İki Yeşil Su Samuru | Buket Uzuner


1

Haziran 1978
Her şey bir günde olmadı.
Her şey o yaz değişti.
Annem yakışıldı bir ressamla evi terk etti. Babam da bir iki özel eşyasıyla ertesi gün evden ayrıldı. Evde canlı olarak, erkek kardeşim Cem, kedimiz Elvis ve saksılar dolusu bitki kaldı. Ne çok saksımız varmış meğer…
Bir de karşı dairede oturan anneannem.
Sıcak bir yazdı.
Çok sıcak.
Okullar yaz tatilindeydi.
On dört yaşındaydım. O sırada kendimde oluşan bedensel ve duygusal değişikliklerle öyle meşguldüm ki, bizimkilerin gidiş yönündeki yoğun trafiğiyle önceleri pek ilgilenemedim. Gene inatlaşıyorlar diye düşündüm belki de…
Güzel bir genç kız olmaya başladığımı hem aynada gördüklerimden, hem de üzerime yönelen bakışlardan anlıyordum. Akrabaların, öğretmenlerin ve annemle babamın arkadaşlarının övgülerinden keyiflenmiyor değildim, ama yalnızca ‘güzel ve cici’ bir kız olarak övülmek bende bir çeşit eksiklik duygusu yaratıyordu. Adını koyamadığım birçok şey gibi, bunun da nedenini ancak ‘O’na rastladıktan sonra anlayacaktım. Yakında…
Evdeki ıssızlık ancak akşamları ve geceleri kendini belli ediyordu. Çünkü son yıllardaki yaşam düzenimiz, gündüzleri tam gün okul, eve dönüşte anneannemin kurabiyeleriyle beş çayı derken, annem ve babamla ancak akşam yemeklerinde görüşebilir kılmıştı bizi. Bu düzen kendiliğinden mi oluştu, yoksa bazı nedenlerle mi bu yöne itildik, o sıralar bilmiyordum. Daha doğrusu, tercihler, zorunluluklar, gereksinmeler ve zaaflar konusundan habersizdim.
Ben ortaokula başladığımdan beri babam öyle çok çalışır olmuştu ki, akşam yemeklerinden sonra bile onu görmek güçleşmişti. Yemekten sonra kaçar gibi çıkıp, laboratuvarına gidiyor, ancak uyumak için geri dönüyordu. Laboratuvarı evimizin iki sokak aşağısında olduğundan, yaz akşamları elimizde dondurmalar, küçük sürpriz ziyaretler yapıyorduk ona, kardeşim Cem’le. Bu ziyaretlerimizde, iki giriş dairesinin birleştirilmesiyle oluşan laboratuvarın en arkasında kendine ayırdığı küçücük odasında hep aynı koltukta oturmuş, aç kurtlar gibi tıp, ziraat ve teknoloji dergileri okurken, elinde kocaman fincanı, çılgınca kahve tüketirken bulurduk onu. Ya da, laboratuvarın yine kendine ayırdığı bir masasında biyokimya deneyleri yapardı. Gözlerinden sevinç pırıltıları fışkırırdı bizi görünce; muzır, hatta yaramaz bir oğlan çocuğu gibi bakarak, gözlerinin altına sinmiş yorgunluk halkalarını gizlemeye çalışırdı bizden. O sıralar gizlediğini sanıyordu besbelli, ama çocuklar sandığımızdan ve hatırladığımızdan çok daha duyarlı ve olgundurlar. Üstelik ben artık bir genç kız olmuştum, o hâlâ fark etmese bile…
Hemen deneylerini, yeni projelerini anlatmaya başlardı bize. Bakteri atıklarından elde edeceği enerjiyle pil yapmak, enzimlerin değişik ısılarda çalışmasıyla oluşacak ürünlerden teknolojide yararlanmak ya da fotosentez yoluyla kimyasal enerjiye dönüşen güneş enerjisinden, biyoteknolojiyi sarsacak uygulamalara geçmek gibi… Ayrıntılarını hiç anımsamıyorum ama o yine de bizim kesinlikle anlayacağımıza dair sarsılmaz bir inançla her şeyi tek tek anlatırdı çılgın bir heyecanla. Cem ve ben onun bu inanılmaz coşkusunun büyüsüne takılır, keyiflenirdik. Onunla gurur duyardık. Babam bir tıp doktoruydu, ama aslında tam bir araştırmacıydı. Hiç klinik çalışmamış, hep araştırmaya yönelik sürdürmüştü kariyerini. Hasta muayene edemeyeceğini bildiğinden, biyokimya uzmanlığı yapmış, tahlil laboratuvarı açarak, çoluk çocuk geçinmemizi sağlarken, çevresindekilerin ‘dâhi mucit’ takılmalarına hiç aldırmadan, araştırmalarını sürdürmeye çalışmaktaydı.
Annem ve babam ayrı ayrı evi terk ettikten belki bir hafta, on gün sonra, tuhaf akşam eziklikleri, iç çekilmişlikleri ve koyu renkler görmeye, hissetmeye başladım evin içinde. Sanki büyük bir salgın hastalık, ciddi bir ölüm tehlikesi ya da nükleer savaş alarmı verilmiş gibi yassılmış heyecan halkaları dolmuştu evimize.
Annemin tekdüze bulduğu yaşantısından şikâyetleri, hâlâ genç bir kadın olduğu ve birazcık heyecanlı bir hayat yaşamak istediğine dair yakınmaları, her şeyden bıktığı konusunda mızmızlanmaları evi öylesine dolduruyormuş ki, ev âdeta boşaldı.
Babamın işiyle ilgili heyecanları ve pek düşkün olduğu soğuk fıkralarının ardından önce kendi attığı kahkahaları evi öyle şenlendiriyormuş ki, ev mahzun kaldı.
Kedimiz Elvis bile keyifsizleşmiş, iştahı kaçmıştı.
Sakin, kontrollü bir kadın olan anneannem sinirli ve sabırsız birine dönüşmüştü.
Kardeşim Cem içine kapanık ve keyifsizdi. O yaz on iki yaşına basan Cem, ilkokulu yeni bitirmiş, İngilizce hazırlık okuluna başlamak üzereydi.
İki hafta sonra annem telefon etti. Güneyden arıyordu, sesi şen şakrak, keyfi yerindeydi. Cem’le beni yaz tatili için Marmaris’e davet ediyordu. Doğrusu annemin bizi tatile davet etmesi çok tuhaf geldi. Yabancılaşıverdim bir anda! Tatillerimizi annemle birlikte planlardık bundan önceleri… Sustum kaldım. O sıralar otomatik telefon yoktu ve telefondaki sesler çok parazitliydi. Yine de annemin neşesi ulaşıyordu kulağıma, sonra gidip yüreğimi yakıyordu cızzzz diye… İki üç kez kardeşimle beni çok özlediğini söyleyip durdu. Peki ya babamı özlememiş miydi? Kaldığı villanın ne şahane olduğunu ve denizin temizliğini anlattı daha sonra. Anarşi, patırtı gürültü yoktu oralarda, yaşam sakin ve normaldi, öve öve bitiremediği o villa, ressam erkek arkadaşının olmalıydı.
Hiç tepki vermeden dinledim annemi, tatile gelip gelmeyeceğimize, babam ve anneannemle konuşup, karar vereceğimizi söyledim. Sesim donuk ve kısıktı. İki üç kez yutkunmak zorunda kaldım. Yaşantımda ilk kez kendi annemin ‘bir başkası’ olabileceğini düşündüğüm, kendi başına onun da bir birey olduğunu hissettiğim gün, o telefon konuşması gününe denk düşer.
Yalnızlık, yabancılık, ıssızlık, bırakılmışlık ve biraz da öfkeyle…

2

Temmuz 1988
Türkiye Yeşiller Partisi Kuruldu.
“Elli bir kurucusu arasında iki müzisyen, yedi sekreter, iki ev kadını, bir eczacı, bir pedagog, bir diyetisyen, bir mimar, bir gazeteci, yedi doktor, üç sanayici, yedi mühendis, üç emekli amiral, üç avukat, iki veteriner ve altı serbest meslek sahibinin bulunduğu belirtildi. Yeşiller Partisi (YP) Türk siyasi yaşamındaki onuncu siyasi parti oluyor. YP’nin genel başkanlığına seçilen Prof. Celal Ertuğ: ‘Partinin Türk siyasi hayatına hayırlı ve uğurlu olmasını temenni ediyorum,’ dedi.”
Teoman kurucu üyeler arasındaydı, ama mühendislere mi, serbest meslek sahiplerine mi dahil olduğunu bilmiyordu. Belki de müzisyenlere, sanatçılara dahildi. Aslında hangi meslek grubuna girdiği pek de umurunda değildi, önemli olan, önceleri pek çok kişinin ciddiye almadığı, ütopya diye niteledikleri bir örgütlenmenin ilk adımının atılmış olmasıydı. ‘Ütopya’nın mı, ‘örgütlenme’nin mi daha önemli olduğu, Teoman’ın kişiliğinde birbiri içinde eriyerek çoktan karışmış kavramların karşıtlığında uyuyan bir yanıttı. Nedense kronik bir örgütlenme hastalığı çocukluğundan beri dokularına sinmişti ve bu nedenle kendini, insanları ‘güzel’ şeyler kotarmak için örgütlemeye, organize etmeye yöneldiği için başı derde girerken yakalardı hep. Hatta, babasının işi nedeniyle değişik kasaba ve kentlerde süren öğrenciliğinden bile önce örgütçülük yaptığını anlatırdı annesi. İlkokula başlamadan önce, gazoz kapağı biriktiren çocuklar için ‘grup gazoz’u kurmuştu. İlkokuldayken bulundukları her kasabanın postacısına gına getiren pul koleksiyonculuğuna ve tabii ki, ‘genç filatelistler’ grubunu örgütlemeye girişmişti. Ortaokul yıllarında astronomi tutkusu başlamıştı. Annesinin İstanbul’daki ailesini ziyarete gittiği bir yolculuğundan, kıtı kıtına biriktirdiği 20 liraya satın aldığı Amerikan Cosmos oyuncak dizisinin ‘opticians’ takımı küçük Teoman’ı sevinçten çılgına çevirmişti. Bu optikçi takımda: dört mercek, fotoğraf kimyasalları, teleskop dürbünü vardı. Kendi başına küçük bir teleskop yapabilme olanağı, bu kez de ‘Yıldızsevenler’ kulübünü kurmasına yol açmıştı. O sıralar Konya yakınlarındaydılar ve dindar komşular, elinde teleskopu, okuldaki çocukları ürkütücü gökyüzü düşlerine ortak eden bu kaymakam oğlunu uyarmak gereğini duydular. Kimileri çocuğun gözlerinde şeytani pırıltılar gördüklerini bile gizlemedi.
Lisede tehlikeli bulunup, lağvedilen felsefe kolunu kurmuş; o yıllar edebiyat ve felsefe ilgisi başlamıştı. Üniversitede 1948’Iilerin pek çoğu gibi politize olmuş – 1950’liydi ama, 48’lilere dahil ederdi kendini – bu kez de ilerici öğrencilerin örgütlendiği derneklerin birinde yönetici olarak boy göstermiş, insan Hakları Derneği’ne ve Uluslararası Af örgütü’ne gizlice üye olmuştu. Bu arada kendi yakın çevresinde ‘Oğuz Atay Fan Kulübü’ kurmaya kalkmış, ‘tutunamamıştı.’ Kedi sevenleri yaşadığı mahallede bir araya getiren de yine oydu. İstanbul’daki ilk ‘Beatles Fan Club’ı onun kurduğu, ama solcu arkadaşlarının eleştirisinden çekindiği için adına ‘Underground Beatles Freaks’ dediği de söylentiler arasındadır.
Şimdi de ‘Yeşillerin’ örgütlenmesine balıklama dalmıştı işte. Nerede bir parti, örgüt, dernek kurulacak olsa, tanıyanlar ve hiç tanışmadıkları arasında adı sık sık geçer olmuştu artık. Bir öncü mü, yoksa bürokratik bir hamal mı diyorlardı arkasından, pek sorgulamıyordu. Kendisi hakkında konuşulanlarla ilgilenmeyen insanlardandı. Bir türlü inanamasa da, artık kırk yaşına çok yaklaştığı şu günlerde bütün içtenliğiyle ‘Türklerin asla örgütlenemez bir ırk’ olduğuna kesin gözüyle bakıyor, bunu yıllar süren deneyimleri nedeniyle çok iyi biliyordu. Yine de ‘kör kör parmağını gözüne’ hâlâ enerjisini, vaktini ve yaşıtlarında çoktan tükenen heyecanlarını, bu yeni parti çalışmalarına veriyordu. Çünkü ondaki kronik bir hastalıktı ve kim bilir, o da bununla besleniyordu… Hepsi bu!
Tıpkı evlilik adlı kuruma en çok karşı çıkanların en çok evliler arasında yaygın olması gibi, Teoman’ın örgütlenme eğilimi de anlaşılır ve çok basit nedenlerle açıklanabilirdi. Çünkü bunca organize olma(k) dürtüsüne karşın, kendi özel hayatını bir türlü düzene sokmayı başaramamış bir adamdı, iki evlilik, iki çocuk, aynı çatı altına girer girmez, biri marjinalleşen, asıp kesen, aslı uysal, öbürü evcilleşen, aslı enerjik ve çalışkan iki kadın, değiştirilen işler, çevreler ve insanlar… İki evliliği arasındaki kısa, ama ciddi beraberliğini de göz önüne alınca; aklına ürkütücü bir son geliyordu ister istemez: acaba kendisi mi değiştiriyordu kadınlarını, o mu bastırıyor ya da kışkırtıyordu içlerindeki gizliyi? Şimdi ikinci evliliği yine aksamış, karısının, o eskiden cıvıl cıvıl gazeteci kızın, artık evden çıkmayan, durmadan ev dekorunu yenileyen, küçük oğullarına hastalıklı derecede düşkün, tipik bir ‘evli-ev-kadını’ oluşunu üzüntüyle izlemekteydi. O mu öldürmüştü Ülker’in kariyer heyecanlarını, hırslarını, beklentilerini? Yoksa kadınların derininde gizli ‘tek tip eğitim kalıntıları’nı mı hortlatmıştı? Anlayamıyordu… Biraz da korkuyordu anlamaktan…
Evden taşınmak, çekip gitmek ayıp olur diye – müthiş nazik bir erkekti, asla terk edemezdi – hâlâ geceleri eve gidiyordu. Artık konuşacak, paylaşacak, en kötüsü birlikte gülecek hiçbir şey bulamazken…
Olmuyordu, yine aksıyor, yine yolunda gitmiyordu özel hayatı!
Devrimci ruhunun örgütlenme eğilimi, anarşist kişiliğinin yıkıcı ve bağımsız yapısıyla sürekli çelişmeyi sürdürecekti besbelli. Ne olursa olsun, yenilikten yanaydı ve hiç değilse bu yanını didiklemeden seviyordu. On yıl önce, uzun iç donu giyip, saz çalarak aralarına karıştığı köylülere, şimdi kaçınılmaz kentli görünüşü ve önlenemez, asla geri dönülemez evrensel zihniyetiyle, gitar çalarak, Yeşiller Partisi adına gitmek belki de kendi glasnost ve perestroykasını yaşıyor oluşuyla ilgiliydi. Eskiden türküler söylerken, saz çalarken, köylülere benzemeye çalışırken de hiç gizlememişti; o daima Beatles’ın ‘Yesterday’ini, Carole King’in ‘You’ve got a friend’ini tercih etmişti.
Teoman, çiçek ve devrimin yan yana büyüyeceğine inanan, silahlardan çiçek, umut ve özgürlük fışkıracağını sanırken, silahların kan akıttığını görüp şaşıran, alt üst olan, coşkulu, romantik, bir yanıyla daima naif, fılantrop, yaratıcı kocaman bir çocuktu. Bu yüzden kimi gün kafası karmakarışık ve karanlık, kimi gün pırıl pırıl ve aydınlık bir takvimi yaşıyordu.
Bazıları, dünyanın tekdüze, insafsız ve teksesli bir gezegen olmasını kıl payı farkla, bu gibi insanların varlığının engellediğini söylerler. Artık onların yüzsuyuna mı, yoksa onların yüzünden mi; bilinmez…

3

O yıl öyle çok arkadaşımın anne ve babası boşandı ki, kendi aramızda o çocuklara özgü acımasızlıkla birbirimize sataşır olmuştuk. “Seninkiler hâlâ boşanmadılar mı?” “Ay ne demode ailen var öyle…” Gülüyorduk sonra da: Hah hah ha!!! Şimdi o arkadaşlarla sık sık rastlaşıyoruz hayatın içinde ve kimse öyle çok gülmüyor artık…
Evini ve eşini terk eden anne/baba, o sıralar yine pek moda olan bir başka şeyi yapıyor ve Akdeniz’de yeni yeni keşfedilen küçük kasaba ya da köylere gidiyordu. Yakın çevremizde yaşayan ilk terk ve boşanma olayı annemin kolejden sınıf arkadaşı Sevin Teyze’nin başına gelmişti. Kocası Semih Amca, önce evini terk etmiş, sonra Bodrum’a yerleşip, tiyatro sanatçısı genç bir kızla yaşamaya başlamış ve orada bir lokanta işletmeye koyulmuştu. Elektrik mühendisi olan Semih Amca’nın ardından hemen herkes onu ayıplamış, annem Sevin Teyze’yi teselli etmiş, ben kızları Idil’e acımıştım ama, çok kısa bir süre sonra hemen herkes benzer bir parçalanmayı yaşamaya başlamıştı. Her şey öyle çabuk oluyordu ki, çoğu çok gençken evlenip otuzlu yaşlarında ‘boyu kadar’ çocuğa karışan bu aileler ve biz çocukları adeta bir moda oluşturuyorduk. Bugün de ‘ailenin kutsallığına’ ya da ‘kadın-erkek’ ilişkisine katı bakan bir insan değilim ama, ailesiz büyüyen çocukların mutlaka eksik bir duygusal yanları olduğunu çok iyi biliyorum. Bu en ‘mükemmel’ romanda bile, ciddi bir gramer hatası gibi, iz bırakıyor belleklerde…
Aslında pek bir farkı yoktu. Ha anneniz gitmiş, ha babanız… On dört-on beş yaşlarında bile olsanız aldatılmış, yaralanmış, aptal yerine konmuş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Yani haksızlığa uğruyorsunuz. Anneniz mutlu, son yıllarda hiç görmediğiniz denli neşeli ve canlı görünüyor. Babanıza bakıyorsunuz; biraz şaşkın, biraz uyuşmuş, ama kendi deyimiyle ‘artık bir karar verebilmekten ötürü kafası dinç’ bir adam oluvermiş. Mutsuz ve huzursuz olan bir tek sizsiniz!
Annemin danslı akşam yemekleri, hareketli ve gösterişli sosyal yaşam beklentileriyle, babamın çalışma tutkusu, meslek aşkı, her gün artan hobileri, tek başına bir laboratuvara kapanıp, günlerce dünyayı unutuşunda ve yeniden anımsayışındaki – bana o yıllarda masum gelen – heyecanın, bir türlü buluşamayışındaki yoğun düş kırıklıkları artık en çok sizin üstünüze yağmaktadır.
Birinin uzun içki kadehlerinin kristalinde parlayan ‘gözde salon kadını’ olma arzularının solarak, hırçın ve ilgisiz bir ete dönüşmesi… öbürünün kendi içinde yaşadığı yaratıcı coşkusunun öksüz kalıp, yapayalnız bir kenara itilmesi…
Annemin periyodikleşen iç çekmeleri, babamın kronikleşen ilgisizliği ya da tam tersinden okursam; annemin kronikleşen aldırmazlığı ve babamın periyodikleşen umutsuzluğu…
Havada asılı kalan arzular, hayaller, ‘keşke’ler, ‘eğer’ler, espriler, sıkıntılar, ama mutlaka hedefini bulan iğneli sözler, imâlar ve suçlamalar!
Peki ama, hiç mi aynı şarkıları paylaşmamışlardı? Hiç mi aynı espriye gülüp, aynı plânları, dilekleri ve heyecanları yakaladıkları, hiç değilse böyle sandıkları zamanlar olmamıştı? Anlaştıkları, birbirlerinin gözlerine bakarak eridikleri, bedenlerinin birbirlerine doğru kaydığı, dokunuşlarıyla ıslandıkları günler ya da anlar olmadı mı?
Annemle babam hiç mi sevmediler birbirlerini? Sevdilerse, seven iki insan nasıl ve ne zaman bunca yitirebilir hoşgörüyü, saygıyı ve ilgiyi? Doğrusu, şimdi düşündüğümde bambaşka yanıtlar verebildiğim bu sorulara, on dört yaşımdayken çaresiz, umutsuz bakakalıyordum.
Her yanıtta da biraz umut, biraz çare vardır!
“Bizi de sevmiyorlar abla!”
Cem beni çoğunlukla adımla çağırır. ‘Abla’ dediği zamanlar kendi içinde bir sorunu vardır mutlaka.
Birbirlerini sevmişlerdi. Ortak yanları var mıydı? Bunu çok düşündüm, fakat bulamadım. Ama annemle babamın birbirlerini sevdiklerine inanıyordum. Çünkü ben on beş yaşlarımdayken Björn Borg’u çok severdim. Oysa onu hiç görmemiş, gerçekte hiç tanımamıştım. Björn Borg’a öylesine tutkundum ki, onunla her şeyi paylaşacağıma yürekten inanıyordum.
Annemle babam da, o yaşlarda sevmişler birbirlerini.
Björn Borg’u nasıl olup da yakışıklı bulmuşum, öyle gözümde büyütmüşüm, diye şaşıyorum şimdi.
“Bizi istemiyorlar abla, ikisi de istemiyor bizi.”
Terk edilmişlik hissi Cem’i benden daha çok sarstı ilk başlarda. Oysa onlar birbirlerini terk etmişlerdi, bizi değil. Birbirlerinden nefret etmeye başlamadıkları sürece bizim için tehlike yoktu. Çünkü her çocuk ya görünüşü, ya kişiliği, bazen ikisiyle birden ebeveynden birine daha yakındır. Babam, doğası gereği daha yumuşak, daha sakin ve uyumlu biriydi. Anneme gelince, annem çok daha duygusal ve çabuk alev alan biridir. Üstelik kin tutar, nefret etmeyi sever. Büyük bir tehlike içindeydim. Çocukluğumdan beri herkes ama özellikle annem, bazen sitemle, bazen öfkeyle benim her şeyimle babama benzediğimi söylerdi. Ben babama benzemeye bayılıyordum, mutluluktan içim eriyor, gururdan midem ağrıyordu.
Ama ya annem tahammül edemeyecek denli nefret ederse babamdan, ya kin tutarsa ona?… Ya annem…
“Bizi unutmazlar değil mi abla?”
Hayır, Cem için bir tehlike yoktu. O anneme çok benziyordu çünkü! Ama annesi-babası ayrılan çocuklar için, o sıralar bilmediğim başka tehlikeler de vardı: Güven ve belirlilik kavramlarının güdük kalması! Yaşam boyu insanlara güvenmemek, aşka inanmamak ve belirsizlik içinde kaygan bir zeminde tutunmaya çabalamak!… “Bir daha eve hiç dönmeyecekler mi abla?”
Bir kişi hariç hepimiz bu oyunun yaz sonu biteceğini, herkesin kendi evine dönüp, eski düzenini sürdüreceğini sanmıştık; hepimiz! Tıpkı yıllar önce bize yolculuğa çıktıkları söylendiğinde hep inandığımız gibi, bu yolculuktan da döneceklerdi; bize ve evimize! Ama ‘O’, artık ‘eve’ dönülmeyeceğini biliyordu. Artık hiçbir şeyin aynı olmayacağını, her şeyin bambaşka yaşanacağını o sıralar bilen tek kişiydi o! Adı Selen’di.

Benzer İçerikler

https://www.birazoku.com/unutulmus-kuslar-gogu-2-k-kubra-berk

yakutlu

leyla gibi

yakutlu

Gilly Macmillan – Dokuz Gün – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy