bir kalpak yatıyordu. Savaşçı yaklaşıp kalpağı kaldırdı, gözleri açık ölünün başı ucunda dizüstü çöktü, ölünün gözlerine, açık ağzına baktı, ve sorusunun karşılanmayacağını bilmesine rağmen: «Sen kimsin? Kim öldürdü seni?» diye sordu. Bir ara kendisi bir cevap bulmaya çalıştı soruya. Ama boşunaydı. Aklına gelen her cevabı «Saçma!» diye kesip attı. Nihayet, soruya hiçbir cevap bulamayınca, ölünün gözlerini kapatmak istedi, ama ölü, gözlerinin açık kalmasını ve açık gözleriyle daldaki asılı cesede bakmayı yeğliyordu dersin, kapatamadı. Sonra elindeki kalpağı hangi cesedin başı ucuna koyacağını düşündü. Düşündü ya, hiçbirinin başı ucuna bırakmayıp, köye kalpakla dönmeye karar verdi – köyünde, hiç değilse, kalpağın kimin kalpağı olduğunu sorar, anlardı. Yola çıktı. Donmuş bir dere gibiydi yol ay ışığında.
Her yeri görüyordu: dağları, denizi, bayırları, tepeleri, selvileri… ama her yer renksizdi; kara – beyaz filmler misali, yalnızca kara ve beyazdı görüntüler. Yürümeye başladı. On adım kadar uzaklaşınca duraksadı, başını çevirip, ölülere ve dut ağacına baktı tekrar. Bakarken yamaca oturup ölülerin ardından ağlamayı düşündü. Ama ağlayamayacağını biliyordu. «Deli!» dedi içinden kendi kendine. «Bunca ölü gördün savaşlarda; bunca yıl bu yurdun hasretini çektin; gözlerinin gerisinde gözyaşı kaldığını mı sanıyorsun?» «Deli!» dedi içinden bir kez daha; ve kimin olduğunu bilmediği kalpağı koltuğunun altına kıstırarak, yürümeye başladı. Yürüdü, yürüdü, yürüdü. Yürüdükçe yol uzadı, sonsuz ve umutsuz bir yol oldu; gece uzadı, bitmeyen ve sancılı bir gece oldu. Yapılacak hiçbir şey kalmamıştı artık onun için- yalnızca yürümek, ve, seferlerde olduğu gibi, yürürken sessizce içinden türküdeki dizeyi tekrarlamak:
Yollar yollar.
Uzun yollar.
Bitmez yollar.
Sonsuz yollar
Ay gidi yollar.
Ay gidi yollar.
…