İNSAN POSTU -Willi Heinrich

Rus toplarının gümbürtüsü yankılanırken güneş, koca ormanlığın hemen ardında bitti. Dün de böyle olmuştu, önceki gün de, yarın da böyle olacaktı, sonsuza kadar hep böyle. Korunağın beri yanında oturuyordu adamlar.
Schnurrbart, piposunda biriken zifire bir göz attı. Onbaşı Steiner cebindeki cigara paketine uzandı. Sahra telefonunun acı sesi böldü sessizliği. Steiner koştu. Uzun uzun dinledikten sonra bir küfür savurarak kapadı telefonu.
Öbürleri merakla baktılar; incelmiş, sakalları uzamış yüzlerinde kuşku okunuyordu.
“Ne dedi?” diye sordu Kruger oturduğu masadan. Steiner soruya karşılık vermedi. Solgun yüzü oldukça asıktı; ağzı sinirle gerilince, dudaklarının iki yanındaki derin çizgiler yüzünün sertliğini iyice ortaya çıkarıyordu.
Sessizlik sürdü. Masanın üstünde yanan iki mum, tahta duvarlara dizili adamların dev gölgelerini yansıtıyordu. Dışardan Alman makineli tüfeğinin kesik ateşi duyuldu. Kruger boğazını temizledi, sorusunu tekrarladı: “Ne dedi?”
“Savaşın anlamsız olduğunu.”
Öbürleri şaşkın şaşkın baktılar: “Teğmen Meyer dedi bunu ha?”
Steiner başını salladı. “Neden olmasın yani?” Bölük kumandanlarının da savaş üstüne özel bir takım düşünceleri olabilir pekâlâ.”
“Tabiî, orası öyle de…” Profesör takma adıyla anılan Dorn, incecik elini sakallı çenesinde gezdirdi. “Bence…”
“O kadar yorma kafanı,” dedi Steiner.
“Bırak yorsun canım.” Schnurrbart ayaklarını masaya dayadı, gülümsedi. “Düşünmemesini emredemezsin. Zaten kafasına bir Rus kurşunu yeyince, kendiliğinden vazgeçecek düşünmekten.”
Adamlar gülüştüler, duvarlardaki gölgeler sallandı.
“Alay çekiliyormuş,” dedi Steiner kayıtsız bir sesle, tek tepki, Kruger’den geldi.
“Neden baştan söylemezsin?” diye haykırarak fırladı ayağa. Çarçabuk toparladı ranzanın üstündeki battaniyeyi, sarmaya başladı. Öbürleri onu izlediler. Korunakta süregelen uyuşukluk hali, yerini, ansızın çıkıp gitmelere özgü o telâşa kargaşaya bıraktı.
Steiner yerinden kıpırdamamıştı, cigarası dudaklarındaydı hâlâ. Başını çevirip Schnurrbart’a baktı; o da ağzında piposu, bacakları masaya dayalı öylece oturuyor, toparlanmaya kalkışmıyordu. Steiner sırıttı. Yalnız Schnurrbart okurdu aklından geçenleri. Schnurrbart’ın asıl adı Karl Reisenauer’di; yüzündeki kara orman, en güçlü usturalara bile bana mısın demeyen kara bıyık yüzünden “Schnurrbart” takma adını takmışlardı ona.
Steiner adamları inceledi. Hepsi işlerine dalmışlardı. Zoll ile kızıl saçlı ufak tefek Maag birbirlerine çarptılar ama hazırlanma telâşı içinde küfür savurmayı bile unuttular.
Hollerbach öteberisini toplayan Kern’e usulca yardım ediyordu; Kern her zamanki beceriksizliğiyle koca bir denk haline getirmişti eşyasını. Dorn yere diz çökmüş battaniyesini katlıyordu; üç delikanlı Dietz, Pasternack ve Anselm ise yüklerini sırtlamışlardı bile.
“Sersemler!” diye mırıldandı Steiner.
“Ne var yani?” diyerek sırıttı Schnurrbart. “Seni iyi tanımasaydım ben de toparlanırdım.”
“Yine de sersem bunlar,” dedi Steiner; dalgındı. Adamlar eşyalarını toplamışlardı, ansızın Schnurrbart’la Steiner’in yerlerinden kıpırdamadıklarını gördüler. Dorn önce birine, sonra öbürüne baktı; gözlüklerinin silik, önemsiz bir hava verdiği yüzünde şaşkınlık belirtileri okunuyordu.
“Dorn kafa yormaya başladı yine,” dedi Schnurrbart. Artık ötekiler de tetikteydiler. Tedirgin bakışlarla Steiner’ı süzüyorlardı. Tatsız bir sessizlik oldu. Bir yerlerden, ağır top ateşiyle bir makineli tüfeğin kesik takırtısı geldi.
Neden sonra Kruger kıpırdandı. Yavaşça yaklaştı Steiner’e. “Ne biçim şaka bu böyle?” diye sordu dişlerinin arasından. Steiner alaylı bir bakışla karşılık verdi: “Şakayı yapan sizsiniz. Ben eşyanızı toplayın demedim ki.”
“Bölükler çekiliyor dedin,” dedi Dorn öfkeyle.
“Yoo, demedim,” dedi Steiner.
“Dedin bal gibi!” diye haykırdı Kruger. “Hepimizin kulağı var!”
“Kulağa bak hele,” dedi Steiner. “Ben öbür bölükler çekiliyor dedim.”
“Allah belâsını…” diye haykırdı Kruger… Sırtındaki dengi kavradığı gibi yere çaldıktan sonra duvar boyunca sıralanmış ranzalara doğru yürüdü. En alt ranzaya büyük bir gürültüyle bıraktı kendini, ellerini başının altına koyup uzandı. Steiner, sırıtarak döndü ötekilere:
“Tabur yirmi dakikaya kadar çekiliyor. Biz -yani bizim birlik- artçı kalacak burada.”
Adamların yüzlerindeki kan çekildi. Kern, sallanarak çöktü bir iskemleye, “Amma iş!” diye homurdanıyordu.
Dietz boğazını kavradı. “Bu sersemler delirmiş,” dedi sesi titreyerek.
“Sersemler her zaman delidir zaten,” dedi Steiner. Kalktı, cebinden çıkardığı haritayı masanın üstüne yaydı. Adamlar çevresini sardılar. Parmağıyla batıya giden yolu izledi.
Krimskaya’nın biraz ötesinde Kırım’ın ve Karadeniz’in kuzey kesimi uzanıyordu.
“Durum şu,” diye açıkladı. “Bu gece tümen, Krimskaya’nın doğusundaki yeni mevzilere hareket ediyor. Yarın gece kentin batısındaki devamlı yerleşme noktalarına varacak. Her tabur gerisinde artçı olarak bir Birlik bırakacak.
Başlangıçta, bizim burada yarın sabah beşe kadar kalmamız tasarlanmıştı. Sonradan Rusların kokuyu alıp boşaltılmış mevzilerin ötesine geçtiklerini öğrenmişler…”
“Yani Ruslar Krimskaya’ya bizimkilerden önce mi varacaklar?” diye sordu Kruger.
Steiner omuz silkti. “Olağan. Ne var ki buyruk buyruktur.”
“Yani yarın sabaha kadar burada kalmayı düşünmüyorsun, değil mi?” dedi Dorn korkuyla.
“Hayır, sabaha kadar değil. Ama iki saat süreyle buradan ayrılmamamız gerek, belki üç saat,” dedi Steiner sırıtarak. “Yoksa taburdan önce varırız Krimskaya’ya.”
Adamların yüzleri sarardı. Maag zorla bir kahkaha attı. “O da garip kaçar, değil mi?” dedi. Gür, kızıl saçlarının arasından sinirden seyiren beyaz yüzü görünüyordu.
Zoll öfkeyle masaya indirdi yumruğunu. “Düpedüz sersemlik bu!” diye gürledi. “Ben şu anda gidiyorum, hemen! Amma mantıksız…”
Steiner’ın serinkanlı, dik bakışlarıyla karşılaşınca sustu, boynuna doladığı cırtlak sarı fuları çekiştirmeye koyuldu.
“Senin ne düşündüğün kimseyi ilgilendirmez,” dedi Steiner soğuk bir sesle. “Öğüdünü isteseydim sorardım. Hem asker adamın mantıktan söz etmesi bir Yahudinin ‘Heil Hitler!’ diye bağırması gibi bir şeydir; şimdiye kadar öğrenmen gerekirdi.”
Kruger dizine bir şaplak indirdi; ötekiler de kötü kötü güldüler. Kimse sevmezdi Zoll’ü. Taburun en hırçın adamıydı. Steiner, onun çaresizlik içinde yumruklarını sıkışını izledi.
Tiksinmişti. Doğruldu, palaskasını bağlarken Schnurrbart’a döndü.
“Siz yataklarınızı yayın yine. Bir daha ne zaman uyuma olanağı buluruz kimbilir. Bir nöbetçi dik, önce Maag, sonra Dietz, sonra da Profesör girer nöbete. O zamana kadar gitme saati gelir zaten.”
Onun kasketini alışını, tüfeğini omuzuna asıp kapıya doğru yürüyüşünü izlediler.
Schnurrbart, ister istemez bir adım attı. “Nereye gidiyorsun?” diye sordu.
“Recon’a,” dedi Steiner. Kapıyı hızla çekti.
Birlikte on bir kişiydiler. Tehlikelerle dolu ormanlık bölgeyi gözetleyemeyecek kadar azdılar. Sabaha kalmaz Ruslar, düşmanın zayıf noktalarını keşfederlerdi. Ne olurdu o zaman, Anselm düşünemiyordu bir türlü. Basbayağı intihar görevi verilmişti onlara.
Biri çöktü yanına. Baktı, Kern’i gördü. “Ne dersin buna?” diye sordu.
Kern omuz silkti. “Ne denilebilir ki? İki ucu boklu bir değnek ki ne değnek! Herifler düpedüz gözden çıkarmışlar bizi.” Anselm nefretle gözledi onu. Kern’in bayağı tavırları sinirine dokunuyordu. Başından beri hoşlanmamıştı şu heriften.
Dudağını ısırdı öfkeyle. “Bütün diyeceğin buysa,” dedi düşmanca bir sesle, “söylemesen de olur.”
Kern sert bir bakışla süzdü onu. “Söylediklerimi beğenmiyorsan sormazsın bir daha,” diye homurdandı. Kalın başparmağıyla ensesini kaşıdı. Kocaman, kıllı elleri vardı.
Anselm bu yayvan, çirkin burnu, basık alnı, karmakarışık saçları inceledi. İyi ki ona benzemiyorum, diye düşündü. Elini çocuksu yüzünden geçirdi.
Kern hakkında pek bir şey bilmiyordu; Kern iki hafta kadar önce bir fırın mangasından gelmişti buraya. Kimse bu naklin nedenini bilmiyordu. Aldırdıkları da yoktu. Belki de bir çeşit sürgündü. Hepsinin onun hakkında bildikleri tek şey, eskiden bir han işletmiş olduğuydu, ne yapar yapar bunu sokuştururdu araya. Mahzene dizdiği şarap şişelerinden söz ederken adamlar ilgiyle dinlerlerdi onu. Handan iyice bir gelir kazandığını çıtlatırdı sık sık; Anselm, bir çeşit hınç duyardı içinde o konuşurken. Dalgın dalgın, Kern’in beceriksiz parmaklarıyla cigara sarışını izledi, tütünün yarısı ye re döküldü. Adamın beceriksizliği Anselm’in öfkesini tazeledi.
Ötekiler masanın çevresinde oturuyorlardı. Kruger, “Şimdi uykuyu düşünmenin sırası değil,” diyerek bir deste kâğıt çıkardı cebinden. Burnunu kaşıdı, kaşlarını çattı. Kızgın bir hali vardı ama her zaman kızgındı zaten. Anselm karşısındakinin Könisberg’den gelme bir Doğu Prusyalı olduğunu anımsadı. Babasının Rus olduğu konusunda bir söylenti vardı, iyi konuşurdu Rusçayı. Ama Kruger bu konuda tek kelime söylememişti.
Profesör dedikleri Dorn, Kruger’in yanına oturmuştu.
Geçimli bir adamdı Dorn. Anselm bu adamın özellikle usul konuşma tarzını tutardı. Neden subay değildi Dorn, sık sık düşünmüştü bunu. Kruger’e bakılırsa kendi istemediğinden. Anselm bu açıklamayı yeterince inandırıcı bulmuyordu doğrusu.
Masanın geriye kalan son kişisi Dietz’di, topluluğun en genci bir Güney Almanyalı. Steiner “Bebek” adını takmıştı ona; Kruger hayal kurmaya pek düşkün olduğunu söylemişti.
Anselm onları teker teker süzdü; arkadaşlarının varlığı belki neşesini yerine getirebilirdi. Korunaktan ayrılacağı düşüncesi, içini eziyordu. Derin derin iç çekerek, “Çok kötü be!” diye mırıldandı.
“Neymiş o çok kötü olan?” diye sordu Kruger.
“Buradan ayrılmak zorunda kalmamız.”
“Yer değiştirmeye alışmış olman gerek artık.”
“Hiç alışamayacağım galiba,” dedi Anselm üzüntüyle. “Burayı hazır edene kadar bir hafta uğraştık, canı cehenneme şu ordunun.”
“Amin,” dedi Kruger yumruğunu indirerek; öylesine öfkeyle indirmişti ki yumruğunu, masanın üstündeki mum söndü.
“Ne yaptığını gözün görsün salak!” diye çıkıştı Kern.
“Salak sensin,” diye karşılık verdi Kruger.
Bir-iki saniye, dövüşe hazırlanan horozlar gibi birbirlerine meydan okudular, sonra Kern iskambilleri masanın üstüne fırlattı. “Bıktım,” diye homurdandı. “Her şeyden bıktım!” Kruger pis pis sırıttı. “Korkudan ödün patlayacak.” Kern, kollarını göğsünün üstünde kavuşturup durdu; besbelli bu sözü geçiştirmenin doğru olup olmadığını tartıyordu. Alaycı bir gülümseyişi yeğledi: “Korktuğumu sandığına göre beni hiç tanıyamamışsın sen.”
“Nerden tanıyayım?” diye üsteledi Kruger. “Bize katılışın iki hafta oldu olmadı.”
Kern kızardı. “Senin payına övünülecek bir şey değil bu,” dedi öfkeyle. “Cephede geçmiş iki hafta, iki yıl sayılır. İşini sağlama bağla, gerisini Tanrıya bırak.”
“Bakın ne diyor beyler,” diye öbürlerine seslendi Kruger.
“Sağır değiliz ya,” dedi Anselm. “Herif elifi görse mertek(sopa) sanacak tutup bize bilgiçlik taslıyor. Amma iş ha!”
Dietz kapıya baktı. “Steiner nereye gitti acaba?” Schnurrbart yavaşça esnedi. Sonra Kruger’e döndü. “İstersen bir ara onu,” dedi. “Bölük çoktan yola çıkmış olmalı ”
“Neden ben arayacakmışım?”
“En güvenilir adam sensin burada.”
Kruger kalktı, tüfeğine uzandı. Schnurrbart’ın yüzünde hiç hoşuna gitmeyen bir şeyler sezmişti. Yine iskemlesine çöktü. “Ben dadı değilim,” diye terslendi. “Steiner kendine bakabilir.”
“Orası öyle,” dedi Schnurrbart kalkarak… “Sana güvenmek zorunda kalsaydı, acırdım ona.” Kruger’in ağzını açmasına kalmadan çıktı korunaktan.
Eşikte duraladı. Sık ağaçlıklı bir ormanda mevzilenmişlerdi, ama öylesine karanlıktı ki ortalık, en yakındaki ağaçlar bile görünmüyordu. Maag’ı buldu; nöbetin ne zaman biteceğini sordu Maag. “On dakika sonra,” dedi Schnurrbart. “Steiner geldi mi buraya?”
“Şu yana doğru gitti.”
Schnurrbart Maag’ın beyaz bir leke gibi duran yüzünü seçmeye çalıştı karanlıkta. “Nereye doğru gitti?”
“Rusların oraya,” diye karşılık verdi Maag. “Ne olup bittiğini anlamaya.”
“Tek başına mı?”
“Tabiî, hep yaptığı şey. Ne var ki bunda?”
“Sersem!” diye haykırdı Schnurrbart. Keşke daha önce çıksaydı aramaya.
Düşmüş yaprakların genzi yakan kokusu, birkaç gün önce eriyen, süngerleşmiş toprağa sinen karın kokusuna karışmıştı ormanda. Ağaçlardan çıtırtılar geliyordu. Tepeden küçük böcekler düşüyor, ormanı kaplayan ölü bitki tabakaları arasında dolaşıp duruyorlardı. Schnurrbart karanlığı gözledi. “Ne kadar kalacağını söyledi mi?” diye sordu.
“Nereden bilebilir. Ruslara kalmış bir şey.” Schnurrbart başını salladı. Ne yapacağını bir kestirebilseydi!
Bir süre konuşmadılar. Ormandaki nem, giysilerinden içeri sızmaya başlamıştı, bedenlerini delip geçiyordu sanki.
Sonunda Schnurrbart sipere girdi. Tedirginliği gitgide artıyordu. Maag’a döndü. “Git bizimkilere söyle, hazır olsunlar” dedi. “On dakika daha bekleriz. Steiner bu arada gelmezse aramaya çıkarız.”
Schnurrbart, ağır makinelinin arkasına çökerken Maag hendekten çıktı, hızla uzaklaştı. Schnurrbart dalgın gözlerle izledi onu, aklı hâlâ Steiner’deydi. Belki de saçmaydı bu kadar meraklanması. Gözlerinin önüne o anda belki de terk edilmiş bir Rus siperinde yanından eksik etmediği kitabını keyifle okuyan Steiner geldi, gülümsedi. Tam ona göre bir davranış. Tanıştıklarından bu yana Schiller’in şiirlerini cebinden çıkarmamıştı Steiner; en uygunsuz durumlarda bile sayfaları çevirmekten geri kalmazdı. Belki de yüz kere al baştan etmişti kitabı. Tuhaf; çünkü okumaya düşkün biri de değildi pek.
Schnurrbart, başlangıçta Steiner’in kendine ne kadar sert davrandığını hatırladı, ama bir gün bu gelişigüzel ve çoğunluk düşmanca olan tanışıklık birdenbire dostluğa dönüşüvermişti. Bir buçuk yıl kadar önce. Tabur, Kramatorsk’un güneyinde, Rusya karlarıyla örtülmüş, sonsuz bir düzlükte…
Günlerdir kesilmemişti kar, müthiş bir tipi. Korunakta oturmuş, küçük sobanın ateşiyle ısınmaya çalışıyorlardı. Gece olmak üzereydi. Öbür askerler uykuya dalmışlardı bile. Steiner okuyor, Schnurrbart sobanın kızgın kapağını kaldırmış, ekmek kızartıyordu. Ansızın kitabı elinden bırakmıştı Steiner, “Satranç bilir misin?” demişti.
— “Eh şöyle böyle,” demişti Schnurrbart. Steiner küçük bir satranç takımı çıkarmıştı denkten, sonra taşları dizmeye koyulmuştu. Oyuna başladılar. Schnurrbart iki, üç hamleden sonra Steiner’ın kendinden çok daha usta olduğunu ayırdetti. Yarım saat sürdü oyun. İkinci oyunda da başarısızdı. Şahını budalaca kaybedince, bir vuruşta bütün taşları dağıtıverdi.
Steiner duygularını belli etmeden bir cigara sardı, “Kaybetmek kolay değil elbet,” dedi.
Bir süre hiç konuşmadılar. Fırtına, karı kapıdaki çatlaklardan içeri savuruyordu. Schnurrbart piposunu çıkarıp doldurdu.
Yaktıktan sonra Steiner’e döndü. “Karışmak gibi olmasın ama…” dedi. Duraladı, soruyu en iyi nasıl sorabileceğini tarttı. Ansızın sordu sonra: “Bir sevgilin var mı diye soracaktım.”
Steiner’in yüzü allak bullak oldu birden; Schnurrbart nasıl özür dileyeceğini şaşırmıştı. “Canını sıkmak istemezdim,” diye atıldı, pişman olmuştu. Daha önceki konuşmalarında Steiner bu konuda konuşmak istemediğini belirtmişti. Ama üç yıl geçmişti aradan. Sormanın ne zararı vardı?
Schnurrbart canı sıkkın, piposunu masanın ayağına vurdu, cebine soktu. Konuşmak istemiyorsa bu iş burada biter diye düşünerek esnedi. “Uyusam iyi olacak,” diye mırıldandı. “Çok yorgunum.”
Bu sefer Steiner diretiyordu. “Dur bir dakika.” Uyuyanlara bir göz attıktan sonra kollarını masaya dayadı, öne doğru uzandı. “Vardı bir sevgilim,” dedi, “Ama öldü.”
Bu sözleri izleyen sessizlikte kükreyen, kırıp içeri girecekmişçesine kapıya yüklenen rüzgârın sesi duyuluyordu yalnız. Demek öyle, diye düşündü Schnurrbart, kayıtsız ama saygılı olmaya çalıştı. İskemlesine dayandı sonra, bacak bacak üstüne atarak Steiner’in gözlerinin içine baktı. “Duygularını anlıyorum,” dedi usulca.
Yine sustular. Yakınlarda bir yerde bir bomba patladı. Korunak, bir-iki sallandı, adamlardan biri inledi uykusunda, anlaşılmaz bir şeyler söyledi… Schnurrbart kapıya baktı.
Eşiğin hemen altında ince bir kar şeridi belirmişti. “Bu sürer artık,” diye mırıldandı Schnurrbart. Steiner karşılık vermedi; Schnurrbart yine ona dönerek sordu: “Adı neydi?”
“Anne.”
Schnurrbart başını eğdi. “Güzel bir ad,” dedi gelişigüzel. “Ne oldu da öldü?”
“Bir kaza.” Steiner kapıyı gösterdi parmağıyla. “Böyle bir havaydı. Birlikte sık sık dağlara tırmanırdık. Tam doruğun orada ansızın bir fırtına patladı. Anne kaydı…” Sustu, mumun titrek ışığına daldı. Yine uzun bir sessizlik oldu.
Schnurrbart’ın omuzları çökmüştü. “Korkunç bir şey,” dedi. “Ne zaman oldu bu?”
“Otuz sekizde. Savaş başlamadan az önce.”
“Beş yıl önce, ha? Uzun bir zaman.”
“Sana öyle geliyor,” dedi Steiner sinirli sinirli. Başını yavaşça sallıyordu. “Benim için daha dün… Dün, bugün, yarın, sonsuza kadar.” Bir tutam kara saç düştü alnının üstüne, eliyle geri itti saçları. “Anlıyor musun, benim suçumdu,” dedi. “Yalnız benim suçum. Şu eller, şu gördüğün eller bırakıverdi onu. Sen de yaşasaydın o olayı, unutamazdın. Benim gibi, hiç aklından çıkmazdı.”
Yüzü birdenbire çökmüştü, derisinin üstüne biri kezzap dökmüştü sanki. Keşke hiç hatırlatmasaydım, diye düşündü Schnurrbart. Çok utanmıştı, uzandı piposunu doldurdu yine. Sobadaki odunlar çıtırdıyor, ara sıra etrafa kıvılcım sıçratıyorlardı. Sessizlik büyük bir acı veriyordu içine.
Dirseklerini masaya dayadı birkaç kere boğazını temizledikten sonra konuştu: “Neler duyduğunu anlıyorum, dayanılır şey değil gerçekten. Ama hep bunu düşünerek yaşayamazsın.”
Steiner yavaşça başını kaldırdı, arkadaşına baktı. “Hep mi?” Bir şeye kulak veriyormuşçasına uzattı başını. Kendini zorlayarak güldü. “Yok canım, hep düşünmeyeceğim elbet.
Onunla karşılaştığımda, bitecek acılar,” dedi.
“Karşılaştığında mı? dedi Schnurrbart, şaşırmıştı.
“Tabiî. Aklımı kaçırdığımı sanıyorsun belki ama onunla karşılaşacağım yine, biliyorum. Ben yaşıyorsam o da yaşıyordur mutlaka. Savaş bitince bir gün nasılsa karşıma çıkacak.”
“Biraz fazla ileri gitmiyor musun?” dedi Schnurrbart. Steiner başını hayır anlamında salladı. “Herkes gidebildiği kadar ileri gider.”
Bir süre sustular. Schnurrbart sordu sonra: “Ya karşılaşamazsan?”
Steiner yavaşça yüzünü ondan yana döndü. “Ne dedin?”
“Yani onunla karşılaşmazsan ne yapacaksın?”
Steiner elini hafifçe sallayarak geçiştirdi bu soruyu. “Bu savaşı sağ salim atlatırsam,” dedi, “karşılaşacağım onunla. Ama atlatamazsam.” Kalktı, kapının yanındaki küçücük pencereye yürüdü, dışarı baktı.
Schnurrbart, piposunu çekmiş, çizmelerini incelemeye koyulmuştu. Başını kaldırdığında Steiner’in kendini izleyen alaycı bakışlarıyla karşılaştı.
“Ne düşünüyorsun?” diye sordu Steiner. Schnurrbart onun kavga aradığını sezmişti.
“Hiiiç,” dedi omuzlarını silkerek.
—”Neden çabalıyorsun?” dedi Steiner küçümsercesine. “Anlayamazsın ki dediklerimi.”
“Neden anlayamayayım?”
“Anlayamazsınız,” diye yineledi Steiner, ansızın kızmıştı. “Hiç biriniz anlayamazsınız; ilkel adamlar, ne olacak!”
“Bir dakika ama…” diye başladı Schnurrbart; Steiner sözünü kesti,
“İlkel insanlarsınız hepiniz; bir kadının neler demek olabileceğini aklınıza bile getiremezsiniz. Sizin gözünüzde sıradan bir yaratıktır kadın; bacaklarını açsın da… kim olursa olsun fark etmez!”
Sesini yükseltmişti, ranzalarda uyananlar oldu. Uykulu gözlerle ikisini süzdüler; içlerinden biri, “Susun be!” diye homurdandı. “Bırakın da uyuyalım!”.
Duvara bir yumruk indirerek döndü Steiner, dört adımda adamın yanına geldi. “Sen sus!” diye kükredi. “Kapa çeneni salak! İşiniz gücünüz uyumak, yemek…” Birden bire sustu. Adamların şaşkın, uykulu yüzlerini tiksintiyle süzdü bir süre, sonra döndü.
O kapıya doğru yürürken Schnurrbart koluna yapıştı. “Bu söylediklerine inanıyorsan inan,” dedi yavaşça. “Ama şunu bil ki adamlara haksızlık ediyorsun.”
Steiner gözlerinin içine baktı. Sonra birden bire eğildi ona doğru. “Ya sen?” dedi, “Sana da haksızlık etmiyor muyum?” Döndü, korunaktan çıktı.
Bu olayı her hatırlayışında tedirginlikle karışık bir hoşnutsuzluk duygusu kaplardı Schnurrbart’ın içini. O anda yanlış bir sözcük kullanmış olsaydı, Steiner’le ilerdeki ilişkileri katlanılmaz bir hale gelecekti, emindi bundan. Oysa birbirlerine yaklaşmıştılar. Umduğu kadar değil belki, çünkü Steiner çekingenliği bir türlü silkip atamamıştı…
Birliktekilerden, onun güvenini kayıtsız şartsız kazanabilmiş tek kişi yoktu. Sık sık, en küçük olayları bahane edip hepsinden uzak kalmak istediğini, onlara karşı hiç bir sorumluluk taşımadığını belirtirdi.
Sonucu kolaylıkla kötü çıkabilecek tehlikeli bir görev aldığında bile düşüncelerini kendine saklardı.
Schnurrbart birdenbire geçmişi unuttu. İçini çekerek hendeğin üstünden bir göz attı çevreye. Karanlık, is gibi yapışmıştı ağaçlara.
Karanlıktan bir adam çıktı, ona doğru yürüdü. Hollerbach’tı gelen. “Ne yapıyorsun burada?” diye sordu Hollerbach.
“Hiç,” diyerek omuz silkti Schnurrbart. “Steiner’den haber çıktı mı?”
“Yok, kim bilir hangi cehennemde!”
“Bu kovalamaca da canını sıkıyor insanın,” diye homurdandı Schnurrbart. “Hiç değilse birimizi alsa yanına.” Hollerbach omuz silkti. “Nerede olduğunu biliyorsundur sen.” Schnurrbart da uzun boyluydu, ama Hollerbach tepeden bakıyordu ona. Başında kasketi yoktu, uçuk sarı, beyazımsı saçları gecede miğfer gibi parlıyordu. Kruger ile o, birliğin sayılı “yaşlı”larındandılar. Dürüst, geçimli bir adamdı, hemen her dağıtımında sevgilisinden mektup almakla ün yapmıştı.
Gelgelelim geçen hafta posta gelmemişti tabura. Schnurrbart bütün Kafkas Ordusu’nu tuzağa düşüren büyük bir kuşatma harekâtı söylentilerini hatırladı. Bu masallara pek aldırmazdı ama kendilerini tatsız sürprizlerin beklediğinin de farkındaydı. Steiner yanlarında olsaydı keşke. Yüksek sesle; “Katır gibi inatçı,” dedi.
“İzinden döneli beri ateş püskürüyor,” dedi Hollerbach. “Ne oldu acaba?”
“Ben de bilmiyorum.” Schnurrbart da bunu düşünüyordu aylardır.
“Her neyse,” diye konuşmayı sürdürdü Hollerbach, “çavuşluktan erliğe düşmeyi başarabildiğini, hele ceza taburunda da dört ay geçirdiğini gözönünde tutarsak epey bir şeyler becermiş olmalı.”
Schnurrbart karnını kaşıdı, düşünceli görünüyordu. Bu konuyu deşmek istemiyordu aslında. Birlik’te, söylentiler birbirini izlemişti ama Steiner’in rütbesinin geri alınış nedenleri tamtamına öğrenilememişti. “Bence sandığın kadar önemli bir şey değildir,” dedi yukardan alarak; “ağzını bir parça açmayagör, hemen takıveriyorlar içeri.”
“Orası öyle.” Konuşma tavsayınca Schnurrbart zamanı hesabetmeye çalıştı. Steiner bölüğe altı ay önce dönmüştü. Izyum’da yaralanmış, memleketine hastaneye yollanmıştı.
Her halde anlatmak istemediği bir şey olmuştu bu arada.
500. Ceza Taburu’na postalanmıştı. Cezasını çektikten sonra onbaşılığa yükseltilmiş, altı ay önce de her zamankinden biraz daha içine kapanık, biraz daha asık yüzle bölüğe dönmüştü işte. Schnurrbart, onun yağdırılan soruları nasıl ilgisizce geçiştirdiğini hatırladı; sonunda sormaktan vazgeçmişlerdi ister istemez. Aslında son haftalardaki başdöndürücü gelişmeler bu konu üstünde daha fazla kafa yormalarına engel olmuştu. Tuapse’dan çekilişlerini “esnek savunma” diye nitelendirmek gülünçtü artık, sonun başlangıcındaydılar galiba.
Bütün bunları ve Steiner’in durumunu düşünen Schnurrbart içini çekti. “Aramaya başlasak,” dedi sabırsızca.
“Ben de onu diyecektim. Ama bu karanlıkta ne aranır? Bildiğimiz kadarıyla hâlâ oradalar Ruslar.”
Schnurrbart içinden hak verdi ona. Kütüklüğünü kuşandı; “Hadi,” dedi, “sen içeri gir de ısın biraz. Ben nöbette kalacağım, ne olur ne olmaz. Neredeyim biliyorsun nasılsa.” Hollerbach başını salladı, yorgun adımlarla korunağa doğru yürüdü.
Adamların çoğu uykuya dalmışlardı. Masanın başında Dorn vardı yalnız. Dietz’den biraz sonra nöbeti devralacağına göre uyumanın yararı yoktu. Üstelik günlerdir gitgide azalan tayınlar yüzünden sık sık kramp giriyordu midesine, uyuyamıyordu.
Korunağı şöyle bir gözden geçirip içini çekti. İki haftadır eşek gibi çalışmış, yakın yakın köylerden malzeme getirip döşemişlerdi korunağı, kazı yapmış, marangozluk etmiş, pervazları, çerçeveleri, hasır şilteleri hazırlamış, oturulacak hale getirmişlerdi; bütün çaba boşa gitmişti işte. Dorn başını eğip insanların ufacık incelikler gözeterek yaptıkları yerlere nasıl içtenlikle bağlandıklarını düşündü. Başkalarına göre bir oyuktan farksızdı burası ama onlar gibi yersiz yurtsuz askerler için neler demekti. Bu uçsuz bucaksız toprakların, sinir bozucu stratejilerin ülkesinde, hiç bir yerinde anılarıyla ilintili bir şeyler bulunmayan bu yabancı ülkede korunak bir çeşit babaeviydi.
Ve tıpkı baba evlerindeymişler gibi bütün duygularıyla ona bağlanmışlardı.
Oysa şimdi yine sökeceklerdi direkleri yerlerinden, içlerinde türlü kaygılarla bilinmeyene doğru yola çıkacaklardı.
Steiner’in verdiği rapor pek iç açıcı değildi. Yarın nerede geceleyeceklerini kim bilebilirdi?
İçini çekti, saate baktı. Nöbet zamanı gelmişti. Ağır ağır yerinden kalktı, çelik miğferi başına geçirdi, tüfeğini alıp dışarı çıktı. Başını kaldırdı, havaya baktı; yağmuru duydu yüzünde. Dikkatle indi kaygan basamaklardan. Gözlükleri buğulanmıştı. Çıkardı, gözlerini karanlığa alıştırmağa çalıştı. Kapıdan bir – iki adım ötede Dietz çıktı karşısına; bir ağaca dayanmış, duruyordu.
“Geldin mi?” diye sordu Dietz.
“Vakit tamam,” dedi Dorn.
Dietz ona doğru bir adım attı. “Ne pis hava,” derken dişleri hafifçe birbirine vuruyordu. Tüfeği omuzundan alıp silkindi birkaç kere. “Bu gece işimiz iş,” dedi. “Düşün, böyle batak bir ormanda otuz beş kilometre yol yürü işin yoksa.”
“Feci gerçekten,” diye onayladı Dorn.
“Bari yağmur dinse,” dedi Dietz, karanlığın içinde Dorn’un yüzünü seçmeye çalışarak. İkisi de sustular, kaygılı gözlerle karanlığa baktılar.
Yağmur, durmaksızın yağıyordu; ağaçlardan düşen iri damlalar patır patır iniyordu kuru yaprakların üstüne. Dorn yağmurluğunu çekerek bir ağaca yaslandı. “Dikkat et,” dedi Dietz. Dorn’un omuzuna dostça vurarak korunağa doğru yürüdü.
Dakikalar geçiyordu. Karanlık artmıştı. Bir yerlerden bir baykuşun uğursuz sesi geliyordu. Bir esinti ağaçları salladı, çadırın tepesine düşen taşların sesi gibi bir takırtı kapladı ortalığı. Dorn, miğferini geriye doğru iterek karanlığın içine dikti gözlerini.Gözlükleri cebindeydi; bu havada neye yarardı gözlük?
Acaba neden gecikti Steiner? diye düşündü. Midesindeki kramplar artıyordu. Yumruğunu midesine bastırıp soluğunu tuttu. Birkaç saniye durdu sancı. Ama yumruğunu çekince iki misli arttı. İki büklüm oldu Dorn, bunun da para etmediğini görünce çömeldi.
Evet, iyi geliyordu çömelmek. Çenesini sıvazlarken sakallarının uzunluğunu fark etti. Derisi ıslak ve yapışkandı. Kir, pislik, diye düşündü tiksintiyle, her şey kirli, üstümüz başımız, vücudumuz, çamaşırlarımız, her şey. Bir süre sonra iki kolunu birden bacaklarına dayadı; başı düşüyordu.
Tüfeğini bacaklarının arasına sıkıştırmıştı. Üstüste garip sesler geldi kulağına, aldırmadı bile. Uzun bir süredir yakasını bırakmayan, artık gövdesinin canlı bir parçası haline gelen korku yavaş yavaş sağır bir kayıtsızlığa dönüşmüştü.
Başı gittikçe düşüyordu. Dudakları aralıktı, salyası usulca sızıyordu aradan. Hınçla dolu, budalaca bir hoşnutluk duyuyordu böyle kendini bütün bütüne bırakmaktan. İşte ben aslında böyleyim, diye düşündü, ben buyum. Maria bir görseydi bu durumumu. Karısını düşündükçe biraz uyanır gibi olmuştu. Başını kaldırdı, ağzını kapadı. Maria, diye düşündü, Maria, Betty, Jürgen. Jürgen okula başlayacak bu yıl. Zamanın böylesine hızlı geçmesine şaşarak başını salladı. Sonra karısının Jürgen’i her sabah okula götürüşünü gözlerinin önüne getirmeye çalıştı. Sevinçle gülümsedi; düşünceleri daha ciddî bir konuya yöneldiği halde gülümseme dudaklarında kaldı. Betty, iki yaş daha küçüktü Jürgen’den, sessiz, ciddî bir çocuktu, annesi gibiydi. Sık sık hastalanırdı, yaşıtları olan öbür kızlara da benzemezdi.
Doktor, birkaç aylığına onu sayfiyede bir bakımevine yollamalarını salık vermişti. Şu savaş çıkmasaydı. Daha çok süremezdi ama ne zaman biterdi acaba?
Bunları düşünürken sert bir el yapıştı omuzuna, onu tuttuğu gibi ayağa kaldırdı. Korkudan eli ayağına dolaşmış, Steiner’e bakıyordu.
“Varoluşçu felsefenin geçerli olabilmesi için önce varolmak gerekir sayın Profesör,” dedi Steiner sert bir sesle. “Görev başında uyursan varolamazsın uzun boylu. Kap tüfeğini bakayım!”
Yakasını kurtarınca yerde tüfeğini aramaya davrandı Dorn. Doğrulduğunda, Steiner ormandan gelen sesleri dinliyordu. Dorn’a döndü. “Oturarak nöbet tutmana karışmam,” dedi, “Ama uyuyayım deme.” Sonra korunağa girdi. Birkaç dakika sonra elinde yağmurluklar ve battaniyelerle geri dönmüştü. Battaniyeyi yere yaydı, yağmurluğu omuzuna aldı, bir ağacın altına çöktü. “Çok yanıma,” dedi Dorn’a, “Karanlıkta, yerde oturunca daha iyi görebilirsin etrafını.” Dorn, sesini çıkarmadan emre uydu. Uykusu kaçmış, kendini suçlu görmeye başlamıştı. Kramptan söz etse miydi acaba? Ama ne tuhaf, sancı falan kalmamıştı. Birkaç dakika, sessiz oturdular. “Anayola kadar gittin mi?” diye sordu Dorn.
“Gittim”.
“Şey… nasıl?”
“Çok güzel,” dedi Steiner. sinirli sinirli gülümseyerek. Dorn, kaygıyla inceledi onu. “O da ne demek? Hiç Rusa rastladın mı?”
“Hem de sürüyle Rus’a, Piyadeler, tankçılar, tanklar, kısacası Rus Ordusunun tümü orada.”
Dorn duruyordu. “Anayolda mı?”
“Havada olacak değil ya.”
Dorn derin bir soluk aldı. “Tanrım,” diye mırıldandı. Ayakları kurşun gibi ağırlaşmıştı; ıslak üniforması, zırh gibi aşağı çekiyordu gövdesini.
Steiner, dizlerini karnına çekti, tüfeğini bacaklarının arasına sıkıştırdı. “Trafiğin azalmasını beklememiz gerekecek. Yarın sabah ortalık biraz yatışır herhalde.”
“Durum umutsuz ama,” dedi Dorn, sinirleri iyice bozulmuştu. “Anayolu unutsak olmaz mı?”
“Yani iki misli uzun bir yoldan mı gidelim? Vakit yok. Ruslar Krimskaya’ya bizden önce varırlarsa yandığımız gündür.”
Steiner’in bu serinkanlı açıklamaları Dorn’u büsbütün telâşa vermişti. Islak yüzünü elinin tersiyle silip, “Peki ne yapacağız öyleyse?” diye sordu.
Steiner öfkelenmişti. “Dediğimi duydun. Anayoldan gideceğiz.”
“Ya Ruslar görürlerse?”
“Günaydın der, sabah kahvesine çağırırız onları.”
Dorn, içini kaplayan korku dalgasını atlatmak için gözlerini yumdu. Rus taburları önünde yürüyorlardı işte, işte binlerce tüfek doğrultulmuştu üstüne.
Kısa bir sessizlik oldu. Ansızın bir kahkaha attı Steiner.
“Sen filozofsun, değil mi?” dedi.
Dorn, şaşkınlıkla baktı ona. “Evet, niye sordun?”
“Durumumuzu daha serinkanlı bir şekilde gözden geçirememene şaştım da.”
“iyi ama bunun felsefeyle ne ilgisi var?”
Steiner yine güldü. Bir süre karanlığı, yağmuru gözledi. Sonra konuştu: “Hep nesnelerin arasındaki ilintileri çözmeye çalışmıyor musun? Ama bana öyle geliyor ki bu yüksek bilgilerinin sana pek bir yararı dokunmuyor… Alışılmadık bir durumla karşılaştın mı, felsefe çıkmaza giriyor.”
“Nereden çıkardın bunu?”
Steiner sıkılmıştı. “İlintiler her yerde varsa, her durum haklı çıkarılabilir, bizimki bile.. Yani..” Biraz düşündükten sonra ekledi: “Ben ilintilere falan inanmam, rastlantıya inanırım.
Rastlaşmalara. Bence her rastlantı öbür rastlantılarla ilintisi olmayan başlıbaşına bir evredir kişinin yaşamında. Her biri kendi ölçüsü içinde anlamlı ya da anlamsızdır, özelyaşamımızdaki işlevi ölçüsünde. Yani bence anlamsız bir deney, yalnızca bir başka şeyle ilintisini kurabildiğimiz için anlamlı olamaz. Belki anlatamıyorum ne demek istediğimi.
Öğretmen değilim ki. O yüzden de sizlerin her türlü saçma sapan şeyden anlam çıkarmaya çalışmanıza, büyük çözümler bulmak için yırtınmanıza, iri lâflar etmenize, sonra da dönüp başladığınız yere çakılmanıza kahroluyorum. Siz de öylesiniz değil mi Profesör?”
Dorn duraladı… Çekici bir konuydu bu, yine de bir yerlere gidebileceklerini sanmıyorum. Ama kesin bir tavır alması gerekti. “Nihilizm diye bir şey duydun mu?” diye sordu.
“Orta okuldayken duymuştum,” dedi Steiner ukalaca. “Nihilist, varlığı ve düzeni yadsır. Bense anlamsızlığın anlamını yadsıyorum.”
“Anlamsız görünen şeyin diyelim.”
Steiner görünmeyen elini önlerinde uzanan karanlığa doğru uzattı. “Oradaki şey görünüyor mu ki?”
“Tartıştığımız konu bu değil,” dedi Dorn serin kanlılıkla. “Nesneleri bu kadar kesin kavramamaya çalış. Esrarengiz, anlaşılmaz bir dünyadayız düşün ki. Bize çevremizin gizlerini öğreten, adım adım o gizlere yönelten başka insanlar olmasaydı, bu gizlerin görünüşlerine alışırdık yalnızca, ama onları kavrayamazdık.”
Steiner, kaşlarını çatmış, dinliyordu. “Devam et,” dedi yağmurluğuna iyice sarınarak.
—”Yaşamamıza anlam.. yaşamamıza güven katabilmek için çevremizdeki insanlara gereksinme duyuyoruz.
Varoluşumuzun rastlantıları, olayları için de aynı gerçek geçerli. Hepsi birleşip yaşamamızın mozayiğini oluşturuyorlar. Onları bu birleşimden çıkarıp teker teker incelediğimiz zaman anlamsızmış gibi geliyorlar bize.
Felsefe ilintilere düşkündür. Anlamsızlık düşüncesini yadsıması gerekir bu yüzden.”
“Peki,” dedi Steiner. “Felsefe, savaş konusunda ne diyor? Savaşın anlamsızlığı üstüne ne gibi bir görüşü var?”
Dorn, aralarından düzgün yağmur damlaları sızan sık yapraklı ağaçlara baktı. “Yalnızca bizim bireysel varoluşumuzun mozayiği söz konusu değil,” dedi. “bir ulusun tarihinden oluşmuş bir mozayik de var. Savaşın ilk eldeki anlamsızlığı, bir ulusun hayatı içinde incelendiğinde anlam kazanabilir. Tabiî, karşılıksız kalan sürüyle soru da var bu arada. Saatlerce konuşabiliriz. Sen ilgilenir misin bu konularla?”
“Yaşamaya yetecek kadar.” Steiner kaçıyordu. Konuşma, hesapladığından değişik bir yöne kaymıştı, ilgisini yitiriyordu. “Her neyse., bence felsefe de her cevapta yeni sorular buluyor.”
“Hepsinde değil,” dedi Dorn.
İkisi de sustular. Sonra Steiner Dorn’un gözlerinin içine baktı. “Sana bir şey sormak istiyorum.”
Dorn irkilmişti. “Buyur ”
Steiner, yağmurluğunu silkeledi. Yine omuzlarına sardıktan sonra yüzünü elleri arasına alıp., “Şöyle bir örnek koyalım,” dedi. “Diyelim ki bizim için son derece değerli bir şeyi yitirmişiz. Her şeyden fazla sevdiğimiz bir şeyi. Şimdi ben bu yitirişin anlamsız olduğuna karar veriyorsam bir gün yitirdiğim şeyi bulacağım inancıyla kendimi avuturum, böylelikle yitiğin üstüne bir çizgi çekilir. Değil mi?”
“Neyi yitirdiğine bağlı bu,” dedi Dorn.
Steiner başını sertçe salladı. “O önemli değil,” dedi sinirli bir sesle. “Değerli olması önemli. Ne diyordum. Öte yandan, yitirişin anlamlı olduğuna karar verirsem, bulabilme olanağına bel bağlayamam. Yitişi için belli bir neden vardır, öyleyse yitik kalması gerekir derim. Hangisi doğru şimdi bunların? Ya da başka türlü sorayım: Hangisi daha iyi?”
“Yine neyi yitirdiğine bağlı.”
“Şaşma ben ilkelerden söz ediyorum.”
“Özel bir soru bu. Karşılık verebilmek için yitirilen şeyin özelliğini bilmem gerekir.”
Steiner’in yüzü asıldı. Çabucak ayağa kalktı, eğilip battaniyesini aldı yerden. “O zaman konuyu burada keseriz, daha iyi.”
Dorn, Steiner’i anlama fırsatını kaçırdığına üzüldü. Sandığından da yorgundu Steiner. Ama eninde sonunda onun sinikliğinin nedenlerini keşfedecekti. Altı üstü yirmi beş yaşındaydı daha oğlan.
“Öbürlerini uyandırayım,” dedi Steiner. “Bir ara yine konuşuruz bu konuda. Bana bir açıklama borçlusun.”
“Ne konuda?”
“Biliyorsun,” dedi Steiner. Battaniyesini sardı. “Başlangıçta, felsefenin olağanüstü durumlarda da geçerli olması gerektiğini savunmuştum.”
“Evet,” dedi Dorn.
Steiner, gözlerini yüzüne dikmişti. “Unutmadığına sevindim. Bir gün bu ilkenin senin durumunda neden işlemediğini soracağım.”
“Şimdi cevap vereyim istersen.”
“Şu anda duymak istemiyorum.” dedi Steiner. “Bu günlük bu kadar felsefe yeter.” Korunağa doğru yürüdü. Dorn ardından geliyordu.
Hollerbach, Schnurrbart’ı çağırmak için gittiğinde, Steiner dahil herkes masaya oturmuştu. Schnurrbart, yüzüne bile bakmadan onun alaycı gülümseyişini görür gibi oldu.
Ranzalardan birine doğru yürüdü, oturdu.
—”Benim için meraklanmışsın,” dedi Steiner. Sesindeki iğneleyici hava, Schnurrbart’ın kanını tepesine çıkarttı. Piç, diye düşündü öfkeden titreyerek, eşekoğlu eşek! Durup dururken aşağılanmıştı. Bir daha meraklanırsa.. Piposunu kurcaladı. Steiner, gri gözleri parıl parıl yanarak gözledi onu. Masanın başına geldi, haritayı eliyle düzelttikten sonra adamlara, yanına gelmelerini işaret etti.
—”Krimskaya ne kadar uzakta?” diye sordu Maag, haritayı görebilmek için başını iyice uzattı.
“Otuzbeş kilometre kadar. Anayoldan gidersek altmış kilometreyi bulur.”
—”Öyleyse anayoldan gitmiyeceğiz,” dedi Kruger. Steiner, haritaya baktı. “Yolumuz batak. Haritadan öyle anlaşılıyor. Bir de ırmak var. Her yan sazlık. Asıl o yana geçip geçemeyeceğimiz…”
“Öyleyse anayoldan gidelim”, dedi Kruger.
“Tabii,” diyerek başını salladı Kern. “Düzgün yoldan gitmek çok daha kolaydır. Yarın geceye kadar altmış kilometre yürüyebiliriz. Tabur da oradan gitti herhalde.”
—”Bir kere tabur yürüyerek gitmedi,” diye açıkladı Steiner, “kamyona doluştular. İkincisi, anayoldan gidersek engellemeyle karşılaşacağız gibi gelir bana.”
Kern, boş gözlerle inceledi haritayı. “Neden?” diye sordu. Bir an sustu Steiner, onların kaygıyla dolu yüzlerini inceledi. Sonra ayağa kalktı. “Ruslar anayolda. Yani ormandan yürümemiz gerekir. Anayolu geçmedende ormana giremeyiz.” Tüfeğini omuzlayıp kapıya yürüdü, açtı. “Hadi!
Birbirinize yapışarak yürüyün, kapayın çenelerinizi.” Adamlar, birbirlerinin ardısıra seyirttiler. Korunaktan en son çıkan Steiner’di. Sobaya öyle bir tekme savurdu ki küller yerlere saçıldı. Çıktı, kapıyı ardından çekti. Adamlar birkaç metre ötede bekliyorlardı. Başa geçti; birlik yola koyuldu.
Ormanda ilerlerken ağızlarını bile açmadılar. Yirmi dakika sonra ağaçlar seyreldi, bir beş dakika sonra da ormanın sonuna vardılar. Sürülmüş tarlalara adım attıklarında buz gibi bir rüzgâr kamçıladı yüzlerini. Daha beş altı metre gitmişlerdi ki çamur topuklarına yapışmaya başladı. Makineli tüfeklerin, tabancaların, donanım kutularının ağırlığı altında soluk soluğa ilerliyor, her adımda bir küfür savuruyorlardı. Kruger, Hollerbach’ın tam arkasındaydı.
Makineli tüfeğini sağ omuzunda kürek taşır gibi taşıyordu. Bir ara kaydı, bir hendeğe yuvarlandı. Bitkin bir halde çıktı, ellerindeki çamuru sildi. Şu pis savaş, diye düşündü acı acı, şu kahrolası savaş; derken Hollerbach’a çarptı.
“Ayakta uyumanın cezası bu,” diye fısıldadı Hollerbach, tüfeğini öbür omuzuna alarak. Kruger onun sırtına bir yumruk attı. “Kes sesini. Daha ne kadar yolumuz var acaba? Şu lanet tarla hiç bitmeyecek galiba.”
Ansızın durdu Hollerbach.
Kruger öndeki gruba doğru yürüdü. “Ne oluyor?” Adamlar karşılık vermediler. Önlerindeki karanlığın içinden tankların uğultusu, tepeleme dolmuş kamyonların gıcırtısı yükseliyordu. Rüzgârın ilettiği sesler, haykırmalar geliyordu kulaklarına.
“Ruslar,” diye fısıldadı Hollerbach.
“Koca bir ordu,” diye kekeledi Kern. Titreyen parmaklarıyla hiç düşünmeden bir cigara sıkıştırdı dudaklarının arasına. O kibriti yakarken, Steiner bitti önünde. Sert bir tokat sesini, bastırılan bir cigaradan çıkan kıvılcımlar izledi. Kern, iniltiye benzer bir ses çıkardı, iki elini ağzına götürdü.
Her şey Öylesine hızlı geçmişti ki öbürleri ancak Steiner geri çekilip de tüfeğine davranınca işin aslını kavrayabildiler. “Seni sersem seni!” Sesi öfkeden kısılmıştı. Adamlar korkuyla baktılar ona; Kern’in elleri hâlâ ağzındaydı. “Seni kurşuna dizmeli!” diye fısıldadı Steiner öfkeyle. Döndü, başa koştu yine. Ses çıkarmadan, onun ardından yürüdüler.
Yüz metre kadar aynı yönde ilerlediler. Hafif bir yokuş başlamıştı. Sesler gittikçe netleşiyordu. Kabaraların takırtısını bile duyabiliyorlardı. Ama her yan öylesine karanlıktı ki on adım ötesi görünmüyordu. Anayoldan kırk metre uzağa gelmişlerdi ki Steiner durmalarını emretti.
Hollerbach’la Schurrbart’a seslendi. “Siz benimle gelin. Geri kalanlar burada bekleyecek.” Üçü, iki büklüm karanlıkta kayboldular.
Adamlar, ıslak toprağa çökmüş, anayoldan gelen gürültülere kulak veriyorlardı. Uykuları kaçmıştı. Kruger saatine baktı.
Dörttü. Yağmur da yavaşlamıştı. Arasıra bir – iki damla serpiyordu. Keşke şöyle bir boşansa, diye düşündü Kruger. “Karşıya geçemiyeceğiz,” dedi yanında oturan Dietz’e.
Dietz omuzlarını silkti. Yüzünü elleri arasına almış, pişmanlık içinde bir köşede oturan Kern’e baktı. “Ona vurması doğru değildi,” diye fısıldadı.
Yere tükürdü Kruger: “Scheisse!”
— “Ne demek yani?” diye karşı çıktı Dietz “Doğru değildi davranışı.” Öfkesinden kekelemeye başlamıştı. “Her onbaşı yüzümüze bir tokat indirecek olsaydı ne yapardık?” Kruger kolunun yanıyla ıslanmış yüzünü kuruladı. “Niye bu kadar üstünde duruyorsun?” diye homurdandı. “Unut Allahaşkına. Şu anda düşünülecek çok daha önemli şeyler var.”
Yılgın, sustu Dietz. Üzgün üzgün kirli ellerini inceliyordu. Doğru değildi ama, diye düşündü. Gözünü korkutmak, ceza vermek hepsi olur. Ama yanan bir cigarayı insanın yüzüne çarpmaz adam bu kadarı fazlaydı doğrusu, hem de çok fazla. Düşündükçe bozuluyordu. Steiner kendisine hep kibar davranmıştı, ama belki zamanla değişirdi Davranış bütünlüğü diye bir şey vardı. Bugün Kern’in başına gelen yakında kolayca herhangi birinin de başına gelebilirdi.
Kendisi böyle bir dalgınlık yapmazdı elbet. Cephede ön safta vuruşmaya alışmış bir savaşçıydı ne olsa. Düşüncelerinin akışı sırasında yanlışlığın nerede yattığını anladı Dietz.
“Temelde yanlış olan bir şey, tepeden tırnağa yanlış olmak zorundadır,” dedi, “o yüzden önemli. Acaba..” Duraladı. “Acaba Führer’in karargâhı önünde millet birbirini yumruklamaya kalkışsaydı hemen bize de ulaşmaz mıydı bunun etkisi? Evet, düzenli olmak gerek. En alttan en üste kadar düzen ve disiplin gerek ama en alttan en üste kadar da..” Büyük bir inançla söylemişti bu sözleri.
Kruger gülümsedi. “Aynı şey.”
“Ne aynı?”
“En alttan en üste kadar düzen ve disiplin gerek bize dedin, ama en alttan en üste kadar da dedin sonra. İkisi aynı şey zaten.”
Dietz, bir an kavrayamadı söyleneni. “Dilim sürçmüş,” dedi öfkeyle. “Ne demek istediğimi biliyorsun: en alttan en üste, en üstten de en alta kadar demek istemiştim. Führer’in karargâhında…”
“Kendini boşuna paralama,” dedi Kruger. “Führer’in karargâhında şampanyayla gargara yapıyor millet.
Bizse boğazımıza kadar boka batmışız.” Elini ağzından geçirdi. “Birbirlerini yumruklamaya kalksalardı tabii bize kadar ulaşırdı etkisi.” Hoşuna gitmişti bu, kıkırdadı. “Belki başlarlar yakında ama biz nalları diktikten sonra. Şu anda en önemli şey ne, biliyor musun?” Yüzünü Dietz’e yaklaştırdı. “Buradan çıkmamız. Neden diyeceksin? Söyliyeyim.” Dietz’in böğrüne bir yumruk indirdi hafifçe. Dietz bozularak geri çekildi. “Buradan çıkmalıyız ki öbür belâya yetişebilelim zamanında. Bir belâdan bir başka belâya. Üç yıldır bunu yapıyoruz ve eninde sonunda bir daha içinden çıkamayacağımız bir belâya gireceğiz.” Konuşurken öfkeden deliye dönmüştü.
Dietz dilini yutmuş gibi onu süzüyordu. Sonra konuşmayı gülümseyerek dinleyen Dorn’a döndü. “Sen ne dersin Profesör?”
Dorn, ciddileşmeye çalıştı. “Hemen karşılık veremem,” dedi, “kitaplarıma danışmam gerek.”
Güldüler, yine anayola bakmaya başladılar. Gün yavaş yavaş ağarıyordu. Arazi şekilleri seçiliyordu artık. Önlerinde, gittikçe yukarlara doğru yükselen eğimli bir toprak parçası vardı, geride beyazlaşan göğe, dağların karaltıları çizilmişti.
— “Anayol nerede?” diye fısıldadı Zoll.
Kruger omuzunu silkti. “Çukurda bir yerlerde herhalde Cesedimizi geçirecekler üstünden.”
Başlarını kaldırdılar. Anayoldaki gürültüler dinmişti. “Biri geliyor,” dedi Dietz soluk soluğa.
Alacakaranlıktan biri fırladı, koşa koşa onlara yaklaştı. “Hollerbach,” diye fısıldadı Zoll. O anda Hollerbach durdu, elini salladı.
— “Hadi gidelim,” dedi Kruger.
Tüfeklerini kapıp yokuş yukarı çıkmaya başladılar. Hollerbach biraz bekledi onları. Soluk soluğa ardından koştular. Tepenin doruğuna vardıklarında, ağaran günün soluk ışığı altında bomboş duran anayolu gördüler. Dik yokuştan aşağı bıraktılar kendilerini, ayak izleriyle, kamyon tekerlekleriyle yer yer çökmüş yoldan geçerek ormanın eteklerine vardılar; biraz ötedeki dağların önünde kapkara bir duvar gibi duruyordu orman. Schnurrbart ile Steiner orada bekliyorlardı.
Birkaç saniye sonra hep birlikte sık çalıların arasında ilerliyorlardı. Durup soluk aldılar. Artık hava iyice ağarmıştı, öyle ki Steiner’in gözlerindeki zafer parıltısı bile seçilebiliyordu.
Kruger elini salladı. Gerilerden, yolun üstünden yine araçların sesleri gelmeğe başlamıştı. Ama artık tehlikeyi atlatmış oldukları için tatlı bir ezgi gibi geliyordu bu sesler. Birkaç saat öncenin korkunç gerilimi geçip gitmişti.
Gülümsüyor, bir birlerinin sırtını keyifle sıvazlıyorlardı. “Yaşasın!” diye bağırdı biri.
“Temiz iş,” dedi Hollerbach.
Schnurrbart, araziyi inceliyordu. “Ne dağları bunlar?” diye sordu.
“Düpedüz tepe,” dedi Steiner. “Bu tepelerin arkası bataklık. Oraya geçeceğiz.” Donanım kutusunu sırtladı. “Hadi,” dedi.
Kern, geriden geliyordu; arasıra yüzündeki yanığı elliyor, Steiner’e kötü kötü bakıyordu. “Boş ver canım,” dedi Dietz. Kern karşılık bile vermedi.
Bir süre yosunlarla kaplı, ıslak orman yolunda ilerlediler. Sonra yokuş dikleşti; güçlükle soluk alarak tırmanmaya başladılar tepeye doğru. Tırmanış hiç bitmeyecekti sanki. Dudaklarını hırsla kenetleyerek, yavaş yavaş yol alıyorlardı; yokuş yukarı adım atmak bile meseleydi. Gözleri tepenin görünmeyen, ağaçlarla kaplı doruğuna dikilmişti. Yavaş yavaş umutlarını yitirmeye başladılar, küfürün bini bir paraydı.’
“Biraz mola versek,” dedi Dietz soluk soluğa. Durmuş, alnındaki teri siliyordu.
Arkasındaki Kruger de durdu. “Ne oldu oğlum? Mazot tükendi mi?”
“Bir mola verseler,” dedi Dietz, ağlayacaktı nerdeyse. Kruger kaşlarını çatmıştı. “Şimdiden gevşersen, sonra ne yaparsın?” Makineli tüfeğini sağ omuzuna aldı. “Ver bana kutuları.”
Dietz içini çekti, palaskasını gevşetti. “Dikiş yerim sızlıyor da,” dedi özür dilercesine.
“Geçer, geçer,” diyerek bir yalan attı Kruger. “Hızlan da yetişelim onlara.”
Öndekiler epey yol almışlardı. Adamların çoğunluğu bağırıp çağırmaya başlayınca mola verdi Steiner. Gün ışımıştı.
Orman, kuş sesleriyle doluydu. Yere attılar kendilerini, dik yamaca bakmaya başladılar. “Ne yokuş be!” dedi Zoll. “Çok geçmeden tepeye varırız değil mi?”
.— “Varacağız,” dedi Steiner. “Hepiniz biraz dişinizi sıksaydınız.”
Maag esnedi. Yan dönerek sordu, “Ateş yakmayalım mı? Gideceğimiz yere çok kalmamış nasılsa.”
“Gideceğin yere bağlı bu,” diye tersledi Steiner. Maag bozulmadı. “Senin gideceğin yere gidiyorum.”
—”Öyleyse yitirecek vaktin yok.”
“Geri kalan yirmibeş kilometreyi rahatça yürürüz bu geceye kadar,” dedi Maag güvenle. Oturmak çok hoşuna gitmişti, daha en aşağı on dakika ayağa kalkmamaktakararlıydı.
Steiner, küçümseyen bakışlarını onun yüzüne dikti. “Yirmibeş kilometre olsa kolay. Tabur yarın sabah buluşacağımız mevkii tutamazsa bir yirmi kilometremiz daha var demektir.”
Schnurrbart arkaya dönerek açıkladı, “Krimskaya’nın batısına gidiyoruz,” Steiner’e döndü sonra, “Nerede mevzileneceklerini biliyor musun?”
—”Evet.”
— “Öyleyse işler yolunda,” dedi Kruger sevinçle.
Steiner sinirli bakışlarla süzdü onu. Karşılaştıkları güçlüklerin farkında bile değildi bu herifler. Belki de daha iyiydi böyle olması. Onu en fazla tedirgin eden, haritada ormanı enlemesine keser gibi gözüken ırmaktı. İnsanların yaşamadığı bir bölgede böyle bir ırmağın üstünde köprü bulunması olanak dışıydı. Belkide ağaç kesmek zorunda kalacaklardı. Gerekli araçlar olmadan çok yorucu ve zaman alıcı bir işti bu. Irmağa ne kadar çabuk varsalar kârdı. “Hadi bakalım, gidiyoruz,” diye emretti yüksek sesle.
Hepsi umutsuzluk içinde baktılar. “Hemen mi?” dedi Zoll. “Birkaç dakika daha dinlenseydik.”
Steiner, Zoll’un oturduğu yere doğru yürüdü, “Bana bak.” dedi öfkeden titreyen sesiyle, “sinirime dokunmaya başlıyorsun. Bir süre ilgimi çekmezsen daha iyi edersin.”
Döndü, kocaman adımlarla yamacı tırmanmaya başladı Hemen ayağa fırladılar, üniformalarına yapışan ıslak yaprakları süpürerek onun ardından yürüdüler. On dakika sonra tepeyi yarılamışlardı. Yaprakların kuşattığı gökyüzü daha bir aydınlıktı burada. Göğün bulutsuz olduğunu ayırdettiler şaşkınlıkla. Doğan güneşin pembe ışığında pırıl pırıl yanıyordu ağaçların tepeleri, ama, güneş ormanın ardında, gözden uzaklardaydı hâlâ, Steiner sağa döndü, önce kuzeye sonra güneye yönelen bayırı izledi. Adımları oldukça hızlanmıştı; adamlar ardından uzun aralarla, gevşek adımlarla geliyorlardı.
Zoll, Kern’i bekledi biraz; Kern, acılı bir yüzle vardı yanına. En geride kalmışlardı; yanyana ses çıkarmadan yürüyorlardı. Donanım kutularının ağırlığı altında iki büklümdüler. Kirli yüzlerinde ter, boz renkli yarıklar açmıştı. Kern’in ağzının oralarda yanık izleri vardı; Zoll, onun arasıra kızarmış deriyi diliyle yalayarak ıslattığını gördü. Bir yandan da yüzü acıyla, pişmanlıkla geriliyordu.
“Ben olsam dayanamazdım!” dedi Zoll.
“Sen söylüyorsun ha!” Kern bir küfür savurdu. Yine de
öfkesi gitgide gücünü ve inancını yitiriyordu.
Gerçekten de delilikti cigara yakması. Toy bir er olsa neyse. Suratına yediği yumruktan çok buna içerliyordu ya. Zaten bu yaman tırmanış, öfkesini köreltmişti biraz. Şanslıydılar. Ya Ruslardan biri görseydi kibritin ateşini? Ansızın titredi. Ne şans, diye düşündü, ne şans! Bunları düşündükçe bir ağırlık kalkıyordu üstünden. Ağzının çevresindeki yanıklar da olmasaydı, bütünbütüne unutacaktı geçenleri. Yine dilini yaranın üstünden geçirdi. “Merhem filân var mıydı yanında?” diye sordu Zoll’e.
“Ulan güzellik salonu mu burası!” diye terslendi Zoll. Kern sırıttı. “Öyle mi dedik!” dedi. O da öbürleri gibi sevmezdi Zoll’ü. Bu herifin suratı da davranışları kadar tatsızdı. Hilekâr bir hava vardı yüzünde, bağa gözlüklerinin ardında patlak patlaktı gözleri.
Bir süre ses çıkarmadan yürüdüler. “Acaba nereye götürüyor bizi?” dedi Zoll sonunda.
“Orada bir şeyler var galiba,” dedi Kern.
—Nerede?”
“Orada canım, ağaçların tepesinde.”
Zoll, başını ileri uzattı. “O da ne?” diye sordu.
“Elektrik kabloları taşıyan bir direk galiba.” Adımlarını hızlandırdılar. Önlerinde, kocaman bir kulenin çatı kirişleri yükseliyordu ağaçların arasından; birkaç metre sonra bir düzlüğe vardılar. Adamlar Steiner’in çevresinde toplanmış, hepsi aynı yöne bakıyorlardı. Zoll ile Kern, yanlarına yaklaştıklarında şaşkınlıktan açılmış gözlerle baktılar çevrelerine. Altlarında ta aşağılara bir yokuş uzanıyordu.
Belli aralarla çelik direkler sıralanmıştı. Batıda, göz alabildiğine engini kuşatan pembe renkli dağlara kadar uçsuz bucaksız bir orman uzanıyordu. Ağaçların parlak, tekdüze yeşili hiç kesintiye uğramadan sürüyordu; hiç bir yerde bir düzlük, insan yaşadığına ilişkin bir belirti yoktu. Solukları kesilmişti bu görünüm karşısında. “Deniz gibi,” diye mırıldandı Kern saygıyla, “yeşil bir deniz gibi.”
Hepsi duygulanmış, ciddileşmişlerdi. “Fotoğraf makinesi olan var mı?” diye sordu Kruger.
“Şurada bir kent var,” diye haykırdı Anselm ansızın. “Şu sivri doruklu dağı görüyor musunuz? Onun solunda işte.”
“Ya,” dedi Kruger. Heyecanlanmıştı. “Sen de gördün mü?” diye sordu Steiner’e.
Steiner, usulca: “Gördüm tabiî,” dedi. “Krimskaya orası. Gideceğimiz yer.”
Uzak tepelerin eteğinde kalemle çizilmiş gibi açık seçik, sessiz ve vurucu görünen kuleleri, çatıları karmaşık duygularla gözlediler. Kruger düşüncelere dalmıştı. Bir süre sonra iç çekti. “Keşke orada olsaydık şimdi,” dedi.
Dietz, Steiner’e güvenle baktı: “Olacağız,” dedi.
Steiner, başını salladı. “Elbette, akşama kalmaz oraya varır, bizimkilerle buluşuruz.”
—”Bizimkilerle,” diye mırıldandı Kruger. Tuhaf bir duygu kaplamıştı yüreğini. “Tuhaf yani,” dedi kendine çevrilen bakışlara, “Taburun geri kalan kısmının orada olduğunu bilmek tuhaf.”
—”Evet,” dedi Schnurrbart. Dalgın dalgın piposunu çıkardı cebinden, doldurdu. Steiner yere çöküp de kollarını dizlerine dolayınca, Schnurrbart şaşırdı, “Ne o?” dedi, “Gitmiyor muyuz?”
Steiner “Birkaç dakika oyalanabiliriz,” dedi. Sabırsızlığı kalmamıştı nedense. Keşke savaş bitene kadar burada kalabilseydik diye düşünüyordu. Bu ıssız bölgede kimseleraramaya kalkmazdı onları. Dudağını ısırdı. Kurtuluş yok ama, diye düşündü acı acı, duygularının hep böyle bir sıra izlediğini ayırdetti birden. Ne zaman saatlerce tırmandıktan sonra bir dağın doruğuna çıkıp alttaki araziyi gözlese aynı şeyleri duyardı. Geçmişte de, günlük yaşamanın alıştırdığı duygulara eninde sonunda döneceğini bilmesi değil miydi dağ tırmanmanın güzelliğini silip süpüren… Evet, onu doruğa ulaşmaya iten bütün gerilim boşalıyordu bir anda; yaşamanın kaçınılmaz, sıkıcı alışkanlıklarından başka bir şey kalmıyordu. Bıkkındı, bir cigara yaktı, yere çöküp cigara içmeye hazırlanan adamları gözden geçirdi.
Schnurrbart’ın gözleri, sol yarısı hâlâ tam doğmamış güneşin ışınlarıyla yanan orman denizine dikiliydi. Ağaçların tepesindeki sis usulca titriyor, onlar bakarken dağılı dağılıveriyordu. Uzak tepelerin moru gitgide maviye dönüyordu; tepelerin sivrilikleri usulca beliriyordu enginde.
Neredeyse ağlayacağım hüngür hüngür, diye düşündü. Düşünür düşünmez de korktu. Zehir gibi bir duyguydu bu; insan bir kere kapıldı mı, kurtulamıyordu. Her şeyi güçleştiriyordu, her şeyi, şu lanet savaşı, her şeyi.
Ayaklarının dibinde duran tüfekle toplamaya çalıştı dikkatini. Sonra gürültüyle boğazını temizledi. “Tuhaf değil mi?” dedi Kruger’e.
Doğu Prusyalı, burnunu kaşıdı. Kısık bir sesle: “Burada biraz daha kalırsam,” dedi “bir daha kalkamıyacağım inan.” Sonra, ağzı bir karış açık göğü seyreden Dietz’e baktı. “Sana ne oldu?” diye sordu. “Melekleri mi gözlüyorsun yoksa?”
Dietz elini kaldırdı. “Şşşşt…” dedi gözlerini kapayarak.
—”Sonunda aklını kaçırdı işte,” dedi Kruger.
Dietz başını sallıyordu. “Sus,” diye fısıldadı. “Duymuyor musun?”
Kruger kuşkuyla süzdü onu. “Neyi? Melekleri mi?”
—”Saçmalama. Duymamış olamazsın. Şu çanlara bak.”
Öbürlerine döndü. “Siz duyuyor musunuz?.. İşte! Bak nasıl çalıyorlar.”
Hepsi şaşkınlık içindeydiler. Kern: “Sen ne duyuyorsun allasen?” diye sordu.
—”Çan sesleri,” dedi Schnurrbart. “Çocuklar, çölün, çoraklığın ortasında bile çan sesleri duyarlar.”
—”Biraz sus, olmaz mı?” Kruger doğruldu, ellerini kulaklarının arkasına atarak dinledi. Bir süre sonra omuz silkti. “Ben bir şeycikler duymuyorum. Bizi korkutmaya çalışıyor galiba.”
—”Ben de bir şey duymuyorum,” dedi Kern. Tedirgindiler, Dietz’e dönüp homurdandılar.
“Sen boyuna olmayan şeyler duyuyorsun,” diye çıkıştı Zoll. Dietz çaresizlik içindeydi. “Valla duydum,” dedi biraz çekinerek. “Bu kadar da yanılmış olamam.”
Kruger: “İnsan kendini kolaylıkla aldatabilir,” dedi ona acıyarak. Dorn, tepelerinde dikilmiş duruyordu. “Değil mi ama, ne dersin Profesör?”
Dorn karıştı söze. Gözlüklerini şöyle bir düzeltip kendini kuşkulu gözlerle süzen Dietz’e baktı. “Yanılsama bu düpedüz,” dedi Dorn; ciddiydi.
—”O da neymiş?” diye atıldı Kruger.
Dorn: “Duyuların insanı aldatması,” diye kesip attı. Kruger başını salladı. “Daha önce hiç duymamıştım bu terimi. Tuhaf bir şey.”
Dietz, Steiner’e döndü. “Sen duymadın mı?”
Steiner, gözleri yarı kapalı, cigarasının dumanını içine çekti. “Çanları mı?” dedi. “Duymaz olur muyum hiç?”
Dietz rahat bir soluk aldı: “Gördünüz mü?” diye sordu öfkeyle Steiner’i süzen arkadaşlarına.
—”Tipik bir durum,” diye fısıldadı Kruger. Schnurrbart, karşılık vermedi. Çok daha önceden, Steiner’in bu ufak tefek oğlana, aralarında, gözden kaybolan bu gencecik delikanlıya bir zaafı olduğunu anlamıştı. Gerçi nöbet tutma ya da silâh taşıma gibi konularda kayırmıyordu onu, ama bizim Güney Almanyalıya babalığa benzer bir takım duygular beslediği de gözden kaçmıyordu. Başkalarıyla giriştiği kavgalarda hep onun tarafını tutuyordu; Schnurrbart biraz da kıskançlıkla anımsadı bu olayları, bir kere daha, Steiner’in anlaşılmaz davranışları yüzünden kendine bile itiraf edemeyeceği kadar öfkelenmişti. Elbette çan filân çalmıyordu.
Rusya’da bir ormanın göbeğinde çan sesleri! Gülünç. Biraz bozuk çalarak piposunu çekti, bir daha aynı konuyu deşip deşmemenin doğruluğunu tartıyordu.
Söze ilk başlayan Dietz oldu. Biraz suçlu gibiydi. Belki de gerçekten bir şeyler duymuştu. Gelgelelim Steiner’in desteği olmasaydı yanıldığını kabullenecekti açık açık. Belki Steiner de yanılmıştı. Olur a! Utanarak: “Gerçekten duydun mu çanları?” diye sordu.
Steiner kaşlarını çattı. “Elbette. Öyle demedim mi?”
“Tabiî dedin,” diye mırıldandı Dietz. Kruger, dudaklarını büzmüş, boşluğa dikmişti gözlerini. Öbürlerinin de neşesi kaçmıştı; çevresinde gizli bir kötü niyetle kendini süzen düşman yüzler vardı. Onlarla uzlaşmak gereğini duydu ama nasıl yapacağını kestiremedi, hele Steiner’i öfkelendirmeden… Ansızın kurnazca bir çözüm yolu geldi aklına. Utana sıkıla gülümsedi Kruger’e. “Yine de tuhaf gerçekten!”
“Tuhaf bir şey yok ortada,” diye cevabı yapıştırdı Steiner. “Pazar sabahı çan çalmasından daha doğal ne olabilir?” Şaşkınlıkla Steiner’e baktılar. Kruger dizine bir şaplak indirdi. “Öyle ya!” diye haykırdı. “Bugün Pazar. Hiç aklıma gelmemişti.”
Schnurrbart: “Tamam tamam,” diyerek rahat bir soluk aldı. “Pazar olur da çan çalmaz mı?”
Ansızın değişmişti tutumları. Anlamlı anlamlı sallıyorlardı başlarını. “Pazar,” diye iç çekti Maag. “Evde olsaydım bu saatte uykudaydım hâlâ.”
“Uyanınca da kahveyle kek,” dedi Pasternack burnu sızlayarak.
“Kesin be!” diye çıkıştı Kruger bir küfür savurdu.

Benzer İçerikler

Hacı

yakutlu

Çöküş ve Yükseliş – Leigh Bardugo Online Kitap Oku

yakutlu

Ey Oğul – Hüccetü’l İslam – İmam Gazali – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy