“Hayır, bu aşk olamaz, sadece aşk olamaz. Aşkın üstünde bir şey olmalı; henüz tanımlanmamış, adı konulmamış bir şey. Sevdiğim birçok insandan günlerce, aylarca uzak kaldığım oldu, bu denli bir özlem büyümemişti içimde. Ondan ayrıldığım günden bu yana midemin ortasında oturan bir kütle her gün beni büyüye büyüye kuşattı. Aklımdan bir an, bir saniye bile çıkmıyor, onu deli gibi merak ediyorum. Ona bir şey olacak korkusu öyle bir yapıştı ki, ne yapsam kurtulamıyorum bu korkudan.”
Öztoprak’ın İmkânsız Aşk kitabı, bu tutkulu hastalığı (ilişki bağımlılığı), başlı başına ve hemen hemen eksiksiz olarak sergilemektedir.
Prof. Dr. Ahmet Çelikkol, Ünlem Sanat Dergisi, Nisan 2004
***
“Gerçek korkutmuyor beni. Sırrımı ele vermek gibi bir endişem yok. Ama sözcükler bu güne dek hiç istemediğim kadar güçsüz ve kurnazdılar. Bu aldatıcılık bir uyarı biliyorum: gerçeği rahat bırakmak daha soylu bir davranış olurdu. Onu saklı tutmak gerçeğin yararına olurdu. Ama sorunu birazdan kökünden çözeceğimi umuyorum. Sorunu kökünden halletmek de soylu ve önemli bir davranıştır.”
Maurice Blanchot
“Biz hepimiz, huzurun anahtarını yitirmiş, artık büyük acının sırlarından başka bir şeye varamayan öfkelileriz.”
Cioran
Başlangıçtan on bir ay sonra
1
Üçümüz bir araya hiç gelmedik. Bir kez hariç. O da benim merakımdan, merakımın öfkemi azdırmasından kaynaklandı. Elda bana kız arkadaşıyla buluşacağını söylemişti.
Siz de bilirsiniz, insanların ses tonu kendilerini ele verir. Dikkatli bir kulak hangi sözün yalan hangisinin gerçek olduğunu şaşmadan anlayabilir.
Elda, yalan söylüyordu. Yine de geleceğim dediği saate kadar bekledim. Sonra evine gittim. Anahtarı kilide yerleştirmiştim ki kapıda belirdi. Yalnız olmadığını söyleyerek içeriye almak istemedi beni. Öfkeliydim, kendimi dizginleyemedim, zorla girdim içeri. Latif, üst kattaydı.
Ona, “Erkeksen aşağıya gel!” diye bağırdım.
Olanlar midemin kaldıramayacağı kadar iğrençti;
benim orda bulunmam,
Latif’in pişkinliği,
Elda’nın bıyık altından gülümsemesi.
Bu gülümsemeyi daha onlarca kez gördüm Elda’nın yüzünde. Latif üst kattan aşağıya inerken, “Beni şiddet kullanmak zorunda bırakmazsın umarım,” diye söyleniyordu. Üstüne alelacele bir şeyler giydiğine bakılırsa onları sevişirken yakalamıştım. Yarım saat kadar orda kaldım. Latif, Elda’ya, “Gitmemi ister misin?” diye sordu. Elda Latif’e, ‘hayır’ diyen bir bakış fırlattı. Bana dönüp, ne kadar inatçı bir adamsın, seni istemiyorum anlamıyor musun gibilerinden bir şeyler söyledi. “Sabah koynumdan kalktın, ne değişti, sorun bu mu?” diye gevelemeye başladım. Geriye doğru bir adım atarak, “Sorun ben olmamalıyım.” dedi Latif. “Biz sevgili değiliz.” Elda, Latif’in dediklerini duydu ama tepki vermedi. Onun, Latif’in olay büyümesin diye bunları söylediğini düşündüğünü sanıyorum. Ama gerçek buydu.
Elda’yla Latif sevgili değildi.
Bizse neredeyse bir yıldır sevgiliydik.
2
Bu hesapsız buluşma Marmara’yı sarsan büyük depremden yirmi bir gün sonraydı. Son büyük kavgamızı depremin hemen ertesi günü yapmıştık.
Deprem gecesi C’deki teras katının yer yatağında uyuyorduk. Sarsıntıyla uyandık. Uzun ve yorucu bir sevişmenin sonrasında giysilerimizi giymeye üşendiğimizden çırılçıplaktık. Sarsıntı hâlâ sürüyordu ama tepemizdeki kiremitlerin takırtısı sarsıntıdan daha da ürkütücüydü. Donakalmıştık, yerimizden kalkamıyorduk. Neden sonra, “Deprem oluyor galiba,” diyerek ayağa kalktım. Elda da aynı anda ayağa kalkmıştı. Sarsıntı durunca terasa çıktım. İnsanlar dışarıdaydı. “Giyinip dışarıya çıkalım,” dedim. Elektrik kesik olduğundan el yordamıyla bir şeyler bulup giydik ve hızla kendimizi dışarı attık. Çok geçmeden sarsıntının ne denli büyük olduğunu anlamış, neredeyse bütün Marmara’nın yıkıldığını öğrenmiştik. İki ay on dört gün önce evimi, karımı ve çocuklarımı terk etmiş, Elda’yla birlikte bu teras katına yerleşmiştim. Ama şimdi onlara ulaşmalı, yanlarında olmalıydım. Kim bilir ne kadar korkmuşlardı. Elda’yı da yalnız bırakamazdım. Birlikte gitmeyi teklif ettim. Çaresizce benimle geldi. Önce yol üstündeki anneme, onu bulamayınca karımın ve çocuklarımın oturduğu eski evimin bulunduğu semte uğradık. Ne yapacağımı bilemiyordum. Geriye, C’ye döndük.
Aklım çocuklarımda kalmıştı ve kafam her zamankinden daha karışıktı. Elda’yı yalnız bırakmak istemiyordum ama çocuklarımı da bulmalıydım. Nerede olabilirlerdi? Bir süre sonra, hava aydınlanınca tekrar onları aramak istediğimi söyledim. İtiraz etmedi ve bana ısrarla ne zaman geleceğimi sorup durdu. Bunu bilemeyeceğimi, onları bulmadan gelmeyeceğimi söyledim. Buna bozuldu. Kesin bir saat istiyordu.
Ona nasıl kesin bir saat verebilirdim. İnsanlar panik içinde, bırakın saati, kendilerini bile unutmuşlar, o benden kesin bir saat istiyor, ısrarla…
“Ne zaman dönerim bilmiyorum,” dedim, “onları ne zaman bulursam ve ayrılabilirsem o zaman döner, seni ararım.”
İki saat sonra geriye dönmüştüm, çocuklar emin bir yerdeydi. Onları bırakıp dönmek istemedim, ama Allah var, aklım Elda’daydı. Bir an önce yanına gidip gönlünü almak için sabırsızlanıyordum. Döndüğümde onu bıraktığım yerde bulamadım. Yoktu, hiçbir yerde yoktu. Telefonu da kapalıydı. Nihayet saatler sonra telefonuma yanıt verdi. İ’den M’ye doğru yürüdüğünü, beş dakika sonra V’ mağazasının önünde buluşabileceğimizi söyledi. Rahat bir nefes almıştım. Dükkânın alçak kaldırımına oturup huzur içinde bir sigara yaktım. Dakikalar geçiyor ama o görünmüyordu, huzur yerini paniğe bırakmıştı. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum, insanlar büyük bir depremin enkazının altında çırpınırken, benim ona odaklanmış olmam kendi trajiğimin içinde boğulduğum anlamına geliyordu, pekâlâ farkındaydım bunun. Ama çaresizdim, ruhumun bedenimde açtığı yaradan oluk oluk kan akıyordu, ruhumun çırpınışlarını hissediyor ama onu teskin edecek cesareti bulamıyordum.
Nihayet söylediği saatten bir saat kadar sonra kalabalık caddede insanlar arasında siluetini görür gibi oldum. Yaklaştıkça da yalnız olmadığını fark ettim, yanında Latif vardı. Elim ayağım titremeye başladı; üzgündüm, sinirliydim, çocuklarımı bıraktığım için derin bir pişmanlık duyuyordum. Ben onun için çocuklarımı bırakıp geri dönmüştüm, o ise Latif’le buluşmuştu. O zaman neden ısrarla kaçta geleceğimi sorduğunu anladım. Önceden ayarlanmış bir randevuydu bu. Birden, bir gün önce için sabah erkenden hastaneye gideceğini söylediğini anımsadım.
Bana yalan söylemişti.
Onunla buluşacaktı.
Ve bu beni gerçekten çılgına çevirdi.
Deliye döndürdü.
Hiç beklemedikleri bir anda önlerine çıktım. Latif beni görünce korkak bir tavşan gibi yürümeye devam etti. Elda’ya,
BUNU BANA NEDEN YAPIYORSUN?
dedim. Yürümesini engellemek için kolundan tuttum. Canını acıttığımı, kendisini rahat bırakmamı, benimle gelmeyeceğini söyledi. Konuşmamız gerektiğini söyleyerek onu kolundan çekmeye başladım. Önce karşı koymaya çalıştı, kurtulmasının imkânsız olduğunu anlayınca yürümeye başladık. Yürümek değil birlikte sürükleniyorduk. Sonunda durdum. Çılgına dönmüştüm; ağlıyor, bağırıp çağırıyordum. Aptalca laflar ediyordum. Neden benimle uğraşıyorsun, diyordum. Beni sevmiyorsan neden benimlesin, diyordum. Ben senin için fedakârlıklar yapıyorum, sen bana ihanet ediyorsun, diyordum. Hiç etkilenmemiş gibiydi, her zamanki tedirgin hali yoktu. Kendinden emin, “Sen de beni sabah zor durumda bıraktın,” dedi. “Dün gece çok korkmama rağmen sabah beni yalnız bırakıp gittin. Ne yapmamı istiyorsun. Bir köşede oturup seni beklememi mi?” Doğrusu onun tarafından bakmayı hiç denememiştim, o anda bunu yapabilecek güçte değildim.
Sonra, “Lütfen beni rahat bırak, peşimden gelme, senin de benim de biraz sakinleşmeye ihtiyacımız var,” diyerek bir taksiye bindi ve gitti.
Orada öylece kalakaldım, ne yapacağını bilmez bir halde.
Kendime acıyor, kendime acıdığım için de kendimden tiksiniyordum.
Bir süre yürüdüm, akşama kadar yürüdüm, ne yaptığımı fark edene kadar yürüdüm.
Sonra çocuklarımı bıraktığım yere döndüm. Deniz kıyısında karavanda yaşayan, karımın eski bir arkadaşının yanındaydılar. Sokakta olmadıkları için memnundum. O gece kimsenin evlere girmeye cesareti yoktu. Binlerce insanın ölümüne yol açan deprem herkesi çok korkutmuştu. Birkaç gün orada onlarla kalmaya karar verdim. Bu süre içinde durumumu yeniden gözden geçirecektim, içler acısı durumumu…
Bir hafta sonraydı.
Depremle sarsılan ve binlerce kişinin enkaz altında bıraktığı boktan hayatımız, öylesine de olsa sürüp duruyordu. İki gün karavan parkında eski karım ve çocuklarımla beraber kaldıktan sonra Adapazarı’na deprem bölgesine gitmiş, bir şehrin bu denli nasıl yerle bir olabileceğini kendi gözlerimle görmüştüm. Bunu anlatmak için kelimeler kifayetsiz kalır. O gün, Adapazarı’ndan döndüğüm gün üzgün ve yorgundum, doğaya, nasıl bu kadar insafsız olabilir diye isyan ediyordum. Her şeye, herkese karşı duyarsızlaşmıştım, yine de aklımın bir köşesinde Elda vardı.
Daha önce birkaç kez birlikte de oturduğumuz bir kahveye doğru bildik adımlarla yürümem bundan olmalıydı. Aslında orda Elda’yla karşılaşmayı istiyor ama beklemiyordum; garip, karmaşık duygularım beni gördüğüm her siyah uzun saçlı kadını o sanıp heyecanlandırıyor, gerçekten onunla karşılaşmaktansa korkuyordum. Kapının önüne geldiğimde, masanın üzerine serdiği gazeteye kendini kaptırmış vaziyetteydi. Bir an içeri girip girmemekte tereddüt ettim, son anda beni görmeseydi belki de çekip gidecektim. Ama o, kocaman siyah gözlerini bana dikmiş sevgi dolu bakışlar atıyordu. Yanına gittim. Her zamankinden farklı, yumuşak, belki benim tedirginliğimi anladığından teskin edici bir ses tonuyla iyi olup olmadığımı sordu. Beni orda görmek onu şaşırtmışa benzemiyordu, sanki beni bekliyor gibiydi, sanki aramıza bunca mesafe, bunca zaman, bunca şiddet, bunca nefret girmemiş gibiydi. Ve ben öylece duruyor, onun bu denli sakin ve yumuşak olmasına şaşıyordum. Zaten hep şaşıyordum. Şaşkınlığım, imkânsız bir aşktan mutlu bir hayatın çıkamayacağını bildiğim halde karşımdaki insanın nasıl olur da bu kadar sakin olmasından kaynaklanmıyordu, hayır! Şaşkınlığımın nedeni huzur içindeki hayatımı bir anda riske edişim de değildi. Şaşkınlığım, orda öylece ayakta durup Elda’ya bakarken, dudaklarımın arasından çıkacak her kelimenin aptalca ve naif bir hava yaratacağını hissetmemdendi, aslında bunun hep böyle olmasındandı.
Bu yüzden ağzımı açıp tek kelime etmeden bir sandalye çekip yanına oturdum.
Elimi tuttu, bu tesadüfün ilişkimiz için iyi bir işaret olduğunu düşündüğünü söyledi.
Ortada bir tesadüf, dolayısıyla işaret falan yoktu.
Bunu ona söylemedim.
Elda’nın evine yaptığım baskının ertesi günü onu C’deki evde beni beklerken buldum. Saat 5 gibiydi. Ne yüzle geldiğini sordum. Orası onun da eviymiş. Peki, o zaman ben gidiyorum, dedim. Gidersen bir daha asla beni göremezsin, dedi. Kapıdan çıktım ama gidemedim.
Geri döndüm.
Bana, “Latif gitti, dönmemek üzere gitti,” dedi.
“Üzüldün mü?” dedim, aptalca…
Üzülmemiş, aralarında zaten bir şey yokmuş.
Saf bir çocuk gibi buna inanmamı bekledi benden.
Ona inandım, bunu istiyordum.
Ona çok bağlıydım,
Onu çok seviyordum,
Hastalıklı sevgi işte budur, insanı alçaltan sevgi, insanlıktan çıkaran sevgi budur…
Ama o şöyle dedi: Dün gece samimi olan tek kişi sendin. Duygularını açık bir şekilde belli ettin, bizse kaçamak davrandık, özellikle Latif.
Başlangıç…
“her başlangıcın gerçekten başlangıç olduğunu mu düşünüyorsunuz?”
3
İlişkimizin başlangıcı 1999 yılının Sanat Fuarı’na denk düşer. O yılın fuarına bir ressam M.L’ “Sanki aşk fuarı,” demişti. Elda, ben ve ressam, üçümüz oturuyorduk. Karşımızda, genç bir heykeltıraşın non figüratif bir tarzda yaptığı ama bana bulunduğumuz yerden kadın ve erkek vücutlarını parçalara ayırarak yeniden dizayn etmiş gibi görünen muhteşem bir heykel vardı. Ressam, kendinden oldukça genç olan bu heykeltıraşa âşık olduğunu söyledi. Elda, “Ben de geçen gün âşık oldum,” dedi. Elda’yla geçen yaz tanışmış, birkaç karşılaşma dışında onu uzun bir süre görmemiştim. Fuar başladığından bu yana yeniden ama sık sık, uzun süren görüşmeler yapmaya başlamıştık.