1 – Erhenrang’da Bir Geçit Alayı
Hain Arşivlerinden. Yanıtlayıcı dokümanı 01-01101-934-2-Gethen: 0llul’daki Yerleşik’e: Genli Ai. Gethen/Kış’taki Birinci Gezici’den. Hain Devresi 93. Ekumen Yılı 1490-97.
Raporumu bir hikâye anlatırmış gibi vereceğim; çünkü ana-dünyamda küçük bir çocukken Gerçeğin hayal gücüyle ilgili bir mesele olduğunu öğrettiler bana. En kesin bir olgu bile anlatılış üslubu yüzünden yok olup gidebilir ya da parlayabilir: Tıpkı bir kadının üzerinde iyice parlaklaşıp da başka bir kadının üzerinde silikleşen, toza gömülen denizlerimizin o eşsiz organik mücevheri gibi. Olgular incilerden daha kesin, daha katı ve daha gerçek değillerdir. Üstelik onlar gibi duyarlıdırlar.
Bu hikâye sırf benim hikâyem değil, anlatan da bir tek ben değilim. Doğrusu kimin hikâyesi olduğundan bile emin değilim; sizler daha iyi takdir edersiniz. Ama baştan aşağı tek bir hikâye. Kimi zaman ses değiştikçe olgular değişmiş gibi gözükürse siz en hoşunuza giden olguyu seçiverirsiniz olur biter; yine de hiçbiri yalan değil bunların ve baştan aşağı tek bir hikâye.
Hikâyem 1491 Yılının 44. gün devresinde başlıyor, bu Kış gezegeninde, Karhide milletinin takvimiyle Odharhahad Tuwa’ya veya Bir Yılı’nın baharının üçüncü ayının yirmi ikinci gününe denk geliyor. Burada hep Bir Yılı’dır. Yalnızca tekil bir Şimdi’den geriye veya ileriye sayarmışçasına geçmiş ve gelecek her yıl her bir Yılbaşı’nın tarihini değiştirir. Velhasıl Karhide’nin başkenti Erhenrang’da Bir Yılı’nın baharıydı ve ben hayatımın en tehlikeli dönemini yaşamak üzereydim; ama bundan haberim yoktu.
Bir geçit alayındaydım. Gossiworların hemen ardında ve Kral’ın hemen önünde yürüyordum. Yağmur yağıyordu.
Karanlık kulelerin üzerinde yağmur bulutları, derin sokaklara yağan yağmur, içinde bir altın damarının yavaşça dolandığı, fırtınadan sarsılan taştan bir şehir. Önde sıra sıra, şaşaalı giysilere bürünmüş, yağmur altında suyun içindeki balıkların rahatlığıyla ilerleyen Erhenrang şehrinin tüccarları, zadegânı ve zanaatkârları. Yüzlerinde ciddi ve sakin bir ifade. Uygun adım yürümüyorlar. Askerleri olmayan bir geçit alayı bu. Taklit askerleri bile yok.
Ardından Karhide’nin her bir Beyliğinden ve alt-beyliklerinden gelen lordlar, valiler ve vekiller yürüyor, tek başlarına ya da beş ya da kırk beş ya da dört yüzlük gruplarla; madeni boruların, kemik ve tahtadan oyma kamışların müziğine, elektrikli flütlerin katıksız şakımasına ayak uydurmuş gösterişli bir alay. Büyük beyliklerin çeşit çeşit sancakları yağmurun bulandırdığı renk karmaşasında yolları süsleyen sarı flamalarla iç içe geçiyor, her bir topluluğun farklı müziği çarpışıyor, derin taş sokaklarda yankılanan bir sürü ritimle karışıyor.
Ardından, ellerinde parlak küreleri şimşek gibi fırlatıp yakalayıp tekrar fırlatarak havada ışıltılı haleler çizerek geçen bir grup hokkabaz. Altın rengi küreler, hepsi birden, sanki sahiden ışığı yakalamışçasına cam gibi parlıyor; güneş içlerinden geçiyor.
Ardından, sarılara bürünmüş, gossiwor çalan kırk adam. Sadece Kral’ın huzurunda çalınan gossiwor anlamsız, akortsuz bir inilti çıkarıyor. Kırkı bir arada çalındığında insanın aklını sarsıyor. Erhenrang kulelerini sarsıyor, esintili bulutlardan düşen son yağmur taneciklerini sarsıyor. Kraliyet müziği buysa eğer, Karhide’nin bütün krallarının deli olmasına şaşmamalı.
Ardından, Kraliyet alayı, şehir ve saray muhafızları, asiller ve yöneticiler, vekiller, senatörler, şansölyeler, sefirler, Kraliyet lordları: Hiçbiri birbirine adım uydurmuyor, sıraya girmeden, yine de büyük bir azametle yürüyorlar; ve aralarında Kral XV. Argaven, beyaz tünik ve gömlek ve dize kadar pantolon, safran rengi deri tozluklar ve tepeli, sarı bir başlık giymiş. Parmağındaki altın bir yüzük onun yetki nişanı ve tek süsü. Bu grubun ardında sarı zümrüt kakmalı Kraliyet tahtırevanını taşıyan irikıyım sekiz adam yürüyor. Yüzyıllardan beri hiçbir kral oturup kurulmamış bu tahtırevana, Çok Eskiler’den gelen törensel bir kalıntı sadece. Tahtırevanın yanında sekiz muhafız yürüyor. “Çatışma silahları” kuşanmışlar, bunlar da barbar bir geçmişin kalıntıları ama hiçbiri boş değil, yumuşak demir saçmalar dolu silahlarda. Ölüm Kral’ın ardından yürüyor. Ölümün ardından Zanaatkâr Okullarının, Yüksek Okullar ve Ticaret Okulları’nın ve Kral Ocağı’nın öğrencileri yürüyorlar: Beyaz, kırmızı, altın sarısı ve yeşile bürünmüş çocuklar ve gençlerden oluşan uzun sıralar; geçit alayının en sonunda da sessizce yürüyen, yavaş ve karanlık arabalar.
Aralarında benim de bulunduğum Kraliyet alayı Nehir Kapısının bitmemiş kemerinin yanında, yepyeni tahtadan bir platform üzerinde toplanıyor. Geçit alayı, Yeni Yolu ve Erhenrang Nehir Limanı’nı ve XV. Argaven devrinde, Karhide tarih kayıtlarında özel bir yer sağlayacak olan o beş yıl sürmüş büyük inşaat ve yol yapımı harekâtını tamamlayan kemerin bitirilişi şerefine. Islak ve gösterişli giysilerimiz içinde platform üzerinde tıkış tıkışız. Yağmur dinmiş, güneş tepemizde parlıyor, Kış’ın muazzam, ışıltılı, hain güneşi. Solumdaki kişiyle konuşuyorum: “Sıcak. Çok sıcak.”
Solumdaki kişi —düz ve sık saçlı, altın işlemeli yeşil deriden ağır bir kaftan, ağır beyaz bir gömlek, ağır dizlikler giymiş ve bir karış eninde ağır gümüş halkalardan bir boyun zinciri takmış tıknaz, esmer bir Karhideli- ter içinde cevaplıyor: “Sahiden öyle.”
Platformumuz üzerinde, şehir halkının yukarı çevrilmiş yuvarlak çakıl taşlarından oluşan bir yığına benzer, mika parıltısında kahverengi gözleriyle çevrili olarak tıkış tıkış bir halde dikiliyoruz.
Şu anda Kral, tahta bir köprüden, birbirine bağlanmamış payandaları kalabalığın, nehrin ve iskelelerin üzerinde yükselen kemere tırmanıyor. Tırmandıkça kalabalık dalgalanıyor ve muazzam bir mırıltıyla tekrarlıyor: “Argaven!” Karşılık vermiyor. Karşılık beklemiyorlar. Gossiworlar gürültülü, uyumsuz bir ses çıkarıp susuyorlar. Sessizlik. Güneş şehrin, ırmağın, kalabalığın ve Kral’ın üzerinde ışıyor. Duvarcılar aşağıda elektrikli bir vinç kurmuşlar ve Kral tırmandıkça kemerin kilit taşı yukarı çekiliyor, yükseltiliyor ve bir tonluk bir blok olmasına karşın hemen hemen hiç gürültüsüzce payandalar arasındaki boşluğa yerleştiriliyor. İki payandayı birleştirip tek bir şey, bir kemer haline getiriyor. Yapı iskelesinin tepesinde bir duvarcı ustası elinde bir mala ve bir kova, Kral’ı bekliyor; öteki işçiler ip merdivenlerle bir pire sürüsü gibi aşağı iniveriyorlar. Kral ve duvarcı, kendi iskeleleri üzerinde, nehrin ve güneşin arasında diz çöküyorlar. Kral malayı alarak kilit taşının harcını koymaya başlıyor. Malayı şöyle bir değdirip tekrar duvarcıya uzatmıyor, metodik bir şekilde çalışmaya girişiyor. Kullandığı harç diğer harçlardan farklı, pembemsi bir renkte. Beş-on dakika kral-arıyı seyrettikten sonra solumdaki kişiye soruyorum: “Kilit taşlarınız hep kırmızı harçla mı sıvanır?” Çünkü aynı renk, kemerin altında akıp giden nehrin üstündeki o güzel Eski Köprünün kilit taşında da görülüyor.
Esmer alnından terini silen adam -adam diyorum lafın gelişi böyle başladık bir kere— cevaplıyor: “Çok Eskilerde kilit taşları hep kan ve kemikle karışık bir harçla örülürdü. İnsan kemiği, insan kanı. Kan bağı olmazsa kemer sağlam duramaz. Artık hayvan kanı kullanıyoruz.”
Genellikle böyle konuşuyor, açıksözlü ama ihtiyatlı, ironik, sanki her şeyi bir yabancı gözüyle görüp yargıladığımın farkındaymışçasına: Böylesine yalıtılmış bir ırk ve böylesine yüksek bir mevki için eşine az rastlanır bir uyanıklık bu. O, bu ülkenin en güçlü adamlarından biri; mevkiinin uygun tarihsel karşılığını tam bilemiyorum, vezir, başbakan ya da şansölye; Karhide dilindeki karşılığı Kral’ın Kulağanlamına geliyor. Bir Beylik Lordu ve Kraliyet Lordlarından, büyük işleri yürüten bir adam. Adı Therem Harth rem ir Estraven.
Kral duvarcılık işini bitirmiş gibi gözüküyor, ben de rahat bir soluk alıyorum; ama payandalardan oluşmuş örümcek ağı üzerinde kemerin öteki tarafına geçip —kilit taşının, ne de olsa iki yüzü var— diğer yüzünde çalışmaya başlıyor. Karhide’de sabırsızlık işe yaramaz. Yo, ağırkanlı değiller kesinlikle; ama inatçı, sebatkâr insanlar, kemerlerin uçlarını çatmayı asla yarım bırakmazlar. Sess Seti’nde toplanmış yığınlar Kral’ı işbaşında görmekten memnunlar ama ben sıkılıyorum ve terliyorum. Kış’ta daha önce hiç terlememiştim; bir daha da terlemeyeceğim; ama bu olayın tadını yeterince çıkaramıyorum. Ben Buz Çağı’na uygun olarak giyindim, güneş ışığına göre değil, üzerimde kat kat giysiler var; kumaş, yapay dokuma, kürk, deri, soğuğa karşı hazırlanmış bu kalın zırh içinde şimdi bir turp yaprağı gibi buruş buruş oldum. Dikkatimi başka yöne çekmek için platformun etrafında toplanan kalabalığı ve geçit alayındakileri, güneş ışığında hareketsiz ve parlak duran beylik ve kabile sancaklarını seyrediyor ve Estraven’e her birinin ne olduğunu soruyorum. Hepsini biliyor; oysa yüzlerce var, bazıları uzak beyliklerden, ocaklardan Pering Fırtına Sınırı ve Kerm Diyarı’nın küçük kabilelerinden gelme.
“Ben de Kerm Diyarı’ndanım” diyor bilgisine hayranlığımı belirtince. “Hem beylikleri tanımak benim işim zaten. Karhide onlardır. Bu ülkeyi yönetmek aslında lordları yönetmek demektir. Bunun yapıldığı yok ya. Şu deyişi duymuş muydunuz? ” ‘Karhide bir millet değil bir aile kavgasıdır!’ ” Duymamıştım, bunu Estraven’in uydurduğundan kuşkulanıyorum; onun damgası var bu sözde.
Bu sırada kiorremi’nin, Estraven’in başkanlık ettiği üst meclisin, bir başka üyesi kalabalığı yarıp ona yaklaşıyor ve konuşmaya başlıyor. Bu adam Kral’ın kuzeni Pemmer Harge rem ir Tibe. Estraven ile konuşurken sesi çok alçak, duruşu hafifçe umursamaz, gülümseyişi yapmacık. Güneşte kalmış bir buz gibi terleyen Estraven, buz gibi kaskatı ve soğuk duruyor ve Tibe’nin fısıltısına yüksek sesle, göstermelik kibarlığı ile ötekinin bir aptal gibi durmasına yol açan bir tonda yanıt veriyor. Kral’ın uzakta didinmesini seyrederken onları dinliyorum ama Tibe ile Estraven arasındaki husumetten başka bir şey anlayamıyorum. Her neyse beni ilgilendirmiyor zaten, ben yalnızca bir milleti miadı dolmuş bir tarzda yöneten, yirmi milyon insanın kaderlerine hükmeden bu kişilerin davranışları ile ilgileniyorum. Ekumen’de iktidar artık öyle ince ve karmaşık bir hal aldı ki ancak aynı derecede ince bir akıl işleyişini görebilir; buradaysa hâlâ sınırlı, hâlâ görünürde. Sözgelimi Estraven’in gücü karakterinin bir uzantısı gibi hissediliyor, tek bir boş hareketi yok, ağzından çıkan her sözü dinletiyor. Bunu biliyor ve bu bilgi ona çoğu insanın sahip olduğundan fazla bir gerçeklik, bir varlık katılığı, insani bir ihtişam, gerçek bir mevcudiyet sağlıyor. Hiçbir şey başarı kadar başarı sağlayamaz. Estraven’e güvenmiyorum, neyi neden yaptığı asla belli değil; ondan hoşlanmıyorum; yine de güneşin sıcaklığını hissedip karşılık verdiğim gibi, onun otoritesini de hissediyor ve karşılık veriyorum.
Tam bunu düşünürken, bu dünyanın güneşi yeniden toplanan bulutların ardına çekiliyor ve gökyüzünü karartan, aşağıdaki kalabalığı sırılsıklam eden bir yağmur serpiştirmeye başlıyor. Kral aşağı inerken ışık son bir kez daha parlıyor, beyazlar içindeki Kral ve büyük kemer, fırtınanın kararttığı göğün altında görkemli ve canlı beliriyorlar. Bulutlar toplanıyor, soğuk bir rüzgâr Liman ve Saray Caddesi’ni üfürüyor, nehir bulanıyor, ağaçlar sallanıyor. Geçit alayı bitti. Yarım saat sonrasında kar yağmaya başlıyor.
Kral’ın arabası Liman ve Saray Caddesinden uzaklaşırken ve kalabalık da hafif bir dalgayla yuvarlanan çakıl taşları gibi dağılırken Estraven gene bana dönüp sordu: “Bu akşam bana yemeğe gelir misiniz, Bay Ai?” Memnuniyetten çok şaşkınlık duyarak kabul ettim. Estraven son altı-yedi aydır benim için çok şey yapmıştı; ama evine davet edilmek gibi kişisel bir yakınlığı ne bekliyor ne de istiyordum. Harge rem ir Tibe hâlâ yakınımızdaydı, konuşmamıza kulak misafiri oluyordu ve bana kalırsa niyeti de buydu. Bu efemine entrikacılıktan rahatsız olup kürsüden aşağı indim, kalabalığın arasına karıştım, daha doğrusu böyle yapmaya çalıştım. Gethen normundan çok fazla uzun değilim ama farklılık kalabalık içinde iyice belirginleşiyor. “İşte o, bakın, Elçi orada ” Elbette bu da işimin bir parçasıydı; ama zaman geçtikçe kolaylaşmak yerine zorlaşan bir parçasıydı kalabalık içinde bilinmemeyi, aynılığı gitgide daha çok arar oluyordum. Herkes gibi olmak için yanıp tutuşuyordum.
İmalathaneler Sokağında birkaç blok kadar gittikten sonra kaldığım yere yöneldim ve kalabalığın azaldığı yerde, birden Tibe’yi yanımda yürür buldum.
“Kusursuz bir tören” dedi Kral’ın kuzeni bana gülümseyerek. Yaşlı bir adam olmamasına rağmen derin yumuşak kırışıklarla dolu yüzünde bir an uzun, temiz, sarı dişler görünüp kayboldu.
“Yeni Limanın açılışı için çok iyi bir başlangıç” dedim.
“Gerçekten öyle.” Gene dişler.
“Kilit taşı töreni çok etkileyici.”
“Gerçekten öyle. Bu tören Çok Eskilerden kalmadır. Ama, Lord Estraven size anlatmıştır hiç kuşku yok.”
“Lord Estraven çok nazik.”
Havadan sudan konuşmaya çalışıyordum ama Tibe’ye söylediğim her şeyin çift anlamı varmış gibi görünüyordu.
“Evet, gerçekten de öyledir” dedi Tibe. “Lord Estraven yabancılara gösterdiği nezaketiyle meşhurdur.” Gene gülümsedi ve her bir dişinde bir anlam, iki, üç, bir sürü, otuz iki anlam var gibi geldi.
“Pek az yabancı benim kadar yabancıdır, Lord Tibe. Nezaketi için şükran borçluyum ona.”
“Öyle, öyle! Şükran duygusu soylu, az bulunur bir duygudur, şairler övgüler düzer buna. Her şeyden önce de burada, Erhenrang’da az bulunan bir duygudur çünkü hiç pratik değildir. Zor bir zamanda yaşıyoruz, şükran olmayan bir zamanda. Hiçbir şey dedelerimizin zamanındaki gibi değil, ne dersiniz!”
“Bilemiyorum, efendim, fakat aynı sözleri başka dünyalarda da işittim.”
Tibe deliliğime hükmedercesine bir süre beni süzdü. Sonra uzun, sarı dişlerini gösterdi gene. “Ya, evet! Öyle! Başka bir gezegenden geldiğinizi unutup duruyorum. Ama, elbette siz asla unutmuyorsunuz bunu. Oysa unutabilseniz Erhenrang’da hayat sizin için çok daha rahat ve kolay olurdu, değil mi? Yaa, öyle! Arabam şurada, yolun kenarında bekliyor. Sizi adanıza bırakmak isterdim ama bu onurdan mahrum kalacağım, zira hemen Kral’ın Sarayına yetişmem gerekiyor. Ne derler, yoksul akrabalar geç kalmamalı değil mi? Ya, öyle” dedi Kral’ın kuzeni, küçük, siyah elektrikli arabasına binerken, omzunun üzerinden kırışıklarla örülü bir peçenin örttüğü gözlerle bana bakıp sırıtarak.
Adamdaki evime* yürüyerek gittim. Ön bahçede, kışın son karının erimekte olduğu ve toprağın on feet üzerinde kış-kapılarının bir dahaki güze, karlar başlayana kadar kapatılmış olduğu görülüyordu. Binanın kenarında, çamur, buz ve hızla bitmiş otlar içinde genç bir çift durmuş konuşuyorlardı. El ele tutuşmuşlardı. Kemmer’in ilk evresindeydiler. Elleri birleşmiş, gözleri birbirine çevrili, iri, yumuşak kar taneleri çevrelerinde dans ederken çamurlu buzda yalınayak duruyorlardı. Kış’ta ilkyaz.
* Karhosh, ada, Karhide’nin kentsel nüfusunun büyük kısmının barındırdığı apartman-yatakhane binalara verilen addır. Adalarda 20 ila 200 arasında özel oda bulunur; yemekler topluca yenir; bazıları otel gibi, bazıları kooperatif komünler gibi, bazılarıyla ikisinin karışımı bir şekilde işletilir. Karhide’nin temel Ocak kurumunun
kentsel uyarlanışıdır; ancak Ocak’ın soyçizgisel ve yerel düzenliliğinden yoksundur.
Akşam yemeğimi adamda yedim ve Remmy Kulesi’nin gongları Dördüncü Saat’i vururken gece yemeği için Saray’a vardım. Karhideliler günde dört öğün yemek yerler: Kahvaltı, öğle yemeği, akşam yemeği, gece yemeği. Bunlar arasında da bol bol atıştırırlar. Kış’ta eti yenen büyük hayvanlar ve süt, tereyağı, peynir gibi memeli ürünleri yok: Yüksek proteinli, yüksek karbonhidratlı yiyecekler sadece çeşitli yumurtalar, balıklar, kabuklu yemişler ve Hain türü tahıllar. Zorlu bir iklim için düşük bir diyet, bu yüzden sık sık yakıt almak gerekiyor. Ben de neredeyse dakikada bir yemeye alışmıştım. Ancak o yılın sonlarında Gethenlilerin sadece sürekli tıkınma değil süresiz aç kalabilme tekniğini de mükemmelleştirmiş olduklarını öğrendim.
Kar hâlâ yağıyordu, hafif bir ilkyaz tipisiydi ve yeni sona eren Thaw’ın bitmek bilmez yağmurlarından daha iyiydi. Kar yağışının sessiz ve soluk karanlığında yolumu yalnızca bir kez kaybederek Saray’ı ve Saray’ın içinde gideceğim yönü bulabildim. Erhenrang Saray’ı, saraylar, kuleler, bahçeler, asma bahçeler, manastırlar, üstü kapalı köprüler, üstü açık tüneller, korular ve mahzenlerle dolu, yüzyıllar süren devasa bir paranoyanın ürünü duvarlarla çevrili bir içşehir. Hepsinin üstünde, Kral’dan başka kimsenin yaşamadığı, Kraliyet Evi’nin ustaca örülmüş ürkütücü, kırmızı duvarları yer alıyor. Kral dışında herkes; hizmetçiler, görevliler, lordlar, bakanlar, parlamenterler, muhafızlar, duvarların içindeki bir başka sarayda, kulede, kışlada, evde yatıp kalkıyor. Estraven’in Kral’ın gözdesi olduğunu belirten evi Köşeli Kırmızı Konut’tu. Burası 440 yıl önce III. Emran’ın güzelliği hâlâ dillerde dolaşan ve iç Hizip’in adamları tarafından kaçırılıp sakatlanarak aklını yitiren kemmeringi Harmes için inşa ettirilmişti. III. Emran bu olaydan kırk yıl sonra öldüğünde hâlâ talihsiz ülkesinden intikam almaya çalışıyordu. Kadersiz Emran. Bu trajedi o kadar eskiydi ki dehşeti artık silinmiş, evin taşlarına ve gölgelerine sinmiş bir sadakatsizlik ve melankoli havası kalmıştı sadece. Bahçe küçük ve duvarlarla çevriliydi: Serem ağaçları kayalıklı bir havuzun üzerine doğru eğilmişlerdi. Evin pencerelerinden çıkan solgun ışıkta ağaçların ipliksi beyaz sporlarıyla kar tanelerinin birlikte karanlık suyun üzerine usul usul düştüklerini gördüm. Estraven o soğukta palto ve şapka giymemiş, beni bekliyor; gecenin içinde durmaksızın düşen kar tanelerini ve tohumları seyrediyordu. Beni sessizce selamladı ve eve aldı. Başka konuk yoktu.
Bu garibime gitti; fakat hemen masaya oturduk ve yemekte de iş konuşulmaz. Üstelik merakım yemeğe yönelmişti. Yemek harikaydı, sanatını yürekten takdir ettiğim bir aşçının bambaşka bir lezzet kazandırdığı sıradan ekmekelmaları bile. Yemekten sonra ateşin yanına gidip sıcak bira içtik. En gerekli sofra gereçlerinden birinin, yudumlar arasında içkinizin üzerinde oluşan buzları kırmaya yarayan bir buzkırıcı olduğu bir dünyada, sıcak bira içmek hoşunuza gidiyor.
Estraven masada dostça sohbet etmişti, şimdiyse karşımda sessiz sessiz oturuyordu. İki yıldan beri Kış’ta olmama karşın hâlâ bu gezegenin insanlarını onların gözünden göremiyordum. Bunu denedim ama çabalarım, bir Gethenliyi önce bir erkek sonra da kadın olarak görmeye çalışıp onları kendi doğaları açısından saçma ama bizler için vazgeçilmez olan bu kategorilere sokmaya zorlamaktan öteye gidemedi. Dumanı tüten ekşimtırak biramı yudumlarken de Estraven’in yemek masasındaki performansının kadınca, tamamen cazibe ve nezaketten ibaret ve tözden yoksun, aldatıcı ve yanıltıcı olduğunu düşündüm. Yoksa benim hoşuma gitmeyen, güvensizliğimi besleyen bu yumuşak, kıvrak dişiliği miydi? Çünkü onu, ateşin aydınlattığı karanlıkta karşımda duran bu karanlık, müstehzi, güçlü varlığı, bir kadın olarak düşünmek imkânsızdı; ama onu erkek olarak düşündüğümde de bir sahtelik seziyordum: Bu sahtelik onda mıydı yoksa benim ona karşı davranışımda mı? Sesi yumuşak ve etkiliydi ama derin değildi, bir erkek sesi değildi ama bir kadın sesi de değildi. Fakat ne diyordu?
“Bağışlayın” diyordu. “Sizi evime davet etme zevkini şimdiye kadar erteledim; ama hiç olmazsa beni memnun eden bir şey var ki artık aramızda herhangi bir vesayet meselesi kalmadı.”
Buna şaşakaldım. Şimdiye kadar sarayda vasim durumundaydı. Yarın Kral’la benim için ayarladığı görüşmenin beni onunla eşit düzeye çıkardığını mı söylemek istiyordu? “Sizi anlayabildiğimi sanmıyorum” dedim.
Bunun üzerine sustu, belli ki şaşırmıştı da. “Anlıyorsunuz” dedi sonunda, “burada olduğunuza göre… anlamışsınızdır ki artık Kral nezdinde sizin adınıza hareket etmiyorum.”
Kendisi için değil fakat benim adıma utanırmış gibi konuşuyordu. Belli ki beni davet etmesi ve benim de bu daveti kabul etmemin gözümden kaçan bir anlamı vardı. Ama ben davranışta gaf yapmıştım, o ise ahlakta. İlk aklıma gelen ona güvenmemekte haklı çıktığım oldu. Sadece becerikli ve güçlü değil, aynı zamanda inançsızdı da. Erhenrang’da geçirdiğim bütün bu aylar boyunca beni dinleyen, sorularıma cevap veren, fizik yapımın ve gemimin yabancı olduğunu doğrulamak için doktorları ve mühendisleri gönderen, beni gerekli kişilerle tanıştıran ve ilk yılımda içinde bulunduğum merak uyandıran bir canavar statüsünden şimdiki, Kral tarafından kabul edilmek üzere olan gizemli Elçi düzeyine adım adım yükselten o olmuştu. Şimdiyse, beni bu tehlikeli konuma yükselttikten sonra apansızın ve soğukkanlılıkla desteğini çektiğini ilan ediyordu.
“Size güvenmemi sağladınız…”
“Hatalıydım.”
“Yani, Kral’la bu görüşmeyi ayarlayıp da görevim hakkında olumlu görüş bildirmediğinizi mi söylüyorsunuz…” “Söz verdiğiniz halde” diyecektim ki sustum.
“Yapamam.”
Çok kızmıştım; ama onda ne öfke ne de pişmanlık görüyordum.
“Söyler misiniz, neden?”
Bir süre sustuktan sonra “Evet” dedi ve tekrar durdu. Bu sessizlik sırasında beceriksiz ve savunmasız bir yabancının, üstelik de bu krallıktaki iktidarın temellerini ve yönetimin işleyişini anlayamıyorsa ve muhtemelen hiçbir zaman anlayamayacaksa, o krallığın başbakanından gerekçe istemeye hakkı olmadığını düşündüm. Anlaşılan bu bir şifgretor -prestij, yüz, yer, gurur- ilişkisi meselesiydi. Karhide’nin ve Gethen’in tüm medeniyetlerinin o tercüme edilemez ve son derece önemli toplumsal otorite ilkesiyle ilgiliydi. Ve eğer böyleyse ben anlayamazdım onu.
“Kral’ın bugün törende bana ne dediğini işittiniz mi?”
“Hayır.”
Estraven ocağa doğru eğildi, közlerin üzerinden bira sürahisini aldı ve maşrapamı doldurdu. Başka bir şey demedi, ben de bastırdım: “Kral size benim duyabileceğim bir şey söylemedi.”
“Benim de” dedi.
Nihayet başka bir işareti daha gözden kaçırdığımı anladım. Efemine kurnazlığına içimden lanet okuyarak sordum: “Yani, Lord Estraven, Kral’ın gözünden düştüğünüzü mü anlatmaya çalışıyorsunuz?”
Sanırım kızmaya başlamıştı ama hiç belli etmedi; sadece, “Hiçbir şey anlatmaya çalışmıyorum, Bay Ai” dedi.
“Tanrım, keşke çalışsaydınız.”
Tuhaf tuhaf baktı bana. “Pekâlâ, öyleyse şu şekilde koyalım. Sarayda, sizin deyiminizle Kral için gözde olan ve burada bulunmanızı ve görevinizi iyi karşılamayan bazı kişiler var.”
Ve sen de onlara katılmaya, kelleni kurtarmak için beni satmaya can atıyorsun diye düşündüm; ama bunu söylemenin gereği yoktu. Estraven bir saray nedimi, bir politikacı, bense ona güvendiğim için bir aptaldım. Biseksüel bir toplumda bile politikacılar çoğu kez eksiksiz insanlar değillerdir. Beni yemeğe davet etmesi de ihanet etmiş olmasını, kendisinin bana yaparkenki rahatlığıyla kabul edeceğime inanmış olduğunu gösteriyordu. Belli ki görünüşü kurtarmak dürüstlükten daha önemliydi. Ben de buna göre bir şeyler söylemeye çalıştım: “Bana gösterdiğiniz nezaket başınıza dert açtığı için çok üzgünüm.” Ateş kömürleri. Bir ahlaki üstünlük hissi tattım ama bu çok uzun sürmedi; ne yapacağı hiç belli olmuyordu.
Arkasına yaslandı, alevlerin ışığı dizlerine ve gümüş maşrapayı tutan biçimli, güçlü, küçük ellerine düştü; ama yüzü karanlıktaydı: Sık ve kısa saçlarının, kalın ve çatık kaşlarının ve kederli, düz ifadesinin hep karanlıkta bıraktığı yüzü. Bir kedinin yüzü okunabilir mi, bir ayıbalığının, bir susamurunun? Kimi Gethenlileri bu hayvanlara benzetiyordum, konuştuğunuzda ifadeleri değişmeyen koyu, parlak gözleri vardı.
“Başıma dert açtım” diye yanıtladı, “sizinle ilgisi olmayan bir eylemle, Bay Ai. Biliyorsunuz, Karilide ile Orgoreyn arasında, Sassinoth yakınındaki Kuzey Şelale bölgesinde bir sınır şeridiyle ilgili bir anlaşmazlık var. Argaven’in büyükbabası, Sinoth Vadisi üzerinde hak iddia etmiş, Commensallar da bunu kabul etmemişlerdi. Bir buluttan bu kadar çok kar, hem de gitgide artıyor. Bir süredir vadide yaşayan bazı Karhideli çiftçilerin eski sınırın doğusuna çekilmelerine yardım ediyordum. Vadi birkaç bin yıldır orada yaşayan Orgota’ya bırakılırsa mesele kendiliğinden çözülür diye düşünmüştüm. Yıllar önce Kuzey Şelalesi İdaresinde bulundum ve bu çiftçilerin bazılarını tanıyorum. Onların çatışmalarda öldürülmesi ya da Orgoreyn’deki Gönüllü Çiftliklere gönderilmeleri hoşuma gitmez. Anlaşmazlık konusunu neden ortadan kaldırmayalım ki?.. Fakat, yurtseverce bir düşünce değil bu. Korkakça bir düşünce ve bizzat Kral’ın şifgretor’una dokunuyor.”
Alaylı konuşmaları ve Orgoreyn’le olan bir sınır anlaşmazlığının girdisi çıktısı beni hiç ilgilendirmiyordu. Aramızdaki soruna döndüm. Güvensem de güvenmesem de, ondan yararlanabilirdim. “Buna üzüldüm” dedim, “ama birkaç çiftçinin meselesi Kral’la yapacağım işi bozmamalı gibi geliyor bana. Birkaç millik sınırdan daha fazla şey söz konusu.”
“Evet. Çok daha fazla. Ama, belki bir sınırından ötekine yüz ışık-yılı genişlikteki Ekumen bir süre bize sabır gösterebilir.”
“Ekumen’in yerleşikleri çok sabırlı insanlardır, efendim. Karhide’nin ve Gethen’in geri kalanının insanlığın geri kalan kısmına katılıp katılmama konusunu düşünmeleri ve karara varmaları için yüz yıl da, beş yüz yıl da bekleyebilirler; ben sadece kişisel umutlardan söz ediyorum. Ve kişisel düş kırıklığından. Sizin desteğinizi kazandığımı düşünmüştüm.”
“Ben de. Neyse. Buzullar bir gecede donmadılar…” Klişe ağzından dökülüverdi; ama aklı başka yerdeydi. Dalmıştı. Beni de iktidar oyunundaki diğer piyonlarla birlikte oradan oraya sürmesini canlandırdım gözlerimin önünde. “Ülkeme” dedi, “garip bir zamanda geldiniz. Bir şeyler değişiyor; bir dönüm noktasından geçiyoruz. Hayır, bu yolda çok fazla ilerlemedik daha. Sizin burada bulunmanızın, görevinizin yanlış yolda gitmemizi önleyebileceğini, bize tümüyle yeni bir seçim sağlayacağını düşünmüştüm. Ama doğru zamanda doğru yerde. Şansa çok bağlı, Bay Ai.”
Genellemelerinden sabırsızlanıp lafa girdim. “Doğru zamanın bu olmadığını ima ediyorsunuz. Kal’la görüşmemi ertelememi mi öğütlüyorsunuz?”
Yaptığım gaf Karhide dilinde kulağa daha da beter geliyordu; ama Estraven ne gülümsedi ne de irkildi. “Korkarım bu ayrıcalık Krala mahsus” dedi sakin bir şekilde.
“Ah, Tanrım, evet. Bunu kastetmemiştim.” Bir an başımı ellerimin arasına aldım. Dünya’nın açık, serbest toplumunda yetiştiğim için Karhidelilerin o kadar değer verdiği edilginliği ve protokol meselelerini bir türlü kavrayamıyordum. Bir kralın ne olduğunu biliyordum. Dünya tarihi onlarla doluydu ama ayrıcalıklara ilişkin hiçbir deneysel duyum gelişmemişti; diplomatik incelikten yoksundum. Maşrapama sarıldım, sıcak, kocaman bir yudum aldım. “Pekâlâ, o halde Krala size güvenebildiğimde söylemeye niyetlendiğimden daha az şey söyleyeceğim.”
“İyi.”
“Neden iyi?” diye sordum.
“Bakın, Bay Ai. Siz deli değilsiniz. Ben de değilim. Ama hiçbirimiz kral da değiliz… Sanırım Argaven’e akla yakın bir şekilde buradaki görevinizin Gethen ile Ekumen arasında bir ittifak kurulmasını sağlamak olduğunu söylemeyi planlıyorsunuz. Mantıksal olarak o da çoktan biliyor bunu; çünkü, sizin de bildiğiniz gibi ben anlattım ona. Sizi destekledim. İlgisini uyandırmaya çalıştım. Yanlış yapılmıştı, yanlış zamanlanmıştı. Kendimle fazla ilgilendiğimden onun bir kral olduğunu, olayları akılla değil ama bir kral gibi gördüğünü unuttum. Ona söylediklerim iktidarının tehdit edildiği, krallığının uzayda bir toz zerresinden başka bir şey olmadığı, hükümranlığının yüz dünyayı yöneten insanların yanında bir şakadan öteye geçmediği anlamına geldi sadece.”
“Ama Ekumen yönetmez, koordine eder. Onun gücü üye devletlerin ve dünyaların gücünden ibarettir. Ekumen’le ittifak kurduğunda Karhide kesinlikle daha az tehdit altında ve şimdiye kadar olduğundan çok daha önemli olacak.”
Estraven bir süre cevap vermedi. Alevleri, omuzlarından sarkan parlak gümüş makam zincirinde ve maşrapasında yansıyan titrek ateşe bakarak durdu. Bizi çevreleyen eski bina sessizdi. Yemeği getiren bir hizmetçi vardı ama kölelik veya kişisel bağ gibi kurumları olmayan Karhideliler insanları değil hizmeti kiraladıklarından bütün hizmetliler, çoktan evlerine gitmişlerdi. Estraven gibi bir adamın bir yerlerde muhafızları olması gerekirdi, zira suikast Karhide’de canlı bir kurumdur; yine de hiçbir muhafız görmemiş ve duymamıştım. Yalnızdık.
Yalnızdım, karanlık bir sarayın duvarları arasında, karın değiştirdiği garip bir şehirde, yabancı bir dünyanın Buzul Çağının ortasında bir yabancıyla yalnız başımaydım.
O akşam, hatta Kışa geldiğimden beri söylediğim her şey birden bana aptalca ve inanılmaz göründü. Bu adamın ya da ötekilerin öteki dünyalar, öteki ırklar, dış uzayın bir yerlerindeki iyi niyetli bir yönetim hakkında anlattığım masallara inanmalarını nasıl umabilirdim? Baştan aşağı saçmaydı. Karhide’ye tuhaf bir gemiyle gelmiştim ve Gethenlilerden fizik olarak bazı yönlerden farklıydım; bunların açıklanması gerekiyordu. Ama benim açıklamalarım akla sığmaz şeylerdi. O an ben bile inanmadım.
“Ben size inanıyorum” dedi benimle birlikte yalnız olan yabancı; ve kendime öylesine güçlü bir şekilde yabancılaşmıştım ki ona şaşkın şaşkın bakakaldım. “Korkarım Argaven de size inanıyor. Ama size güvenmiyor. Kısmen artık bana da güvenmediği için. Hatalar işledim, dikkatsizce davrandım. Artık sizin bana güvenmenizi de isteyemem, sizi de zor duruma düşürdüm. Bir kralın ne demek olduğunu unuttum, bir kralın kendi gözünde Karhide demek olduğunu unuttum, yurtseverliğin ne olduğunu ve onun en mükemmel yurtsever olması gerektiğini unuttum. Size şunu sorayım, Bay Ai: Kendi deneyiminizle biliyor musunuz yurtseverliğin ne olduğunu?”
“Hayır” dedim bu yoğun kişiliğin kendini birden bana çevirmiş olmasının etkisiyle sarsılarak.Bilmiyorum herhalde. Eğer yurtseverlik derken bir insanın yurdunu kastetmiyorsanız. Bunu bilirim.”
“Hayır, yurtseverlik derken sevgiyi kastetmiyorum. Korkuyu kastediyorum. Başkasına duyulan korkuyu. Bunun ifadeleri de şiirsel değil siyasaldır: Nefret, rekabet, saldırganlık, içimizde büyüyor bu korku. Yıl be yıl büyüyor. Yolumuzda fazla ilerledik. Ve, siz ki millet denen şeyi yüzyıllar önce aşmış bir dünyadan geldiniz, siz ki neden söz ettiğimi anlamakta bile güçlük çekiyorsunuz, siz ki bize yeni yolu gösterdiniz.” Kesti. Bir süre sonra denetimini yeniden kazanarak sakin ve nazikçe devam etti: “Korku yüzünden sizin davanızı şu anda Kral nezdinde desteklemeyi reddediyorum. Ama kendi adıma korkmuyorum, Bay Ai. Yurtseverce hareket etmiyorum ben. Ne de olsa Gethen’de başka milletler de var.”
Nereye varmak istediği konusunda hiçbir fikrim yoktu ama kasteder göründüğü şeyi kastetmediğinden emindim. Bu kasvetli, soğuk şehirde karşılaştığım bütün karanlık, anlaşılmaz, gizemli ruhlar içinde en karanlık olanıydı o. Onun labirent oyununa katılmayacaktım. Karşılık vermedim. Biraz durduktan sonra daha bir ihtiyatla sözünü sürdürdü: “Anladığım kadarıyla sizin Ekumen kendini tümüyle insanlığın genel çıkarına adamış. Şimdi, sözgelimi Orgota’nın yerel çıkarları genel çıkara tabi kılma konusunda deneyimi var. Karhide’nin ise hemen hemen hiç yok. Ve, Orgoreyn Commensalları zeki olmasalar da aklen sağlıklı adamlar. Karhide Kralı ise sadece deli değil, üstelik aptal da.”
Estraven’in hiçbir sadakati yoktu belli ki. Belli belirsiz bir tiksintiyle yanıtladım. “Bu durumda ona hizmet etmek güç olmalı.”
“Krala hizmet ettiğimden emin değilim” dedi Kral’ın başbakanı. “Ya da böyle bir niyetim olduğundan. Kimsenin hizmetçisi değilim. İnsan kendi gölgesini taşımalı…”
Remni Kulesinin gongları Altıncı Saat’i, geceyarısını vuruyordu ve kalkmak için bunu bahane ettim. Çıkışta paltomu giyerken sözünü sürdürdü: “Şimdilik şansımı kaybettim; çünkü Erhenrang’dan ayrılacaksınız sanırım” -neden öyle sanıyordu ki?- “fakat, bir gün size tekrar soru sorabileceğime inanıyorum. Bilmek istediğim çok şey var. Özellikle de zihin-konuşmanız hakkında; bunu bana açıklamaya pek girişmediniz.”
Merakı tamamen içten gibiydi, iktidar sahiplerinin yüzsüzlüğü vardı onda. Bana yardım vaatleri de içten görünmüştü. Evet dedim, tabii ki, ne zaman isterse; ve gece böyle sonra erdi. Gethen’in büyük, koyu kırmızı ayının ışığında ince karla kaplı bahçe boyunca geçirdi beni. Çıktığımızda ürperdim, ısı sıfırın çok altındaydı ve o da kibar bir şaşkınlıkla sordu: “Üşüdünüz mü?” Elbette ona göre ılık bir bahar gecesiydi.
Yorgun ve bitkindim. “Bu dünyaya geldiğimden beri üşüyorum” dedim.
“Bu dünyaya ne diyorsunuz kendi dilinizde?”
“Gethen.”
“Kendiniz bir ad vermediniz mi?”
“Evet, ilk araştırmacılar vermişlerdi, Kış diyorlardı.”
Duvarla çevrili bahçenin kapısında durduk. Dışarıda, Saray’ın duvar ve çatıları ara sıra çeşitli yükseklikteki pencerelerin altınsı parıltılarıyla aydınlanan karlı karmaşa içinde kapkara seçilebiliyordu. Dar kemerin altında durup bu kilit taşının da kan ve kemikle örülüp örülmediğini düşünerek yukarıya baktım. Estraven benden ayrılıp geri döndü; karşılama ve uğurlamaları uzatma huyu yoktu. Çizmelerim ayın aydınlattığı ince karda gıcırdayarak Saray’ın sessiz bahçeleri ve dehlizleri boyunca yürüdüm ve şehrin derin sokaklarından geçerek eve döndüm. Üşümüştüm, güvensizdim, ihanet duygusu, yalnızlık ve korku kaplamıştı içimi.
2 – Tipinin İçindeki Yer
Erhenrang Tarihçiler Heyetinin arşivlerindeki Kuzey Karhide “ocak-masalları” ses bandı koleksiyonundan, anlatıcı bilinmiyor, VIII. Argaven devrinde kaydedilmiş.
İki yüzyıl kadar evvel, Pering Fırtına Sınırındaki Shath Ocağı’nda, birbirine kemmer sözü kesmiş iki erkek kardeş yaşardı. O zamanlar da, şimdi olduğu gibi, ebeveyni aynı olan erkek kardeşlerin, ancak içlerinden biri hamile kalana kadar kemmer etmelerine izin veriliyordu. Birinden biri doğum yaptı mı artık ayrılmaları gerekiyordu. Yani ömür boyu sözlenmelerine asla izin verilmezdi. Ama onlar bu yasağa uymadı. Bebek rahme düştüğünde Shath Beyi sözlerini bozmalarını ve bir daha kemmer için biraraya gelmemelerini buyurdu onlara. Bu buyruğu duyunca, içlerinden biri, çocuğa hamile kalan, kendini kaybetti, kimse onu teselli edemedi, yatıştıramadı ve zehir içerek canına kıydı. İşte o zaman Ocak halkı öteki kardeşe karşı galeyana geldi. İntiharın suçunu ona yükleyerek onu Ocaktan ve Beylikten sürgün ettiler. Kendi lordu tarafından sürgün edildiği ve öyküsü her yere kendisinden önce vardığı için hiçbir yere kabul edilmedi, her gittiği yerde üç gün misafir edilip sonra bir kanun kaçağı olarak kapı dışarı edildi. Böylece, dolaşmadık yer bırakmadı ve kendi yurdunda artık ona yer olmadığını, suçunun asla bağışlanmayacağını anladı.* Gençti, görmüş geçirmiş değildi, bunun böyle olacağını aklına getirmemişti. Ama, her şeyin gerçekten de böyle olduğunu görünce Shath diyarına geri döndü ve Dış Ocak’ın kapısında bir sürgün olarak durdu. Ocaktaşlarına şunları söyledi: “insanlar arasında yerim yok. Kimse beni görmüyor. Konuşuyorum ama duymuyorlar. Geliyorum ama karşılamıyorlar. Ateşin yanında benim için bir yer, sofrada benim için bir tabak, uzanıp yatacağım bir döşek yok. Ama hâlâ bir adım var. Benim adım Getheren. Bu adı Ocak üzerine bir lanet olarak bırakıyorum ve yanında da bu utancı. Benim için saklayın bunu. Artık adım olmaksızın ölümümü aramaya gideceğim.” Bunun üzerine ocaklılardan bazıları onu öldürmek isteyerek, haykırışlarla, hiddetle üzerine saldırdılar. Çünkü, bir aile için cinayet bile intihar kadar kara leke değildir. Kaçtı ve kuzeye, Buza doğru gitti, peşine takılanları atlattı. Peşine takılanlar çaresiz Shath’a geri döndüler. Ama Getheren yoluna devam etti ve iki günlük bir yolculuktan sonra Pering Buzuna vardı.**
* Ensesti denetleyen yasayı çiğnemesi kardeşinin intiharına yol açtığı için ağır bir suç olarak görülecekti. (G.A.)
** Pering Buzu Karhide’nin en kuzeyini kaplayan buzul tabakasıdır ve kışın Guthen Körfezi donduğunda Orgoreyn’in Gobrin Buzu ile birleşir.
İki gün iki gece Buz üzerinde kuzeye yürüdü. Ne yiyeceği vardı yanında, ne de paltosundan başka bir korunağı. Buz üzerinde tek bir ot bitmez, tek bir hayvan gezinmez. Aylardan Susmi idi ve ilk büyük karlar gün ve gece boyu düşmeye başlamıştı. Tipinin ortasında tek başına yürüdü. İkinci gün gitgide zayıf düştüğünü anladı. İkinci gece yere uzanıp kaldı, biraz olsun uyuması gerekiyordu. Üçüncü sabah uyandığında ellerinin donmuş olduğunu gördü, ellerini kullanacak hali olmadığından pabuçlarının bağlarını çözüp ayaklarına bakamamıştı; ama yine de onların da donmuş olduğunu anladı. Dizleri ve dirsekleri üzerinde sürünmeye başladı. Böyle yapması için bir neden yoktu oysa; çünkü Buzun orasında veya burasında ölmesi hiçbir şeyi değiştirmezdi; ama kuzeye gitmek zorundaymış gibi bir his vardı içinde.
Uzun bir süre sonra kar üstüne düşmez, yel etrafında esmez oldu. Güneş açtı. Sürünürken ileriyi göremiyordu, çünkü başlığının kürkü gözlerinin üstüne düşüyordu. Artık bacaklarında, kollarında ve yüzünde üşüme hissetmez olduğundan buzun onu hissizleştirdiğini düşündü. Ama hâlâ hareket edebiliyordu. Buzulun üzerinde uzanıp giden kar, buzun üstünde bitmiş bir ok gibi tuhaf göründü ona. Çimen gibi ağırlığı altında eziliyor, geçip gittiğinde eski şeklini alıyordu. Sürünmeyi bıraktı, etrafını görmek için başlığını arkaya iterek yere çömeldi. Gözünün görebildiğince beyaz ve parlak kar çimenleri uzanıyordu her yanında. Beyaz yapraklara bürünmüş beyaz ağaçlardan korular vardı. Güneş parlıyordu, rüzgâr esmiyordu ve her şey beyazdı.
Getheren eldivenlerini çıkardı ve ellerine baktı. Kar gibi beyazdılar. Ama donmuş değillerdi artık, parmaklarını kullanabiliyordu ve ayakları üzerinde dikilebildi. Acı hissetmiyordu, soğuk ve açlık da.
Buz üzerinde, kuzey yönünde, Beylik Kulesi gibi beyaz bir kule gördü. Uzaktaki bu yerden biri çıkmış ona doğru geliyordu. Biraz sonra Getheren bu kişinin çıplak olduğunu gördü, derisi baştan aşağı beyazdı, saçları da beyazdı. Yaklaştı, konuşabilecek kadar yakınına geldi. Getheren sordu: “Kimsin?”
Beyaz adam yanıtladı: “Ben senin kardeşin ve kemmeringin Hode’yim.”
Hode kendini öldüren kardeşinin adıydı. Ve Getheren bu beyaz adamın bedeninin ve yüzünün kardeşine ait olduğunu gördü. Ama göbeğinde dirim belirtisi yoktu artık, sesiyse buzun çıtırdaması gibi geliyordu.
Getheren sordu: “Burası neresi?”
Hode yanıtladı: “Burası tipinin içindeki yer. Biz, kendi canına kıyanlar burada kalırız. Burada sen ve ben sözümüzü tutacağız.”
Getheren korkmuştu ve dedi ki: “Ben burada kalmayacağım. Eğer benimle Ocağımızdan ayrılıp güney toprağına gelmiş olsaydın birlikte kalabilir ve hiç kimse yasayı çiğnediğimizi bilmeden ömür boyu sözümüzü tutabilirdik. Ama sen sözünü tutmadın, hayatınla birlikte fırlatıp attın onu. Ve artık adımı söyleyemezsin.”
Doğruydu bu. Hode beyaz dudaklarını kıpırdattı ama kardeşinin adını söyleyemiyordu.
Hızla Getheren’in üzerine atılıp onu tutmak için ellerini uzattı ve sol eliyle onu kavradı. Getheren sıyrılıp ondan uzaklaştı. Güneye doğru kaçtı ve koşarken karşısına yağan kardan bir beyaz duvarın dikildiğini gördü, buraya daldığında tekrar dizleri üzerine çöktü, koşamıyordu ama sürünüyordu.
Buz üzerine çıktığının dokuzuncu günü Shath’ın kuzeydoğusundaki Orhoch Ocağının halkı, kendi topraklarında buldular onu. Kim olduğunu, nereden geldiğini bilmiyorlardı, onu bulduklarında açlıktan ölmek üzereydi, kardan kör olmuş, yüzü güneşten ve buzdan yanmış bir halde sürünüyordu ve ilk başta konuşamadı. Yine de buz kesmiş olduğundan kesilmesi gereken sol eli dışında kalıcı bir yarası yoktu. Bazıları bunun adını işittikleri Shathlı Getheren olduğunu söyledi, kimileriyse o olamayacağını, Getheren’in güzün ilk tipisinde Buza gittiğini ve ölmüş olması gerektiğini söyledi. Adının Getheren olduğunu inkâr etti. Kendini toplayınca Orloch’dan ve fırtına sınırından ayrıldı ve kendine Ennoch adını vererek güneye doğru gitti.
Ennoch yaşlanıp da Rer ovasında yaşarken kendi memleketinden birine rastladı ve ona “Shath Beyliği ne âlemde?” diye sordu. Öteki kişi Shath’ın durumunun kötü olduğunu söyledi. Ne Ocak ta ne de hasatta bereket vardı; hastalık almış yürümüş, tohumlar ya donmuş ya çürümüştü ve yıllardır bu böyle sürüp gidiyordu. Sonra Ennoch ona, “Ben Shathlı Getheren’im” dedi ve Buzun üzerinde nereye gittiğini, orada