Bağımlılık ilişkiyi sürdürmek için kendin olmaktan vazgeçmek demektir. Görebileceğin her türlü zarara rağmen bu durumu sürdürürsün. Sertap Yar kitabında bunu en açık şekilde anlatmış.
Alkol ve aşk bağımlılığının yarattığı çatışmaları, çekilen acıyı, sosyal çevrenin etkilerini. Güzel bir bağımlılık hikayesi olmuş.
Psikolog Deniz Ergül
O ANDAYIZ İŞTE!
Aynı soyadını taşıdığım bir başka yazara denk gelmemiştim O’nu okuyana kadar. Ama yazarlık serüveninde aldığı mesafenin ne denli hızlı bir o kadar da bilgece olduğuna tanıklık edebilirim…
İlk şiirlerinden başlayarak, deneme ve giderek romana savrulan yaşam tanıklığını her geçen gün yakası açılmadık metaforlarla zenginleştirdi Sertap Yar. Ve bu zenginlik bir anlamda bilgeliği de okuruna doğru akan bir coşkun ırmağa dönüştürdü…
Sertap bu son ekininde, açıkçası sadece okuyanı değil kendini de şaşırtmış olmalı. Kurgu dünyada nefes alabilmek, oksijensiz kalmak riskiyle el ele yürür genelde. Kendini ve okurunu oksijeni bol olan bir evrene çekerek, o kurgusal evrenin boyutları hakkında da ipuçları veriyor yazar…
Kendi çağının ve duygularının tanıklığından ziyade başka ruhlarda alabildiğine vadiler açıyor okuru için. Gezilmesi, belleğe alınması ve geleceğin bir yerinde olması gereken vadiler bunlar…
Kaçırılmayacak bir gezintiye çağrısı ikinci baskıda iyiden iyiye belli ediyor kendini. Açıkçası her okuyuşumda beni şaşırtan bir gönül bilgesiyle karşı karşıyayım…
Oysa “Bilgelik çürümenin başlangıcıdır” der bir filozof. Aslında gelinen noktanın; “ürümenin bittiği sınır taşı” olduğunu öğrenmenin zamanı değil midir? Tam da o andayız işte!
Mesut Yar
Bağımlılıklar, sosyal psikolojik yapımızda düzensizlikler yaşattıkları zaman hastalık kabul edilir. Alkol gibi bir madde içinde, herhangi bir davranış içinde böyledir. Sertap Yar alkolün yarattığı sosyal ve psikolojik yıkımı işlerken bir davranış bağımlılığı olan Aşk’ın yarattığı düzensizlikleri de birlikte harmanlıyor. Hem de ilk satırlarından son satırına kadar, merakla heyecanla elden bırakmadan hızla okutuyor “İki Ayrı Tutku” yapıtını.
Prof. Dr. Mansur Beyazyürek
Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı
*
İKİ AYRI TUTKU!
“Yaşam şekli haline getirdin alkolü. Yanında da her gün artırdığın sigaran. Seni günden güne yok ediyor bu iki illet. Neden anlamak istemiyorsun Enis ! ” diye avaz avaz bağırdı kocasına.
“Üstelik…..”
Işıl, hemen hemen her gün sarf ettiği bu sözlerle isyan ediyordu hayatına. Bu bıkkınlık ve çaresizlik anlamıyla yüklü cümlelere şimdi bir yenisi daha eklenmişti. Fakat, onu söylemeyi kadınlık gururuna yedirememişti Işıl. Üstüne basa basa söylediği kelimenin gerisini getirme gereksinimi bile duymamıştı. Nasılsa, yıllardan beri şişenin dibinde yaşayan kocasının iyiliği adına söylediği ne varsa, hepsi onun için anlamsızdı. Hem kendisi hem de çocukları, Enis için çok üzülüyorlardı. Sanki, onunla birlikte her Allah’ın günü içiyorlarmış gibi yorgun, yılgın ve umutsuzlardı.
“Rahat bırakın beni” dedi Enis. Ve ardından gür sesiyle yeniden
“Rahat” diye haykırarak önündeki camdan fiskos masasını ters yüz etti. Bu davranışı, yıllarca kırıp döken, saçıp savuran, dövüp söven Enis’in çektirdiklerinin yanında öyle hafifti ki, Büşra’nın dışında ne Yiğit ne de Işıl oralı oldu. Büşra, koltukta oturan ağabeyinin dizine yaslanmış, bir yandan tırnaklarını yiyor bir yandan da anlattığı fıkraları hayranlıkla dinliyordu… Kendisine komik gelen yerlerde kıkırdarken, aniden ürküten sese doğru dönmüş, gülmeyi keserek, babasının boynuna sarılıp ağlamaya başlamıştı.
Yiğit, tek kelime bile etmeden oturduğu koltuktan hızla kalkarak odasına doğru yürümüş ve kapıyı sertçe “Bıktım sizden” dercesine yüzlerine çarpmıştı. Işıl, sadece, sigara kokusu sinmiş olan odanın içindeki dumanlı havayı derin bir nefesle çekti içine. Enis, alkolle birlikte her gün neredeyse iki buçuk paket de sigara içiyordu. Ortak oturdukları alan olan salonda, hiç rahatsızlık duymadan hem de…Yani, Işıl da, çocuklar da pasif içici durumundaydılar. Sigaraya ne kadar itiraz etseler de, Enis asla oralı olmamıştı. Başka bir odada içmesini teklif eden Işıl’ın bu isteğini de yerine getirmemişti. Işıl’ın kendince göstermiş olduğu her mücadele yeni bir kavga, yeni bir huzursuzluk ve bir noktada yenilgi demekti. Kocasına “Canın cehenneme” demekti.
Evin içinde yaşanan bu huzursuzluklar, sürekli provası yapılan bir oyunun sahneleri gibiydi. Enis nereye doğru baktığı belli olmayan, şişkinlikten küçülmüş olan şaşılaşmış gözlerini yumarak, her hecesinde duraklayarak
“Ağ-la-ma” diyordu.
Büşra babasına aşıktı. Genellikle kız çocuklarının babalarına düşkün olduğu bilinen bir gerçektir. Ancak, bu baba-kız ilişkisinde Enis’in Büşra’ya göstermiş olduğu ilgi kesinlikle inkar edilemezdi. Annesinin aksine, babası alkolsüz olduğu zamanlarda bu küçük kız çocuğunu daha fazla önemsiyor, onunla oturup konuşmaktan zevk alıyor, oyunlar oynuyor ve sevgisini sonuna kadar cömertçe sunuyordu. Babasını en çok da annesiyle paylaşamıyordu Büşra.
Babasına olan aşkına rağmen, onu sarhoş gördüğü zamanlarda – her akşam-
“Verdiğin sözü tutmadın yine” diye kulağına fısıldarken bir yandan da annesinin ve ağabeyinin duymaması için minik elleriyle ağzını kapatıyordu. Dört yaşını bitirmişti Büşra. Yaklaşık bir seneden beri tırnaklarını yemeye başlamıştı. Işıl, kızının bu hoş olmayan alışkınlığının nedenlerini tahmin edebiliyordu. Yiğit’te de bunu okul fobisi olarak yaşamıştı. Oğlu sürekli olarak ya karın ağrısı ya da baş ağrısından şikayetlenir ve okula gitmezdi. Yiğit’in bu halleri, alışkanlık haline dönüşünce, Işıl en sonunda oğlunu bir psikologa götürmeye karar vermiş ve nedenin ev de yaşanan kavga ve şiddetten kaynaklandığı ortaya çıkmıştı. Işıl, psikologtan bunları öğrendiği günü asla unutmuyordu. Saatlerce ağlayarak yürümüş, Yiğit’e bunları yaşattıkları için, iç yakıcı bir suçlulukluk duymuştu. Bu durumu Enis’e anlatırken hıçkırıklara boğulmuş, Enis de pişmanlık ve üzüntüyle
“Tamam, bir daha içmeyeceğim” diye söz vermişti. Bu, aslında çok sevdiği kocasının kimbilir kaçıncı pişmanlık sözüydü. İnanmak güzeldi. Hele ki sevdiğine… İnanmak istiyordu insan işte…
Işıl, Büşra’nın bu alışkanlığını yok edebilmek için, kızının tırnaklarına oje sürerek ya da zaman zaman “Tırnaklarını yemeye devam edersen, seni kimse beğenmeyecek Büşra’cığım” diye söylemlerde bulunarak geçici çözümler üretiyordu. Büşra ise, annesinin ikazlarına, masum bir yüz ifadesi takınmaktan öte gitmiyor, o tombik somun ekmeği andıran sevimli ellerinde yiye yiye neredeyse köküne yaklaştığı tırnaklarını ya üstlendiği ciddi ve ağır bir sorumlulukmuş gibi yemeye devam ediyor ya da annesine karşı- sürekli babasına bağırdığı için göstermiş olduğu tepkiyi ortaya seriyordu.
Pırasa gibi kumral saçları vardı Büşra’nın… Biçimli ve etli dudakları, babasının dudaklarının aynısıydı. Sadece onun gözleri renkliydi, yeşildi. Gözlerinin rengini, babaannesinden almıştı. Öyle, Yiğit gibi boylu olmayacağı belliydi. Minyon ve narindi… Büşra’da, Yiğit’in aksine, başkalarına söz geçirme ve üstün olma isteği kendini gösteriyordu. Işıl, kızının bu huyunun farkındaydı.
Büşra’nın zihin ve duygusal gelişim olarak yaşıtlarından önde olması, olaylara objektif gözle bakmasını kolaylaştırıyordu aslında. Işıl’ın her fırsatta Enis’i eleştirmesi ve çocuklarının yanında rencide etmesi küçük kızı babasına daha da yaklaştırıyordu. Mutsuzluklarına ve huzursuzluklarına neden olan Enis’in alkole olan bağımlılığını, nedense Büşra, annesinin babasına karşı kavgacı bir tutum sergilemesine bağlıyordu. Çünkü, babası alkolsüzken, dünya iyisi dünya tatlısı bir insandı. Hoş bu acı suyu içerken de çocuklarına fiziksel ya da sözel asla bir zararı dokunmamıştı ama aslında bu idareyi sağlayan her zaman Işıl olmuştu.
Çocuklarını, genellikle ders çalışmaları ya da kitap okumaları gerektiğini söyleyerek odalarına yönlendirir ve belli bir saatte yatağa girmeleri için uğraşırdı. Bu düzeni, hakkını vererek sağlayamadığını biliyordu Işıl. Ama, onun için bu dengeyi kurmak hiç de kolay değildi, kimi zaman keçileri kaçırdığı oluyor ve tanınmaz hale geliyordu. Her ne kadar onları alkol ortamından soyutlamaya çalışsa da, Yiğit’in ve Büşra’nın yaşanan pek çok şeyin farkında olduklarını, bazen şahit olduklarını, her şeye rağmen olayları sesizce gözlemlediklerini fakat ikisinin de farklı tepkiler verdiklerini içi yanarak biliyordu. Küçük kız, annesinin haklı olduğunu, belki de ilerleyen zamanda görecekti. Belki de, sadece şimdilik, babasına karşı acıma duygusu ile doluydu. Kendi minik dünyasında, alkol almadığı zamanlarda gözünde bir He man kadar güçlü olan babası neden sarhoşken böylesine aciz ve böylesine acınası oluyordu. Kendisi, annesi ve ağabeyi babasına karşı ne suç işlemişlerdi de babası bu hale gelmişti?
Enis ve Işıl tek çocuk oldukları ve hep bir kardeş özlemi duydukları için yıllar sonra Yiğit’e çok güzel, çok sevimli bir kız kardeş hediye etmişlerdi. Işıl’ın ikinci çocuk için aldığı kararda, kocasının alkolü bırakacağına dair verdiği söz de etkili olmuş ama ne yazık ki Enis her zaman olduğu gibi verdiği sözde durmamış gün geçtikçe bu illete iyice bağımlı hale gelmişti.
– Kızımızın ismini Büşra koyacağım karıcığım… Anlamı, mutluluğun habercisi. Bak görürsün, hayatımız nasıl da düzene girecek. Her şey senin istediğin gibi olacak, söz.” Diyen Enis’in bu umut verici sözlerini belki bir faydası dokunur diye, ne zaman ayık kafa bulsa taklit ederek hatırlatır ve hep aynı cevapları alırdı.
Yiğit, on yedi yaşında fidan gibi bir delikanlıydı. Kısacık kestirdiği saçları, annesinin saçları gibi simsiyahtı. Saçlarını jöleyle ıslatıp, sıkıca geriye doğru taradığında, bebeksi yüzü ay gibi ortaya çıkıyordu. Kirpik diplerini sürme ile boyamışlardı sanki. Simsiyah kaşları ve gözleri derin bir resim gibi etkiliyordu insanı. Duruşu, ilk bakışta soğuk bir iklimi hatırlatsa da, onun dünyasına girenler, aslında, yüreğinin ne kadar sıcak olduğunu anlıyor ve sonra ondan vazgeçemiyorlardı. Dış görünüşü ile ilgili tek sıkıntısı, yüzünde on beş yaşında uç veren ergenlik sivilcelerinin bir türlü kaybolmamış olmasıydı.
Şimdi, üniversite sınavlarına hazırlanıyordu. Okul hayatı, hep problemli geçmişti. Asla ders çalışmıyordu. Işıl, onun eğitimi için epeyce para harcamıştı. En olgunundan, en gencine kadar özellikle matematik ve İngilizce dersinden özel hocalardan ders aldırmış ama Yiğit için hiçbir şey fark etmemişti. Onun için, geçer not alması yeterdi.
Özellikle, lise yıllarında haftanın üç günü mutlaka okula geç kalır ve bu davranışından hiç rahatsız olmazdı. Bu yetmiyormuş gibi, hiçbir geçerli bahanesi olmamasına rağmen okula gitmediği zamanlar oluyordu. O günler için babasının doktor arkadaşlarından hasta raporu alarak okula sunuyordu. Bu yaşa kadar, herhalde annesiyle en çok bu konuda tartışmıştır Yiğit. Işıl, öğretmenlerden oğlunun okula geç kalmasından dolayı o kadar çok şikayet dinlemişti ki, artık hiçbirinin yüzüne bakamaz olmuştu. Hatta, mezuniyet töreninde okul müdüründen helallik bile almıştı. Yiğit, gerçekten öğretmenlerini haksız yere üzmüştü. Ve, önünde daha uzun bir eğitim hayatı vardı. Öyleyse, bu insanların gönlünü almak Işıl için kaçınılmazdı.
Bu yaşa kadar babasının her akşam içtiğine ve aile içinde yaşanan dramlara tanık olmuştu. Çekingen ve duygusal kişiliğinin yanında, onu üzebilecek olaylar karşısında, kertenkelenin kopan kuyruğunu yenileyebilmesi gibi o da beynini ve kalbini yenileyebilme yeteneği taşıyordu.
Bu özelliği, onun belki de kendi dünyasındamutluolabilmek için çizdiği bir yoldu. Neşeli, espirili ve mantıklı düşünen bir yapısı vardı.
Babasının aksine, annesini evin reisi gibi görüyor, her şeyin üstesinden onun geleceğine inanıyordu. Bu, Yiğit’in aldığı terapiler neticesinde ortaya çıkan bir gerçekti. Oğlunun bu düşüncesi, Işıl’ın sorumluluğunu daha da ağırlaştırıyordu. Yiğit, Büşra’nın aksine babasına olan sevgisini asla belli etmiyor, yaşı ilerledikçe Enis’le alkol ve sigara konusunda sürekli olarak tartışıyor ve annesinin babasına yardımcı olmasını umuyordu. Babası, içmediği zamanlarda adeta bir melek gibiydi. Yiğit, babasının, o efendi, sevecen, esprili, neşeli, sevgi dolu hallerine bayılıyor ve babasını sadece o halleriyle seviyordu. Bir insan melekken nasıl oluyor da birdenbire canavarlaşıyordu. Ona göre babası içinde, insanın kolayca nefret edebileceği, öfke duyabileceği ve lanet okuyabileceği bir insanı besliyordu. Bunu da alkolle yapıyordu. Peki neden? Neden buna ihtiyaç duyuyorduki. Oysa, ne güzel bir aileydiler. Annesiyle babası sevişerek evlenmişlerdi. Ve işte kızkardeşiyle birlikte, onların aşklarının semeresiydiler. Annesi, o güçlü görüntüsünün altında öyle duygusaldı ki, üzücü olan ne varsa onlar için gözyaşı dökmesi an meselesiydi. Hatta, öyle ki evde acıklı bir film izlense ya da gerçek hayatta üzücü bir olay yaşansa annesinin gözyaşları pıt pıt dökülüverirdi. Yiğit’in, annesinin ağlak olan haliyle dalga geçmesindeki maksat, onu neşelendirerek ilgisini dağıtmaktı. Işıl, oğlunun bu hassas tavrını biliyor, işte sadece bu yüzden bile gözyaşlarına hakim olamıyordu. Yiğit, belki de annesinin, onun hassaslığı ile artan gözyaşlarının nedenini hiç bilemeyecekti.
Evet, Büşra’nın hırçınlıkları, kıskançlıkları hatta erken denecek bu yaşta bile entrikaları vardı ama ikisi de sevgi ve bağlılık konusunda hiç de fena sayılmazlardı. Yiğit, babasının karşısına defalarca,
“Neden içiyorsun babacığım? gibi benzer sorularla çıkmış, ama karşılığında
“Seviyorum çünkü” gibi içi boş cevaplar almıştı. Yiğit, babasının bağımlılığını kabul etmeyişine öyle çok üzülüyordu ki, çünkü, araştırmalarından biliyordu ki, alkolik olan insanlar durumunu asla kabul etmeyen insanlardı. Bu illetin bağımlısı olan insan daha bağımlılığını kabul etmiyorsa tedavi olmayı nasıl kabul edecekti ki? Ya da, düştüğü bu zehirli kuyunun içinden onu nasıl ikna edip çıkarabilirdi insan…
Annesi, tuttuğunu koparan bir kadındı oysa. Bunda, çalışan bir kadın olmasının payı davardı elbette. Işıl, on yıldır bir sigorta firmasına bağlı acentada sigorta poliçesi satıyordu. Senelerdir, hem ekmek parası kazanıyor hem de eviyle, eşiyle ve çocuklarıyla ilgileniyordu. Yiğit, annesinin becerileri ve çalışma gücü ile gurur duyuyordu.
Annesi çıtı pıtı, güzel bir kadındı da üstelik. Çok da şık ve uyumlu giyinirdi. Belirgin elmacık kemikleri annesine etkileyici bir güzellik katardı. Hiç boyamadığı saçlarını, kat kat kestirir gerektiğinde ise at kuyruğu şeklinde toplardı. Annesini makjaylı gördüğü gün yok gibiydi. En fazla, gözlerinin tatlı elasını ortaya çıkaran siyah kalem çeker, dudaklarına ise şeffaf parlatıcı sürerdi. Işıl’ın bu sadeliğine, Yiğit hayrandı. Hele, yüzü için ideal görünen yuvarlak uçlu burnu öyle tatlıydı ki, iyi ki, Işıl onun annesiydi. Sabırlıydı annesi… Aslında, babasının da bağımlılığı olmasa her şey uyum sağlayan bir yapısı vardı. Ama, Yiğit çok iyi biliyordu ki, babası hakikaten hepsini bıktırmıştı. Çocuklarını ve kendisini, her şeye rağmen yeniliklere doğru adım attıran bir anneydi Işıl. Sinema, tiyatro, müzik, kitap konusunda elinden geldiğince hassasiyet gösteriyor ve emek harcıyordu. Ekonomik özgürlüğünün olması, elbette ki, eğitim ve kültür anlamında yapmak istediklerini kolaylaştırıyordu.
Ah, keşke babası da annesine biraz olsun ayak uydurabilseydi. Sigaradan sararmış dişleri ve gözaltı torbaları, simetrik olan yüz hatlarına hiç yakışmıyordu. Zaten küçük olan kahverengi gözleri, alkol alınca göz kapakları şiştiğinde, iyice küçülüyordu. Çoğu kez kokudan yanına yaklaşılamıyordu. Bir inşaat firmasının satış müdürüyken, müşterileri ile yediği öğle yemeklerinde defalarca içkiyi fazla kaçırmış, resmi toplantılara dahi alkollü katılmıştı. Sonunda da işinden olmuştu. Aylarca işsiz kalınca, başkalarına bağımlı çalışamayacağını anlamış ve tek başına inşaat malzemeleri üzerine bir mağaza açmıştı. Şimdi rahattı. Hiç kimse içmesine karışmayacaktı. İşine, ne zamanında gitme gibi bir derdi vardı, ne de belli bir saatten önce içmeye başlamama kuralı. İçmeye sürekli devam etmesi, işlerini olumsuz etkilerken birikimlerini de eritiyordu.
Kumrala çalan saçları, çoktan dökülmeye başlamıştı bile. Daha kırklarındaydı. Göbeğikendinden önce gidiyordu.-Bira göbeği diyorlardı ama o genellikle rakı içiyordu-Dudakları bir kadın dudağı kadar biçimli ve etliydi. Ve, hafif pembe bir rujla dövme yapılmış gibi hep renkliydi. Uzun boyluydu. Annesiyle yan yana durduklarında, Yiğit, çok uyumlu olduklarını düşünürdü.
Babası, sadece, alkol ve sigaranın esiri olmuştu. Oysa, kendisine katabileceği öyle güzel değerler vardı ki, insanın bunları görememesi için ya alkolik ya da sigara tiryakisi olması gerekiyordu demek ki. Güzel ve iyi olan ne varsa, hangi kadın eşiyle paylaşmak istemezdiki! Bütün gün çalış didin, eve gelince ev işleriyle ilgilen, bir yandan çocuklar…Ama en üzücüsü, her akşam alkolik bir insana kapıyı açacağından emin olmaktı.
***
Bir akşam, kapıyı babasına Yiğit açmıştı. Karşısında duran babasının yüzü, bir pancar gibi kızarmıştı. Sarhoş olduğunu belli etmemek için, bir eliyle kapının pervazına tutunmuş zorla dik durmaya çalışıyordu. Maalesef, şaşı bakan gözleri ve etrafa yayılan leş gibi alkol kokusu, çabasını boşa çıkarmaya yetiyordu. Yiğit, tek kelime dahi etmeden kapıyı açık bırakarak, öylece odasına çekip gitti. Enis sinirle, ayakkabılarıyla içeri daldı. Sallana sallana oğlunun odasına doğru ilerledi ve kapısını açtı. Yiğit önündeki kitaba doğru eğilmişti. Enis, elleri cebinde, hafifçe sağa sola yalpalanıyor ve konuştukça kelimeler ağzında büyüyordu.
“Hoş geldin demek yok mu it!”
Yiğit neye uğradığını şaşırmıştı. Bunca senedir, babası ilk defa ona bu şekilde hitap etmişti. Oysa, o babasına gösterdiği tepkiyle, artık bazı şeylerin farkına varmasını ve düzeltmesini istiyordu. Ellerini yumruk yapmış, hızla yerinden kalkıp babasına vurmamak için kendisini zor tutuyordu.
“Sana söylüyorum duymuyor musun? dedi bağırarak…
Yiğit, başını kitaptan kaldırarak babasına nefret ve acıma duygusuyla baktı. O sırada, bağırtıya koşan Işıl, kocasını oğlunun odasında görünce yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu hemen anladı.
“Neler oluyor burada Enis?” diye sordu kocasına telaşla. Enis, Yiğit’i başıyla işaret ederek,
“Bu it bana bir hoş geldin bile demedi!”
Işıl’ın sinirleri it lafını duyduğu anda oynadı.
“Ne biçim konuşuyorsun sen oğlunla, anlamıyor musun, seni bu halde görünce üzülüyor çocuk” diyerek sertçe eşine çıkıştı.
“Üzülecek ne var şimdi” dediği anda Yiğit kendini tutamamış ve ağlayarak bağırmaya başlamıştı.
-Neye üzülmeli insan baba… Ya da hangisine üzülmeli demek lazım. Aşık olarak evlenen annemle babamın, evliliklerinin geldiği noktaya mı? Babamın bağımlılığına mı? Genç ve güzel annemin uğradığı haksızlığa mı? Büşra’nın o sevimli tombik ellerinin kıpkırmızı ete dönüşmüş ve yenmekten minicik kalmış tırnaklarını her gördüğümde, bir evladın babasına duyduğu dinmeyen, günden güne büyüyen öfkesine mi? Neden benim babam böyle diye, beynimi her gün kemiren düşüncelerime mi? Bizin suçumuz ne diye her Allah’ın günü isyan edişime mi?Babamın aslında iradesiz bir zavallı oluşuna mı? Annemin en doğal hakkı olan beklentilerine mi? İçimize çektiğimiz sigara dumanlarına mı? Annemin, her sabah işe gitmeden önce babamın, salonun ortasında akşamdan kalan, kimi zaman söylenerek kimi zamansa bize belli etmemek için susarak ama nefretle, bıkkınlıkla çilingir sofrasını toplayışına mı? Babam dediğim adamın, aşırı alkolden dolayı, artık, ne yaptığını bilemez hale geldikten sonra, elinden düşürdüğü sigarasının koltukları ya da halıları yakmasına mı? Ve bu yüzden bitmeyen taksitlerle sürekli koltuk ve halı yenilemek zorunda kalışımıza mı? Neye, hangisine üzülmeli bilmiyorum ki! Her gece, uykuda tıkandığında, babam ölüyor mu diye korkudan, endişeden küt küt atan kalbimin yorgunluğuna mı? Gereksiz insanların patavatsızca ve alayla “Senin baban keşin teki” deyişine mi? Evimizde, babamın her akşam içki içmesinden duyduğum utançla, eve bir türlü davet edemediğim arkadaşlarım için, duyduğum ezikliğe mi? Kendinden geçtiği zaman kırdığı eşyalara mı? O eşyalar arasında, asıl, kırdığın kalplerimizin farkında olmayışına mı ? Savurduğun utanç veren küfürlere, suçlamalara, iftiralara mı? Alkollü araba kullanarak, neredeyse ölümden dönüşüne mi? Şuursuzca, tuvalet diye yatak odasının çekmecelerine çişini yapmana mı? Ya da yataklara işeyip, karda kışta annemin yün yatakları yıkayışına mı? Maddi manevi haklarımızı yok etmene, içindeki sevgiyi bile bile öldürmene mi üzülmeli. Her şey yolundaymış gibi bir tablo çizerek, bunca insanı hiçe saymana mı. En acı olan, sabah uyandığında, sanki hiç bir şey olmamış gibi, içindeki canavarı uyutarak yerine meleğini kanatlandırıp bizleri tek tek öpücüklere boğmana mı! Buna mı üzülmeli… Bilmem ki… Bunun için, annem, ben ve kızkardeşim, bunun için, biz de mi içmeli, biz de mi bağımlı olmalıyız. Babama, bu melekleşen insana, şimdi kendi içimizdeki canavarları mı göstermeliyiz.. Yoksa, söylesene baba! Haydi söylesene! Bir babanın ailesini zevkleri uğruna hiçe saymasına ve haksız yere evladına it demesine mi üzülmeli!
“Yeter lan yeter sus” diye lafları ağzında geveleyen Enis, elini kaldırarak Yiğit’e tokat atmaya hazırlandığı sırada, Işıl kocasının kolundan tutmuş ve onu geri itmişti.
Yiğit, yatağın üzerine oturmuş, yüzünü ellerinin arasına almış hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Büşra, ürkek bakışlarla girişteki halının üzerine oturmuş tırnaklarını yiyordu. Işıl, yaşanan kahredici aile tablosu karşısında ne yapacağını şaşırmıştı.
***
Zeynep, odasından çıkarken huzur veren ve rahatlatan görüntüsüyle ve bir anda etrafa yayılan çiçek kokulu parfümüyle dikkat çekiyordu. Dizlerinin üzerinde duran, hafif vücuduna yapışık, kolsuz, sıfır yaka düz elbisesinin yeşil renkte olması ve yüzünden hiç eksik etmediği tatlı gülümsemesi bu hoş görüntünün sebeplerinden sadece bir tanesiydi. Yeşil; güven veren, saygınlık uyandıran, enerjiyi dengeleyen, şevkat duygusunu arttıran ve bunun gibi daha bir çok özellikler barındıran bir renkti. Bu rengin özellikleri, sanki, Zeynep’in karakterine yansımıştı. Oval yüz şekline yakışan, omuzlarına dökük, daima düz fönlettirdiği sarı balyajlı saçları onun özgürlüğüne düşkün oluşunun bir ifadesi gibiydi. Teninin buğday oluşu, elbisesinin rengiyle uyumlu yeşil gözleri bir erkeğin aklının başından alabilecek ölçüdeydi. Tek kusuru ise, ince bulduğu bacaklarıydı. Zeynep’in, bunu dert etmeyecek kadar özgüvenli oluşu ise, mini giyinmesini kolaylaştırıyordu.
…