Kalbin Direnişi | Kemal Sayar


Baş döndürücü bir rüzgâr esiyor etrafımızda. Kronolojik zaman alabildiğine hızlanmış,durmadan imge yığıyor önümüze. Her şey çok hızlı, o yüzden hiçbir şeykökleşemiyor. Yer tutmak çok zor. Çok sayıda doğru var, ama hiçbir doğrukişinin iç âleminde ruhu sükûna erdirecek yoğunluğa ulaşamıyor. Hepimizburadayız ve bir orası yok. Köksüz, yurtsuz, kimsesiz, yalnız. Anne babalarımızdan dahi emniyet almadan…” Böyle diyor Kemal Sayar ve bir çağın, bir toplumun, bir kuşağın serencamını,açmazlarını, çözülme ve savrulmalarını ustalıkla irdeliyor. Akla ve ruhadokunan incelikli çözümlemelerin eşliğinde, hepimiz için, kalbindirenişi’ni merkeze alan bir çıkış yolu öneriyor. Neden mi? Çünkü, “sadece kalbi olanlar içlerindeki mucizeleri görebilir ve sadece kalbi olanlar kötülüğe karşı direnebilir.”

***

İÇİNDEKİLER

Birinci Bölüm

KIRLARDA BİR KELEBEK / 7

Kırlarda Bir Kelebek /9

Esra Ağlıyor! / 12

Umut Şehri /17

Babam Evde Yok! / 20

Fabrika Kızı / 23

Mutluluğu Ararken / 27

Ruhun Gözyaşları /31

İkinci Bölüm

“KENDİ ÖNÜNÜZDEN ÇEKİLİN” / 35

Küskünler ve Kaplanlar /37

“Önce Bana, Hep Bana!” /41

Yeni Kurbanlar / 46

Maneviyatın ‘Light’ Olanı /52

Dinciliğin Sonbaharı /56

Antidepresan Çağı / 61

Hikâyesiz Bir Dünya / 68

Sır Dizilerinin Sırrı /72

Sessizlik Sır Saklamaz /75

“Kendi Önünüzden Çekilin!” /79

IQ Politikaları / 90

Üçüncü Bölüm

KALBİN DİRENİŞİ / 95

Barbar Felluce’de / 97

Kalbin Direnişi / 100

Şiddetin Psikopolitiği / 105

Terörün Zihinsel Arkaplanı / 109

Dördüncü Bölüm

GEZERKEN KALBE DÜŞEN / 117

Kuzey Işıkları / 119

Ölünecek Bir Yer / 124

Tunus’ta Seyyah / 128

Nargilede Tüten Ne? / 132

Beşinci Bölüm

YİTİK ANLAMIN PEŞİNDE / 137

İnsan: Bugün, Yarın / 139

Anlam Boşluğu / 155

KIRLARDA BİR KELEBEK

İnsan benliği, kadim zamanlardan beri bağlanmak arayışında. Benliklerimizi aşan, daha yüce, zamanla ve zeminle değişmeyecek değerlere bağlanmak, ruhu özgürleştiriyor.

Çok uluslu bir şirkette üst düzey yönetici olarak çalışan adam, “Gönüllü kölelik düzeni bu.” diye mırıldandı.

Kendisine bahşedilen onca imkâna karşın, iş hayatından hoşnut değildi ve bu hoşnutsuzluk olmadık zamanlarda baş gösteren endişe nöbetleriyle kendini dışa vuruyordu. O âna dek iş ortamlarında çok girişken olan bu kişi, şimdi en basit sunumları yaparken bile zorlanıyor, dili damağı birbirine yapışıyor, sözün sonunu getiremiyordu.

Örseleyici bir ayrılığın ardından içinde gelişen ve bir türlü halledemediği o boşluk duygusunu, “Ben kocamı çok-uluslu şirketlere kurban verdim.” diye açıklayan genç kadın ise, devam ediyordu: “Oradaki yozlaşmış insan ilişkileri kocamı da bir tufan gibi önüne katıp sürükledi.” Oysa üniversite yıllarından bu yana aynı siyasetin omuzuna yaslan-

mış; hem yoldaşlık, hem de hayat arkadaşlığı yapmışlardı. Yazgı onları önce kapitalist sistemin buyruğuna sokmuş, sonra da ruhlarının ağır ağır baştan çıkışına tanıklık etmişlerdi.

Kendisini küresel bir firmanın ülkedeki vazgeçilmez yöneticisi olarak tanıtan ve işini çok sevdiğini söyleyen adam, son zamanlarda anlam veremediği panik ataklardan yakınıyordu.

Bu ataklar, kendisi kabul etmese de, iş hayatındaki doyumsuz-lukla birlikte başlamıştı. Sık sık cipine binerek kırlara gidiyor, tabiatta uzun saatler geçiriyor ve özlediği hayatın tabiat içinde özgürce yaşamak olduğunu dile getiriyordu.

Bildik hikâyeler, değil mi?

Bu hikâyeler modern çalışma düzeninin insanın ruhunu emip de onu nasıl bir posaya çevirdiğinin kıssaları olarak okunabilir.

Denilebilir ki, modern kölelik düzeni baştan çıkartıcı maaşlar ve albenili pozisyonlar karşılığında bizi ruhlarımızı unutmaya ve hatta giderek Faustiyen bir anlaşmayla ruhlarımızı satmaya çağırıyor.

Peki neden böyle?

Çağımızda benliğin anlam sağlayıcı kaynakları bir bir kuruyor. Hayatın anlamını devşirmek için işimize, banka hesabımıza, evimize, evimizin önündeki arabaya döndürüyoruz yüzümüzü. Maddi imkânlarımızın çokluğu, bize, bu hayatı doğru ve mutlu bir biçimde yaşadığımız yanılsamasını veriyor. Oysa hepimiz içimizde yaşanmadan bekleyen bir hayatın suçunu duyuyoruz. O hayat orada, keşfedilmeyi ve açığa çıkarılmayı bekliyor. O orada beklediği sürece de hayatlarımızı, bütün ışıltısına rağmen, saman tadında yaşıyoruz. Çünkü kendimizi yeterince özgür hissetmiyoruz. Çünkü işimiz bizi görünmez prangalarla bağlıyor, hareket kabiliyetimizi sınırlıyor.

Yeni çalışma düzeni, müntesiplerine daha çok tüketme kabiliyeti vaad ediyor: Ruhunu sat, ama karşılığında büyük arabalar, büyük evler, sayısız eşya al!

Dövüş Kulübünün o eşsiz repliğinde söylendiği gibi: “Sahip olduğun şeyler, bir süre sonra sana sahip olur.”

Bu çalışma düzeniyle birlikte yeni bir yoksulluk tarzı sökün ediyor. Yeni yoksulların özelliği, eşyadan yana zengin ama 11 zamandan yana yoksul olmaları… İşte geçirilen uzun saatler ailenin mutluluğundan çalınıyor. ‘Kalpsiz bir dünyada son sığınak’ olan ailenin temelleri sarsılıyor. Çocuklarımızın en çok gereksindiği iki şey, onlara sunduğumuz dikkat ve varlığımız, kayıplara karışıyor.

Afrikalıların iki tür açlıktan söz ettikleri söylenir. Biri maddi olana; yiyeceğe, barınağa duyulan açlık. Diğeri ise ‘niçin?’ sorusunun cevabına duyulan açlık. Başka bir deyişle, anlam açlığı. Bana sorarsanız, modern iş hayatı, insanların içinde saklı duran anlam arayışını törpülediği için, yaygın bir hoşnutsuzluk doğuruyor.

Anamalcı zihniyet, sadece kâr ve büyümeyi düşünüyor.

Ama öte yanda ‘ruhun krizi’ büyüyor. İnsanlar işyerlerinde de kişilikleriyle dikkate alınmak, varlıklarını ve biricikliklerini hissetmek istiyorlar. Çarkın içinde sıradan bir vida olmak, varlığımıza esaslı bir cevap arayan bizi, ürpertici sorular karşısında kolsuz kanatsız bırakıyor.

İnsan benliği, kadim zamanlardan beri bağlanmak arayışında. Benliklerimizi aşan, daha yüce, zamanla ve zeminle değişmeyecek değerlere bağlanmak, ruhu özgürleştiriyor.

Seçim yapabilmek, ruhun özgürlüğüdür. Kim kırlarda bir kelebek olmayı yeğlemez ki?

Esra Ağlıyor!

Hayat için umarsız bir koşturmaca, ilişkilere menfaat eksenli bir bakış, ruhlarımızı var olmanın ızdırabından sıyıran uçarı bir neşe, içtiğimiz suyu, soluduğumuz havayı kirletip duruyor.

İbrahim Bey ve Kur’ân’m Çiçekleri filminin ortasında, hüngür hüngür ağlayarak sinemayı terkeden genç kız, şimdi karşımda oturuyor. Az önce annesi aramış ve acilen randevu istemişti.

Bu onu ilk görüşüm değil. Ama karşımda ilk kez ağlıyor. İlk kez bu kadar savunmasız, ama bir o kadar da kendisi.

“Ben ait olmak istiyorum.” diyor Esra. “Bir yere ait olmalıyım; bir inanca, bir görüşe. Şurada veya burada, ama bir yerde olmalıyım.” Mütedeyyin bir ailenin bu görünüşe göre uçarı kızı, ilk kez kaderle ilgili yoğun sorularıyla gelip karşıma oturmuştu. Kelebeklere özgü bir coşkuyla o konudan bu konuya sekiyor, sorularının cevaplanamazlığından emin görünüyordu. Böylece ailesinin inandığı gibi inanmamış oluyor, bu çetin sorularla kendi farklılık ve biricikliğine bir pencere açıyordu.

“Ben ilahiyatçı değilim.” dedim. “Sorularına cevap arayacağın yer burası değil. Ama bu soruların senin için neden bu kadar yakıcı ve önemli olduğunu birlikte konuşabiliriz.”

Kabına sığamayan, ailesinin ona ördüğü kozayı zorlayıp kırlara uçmak isteyen yüzlerce, binlerce genç kızdan biriydi Esra. Yüzlerce genç kız gibi o da çok sevilmek, el üstünde tutulmak, anlaşılmak istiyordu.

Ona nasihat etmedim.

Bu hatayı bir kez bir başka genç kızın karşısında yapmıştım. Yitirdiği liseli aşkının ardından neredeyse altı aydır yas tutan ve ağlayan onyedi yaşında bir genç kıza çok bilmiş, çok şeyler görmüş geçirmiş bir ağabey edasıyla nasihat etmiş, “Daha karşına seveceğin kimler çıkacak, dur bakalım!” demiştim.

O genç kız, çıkışta hüzünlü gözlerini yerde gezdirerek, annesine “Doktor beni anlamadı.” demişti. Besbelli ki, o kendi hayatında eşi benzeri olmayan bu durumun biricikliğinin tescil edilmesini istiyordu. Böyle bir aşkla yalnız kendisinin sevebileceğini ve bir daha asla böyle sevemeyeceğini düşünüyordu. Bir onay istiyordu; iç dünyasının biricikliğine ve yaşadıklarının derinliğine, bütün bunları boşuna yaşamadığına dair bir onay. Nasıl incindiğini doktorun da hissedebilmesini istiyordu. Birisi onun ruhuna dokunabilsin, orada ne fırtınalar koptuğunu görsün istiyordu.

O genç kız, aşk meydan muharebesinde çok erken yaralanan ve yarasını bir doktora göstermeye çalıştığı ilk seferinde sukutuhayale uğrayan o ‘muharip gazi,’ bana çok önemli bir şey öğreterek kayboldu gitti: “Asla nasihat etme!”

Esra’ya nasihat etmedim. Çünkü nasihat ettiğiniz bir insanı yeterince anlamış olamazsınız. Nasihat ettiğiniz birisini kolayca bir kalıbın içine sıkıştırır ve bireysel farkları dikkate almaksızın o kalıplaşmış tip hakkındaki malumatınızı ona

boca edersiniz. Anlayıp hissedebilmek, hemhal olabilmek öğüt vermekten daha değerliydi.

Esra cıvıl cıvıl bir kız, kırların rengine bürünmek isteyen bir kelebek. Âlem kanatlarındaki renkleri görsün istiyor. Ailesinin dindarlığı Esra’yı ‘kesmiyor.’ Onun daha derin soruları, daha yakıcı bir ızdırabı var. Onların çeşmesinden içtiği su, 14 susuzluğunu dindirmiyor. Ama, aslında her kız çocuğu gibi, en çok babası tarafından sevilmek istiyor. Babası tarafından onay görmek, onun tarafından pışpışlanmak, okşanmak, takdir edilmek istiyor. Ailesinin yaşam biçimlerine başkaldırırken, aslında “Beni daha çok sevin!” diyor Esra. “Benim biricikliğimi hissedin! Bunu bana söyleyip beni şımartın!”

Esra ait olmak istiyor. Önce, her çocuk gibi, babasının ülkesine ait olmak istiyor. Sonra, onu çevreleyen, anne ve babasına ise bir yaşama biçimi, bir anlam sağlayan düşünce ve duygu iklimine ait olmak istiyor. Ama bunu anne babasının yaptığı gibi yapmak istemiyor. O kendi cıvıltısıyla, coşkusuyla, yaşama sevinciyle orada olmak istiyor. Oysa dinî yaşayış coşkulardan el etek çekeli çok olmuş buralarda. Ne yapsın Esra? Nereye koşsun şimdi? Nerede olsun?

Eskiden aidiyet sorusuna cevap vermek daha kolaydı. Muhafazakâr ailelerin tutundukları aidiyet üç aşağı beş yukarı aynıydı ve hayatın sorularına iyi-kötü cevaplar üretebiliyordu. Eskiden ya burada, ya da oradaydınız. Irmağın iki yakası vardı ve siz birisinde yer alıyordunuz. Yeni kuşaklar hibrid. Melez yani. Onlar dünün ve bugünün melezleri; hatta yarının da. Onlar sizden aldıkları aidiyet hissiyle yetinemiyorlar. Baş-döndürücü bir rüzgâr esiyor etraflarında. Kronolojik zaman alabildiğine hızlanmış, durmadan imge yığıyor önlerine. Her şey çok hızlı, o yüzden hiçbir şey kökleşemiyor. Yer tutmak

çok zor. Çok sayıda doğru var, ama hiçbir doğru kişinin iç âleminde ruhu sükûna erdirecek bir yoğunluğa ulaşamıyor.

Aslında anne babaların da kafası karışık. Çünkü onlar da yerli dizi seyrediyorlar, onların da en büyük eğlencesi televizyon kanalları arasında sihirli bir halıya binmişçesine yaptıkları yolculuk. Babalar eve geliyor ve gece yatana kadar televizyon seyrediyorlar. Arada namaz kılıyorlar. Sonra dönüp yeniden 15 televizyon seyrediyorlar. Televizyonun karşısında uyuyorlar.

Çocuklarımıza sunabileceğimiz en değerli hediyeyi esirgiyoruz onlardan: zaman. Çocuklarımız, dikkat ve varlığımızı onlara sunmamızla bir güvenlik ve aidiyet hissine kavuşurlar.

Pazar ekonomisinin yaydığı psikoloji, anne babalık gibi paraya tahvil edilemeyen işleri tenzil-i rütbeye uğratıyor. Yakınlık, samimiyet, dostluk, diğergâmlık gibi değerler, pastadan pay almamızı sağlamıyorlarsa eğer, kolayca çöp sepetine atılabiliyor.

Diğerini duymaya ne kadar da az zaman ayırır olduk! Sohbet için hiç vaktimiz yok. Hayat için umarsız bir koşturmaca, ilişkilere menfaat eksenli bir bakış, ruhlarımızı var olmanın ızdırabından sıyıran uçarı bir neşe, içtiğimiz suyu, soluduğumuz havayı kirletip duruyor.

Sorun Esra’da mı? Esra’nın ailesinde mi?

Dindarlığın dahi zemininin sarsıldığı bir zaman diliminden geçiyoruz. Bizatihi dindar olmak veya dindar görünmek insanlara ahlaki bir aidiyet hissi sağlamıyor. Dindarlığın kendisi insanları hayâsızlıktan, çalıp çırpmaktan, torpilli ihale alımlarından korumuyor, koruyamıyor. Herkeste, her şeyde bir yersiz yurtsuzluk… Cep telefonlarından mesaj göndererek kandil kutluyoruz. Dinin zahmetsiz versiyonları… Buharlaşan büyük anlatılarla birlikte, nereye tutunacağını bilemeyen, köksüzleşmiş, popüler kültürün oyuncağı haline getirilmiş bir gençlik… Nereye gidecek? Eve gitse, anne babalar orada

televizyon seyrediyor. Sokakta kimi arkadaşları Hasan es-Sabbah’ın fedaileri gibi haşhaş çekip kendilerinden geçiyor. İmam-Hatip Lisesi’nde okuyan onbeş yaşında bir genç kızı babası kolundan tutup getirmiş, ‘ekstazi’ kullanıyor diyor. Çelimsiz ürkek kız, korka korka konuşuyor. “Bütün tuvaletlerde var bu.” diyor, “okulun yarısı müptela.” Gençlerin pek çoğu internet üzerinden tanışıp çet’leşiyor. Sanal âlemde bir bilseniz neler olup bitiyor. Konuşmak ve sevmek bile şekil değiştiriyor.

İlginç zamanlarda yaşıyoruz. Aidiyet problemi üzerine her zamankinden fazla düşünmek gerekiyor.

“Artık orası olmayacak, çünkü hepimiz buradayız.” diyor küreselleşmeyi anlatan bir slogan. Hepimiz buradayız ve bir orası yok. Köksüz, yurtsuz, kimsesiz, yalnız. Anne babalarımızdan dahi emniyet almadan…

İşte bunu en uzak hücrelerine dek hissettiği için, Esra ağlıyor.

Benzer İçerikler

Nahide – Yarım Kalan Mucize | Şebnem Atılgan

yakutlu

Kardeşimin Hikayesi | Zülfü Livaneli

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy