Gregor, sakın temiz tezgâhımı kirletmeye kalkma. Şimdi banyoya git, yoksa seni dışarı atıp ezilerek ölmenin ne demek olduğunu öğreteceğim.
Eskiden Wayfarer’ın tezgâhlarını sildiğimiz beyaz bezlerden birine elimi sildim ve bezi barın yanındaki parmaklıkların üzerine astım. Gözümü cüce cinden ayırmıyordum. Onlardan hoşlanmıyordum.
Sinsi tiplerle gizlice iş birliği yapmakla kalmayıp, ben ve kardeşlerim için potansiyel tehlike oluşturuyorlardı. Cüce cinler Öteki Dünya’da bizim için ölüm emri veren kaltak kraliçe için çalışıyorlardı. Sivil savaş bitip kraliçe alt edilene kadar ya Dünya’da kalmak ya da Öteki Dünya’nın Y’Elestrial dışındaki bölgelerinde yaşamak zorundaydık. Düşük çeneli biri (ve cüce cinler ispiyoncu yaratıklardı) Kraliçe Lethesanar’a Dünya’da yaşadığımızı söyleyebilirdi.
Cüceler, Wayfarer’ın bodrum katındaki kapıyı yeniden düzenlememize yardım etmişlerdi. Kapı artık Y’Elestrial’e değil, Darkynwryd’nin karanlık ormanlarına açılıyordu. Kraliçenin askerlerinin bu kapıdan girmelerini bu şekilde engellemiş oluyorduk. Şimdi Darkynwryd’den gelen cüce cinler, hayaletler ve diğer sinsi yaratıklarla uğraşmak zorundaydık. Ama kapıyı tamamen kapatamazdık. Öteki Dünya’ya erişimimizin olması gerekiyordu.
Kimse kapının bana ait olan tarafına yanaşamazdı ama kapının diğer tarafını koruyan cüce gardiyanlar tembellerdi. Sadece bu hafta dört kötü periyle kavga etmek, üç küçük cini dışarı atmak ve içeri girmeyi başaran çirkin popolu bir trolü yakalamak zorunda kalmıştım.
Beni çıkarmayı denesene tatlım… Sana kadınların hangi konuda iyi olduklarını göstereceğim. Cin sırıtarak kasıklarını tuttu. Sarhoştu. Öyle olmalıydı, yoksa şimdiye kadar titreyerek buradan kaçmış olurdu. Yüzündeki ifadeden, yediklerini çıkarmasına beş dakikadan az kaldığını anlayabiliyordum.
Hayır, izin ver de ben sana kadınların hangi konuda iyi olduklarını göstereyim, dedim. Barın üstünden diğer tarafa atladım. Yanına gittiğimde gözleri korkuyla büyüdü. Nabzının ve kalp atışlarının sesi beynimde yankılanıyordu. Çok aç olmadığım sürece para verseler bir cüce cinin kanına elimi sürmezdim ama azı dişlerim büyümüştü. Ona bakıp sırıttım.
Kahretsin. Kaçmaya çalıştı ama iki taburenin arasına sıkışmıştı. Onu paltosunun yakasından yakaladım ve arkamdan sürükleyerek bodrum katına inen merdivenlere doğru ilerledim. Elimden kurtulmak için çırpınmaya başladı ama benden kurtulabilmesine imkân yoktu.
Chrysandra, bir dakika kadar barla ilgilenebilir misin?
Tabi, patron. Chrysandra en iyi garsonumdu. Bir süre Johny Dingo’nun yerinde koruma olarak çalışmıştı ama çok az bir maaş karşılığında aşağılık herifler tarafından taciz edilip durmaktan yorulmuştu. Ona daha fazla maaş veriyordum ve benim müşterilerim kimseyi taciz etmezlerdi. Cüce cine baktım ve en azından birçoğunun bu kurala uyduğunu düşündüm. Onu kucağıma alıp, bodruma inen merdivenlerden aşağı indirdim. Cin bağırarak midemi tekmelemeye başladı.
Kes artık, ahmak. Kıyamet gününe kadar tüm gücünle bana vursan da en ufak bir zarar veremezsin, dedim, tıslayarak.
Rengi attı. “Kahretsin.”
Evet, bu her şeyi özetliyor, dedim. Vampir olmanın getirileri de vardı.
Bodruma indiğimde, Tavah oturduğu yerden bana baktı. Sonra cüce cine ve tekrar bana baktı. “Onun burada olmaması gerekiyor…” Ben Bay Şanssız’ı yere fırlatınca sözü yarıda kesildi.
Onun kapıdan geçip geri dönmesine izin veremeyiz. Bugün yemeğini erken yemeni öneriyorum, dedim.
Tavah bana baktı. O, yediği şeyler konusunda benim kadar titiz değildi. “Teşekkürler, patron,” dedi. Arkamı dönüp yukarı çıkmak üzere merdivenlere yöneldim.
Cüce cin arkamdan yarıda kesilen bir çığlık attı. Bir süre olduğum yerde durdum. Bodrum katı, Tavah’nın çıkardığı sesler dışında sessizdi. Yavaşça kapıyı kapattım ve bara döndüm. Cüce cinin Öteki Dünya’ya (ve Y’Elestrial’e) dönüp bizimle ilgili hikâyeler anlatma şansını göze alamazdık. Ne Kraliçe ne de ÖDHA (ya da ondan geriye ne kaldıysa) hâlâ burada olduğumuzu bilmiyorlardı. Ve bunun bu şekilde kalmasını istiyorduk.
***
Wayfarer’ın duvarları gürültüyle sallanıyordu. Barda ilk çalışmaya başladığım zamanlarda bir grup sarhoş adama servis yapma fikrini zorla da olsa kabullenmiştim ama sonra VVayfarer’a gelen perilerin sadece eğlenecek kadar içtiklerini ve problem çıkarmadıklarını fark ettim. Bu beni hem şaşırtıp hem de rahatlatmıştı.
İnsanlar da gayet iyilerdi. Gecelerini Periler’in olduğu bir yerde geçirmek için çok para harcıyorlardı. Ucuzcu oldukları için erkek peri avına gelen kızlardan hoşlanmıyordum. Bir kadeh içki alıp tüm gece ellerinde tutarak en güzel yerleri işgal ediyorlardı. Sadece ve sadece tek nedenle geliyorlardı: Öteki Dünya’dan gelen aç müdavimlerin ilgilerini çekmek için…
Doğruyu söylemek gerekirse onlara kızmaktan çok, acıyordum. Peri cazibesine karşı savunmasız olmak onların suçu değildi. Kendini tutmayı başaran taraf her zaman babamın insanları oluyordu, biz karşı türle ilişkiye girince neler olabileceğini biliyorduk ama insanlar bunu bilmiyorlardı.
Artık çenemi kapalı tutmayı öğrenmiştim. Böyle durumlarda ne zaman onlar
ı caydırmaya çalışsam, bana inanmadıklarını, hatta çok kızdıklarını fark etmiştim.
Cüce cinin icabına baktıktan sonra bara döndüğümde Camille ile Trillian’ın kapıdan girdiklerini gördüm. En büyük ablam olan Camille simsiyah saçları ve menekşe rengi gözleriyle muhteşem bir kadındı. Vücudu kıvrımlı ve balıketliydi. Bir tasarımcının elinden çıktığı belli olan deri bir büstiyer ve uçuşan bir şifon etek giymişti. Trillian siyah süet ayakkabıları, kotu ve boğazlı kazağıyla Matrix’ten fırlamış gibi görünüyordu. Kıyafetleri ve teni bütünleşerek uzun bir siluet oluşturmuşlardı ve gümüş rengi saçları beline kadar uzanıyordu. Saçlarının da kendine ait bir hayatı vardı. Çift olarak, bakışları üzerlerinde topladıklarına şüphe yoktu.
Onlar kendilerine oturacak bir yer bulana kadar bekledim ve beze ellerimi sildikten sonra Chrysandra’ya fırlattım. “Ben mola veriyorum,” dedim. Yanlarına gittim. Trillian’a ihtiyacım yoktu ama Camille’le konuşmam gerekiyordu. Yanlarına gittiğimde Camille başını kaldırıp bana baktı ve sarılıp merhabalaştık.
Trillian bana bakıp gülümsedi ama ben her zamanki gibi onu görmezden geldim. “Ne buldunuz?” diye sordum.
Başını sallayarak arkasına yaslandı. “Yok oldular. Trillian her yere baktı ama ne babama ne de Rythwar’a dair bir iz bulamadı. Ev terk edilmiş ve her şey gitmiş.”
Kahretsin. Tırnaklarıma baktım. Mükemmel görünüyorlardı ve her zaman da öyle görüneceklerdi. “Kimsenin nereye gittikleri konusunda bir fikri yok mu?”
Lethesanar’ın onları bulup öldürdüklerini düşünmüyorsun, değil mi?
Camille soruyu sorduğunda yüzümü buruşturdum ama haklıydı, biri bunu sormalıydı.
Böyle bir durumda Saray’ın etrafında kutlamalar yapmadan duramazdı. Lethesanar, düşmanlarına karşı kazandığı zaferleri sergilemeyi sever. En azından bir duyuru yayınlardı. Hayır, bence sadece saklanacak iyi bir yer buldular ve orada bekliyorlar.
Trillian arkasına yaslandı ve kolunu Camille’in omzuna koydu. Bir gün onların tekrar birlikte oldukları ve böyle kalmak istedikleri gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalacaktım. Bundan hoşlanmıyordum ama yapabileceğim bir şey yoktu. Trillian bize yardım ediyordu ve ona bu kadar krediyi de veriyor olmalıydım.
Bir süre düşündükten sonra, aslında cevabını öğrenmek istemediğim başka bir soruyu sormaya karar verdim. “Diğer problemimiz ne durumda?”
Henüz haber yok, dedi Trillian.
Camille derin bir nefes aldı ve menekşe rengi gözlerinde gümüş benekler parlamaya başladı. “Kraliçe Asteria’nın adamları Wisteria’ya dair bir iz bulamadılar ve Kan Emiciler de radarlarından çıkmış gibi görünüyor. Her zaman gittikleri yerlerde artık görünmüyorlar ve kimse neler olduğunu bilmiyor. Ama niyetlerinin iyi olmadığını biliyoruz.”
Onların neler yapabileceklerini biliyorum. Bir dakika boyunca gözlerimi kapadım ve yaşadıklarımı, beynimden uzaklaştırmaya çalıştım. En azından geceleri, uyanık olduğum zamanlarda anılarımı beynimden uzaklaştırmayı başa-rabiliyordum. “Yani,” dedim, Camille’e bakarak. “Ne yapacağız?”
Camille omuz silkti. “Ne yapabileceğimizi bilmiyorum. Sanırım kapıyı gözleyip, haberleri takip edeceğiz ve cücelerin bir şeyler bulmasını umacağız.”
Asteria, Aladril’deki Kâhinler Şehri’ne gidip Jareth elenen şu adamı bulmamızı söylemişti. Bir şeyler yapmak istiyordum. En nefret ettiğim şey oturup bir şeyler olmasını beklemekti. Onlar bizi şaşırtmadan biz onları şaşırtmalıydık. Benim ilkem buydu…
Biliyorum ama ne söyleyeceğiz? Ne soracağımızı bile bilmiyorken, ondan cevaplar almayı nasıl bekleyebiliriz? Camille ayağını yere vurdu. Ayağının yarattığı titreşimi hissedebiliyordum.
Bilmiyorum, dedim, bir süre düşündükten sonra. “Ama bir şeyler düşünsek iyi olur. Wisteria sonsuza kadar beklemeyecektir ve yanında bir vampir klanıyla bu tarafa geçerse çok fazla zarar verebilir.”
Onu dinleyeceklerine gerçekten inanıyor musun? Şarap kadehinin masada bıraktığı buğunun üstüne parmağıyla bir daire çizdi.
Oh, inan bana onu dinleyecekler. Psikopatlar bir arada olmayı severler ve Kan Emiciler’i bir sadist yönetiyor. Ne kadar şanslıyız, değil mi? Birden müşteri akınına uğrayan bara baktım. Karşı caddedeki film bitmiş olmalıydı. “İşe dönmeliyim,” dedim. “Sizinle evde görüşürüz. Dikkatli olun. Bir şeyler oluyor… bunu hissedebiliyorum.”
Camille başını kaldırdı ve altın rengi ışık yüzünü aydınlattı. Gözlerini kırptı. “Evet, rüzgârda olacakların kokusunu alabiliyorum. Bizi kötü bir sürpriz bekliyor. Sadece ne olduğunu bilmiyorum.” Trillian’a döndü. “Hadi gidelim. Delilah ve İris akşam yemeği için bizi bekliyorlardır.”
Yerlerinden kalkıp kapıya doğru yönelirlerken, Trillian arkasını döndü. “Haklısın,” dedi. “Kan Emiciler, Wisteria ile işbirliği yapacaklardır. Kapıdan kimlerin geldiğini izlemeye devam et.”
Başımı salladım ve Trillian dönüp kapıya doğru ilerledi. Dediğim gibi Svartanlar’dan hoşlanmıyordum ama onun omuzlarının üstünde iyi bir beyni vardı. Bara döndüm ve mekâna göz gezdirdim. Tıka basa doluydu. Birkaç aydır Dünya’ya bağlı Periler de Wayfarer’ı keşfetmişlerdi ve sürüler hâlinde buraya geliyorlardı.
Öteki Dünya’dan gelmiş birçok sıradan Peri dışında, köşe masada fısıldaşan iki kurt adam, Daphne du Maurier’in Rebecca adlı kitabını okuyan bir likantrop, içkisine bir çeşit oyun oynayan yarım düzine ev perisi ve Dünya’da yaşamaya başlamış Peri falcılardan birinden geleceğe yönelik tahminler almaya çalışan birkaç insan vardı. Ve kendilerine erkek periler arayan kızlar… İki saattir buradaydılar ve sadece ikişer tane içki içmişlerdi.
Tam onların yanına gitmeye hazırlanırken ön kapı açıldı ve gömleğinde kocaman bir ketçap lekesiyle Chase Johnson içeri girdi. Onunla alay edecektim ama birden durdum ve burnuma dolan kokuyla birlikte o lekenin ketçap lekesi olmadığını fark ettim. Chase’in üstünde kan lekesi vardı. Kan kokusunun üstümde yarattığı etkiyi geçirmek için gözlerimi kapattım ve içimden ona kadar saydım.
Bir… iki… saldırmayı düşünme bile. Üç… dört… işe gelmeden önce yediğini unutma. Beş… altı… Chase, Delilah ‘nın erkek arkadaşı ona zarar verirsen, Delilah’yı kendinden uzaklaştırırsın. Yedi…sekiz… görmezden gel. Kan, Chase’den gelmiyor, sadece kıyafetindeki bir leke… Dokuz… on… derin bir nefes al. Yavaşça bırak, gerginliği ve açlığı göndererek inkâr et.
Son hava zerreleri de ciğerlerimi terk etlikten sonra, gözlerimi açtım. Her seferinde daha kolay oluyordu. Her seferinde hayatım üstünde daha çok kontrolüm olduğunu hissediyordum. Av sırasında, eğer bir serseri bulamamışsam ve yanımdan geçen masum birinden beslenmem gerekiyorsa bu tekniği kullanıyordum. Bu ileride pişman olacağım kalıcı hasarlar bırakmama engel oluyordu. Psikolojimi bunu bir zevk değil beslenme olarak görmesi için eğitmeye çalışmayı bırakmıştım. Bu bir zevkti ve her zaman öyle kalacaktı.
Chase, neler oluyor? Yaralandın mı?
Bakışlarımı görünce gözleri büyüdü ama sonra başını salladı ve kapıyı işaret etti. “Sokağın karşısındaki sinemada kavga çıktığını rapor ettiler. Hemen oraya gittik ve dört cesetle karşılaştık; iki erkek ve iki kadın.”
Ne oldu? Chase durup dururken kanlar içinde bara gelmezdi. Dünya ve Öteki Dünya’ya ait Periler’in takıldığı bu yerde yazılı olmayan bir kural vardı: Eğer kötü bir yaran varsa ya da regli döneminde olan bir kadınsan Wayfarer’a gelmemelisin, çünkü birilerini kışkırtabilirsin. Kan doğaüstü yaratıkların çoğunda afrodizyak etkisi yaratıyordu. Chase’in bu kuralı yok saymasına neden olacak bir şey olmuş olma-lıydı.
Vampirler, dedi. “Kurbanlar çok kan kaybetmişti ama belirgin bir kesik ya da yaraları yok. Sharah boyunlarını kontrol elti ve hepsinde diş izlerine rastladı. Arka taraftaki balkonda, kimsenin oturmadığı bir yerde bulundular.”
Vampirler mi? Seattle’da başka vampirler de vardı, tabi ama sinemada insanlara saldıracak tipte vampirler miydi? Bu mantıklı görünmüyordu. Başımı salladım. “Onları yakaladın mı?”
Chase kaşlarını çattı. “Onlara ait bir iz bulamadık. Senin yardımcı olabileceğini düşündük; yaralar taze, vampirler hâlâ yakınlarda bir yerde olmalı. Onları ancak sen bulabilirsin.”
İnledim. “Onları takip etmemi mi istiyorsun? Bana kendi türümü kazıklamam için bir neden söyler misin?”
Chase hoyrat bir kahkaha attı. “Çünkü sen ÖDHA için çalışıyorsun. Çünkü sen doğrunun tarafındasın. Çünkü yaptıkları şeyin yanlış olduğunu biliyorsun. Hey, istersen kendine melek de ama bize yardım et.”
Harika. Kardeşimin erkek arkadaşına iyi davranmamın bedeli buydu demek… Ama o yardımıma muhtaç bir şekilde bana bakarken, hayır diyemezdim. Önlüğümü çıkardım ve barın üstüne koydum.
Chrysandra, birazdan dönerim. Benim yerime barla ilgilen. Chase’in peşinden karanlık Ocak akşamına doğru yola çıktım.
***
Ben Menolly D’Artigo. Eskiden akrobattım ve görevim mekânlara girip casusluk yapmaktı. İşimde başarılıydım ya da genelde başarılıydım diyelim… Anne tarafından yarı insan, baba tarafından yarı periydim ve bu genetik karışım, peri gücümde sorunlara yol açıyordu. Bir cadı olan Camille ve kedi kadın olan Delilah da aynı problemi yaşıyorlardı.
Bir gece, rutin casusluğumu yaptığım bir esnada, güçlerim kısa devre yaptı ve kayıp düştüm. Bu yaptığım son hata oldu. Kan Emiciler Grubu beni yakaladı ve bana işkence yaptılar. Ve beni öldürüp kendileri gibi bir vampire dönüştürerek Ölümsüzler Dünyası’na gönderdiler. Ama onların kazanmalarına izin vermedim. Hiç kimse, özellikle de Dredge denen pislik benim hakkımda son sözü söyleyemezdi.
Kardeşlerim ve ben birkaç ay önce kapatılan Öteki Dünya Haber Alma Ajansı ÖDHA için çalışıyorduk. Öteki Dünya’daki evimiz olan Y’Elestrial’de sivil savaş çıkınca, Kraliçe, patronlarımızı görevden aldı. Öteki Dünya’da hakkımızda ölüm emri verildi ve biz bu dünyada kalmayı tercih ettik.
Artık zamana ve cinlerin güçlü efendisi Gölge Kanat’a karşı savaşıyorduk. O büyük ve kötüydü. Yer Altı Ülkeleri’ni o yönetiyordu. Yağmacı ordusuyla birlikte bu dünyayı ve Öteki Dünya’yı yok etmek istiyordu. Öteki Dünya’da yandaşlarımız vardı. Cüceler Kraliçesi bize elinden geldiğince yardımcı oluyordu ama bu yeterli değildi. Kardeşlerim ve arkadaşlarımızla birlikte Gölge Kanat’ın tam önünde duru-yorduk. Ve bu kesinlikle korkutucuydu…
***
Delmonico Sineması Belles Faire’de, Wayfarer’la aynı bölgede yer alan eski bir sinemaydı. Pırıl pırıl parlayan sandalyeleri ve balkonuyla hâlâ ellilerden kalma orijinal dekorasyonu muhafaza ediliyordu. Delmonico’nun daha iyi günleri olmuştu ama Seattle’ın bu dış mahallesindeki sinema koltuk gösteren
çalışanları, gerçek tereyağlı patlamış mısırları ve cumartesi akşamları gösterime giren canavar filmle-riyle nostaljik bir cazibeye sahipti.
Salon boştu; seyirciler sorgulanıp evlerine gönderilmişlerdi. Çok fazla seyirci olduğunu da sanmıyordum. The Rocky Horror Picture Show ve Plan 9 from Outer Space gibi klasiklerin vizyonda olduğu zamanlar dışında gece matinelerine pek rağbet olmuyordu. Üniformasından bilet satıcısı olduğu anlaşılan genç bir kadın ve büfeden sorumlu iki kişi bankta oturmuş, Chase’in ekibinin onları evlerine göndermelerini bekliyorlardı.
Chase halı kaplı merdivenlerden çıkarken onu takip ettim. İçgüdülerimi kontrol altında tutabildiğim için şanslıydım. Beynimi taze kanın kokusundan uzaklaştırdım ve söylediklerine odaklanmaya çalıştım.
Bir saat kadar önce isimsiz bir ihbar aldık. Telefon direkt bana geldi. Yani arayan kişi bunun benim davam olacağını biliyordu, dedi.
Peri İnsan Olay Yeri İnceleme Ekibi, Chase’in bebeğiydi. Bu birimi ÖDHA’nın Dünya Bölümü’nde işe başladığı zaman kurmuştu. Periler ve Dünya’da yaşayan doğaüstü yaratıklarla ilgili tüm davalara bu ekip bakıyordu.
Direkt senin ofisini mi aradılar yani? Numaran biliniyor mu? Bu bana ilginç gelmişti.
Chase başını salladı. “Hayır, ama biri çok isterse numaramı bulabilir. İşin ilginç yanı, arayan her kimse bunun bizim birimimizin ilgilenmesi gereken bir olay olduğunu biliyordu. Ama oraya gittiğimizde bunun vampirlerin işi olduğunu anlamamız birkaç dakikamızı aldı. Görünüşte garip olan hiçbir şey yoktu… herhangi bir cinayet vakası gibi görünüyordu. Ama arayan kişi, onları öldürenlerin insan olma-dıklarını biliyor olmalı.”
Chase’in dudaklarından insan kelimesini duymak garipti, çünkü o da onlardan biriydi.
Cesetleri hareket ettirdiniz mi? Boyunlarındaki izleri yaşayıp yaşamadıklarını kontrol ederken mi gördüler? Kurbanlara baktım. ÖDHA’nın sağlık ekibi hâlâ onları inceliyorlardı. Onlar da birkaç ay öncesine kadar ÖDHA’nın resmî sağlık ekibiydi. Şimdi ÖDHA bizim bebeğimizdi ve kararlarımızı kendimiz alıyorduk.
Hayır. Sanmıyorum. Sharah kan izlerini kontrol edip, hâlâ öldükleri yerde olduklarına karar verdi.
Kandan bahsetmişken, dedim, yavaşça. Bu akşama kadar hayatta olan (ve büyük ihtimalle mutlu olan) dört kurbana baktım. Ben de melek değildim ama kurbanlarımı etrafa zarar veren serseri tipler arasından seçerek vicdanımı rahat tutuyordum.
Evet? Chase omzuma dokundu. Biraz endişeli görünüyordu. “Menolly, iyi misin?”
Evet, dedim, düşüncelerimden sıyrılarak. “İyiyim. Ben bu katliamda bir gariplik olduğunu düşünüyorum. Bu kadar çok kan olmamalıydı. Eğer pasaklı bir vampirle karşı karşıya değilsek, etrafta bu kadar çok kan olmamalıydı. Gerçi tanıdığım en pis vampirler bile genelde düzenli ve tertipliler. Vampir saldırılarının yıllardır fark edilmiyor olmasının nedeni de bu… Ancak…”
Aklımdan bir düşünce geçti ama bunu dile getirmek istemiyordum. Ben dönüştüğümde etrafta çok kan vardı ve bunu kanıtlayacak yara izlerini de hâlâ vücudumda taşıyordum.
Ancak, ne? Chase’in sesi sabırsız geliyordu ve onu suçlayamazdım. Bir açıklama bulmak zorundaydı. Dışarıya cinler ve likantroplar hakkında bilgi verilmezdi. Kurbanların ailelerine sevdiklerinin bir vampir ya da başka bir doğaüstü yaratık tarafından öldürüldükleri de söylenmezdi. Eğer Dünya’da işlenen herhangi bir cinayetten, bir doğaüstü yaratığın sorumlu olduğu duyulursa, gözünü kırpmadan önüne gelen tüm yaratıkları avlamaya çıkacak birçok kaçık vardı.
Belki bu insanlara zarar vermek istediler, belki de… bir mesaj bırakmak istediler. Hiç yara izi var mı? İşkenceye dair bir iz… Başımı kaldırınca Chase’in gözlerindeki acıma ifadesini gördüm ve bakışlarımı kaçırdım. Cesetlere dönerek yüzlerinde herhangi bir kızgınlık veya acı ifadesi aradım.
Sharah, kontrolünü tamamlıyordu. O ve daha tıraş olacak yaşa yeni gelmiş gibi görünen asistanı, cesetleri alıp daha detaylı bir inceleme için morga götüreceklerdi. Sharah ile göz göze geldik ve hafifçe başını sallayarak selam verdi.
Henüz bilmiyorum, dedi Chase. “Görünürde büyük bir hasar yok ama otopsiden sonra daha çok şey biliyor olacağız.”
Yüzlerine baktım. Yüzlerinde beklenmedik bir anda saldırıya uğradıklarını gösteren şaşkın bir ifade vardı. Gecenin son sürprizi olmuştu. Hayatlarının son sürprizi…
İç çekerek doktorların işlerini yapabilmeleri için geri çekildim. Son birkaç aydır, Vampirler Anonim’in arkasındaki beyinler ve Wade’le birlikte çalışıyordum. En az on beş vampirden masumlara zarar vermeyeceklerine dair söz almıştık. Yanlarından geçen birinden beslenmek zorunda kalsalar bile, bunu onları öldürmeden ve zarar vermeden yapacaklarına dair söz vermişlerdi.
Bundan sonraki adımda Seattle’daki vampirleri kontrol altında tutan bir birim oluşturmayı planlıyorduk. Kurallara uymayan vampirler sınır dışı edilecekler ya da cezalandırılacaklardı. Başka şehirlerdeki gruplarla da birleşip, vampirleri korkulan yaratıklar olmaktan kurtarabilmeyi umuyorduk.
Wade’e bunu bildirmem gerekiyor, dedim. “Onunla konuşup, bir şeyler öğrenmeye çalışacağım.”
Chase başını salladı. “Memnun olurum, Menolly. Vampirlerle nasıl başa çıkılacağını gerçekten bilmiyorum. Haçların işe yaramadıklarını söylemiştin…”
Hayır, yaramazlar. Beş köşeli yıldızlar veya diğer dini sembollerde bir işe yaramaz. Bunlar vampir korkusuyla yaşayan çevre sakinlerini rahatlatmak için uydurulan yöntemler. Güneş ışığının etkili olacağına şüphe yok. Ateşten de pek hoşlanılmaz ama o da çok tehlikeli değildir. Vampirleri etkisiz kılacak birkaç sihir var. Camille birkaç tanesini biliyor ama benim üstünde denemesine hayatta izin vermem. O yüzden, gerektiği takdirde onları doğru şekilde uygulayıp uygulayamayacağını Tanrı bilir.
Güldü. “Ne zaman sihir yapsa, bir olay oluyor.”
Kendimi tutamayıp sırıttım. “Hücum sihirlerinde kendini geliştiriyor. Savunma ve ev sihirlerinde zaten iyi. Onu küçümseme, Chase. Eğer isterse sana gerçekten zarar verebilir.”
Chase rahatladı ve bana bakarak gülümsedi. “Evet, biliyorum. Ve Delilah’nın da neler yapabileceğini biliyorum. Ve senin bana yapabileceklerini de biliyorum Ama size güveniyorum, kızlar. Hepinize,” diye ekledi.
Ne demek istediğini anlayarak komplimanını kabul ettim. Bir ay öncesine kadar ben odaya her girdiğimde korkudan havaya zıplıyordu ve ben de onu korkutmaktan büyük zevk alıyordum. Hâlâ birbirimizden çok hoşlanmıyorduk. Ama Delilah’nın kalbini çalan, uzun boylu, yakışıklı dedektife karşı saygı duymaya başlamıştım. O da Chase de farkında değillerdi ama birbirlerine âşık olmuşlardı. Onlara bunu söyleyecek kişi ben olmayacaktım, tabi. Bunu yakında kendileri anlayacaklardı.
Ana girişe inen merdivenlere doğru yavaşça ilerlemeye başladım. “Wade’le konuştuktan sonra sana haber vereceğim. Sana da bu sırada dördünün ölümünü açıklayacak uygun bir bahane bulmanı öneririm. Gerçeğin bilinmesine izin veremeyiz. Bu, kargaşaya neden olur. Bir şeyler öğrenirsen beni ara.”
Haklısın, dedi, cinayet mahalline geri dönerken. “Uğraşmamız gereken yeterince kargaşa var.”
Delmonico’dan çıkıp barıma döndüm. Gece soğuk bir harikalar diyarıydı ama ben sadece kan kokusu alıyordum
2. BÖLÜM
B ara döndüğümde güzel bir sürpriz beni bekliyordu, İris barda oturmuş bir kadeh Granover şarabı (Öteki Dünya’da, Y’Elestrial’i çevreleyen üzüm bağlarından yapılmış bir şaraptı) içiyordu. Ben kapıdan girince yüzü aydınlandı ve bana el salladı.
Nereye gittiğini merak ettim, dedi, kadehini bir dikişte içerken. “Bir tane daha, lütfen. Bu gece çalışmıyorum ve evde oturmak istemedim.”
İris, ben ve kız kardeşlerimle birlikle yaşayan Finli bir ev perisiydi. Evle ilgileniyor, küçük gargoylemiz Maggie’ye bakıyor ve ara sıra da çelik tencereleriyle kötü adamların kafalarına vuruyordu. Norveçli bir genç kız kadar hoştu ama hepimizden daha yaşlı ve en az bizim kadar tehlikeliydi. Ayrıca en yakın arkadaşlarımdan biriydi.
Burada olduğuna sevindim, dedim, bardağını doldururken. “Sanırım bir problemimiz var.”
Yüzünü ekşitti. “Oh harika. Şimdi neler oluyor? Şehre yeni bir Cin Üçlüsü mü geldi? Bir ten gezgini kardeşinin intikamını mı almaya gelmiş? Cüce cinler sarhoş olup olay mı çıkarıyorlar?”
Başımı salladım ve söylediklerimi kimsenin duymaması için bara yaslandım. “Hiçbiri değil. Sanırım konumuz kötü vampirler. Büyük ihtimalle daha yeni vampir olmuşlar ve Vampirler Anonim’in kötü davranışları engelleme çabalarından haberleri yok.”
Bana baktı ve gözleri büyüleyici bir bahar sabahı gibi parlarken şarabından bir yudum aldı. Benim de gözlerim maviydi ama vampir olduğumdan beri yavaş yavaş donuk griye dönüyorlardı. Açken, avlanırken veya kötü bir ruh hâlimdeyken kırmızıya dönmedikleri zamanlarda, tabi…
Bu kötü bir haber, dedi. “Camille ve Delilah’ya söyledin mi?”
Hayır. Bugün işten erken çıkacağım. Chase başka kurbanlar da bulmadan önce onlara konuyu anlatmam lazım. Bu bizimle ilgili bir konu değil (peki, onlarla ilgili bir konu değil) ama bilmeleri gerekiyor. Wade’i arayıp benimle evde buluşmasını söylesem iyi olacak. İşim bittiğinde benimle eve gelmek ister misin? Telefonu elime aldım ve Wade’in numarasını tuşladım.
İris başını salladı. “Gelebilirim.” Etrafına baktı. “Ben umuyordum ki… of, boş ver,” diye ekledi. Gözleri köşe stanttaki sarhoş ev perilerine takıldı; içlerinden biri yüzüstü masaya devrilmişti. Stanttaki sandalyenin üstüne diz çöktüğü göz önünde bulundurulunca, ertesi sabah ciddi bir sırt ağrısı çekeceği kesin görünüyordu.
Bir dakika kadar ona baktım. “Hoşlanabileceğin birini bulmayı umuyordun, değil mi?” İris’in yüzü kızardı ve başını eğdi. Gülümsedim.
Hayır- Evet- yani-
Üzülerek ona doğru uzandım ve elini okşadım. “Bu utanılacak bir şey değil. Neden ben telefonla konuşurken gidip şu hödüklerle tanışmıyorsun. Belki ayıkken bundan daha iyi görünüyorlardır.” Ben telefonu tekrar elime alırken, İris derin bir nefes alarak tabureden aşağı kaydı. Dikkatle ev perilerine doğru ilerledi. Wade’in telefonu açmasını beklerken iyi olduğuna emin olmak için gözümü ondan ayırmadım.
Wade, Dünya’da tanıştığım ilk vampirdi ve bölgesel bir vampir grubuna liderlik yapıyordu. Vampirler Anonim, hayata uyum sağlamaya çalışan vampirleri desteklemek için oluşturulan bir gruptu. Teoride kulağa saçma geliyor olabilirdi ama vampirlerin tüm gece kan barları ve seçkin gece kulüplerinde gezmeye dayanmayan bir sosyal yaşam kazanmalarına yardımcı oluyordu. Nefes alanlar bizim yüz yüze olduğumuz problemleri ve çıkmazları anlayamazlardı. Bizim de bazen hava alabileceğimiz güvenli bir yere ihtiyacımız oluyordu.
Gruba katıldığım zaman Wade’in en gözde hedefinde ona yardımcı olmak için gönüllü oldum: Amacımız vampirlerin masumları avlamamalarını sağlamak ve onlara öldürmeden beslenmeyi öğretmekti. Başlarda onun bu fikri konusunda ne düşündüğümden emin değildim ama kendi reaksiyonlarımdaki farklılıklara dikkat ettikçe, bu fikri daha çok sevmeye başladım. Kendimizi kontrol etmek bizim doğalarımıza aykırıydı, tabi yaşamın getirdiği belli dürtüler vardı… ya da yaşamdan sonrasının… Delilah’ya veya Camille’e bundan hiç bahsetmemiştim…
Ama Wade’e bu yeni girişimimi Dünya’da yaşayan psikopatlara karşı kullanmayacağımı açıkça söylemiştim. Biri asosyallikle zarar veren bir sosyopatın arasındaki çizgiyi geçtiğinde haklarını kaybedip eğlencemiz hâline gelirdi. Ve çoğunlukla akşam yemeğimiz…
Wade telefonu açtığında ona durumu anlattım ve benimle bir saat içinde evde buluşmasını istedim. “Senden bir isteğim var,” dedim, tezgâha bakarken. “Lütfen, anneni evde bırak.”
Wade ve ben kısa bir süre beraber olmuştuk buna beraber olmak denirse tabi ama ben kendimi pek rahat hissedemiyordum. Ve annesi de gelişen ilişkimizi bitirmeye karar vermeme neden olmuştu. Artık sadece arkadaştık.
Problem değil. Kuzen Creakula’yla görüşmesini sağlarım, dedi. Tavan arasında küflenmiş eski kitaplarıyla vakit geçirmeyi tercih eden yaşlı bir vampirden bahsediyordu.
Rahatlayarak telefonu kapadım. Birisi Belinda Stevens’ı vampire dönüştürerek, Wade’i küçük oğlunun gitmesine asla izin vermeyecek baskıcı bir albatrosa mahkûm etmişti. Birisi annesini yok etmeye karar vermediği sürece sonsuza kadar ona mahkûm olacaktı. Ben bunu yapmayı bir kereden fazla düşünüp
kendimi tutmayı başarmıştım. Ama eninde sonunda birileri bir yerlerde öfkesinden çıldırıp onu yok edecekti.
Telefonu kapadığımda İris’in biriyle takıldığını fark ettim. Onun arkasından bara doğru ilerleyen adam çok sarhoş görünmüyordu. İkinci bakışımda, omuzlarına gelen siyah kıvırcık saçları, gözlerindeki gücünün sinyallerini veren parıltı ve soluk bar ışığı altında bile kendini gösteren kol kaslarıyla gerçekten hoş bir adama benzediğini fark ettim. Alkol kokusunu ve üstündeki hardal lekesini bir kenara bıra-kırsak, gerçekten düzgün görünüyordu.
İris bana baktı ve ona saati işaret ettim. “Ben çıkmalıyım, Bruce,” dedi. “Seni yarın arayacağım.”
Bruce yüzünde istekli bir ifadeyle başını salladı. “Tamam. Ama öğlenden önce arama. Eğer sabah çayımı içmemiş olursam tek heceli kelimelerle konuşurum.” Konuşmasında İngiliz aksanı hissediliyordu. Şu anda bu ayyaşlarla takılıyor olsa da, zamanında yüksek sosyeteyle vakit geçirmiş olmalıydı. Biz kapıya doğru ilerlerken arkamızdan el salladı.
Ocak ayı için alışılmışın dışında bir akşamdı. Esen sert rüzgârla beraber, havanın soğukluğu normalin çok üstündeydi. Büyük bir fırtına başlamak üzereydi. Camille yaptığı sihirle hava durumunu önceden tahmin etmişti. Rüzgâr elementleri Kuzey Kutbu’ndan yarın akşama kadar etrafı bembeyaz yapacak bir kar fırtınası getiriyorlardı. O ve Delilah tüm günü her şeyi bağlayarak veya güvenli bir yere taşıyarak geçirmişlerdi. Morio ve Chase de onlara yardım etmişlerdi. Tüm bunlar olurken ben uyuyordum; gün batımı sırasında odamdan çıktığım zaman tüm pencerelerin fırtına için sağlamlaştırdığını ve verandadaki Noel’den kalan tüm karışıklığın temizlendiğini fark ettim.
Dışarı çıktığımızda, iris ceketinin önünü kapadı ve ellerini ceketinin ceplerine koydu. Ben üşümüyordum (bir daha asla üşümeyecektim) ama rüzgârın dondurucu olduğu açıkça fark ediliyordu. Wayfarer’ın üç blok batısındaki otoparka bıraktığım arabama doğru ilerlerken, İris konuşmaya başladı.
Bu kış gerçekten garip geçiyor, dedi. “Camille havaların normal olmadığını söylediğinde bunun onun hayal gücü olduğunu düşünmüştüm ama şimdi haklı olduğunu düşünüyorum. Ben de aynı şeyi düşünüyorum. (Havada bir şeyler var.) Başka bir kar fırtınası geliyor. Daha önce kış boyunca bir veya ikiden fazla kar fırtınası yaşadığımız olmamıştı ama bu yıl bir aydan beri sürekli tekrar ediyor.”
Ne diyeceğimi bilemeden başımı salladım. Bir meteorolojist ya da hava sihirbazı değildim. Ama şehrin enerjisini hissedebilmek için durduğumda uyuşmayan bir şeyler olduğunu hissettim.
İris konuyu değiştirdi. “Bence Maggie yakında ilk adımlarını atacak.”
Göğsümde dalgalanan gurur hissiyle gülümsedim. Ona nasıl dengesini sağlayıp ayakta duracağını öğretmek için bir süredir uğraşıyordum. “Umarım bunu ben uyanıkken yapar. Artık zamanının geldiğini nereden anladın?”
Kahve masasından destek alarak ayağa kalkıyordu. En büyük problemi kuyruğu ve kanatları. Dengede kalması için biraz öne eğilmesi gerektiğini tam olarak kavradığını sanmıyorum. Bir kere denedi ama fazla eğildiği için devrildi. İris kıkırdadı. “Bu olduğunda gülmedim. Duyguları çok değişken. Ona kötü bakıldığı zaman gülümseyişi aniden ağlamaya dönüşebiliyor.”
Bunu ben de fark ettim, dedim. Hmm… kanatlar ve kuyruk… Bunu daha önce düşünmemiştim. “Ona ekstra ağırlığı nasıl dengeleyeceğini öğreteceğim.”
İyi fikir ama dikkatli ol, o çok duygusal.
Farkındayım. Maggie karşısındakinin davranış şeklinden kolayca etkileniyordu, o yüzden onu kırmamaya çalışıyordum. “Bunun en kısa zamanda üstesinden gelecek. Ve sonra onu seyret… Evde kendine zarar vermesini önleyecek önlemler almamız gerekecek. Başına neler gelebileceğini anlamak için henüz çok küçük ve biz de bir kaza olmasını istemeyiz.”
İris kuvvetle başını salladı. “Kesinlikle. Delilah yılbaşı ağacına tırmandığı zaman neler olduğunu hatırla. Eğer onun yerinde Maggie olsaydı ölebilirdi. Alışverişe çıkıp bebekleri koruyan malzemelerden alacağım. Maggie için de işe yarayacaktır.”
Dar sokaktan geçerken otoparkın sadece bir blok uzağındaydık. Bir ses dikkatimi çekti ve İris’e susmasını işaret ederek durdum. Ağlama sesleri boğuk bir kahkahanın ardında kayboluyordu. Wilshire Bulvarı üstündeki iki tuğla binanın arasında bir şeyler oluyordu ve her ne oluyorsa, bu kesinlikle iyi bir şey değildi. Kaldırıma vuran yağmur sesleri hızlanmıştı ama kızın haykırışlarını hâlâ duyabiliyordum, “Hayır, lütfen yapma!”
İris’e baktığımda hafifçe başını salladı. Kasvetli ve dar sokakta yavaşça ilerlemeye başladık. Hava, gölgelere karışabileceğimiz kadar karanlıktı. Ben başımı hızla sallayıp saçlarımdaki boncukları tıkırdatmadığım sürece hiç ses çıkarmazdım ve İris de en az benim kadar sessizdi. Neler olabildiğini görebileceğimiz bir noktaya kadar yavaşça ilerledik.
Yüksek binalardan birinin orta katından gelen soluk ışığın altında yeni ergenliğe girmiş gibi görünen bir kıza sarkıntılık eden iki adam gördük. Adamlardan biri elini kızın beline dolamış, diğer eliyle ağzını kapatmaya çalışıyordu. Diğer adam bluzunu yırttı ve kızın beyaz göğüsleri gecenin karanlığında parladı. Ellerini kızın göğüslerine götürdüğünde sinirlendim.
İris derin bir nefes aldı. Koluna dokunup olduğu yerde kalmasını işaret ettim. Onlara yeterince yaklaşana kadar bir bıçak kadar sessizce gölgelerin arasında ilerledim ve kalan mesafeyi bir sıçrayışta kapatarak kızı tutan adamın sağ tarafına ulaştım. Vücuduma adrenalin hücum ederken, azı dişlerim büyüdü.
Adam uzun boylu ve açık tenliydi. Üstünde haki renkli bir pantolon ve kısa bir yağmurluk vardı. Başında, siperi tek gözünü kapatan Panama yazılı bir şapka vardı. Arkadaşı bol ve kalın bir süvete
giymişti.
Misafir beklemiyordunuz, değil mi çocuklar? diye sordum Bay Şık’ı yağmurluğunun yakasından yakalarken, kızı bırakınca onu yavaşça kenara çektim.
Onu havaya kaldırıp hızla binanın duvarına çarparken, Lanet-” diye konuşmaya başlamıştı. Arkadaşı kaçmak için döndü ama İris bir şeyler mırıldandı ve önünde bir ışık demeti oluştu.
Kahretsin, göremiyorum adamım! dedi, tökezleyerek yanımdan geçerken. Sol ayağımı öne çıkararak ona çelme taktığımda ayağı yerden kesildi ve hızla yere düştü.
Bu ne- diye konuşmaya başladı, İris, adamın üstüne çıktı ve anlamadığım bir şeyler yaptı. Adam bayıldı ve İris duvarın kenarına sinmiş hâlde göğüslerini kapatmaya çalışan kızın yanına koştu.
Dikkatimi tutsağıma yönlendirdim ve yüzünü görmek için kafasını kaldırdım. Çırpındı ama benden kurtulabilmesinin imkânı yoktu. Güçsüz bir hâlde, gözleri kırmızı renkte parlayan ufak tefek bir kadının elinde olduğunu anladığında yüzünde bir şok dalgası belirdi.
Adın ne pislik herif?
Çırpındı ve onu duvara iyice yapıştırdım. “Sana adını sordum, çocuk!”
Tamam, tamam! Robert. Adım Robert. Tanrım, sen nesin? Kıvranmaya başladı ama ben soluk borusuna biraz daha baskı yapınca birden dondu.
Açık konuşalım. Benimle ilgili hiçbir şey seni ilgilendirmez. Tek konumuz senin bu kızla ne yaptığın. Söyle bana, ona ne yapacaktın? Ve bana sakın ona şehir turu attıracağını söyleme. Aptallarla uğraşacak modumda değilim. İris’e baktım. Kızı rahatlatmaya çalışıyordu.
Zorlukla yutkundu ve, “Bu seni ilgilendirmez, kaltak.” dedi.
On, dokuz, sekiz… Soluk borusuna zarar vermemeye dikkat ederek boynunu biraz daha sıktım. “Dışarısı çok soğuk ve kötü bir gün geçirdim. Hemen konuşmaya başlasan iyi olur.”
Tanrım, izin ver gideyim! İzin ver gideyim! Direnmeyi bırakınca mesajımı aldığını anladım. “Tamam, tamam! Onu partiye götürüyorduk.”
Çocuğun rengi maviye dönmeye başlamıştı. Elimi biraz gevşettim.
Bana tecavüz etmeye çalışıyorlardı, dedi kız, zorlukla nefes alarak. Gölgelerin arasından çıktığında onu daha net görebildim. Üstünde dar bir kot, bluz ve deri ceket vardı. Zavallı çocuk yorgun ve üşümüş görünüyordu. “Beni bir şeyler yiyip biraz uyuyabileceğim bir partiye götüreceklerini söylediler ama buraya getirdiler…”
Onlarla nerede karşılaştın? diye sordum ve İris’e baktım. “Şunun üstünü ara,” dedim.
Otobüs terminalinde… diye fısıldadı. “Şehre yeni geldim. Kalacak bir yerim yok. Bu çocuklar beni bulduğunda kendime biraz uyuyabileceğim bir yer arıyordum. Yanlarında bir kız vardı ve bana partiye gitmek isteyip istemediğimi sordular. Orada yemek ve uyuyabileceğim bir yer olduğunu söylediler. Dışarı çıktığımızda kız kayboldu ve bu çocuklar… beni buraya getirdiler.”
Bu, Öteki Dünya’da bile eski bir hikâyeydi. Whitmore Binası’nın alt katındaki iş yerlerinden birine çıkan basamağı işaret ettim ve “Bir dakika otur. Şu anda güvendesin,” dedim.
İris, Robert’ın üstünü iyice aradı ve çirkin görünümlü bir silah buldu. Demirin onu etkilemediğini biliyordum ama benim ellerimi yakardı. Tüm Periler metalden etkilenmezlerdi ama bazılarımız (yarı peri olanlar bile) başta demir olmak üzere metalden hiç hoşlanmazdık. Onu serbest bırakınca Robert yere yığıldı.
Olduğun yerde kal, yoksa ölürsün, dedim, İris’in elinden silahı alırken. Elim demirle temas ettiğinde kıvılcımlar çıktı ama vampir olmanın faydasını görüyordum. Demir elimi yakarken hiç acı hissetmiyordum. Ve bir vampire dö-nüştüğümden beri oluşan yaralarım dakikalar veya saatler içinde kolayca iyileşiyordu. Dredge’in bende açtığı yaralar iyileşememişti, çünkü beni işkenceden sonra hemen öldürmüştü.
Silahı Robert’a doğrulttum ve “Bu iyi mi? Silahlarla oynamayı seviyorsun demek!”
Gözleri büyüdü ve ona bakıp gülümsedim. Ah evet, bu eğlenceli bir oyun olacaktı. Sırtını duvara yaslayarak geri çekildi. “Ateş etme, bana zarar verme bayan! Üzgünüm. Sadece gitmeme izin ver ve-”
Sus ve olduğun yerde kal! Silahtaki mermileri elime boşaltmaya başladım. Elimi silahın uzun namlusunda gezdirdim ve Robert’ın iyice görebileceği şekilde havaya kaldırdım. Namluyu yavaşça büktüm. “İşte, böyle çok daha iyi. Şimdi demirin en iyi yaptığı şeyi yapmaya başlayacak; paslanacak.”
Mermileri ufalarken Robert titremeye başladı. Elimde kileri yanına fırlattım.
Ona doğru eğildim. “Patlayıcı oyuncaklarla oynamamalısın,” dedim. Parmağımı yanağına götürdüm ve tırnağımı teninde yavaşça gezdirdim. “Birini incitebilirsin. Hatta birini öldürebilirsin.”
Gözlerindeki dehşet, teninde gezinen korkunun kokusunu yansıtıyordu. İçimdeki arzu kabarırken, nefesim kesildi.
Söyle bana Robert, kıza ne yapacaktın? Onun için nasıl bir parti planlamıştın? Kalp atışlarını hissettiğimde içimdeki açlık büyüdü. Son nefesimi verirken Dredge bileğini zorla dudaklarıma
yapıştırdıktan sonra kana susamışlık doğamın bir parçası hâline gelmişti.
Robert’ı ayağa kaldırdım ve duvara yapıştırdım. “Bana yalan söyleme sakın. Eğer yalan söylersen anlarım. Dudaklarından çıkan yanlış bir kelime sonun olur, arkadaşım.” Gerçeği biraz abartıyordum (ben aslında bir yalan dedektörü değildim) ama o bunu bilemezdi. Gerginlikten neredeyse altına yapacaktı.
Gırtlağını temizledi. “Tamam, tamam! Ne yapacağımızı biliyorsun-”
Hayır. Söylemeni istiyorum. İtiraf etmeni istiyorum.
Peki, kaltak, dedi. “Bilmek mi istiyorsun? İzlemek de istersin belki? Onu önce becerecek, sonra da çalıştırmaya başlayacaktık.”
Sen pezevenksin, değil mi? Fahişelerle bir alıp veremediğim yoktu ama pezevenklerden nefret ediyordum. Onlar birer haraççıdan başka bir şey değillerdi. “Yani ona tecavüz edecektiniz ve sonra sokaklarda satacaktınız. Ve bu da onun normal bir hayata dair tüm umutlarını silip süpürecekti.”
O aynı zamanda bir uyuşturucu satıcısı, dedi İris, elindeki haplarla dolu torbayı göstererek. “Z-fen. Şehirdeki en yeni uyuşturucu. Homoseksüeller, tecavüzcüler ve seks bağımlıları kullanıyorlar. Engelleri azaltıp kendinden geçmeni sağlıyor. Ekstasiden çok daha tehlikeli bir uyuşturucu, bağımlılık yaratıyor ve yüksek dozda alındığında felâketlere yol açıyor.”
Gözlerimi kıstım. “Bunları nasıl öğrendin?”
Omuz silkti. “Onlar hakkında bir program izlemiştim. Anladığım kadarıyla çiğnenebiliyor ve tadı nane gibi. Satıcılar çocukları bu şekilde kandırıyorlar.”
Kahkaha attım. “Robert, Robert… ben, sen ve arkadaşınla ne yapacağım? Bahse girerim kaçakları onları koruyacağınıza inandırmak gibi bir alışkanlığınız vardır, değil mi? Onları partilerinize gelmeye ikna ettikten sonra uyuşturucu verip arkadaşlarınızın eğlencesi hâline getiriyorsunuz, değil mi?”
Gözleri bana bilmek istemediğim her şeyi anlatıyordu.
Uyuşturucu aldıkları için karşı koyamıyorlar, diye devam ettim. “Sonra onları sokaklara gönderip oturduğun yerden onların parasını alıyor ve onlara bağımlılıklarını devam ettirecek kadar uyuşturucu sağlıyorsun. Onlar da çalışmaya devam ediyorlar. Eğer kaçmaya kalkarlarsa, onları dövüyorsun. Ve ihtiyacın olduğu zamanlarda onlarla kendin de beraber oluyorsun.” Onun türünden insanları, ava çıktığım zamanlarda tüm gece boyunca sıklıkla görüyordum. Bu güzel şehrin ahlaksız alt yapısıydı.
Gözlerini sıkıca kapadı ve zorlukla yutkundu. “Bana ne yapacaksın? Sen polis misin?” diye sordu.
Duvara yaslanmış ve kendini sıcak tutmak için kollarını kavuşturmuş olan İris’e baktım. Omuz silkti. “Nasıl istersen,” dedi. “Artık eve gitmeliyiz ama…”
Robert’a dönerken ona ne yapacağımı tekrar düşündüm. Tahminlerime göre Robert silahı doğrultmaktan daha fazlasını da yapmıştı. “Kaç çocuğu ağına düşürdün? Kaç kişiyi vurdun?”
Robert’ın rengi solmaya başlamıştı. “Tanrım, bayan, lütfen sadece beni tutukla ya da ne yapacaksan yap.”
Birden pislikten ve kasvetten sıkılarak onu tekrar tuğlalara yapıştırdım. “Tam olarak kaç kişi çalıştırıyorsun?”
Gırtlağını sıkınca iğne batırılmış bir balon gibi söndü. “Dört erkek ve on beş kız. Başka ne bilmek istiyorsun? Ve eğer polis değilsen, burada ne yapıyorsun? Süper kahramanı falan mı oynuyorsun?”
Sesindeki kendini beğenmiş ton, beni çığırımdan çıkarmıştı. İris’e işaret ettim. “Şu hapları bana ver ve kızı buradan götür. Beni caddede bekleyin.” Onlar gittikten sonra tekrar yeni arkadaşıma döndüm. “Süper kahraman, öyle mi? Ben kendimi adalet kılıcı olarak tanımlamayı tercih ederim,” dedim, uyuşturucuyla dolu torbayı açarken.
Gözleri gerginlikle sokağın sonuna doğru kaydı ama bir parmağımı kaldırdım. “Bana bak,” dedim, her zaman kontrol altında tuttuğum sahte cazibemi açığa çıkararak. Yarı Peri kanım ve vampir olmanın getirdiği çekicilikle birlikte büyüleyemeyeceğim kimse yoktu. İsteyerek ya da istemeyerek ne dersem yaparlardı. Karşı koyamayacak hâle gelen Robert direnmeyi bıraktı ve gözlerime bakmaya başladı.
Şşş, diye fısıldadım ve sessizce beklemeye başladı. Pişman olduğuna dair herhangi bir işaret ararken, üstünde bir enerji tabakası dalgalandı ve taze et arayan sağlıksız bir sarmaşık gibi vücudundan dışarı süzüldü.
Biliyorsun, dedim, yumuşak bir sesle. “Ben vampirim.” Ağzımı açarak ona azı dişlerimi gösterdiğimde elimden kurtulmaya çalıştı ama başaramadı. “Aslında,” diye devam ettim, “sen de bir vampirsin. Kanla beslenmiyorsun ama genç kızları ve erkekleri başkalarına satarak vücutlarından besleniyorsun. Değil mi?”
Uslu bir çocuk gibi başını salladı.
Evet, doğru, her zaman en iyisi doğruyu söylemektir. Ama aramızda büyük bir fark var. Benim için seni öldürmek gerçekten çok kolay.
Aramızdaki ihtiras büyürken, Robert titremeye başladı ama onun bundan keyif almasını istemiyordum. Bu deneyimi onun için inanılmayacak derecede duygusal bir hâle getirebileceğim gibi, son derece acı dolu bir hâle de getirebilirdim. Ama bu Robert için kesinlikle güzel bir deneyim olmayacaktı.
Aç değildim ama sokaklarda sinsice dolaştığı günler artık bitmişti. Onun ölmeden önce korkuyu ve kurban olmanın nasıl bir şey olduğunu anlamasını istiyordum. Eğer onu polislere teslim etseydim, hemen salıverilirdi, çünkü çalıştırdığı hiç kimse onun aleyhine şahitlik etmeye cesaret edemezdi.
Kıpırdama. diye fısıldadım ve olduğu yerde donakaldı. Bir ter damlası kaşından alnıma damladı ama umursamadan dudaklarımı boynuna bastırdım. Yavaşça tenini yaladım. Tahrik olduğunu hissedebiliyordum ama bu durum dişlerimi boynuna geçirmemle son buldu.
Kanı sıvı hâlinde bir alev gibi gırtlağımdan aşağı süzülüyordu. Yıpranmış sinirlerimi yatıştırmak için bunun bal ve şarap olduğunu düşündüm. Vücuduma bir rahatlama ve arzu dalgası hücum etti. Beslendikten sonraki zaman dilimi benim için her zaman zor oluyordu; sevişmek istiyordum ama cehennemin buz gibi olduğu gün bile beslendiğim pezevenklerle beraber olmam, onları tahrik edip kendimi tatmin et-mek için kullanmam söz konusu değildi. Dredge’in ellerinin hafızamdaki yeri beni her zaman tutuyor ve yakın ilişkilerden kaçınmamı sağlıyordu.
Bu, vampir hayranı insanların aradığı şeydi; fiziksel paylaşım. Ama çoğu bununla başa çıkamıyor, kana susamışlığın içinde kendini kaybetmenin verdiği çılgınlığa dayanacak kadar güçlü olamıyordu. O yüzden kendimi kontrol altında tutuyor, tutkuma ve gücüme uyacak, kendimi yanında güvende hissedebileceğim bir eş bulacağım günü bekliyordum.
Robert uyanırken boynunu bir kez daha yaladım ve geri çekildim. Uyuşturucuyla dolu paketi havaya kaldırdım.
Ye, dedim. Sızlanınca ona yakıcı bir bakış attım. “Eğer yemezsen seni ölmek için yalvaracak duruma getiririm,” dedim. “Yalvarmak istiyor musun?”
Tek kelime bile etmeden hapları yutmaya başladı. Otuz kadar hapı yutana kadar bekledikten sonra arkadaşına yöneldim. Adamı yere yapıştırdım ve bir avuç dolusu hapı ağzına tıktım. Bilinci tamamen yerinde değildi ama ağzını kapatarak hapları çıkarmasını engelleyince, ağzındakileri çiğnemeye başladı. Haplar bitene kadar aynı şekilde devam ettim.
İşim bitince geri çekildim. Robert elini boğazına yapıştırmış çırpınıyordu. Arkadaşı da iyi görünmüyordu. Ağzımı sildim ve sakinleşmek için bir dakika kadar bekledim. Azı dişlerim geri çekilince, köşede beni bekleyen İris’in ve kızın yanlarına gittim.
Endişelenmene gerek yok. Seni bir daha rahatsız edemeyecekler, dedim. “Şimdi, adını söylemeye ne dersin?”
Kız şaşkın bir şekilde bana baktı. “Anna Linda. Anna Linda Thomas. Oregon’dan geliyorum.”
Kız burada hayatın daha iyi olacağını düşünmüş olmalıydı. Yaşını tahmin etmeye çalıştım. On altı yaşında görünüyordu ama tahminime göre on iki yaşlarındaydı. “Kaç yaşındasın? Bana doğru söyle.”
Başını eğip ayakkabılarına baktı. “On üç.”
İris lafa karıştı. “Neden onu bu gece için eve götürmüyoruz? Yemek yiyip uyur ve ne yapacağımıza yarın karar veririz.”
Kızın yüzüne baktım. Yüzünde kurnazlığa dairen ufak bir belirti yoktu, sadece saflık vardı. “Hadi,” dedim. “Bu gece güvende olacaksın. Sana söz veriyorum.”
İris’in varlığı onu sakinleştirmiş görünüyordu. Sessizce bizi takip etti. İris, kızın duyamayacağı bir sesle fısıldayarak, “İyi misin?” diye sordu.
Başımı salladım.
Robert ve arkadaşı?
Sonsuza kadar uyuyacaklar, dedim, otoparka doğru ilerlerken. Anna Linda’dan birkaç adım öne geçerek bana yaklaştı ve “Bana bir şey söyle,” dedi.
Ne söyleyeyim?
Işıklara gelince durduk ve karşıya geçmek için beklemeye başladık. Caddenin karşısına geçtiğimizde, İris yumuşak bir sesle, “Camille bir keresinde cin kanı içtiğinde senin için endişelendiğine dair bir şeyler söylemişti. Seni değiştirebileceğine ya da incitebileceğine dair bir şeyler… Katiller, tecavüzcüler ve tacizcilerde nasıl oluyor? Tatları farklı mı oluyor ya da üstünde farklı bir etkileri oluyor mu?”
Kaşlarımı çattım. Onların ne şekilde düşündüklerini anlayabiliyordum. “Cinlerin kanıyla ilgili hâlâ endişeliyim. Onlar farklı bir tür ve farklı genlere sahipler. Onların kanını içmenin bana ne yaptığını bilmiyorum. Ama insanlar? Kan, kandır. Bedenleri hasta olsa bile beni etkilemez. Virüsler bende barınamaz. Lekeler ruhtadır, kanda değil. Kan saftır, günahları barındırmaz.”
İris başını salladı ve otoparka girdik. Anna Linda arka koltuğa oturur oturmaz başını cama yasladı ve bir dakika içinde uykuya daldı.
Şoför koltuğuna oturdum.
İris yan gözle bana baktı ve “Teşekkürler,” dedi.
Ne için? Motoru çalıştırdım ve Belles Faire Bölgesi’nin kuzeybatısındaki evimize gitmek için kuzeye doğru ilerlemeye başladım. Eve otuz beş kilometrelik bir uzaklıktaydık.
Kendin olduğun için. Önemsediğin için. Bir şeyler yaptığın için. Sırıtmaya başladı ve başını arkaya atarak kahkaha attı.
Sana da teşekkürler, dedim, kendimi birden neşeli hissederek, İris bazen beni kardeşlerimden daha iyi anlıyordu. “Sen de acı verme konusunda çok başarılısın, biliyorsun değil mi?”
Aslında biliyorum. O kıs kıs gülerken, Holst’un The Planets adlı CD’sini koydum ve konuyu değiştirdik.
Eve yaklaşınca Delilah ve Camille’in Anna Linda konusunda ne diyeceklerini düşündüm. Ve Anna Linda’nın onlar için ne diyeceğini… İlginç olacaktı.
3. BÖLÜM
E ve geldiğimizde saat nerdeyse iki buçuktu ama evin tüm ışıkları yanıyordu. Ben üç katlı Viktorya tarzı evimizin bodrum katında yaşıyordum. Ev annemizin de dediği gibi, çok yaşlı beyaz bir fil gibiydi. Annemiz bize Dünya’daki gelenekler ve deyimlerle ilgili birçok şey öğretmişti ve biz de öğrendiğimiz her şeyi yüreğimize işlemiştik. Öteki Dünya’da yaşamaktan memnun olan kardeşlerimin aksine, ben her zaman içten içe Dünya’ya gelip egzotik teknolojisini ve geleneklerini görmek istemiştim. Şimdi yaklaşık bir yıldır Dünya’da yaşıyordum ve bu konuda ne hissettiğimden emin değildim.
Arazimizin üç tarafı ormanla kaplıydı. Bir tarafında ormanın içinden geçip Huşsuyu Gölü’ne giden bir yol vardı. Diğer iki taraf ormanın ortalarında arazimizi diğer ev sahiplerinin arazilerinden ayıran sınır çizgileriyle son buluyordu. Bu çevrede yaşayan herkesin en az bir hektar arazisi vardı ve bu arazilerin çoğu kendi hâllerine bırakılmıştı.
Ev satın alınabilecek kadar eski, büyük tamiratlar gerektirmeyecek kadar yeniydi. Delilah üçüncü katta, Camille ikinci katta yaşıyordu ve ben de doğal olarak bodrum katında yaşıyordum. Ana katı paylaşıyorduk. İris de bizimle yaşıyordu; mutfağın köşesindeki odayı kendisi için samimi bir yuva hâline getirmişti.
Maggie genelde İris’in odasında uyuyordu ama eğer etrafta dolanan çok kişi varsa, İris güvende olması için onu benim katıma indirip onun için hazırladığımız özel yatağa yatırıyordu. Her zaman homurdanarak uyanırdım ama Maggie’yi asla uyandırmamıştım. Diğerlerinin benden korkmasına neden olan faktörler onun korkutmuyordu. Onu korumam altına almıştım.
İris ve ben arabadan indik, iris, Anna Linda’yı uyandırdı ve onu benim yanıma verandaya getirdi. Ben kapıyı açmadan önce, Camille kapıyı açtı ve bizi içeri aldı.
Chase seninle konuşmak istiyor. Chrysandra senin yolda olduğunu söyledi ve biz de seni- Birden durdu. “Bu kim?”
Bir misafir, dedim. “Chase burada mı?”
Oturma odasında, dedi, kızı görmeye çalışarak arkamdan gelirken.
Sana kız hakkındaki her şeyi birazdan anlatacağım, diye mırıldandım.
Oturma odasına girdiğimizde, Delilah her zamanki gibi Jerry Springer’ı izliyordu (bu sefer Jerry gelecekteki damatlarıyla yatan dikkatsiz bir kadını pusuya düşürüyordu.) Harika. Delilah’nın bu saçmalıkta ne bulduğuna dair hiçbir fikrim yoktu ama o bunu izlemekten hoşlanıyordu ve ben de saygı duyuyordum. Bazen Springer’a karşı özel bir ilgi duyduğundan şüpheleniyordum ama bu düşünce bana o kadar tatsız geliyordu ki mümkün olduğunca düşünmemeye çalışıyordum.
Chase, Delilah’nın yanına kıvrılmış hafifçe horluyordu. Trillian ve Morio ortalarda görünmüyordu. Morio, Camille’in diğer sevgilisiydi, küçük hareminin diğer bir üyesiydi. Morio bir yokai-kitsune, tilki cindi. Japondu ve diğer erkeklerin yerinde olmak isteyeceği kadar muhteşem görünüyordu. Camille’e bir süredir ölüm sihrini öğretiyordu ve Camille de bu yeteneği kolayca kapıyor gibi görünüyordu. Saate baktım. Wade çok geçmeden burada olurdu.
Delilah, Chase’i uyandırdı ve Chase ayağa kalkarken gözlerini ovuşturarak, esnedi. Dikkat çekici bir çift olmuşlardı. İkisi de uzun boyluydu ama Chase ne kadar esmerse, Delilah bir o kadar sarışındı. Delilah’nın kedi hatları enerjiyle parlarken, Chase’in Akdenizli tipi GQ dergisine kapak olacak nitelikteydi. Kesinlikle benim tipim değildi. Camille’in sevgililerine de benzemiyordu. Çoğu erkek bana hitap etmiyordu ve bunun geçerli bir nedeni vardı.
İris’i kenara çektim. “Anna Linda’yı mutfağa götürüp, bir şeyler yemesini sağladıktan sonra yatırır mısın? Bu arada, eğer kaçmaya karşı bir sihir biliyorsan bunu şimdi yapsan iyi olur.”
Başını salladı ve kızı mutfağa götürürken yumuşak bir sesle ne yemek istediğini sordu. Anladığım kadarıyla Anna Linda henüz bir vampir olduğumu fark etmemişti ve benim ne olduğumu anlayana kadar kendisini rahat ve güvende his-setmesini istiyordum. Onu korkutup buradan da kaçmasına neden olmanın bir anlamı yoklu.
Onlar uzaklaşınca koltuğa oturdum ve diğerlerine yaklaşmalarını işaret ettim. “Kızın size söyleyeceklerimi duymasını istemiyorum,” dedim. “Bir gece için yeterince olay yaşadı.”
Chase kaşlarını çattı. “Sana haberlerim var-”
Başımı salladım. “Biraz bekle. Chase, Wilshire Bulvarı yakınlarındaki otoparkın yakınlarında iki uyuşturucu satıcısının cesedini bulacaksın. Kazara üstlerinde taşıdıkları tüm uyuşturucu hapları yuttular. Ben durdurmasaydım bu küçük kıza tecavüz edeceklerdi. Ona uyuşturucu verip sokaklarda çalıştıracaklardı. Kızın adı Anna Linda Thomas. Oregon’daki evinden kaçıp buraya gelmiş. İçimde orada da kötü şeyler yaşadığına dair bir his var ama kıza bir şey söylemeden önce araştırsan iyi olur. Kız çok ürkek.”
Değişik bir akşam geçirdin, sanırım. Delilah çekici yüzünü bana çevirdi. Son birkaç aydır çok büyümüş, gözlerindeki toy ışık yok olmuştu. Ama bunun tek nedeni cinler değildi. Hayır, bunun nedeni alnının tam ortasındaki tırpan şeklindeki izdi. O işaretlenmiş bir kadındı ve bu onu yeni yeni anlamaya başladığım birçok yönde değiştirmişti.
Dikkatimi tekrar Chase’e yönelttim. Esnedi ve not defterini açtı. “Biraz kahve alabilir miyim?” dedi
3. BÖLÜM
E ve geldiğimizde saat nerdeyse iki buçuktu ama evin tüm ışıkları yanıyordu. Ben üç katlı Viktorya tarzı evimizin bodrum katında yaşıyordum. Ev annemizin de dediği gibi, çok yaşlı beyaz bir fil gibiydi. Annemiz bize Dünya’daki gelenekler ve deyimlerle ilgili birçok şey öğretmişti ve biz de öğrendiğimiz her şeyi yüreğimize işlemiştik. Öteki Dünya’da yaşamaktan memnun olan kardeşlerimin aksine, ben her zaman içten içe Dünya’ya gelip egzotik teknolojisini ve geleneklerini görmek istemiştim. Şimdi yaklaşık bir yıldır Dünya’da yaşıyordum ve bu konuda ne hissettiğimden emin değildim.
Arazimizin üç tarafı ormanla kaplıydı. Bir tarafında ormanın içinden geçip Huşsuyu Gölü’ne giden bir yol vardı. Diğer iki taraf ormanın ortalarında arazimizi diğer ev sahiplerinin arazilerinden ayıran sınır çizgileriyle son buluyordu. Bu çevrede yaşayan herkesin en az bir hektar arazisi vardı ve bu arazilerin çoğu kendi hâllerine bırakılmıştı.
Ev satın alınabilecek kadar eski, büyük tamiratlar gerektirmeyecek kadar yeniydi. Delilah üçüncü katta, Camille ikinci katta yaşıyordu ve ben de doğal olarak bodrum katında yaşıyordum. Ana katı paylaşıyorduk. İris de bizimle yaşıyordu; mutfağın köşesindeki odayı kendisi için samimi bir yuva hâline getirmişti.
Maggie genelde İris’in odasında uyuyordu ama eğer etrafta dolanan çok kişi varsa, İris güvende olması için onu benim katıma indirip onun için hazırladığımız özel yatağa yatırıyordu. Her zaman homurdanarak uyanırdım ama Maggie’yi asla uyandırmamıştım. Diğerlerinin benden korkmasına neden olan faktörler onun korkutmuyordu. Onu korumam altına almıştım.
İris ve ben arabadan indik, iris, Anna Linda’yı uyandırdı ve onu benim yanıma verandaya getirdi. Ben kapıyı açmadan önce, Camille kapıyı açtı ve bizi içeri aldı.
Chase seninle konuşmak istiyor. Chrysandra senin yolda olduğunu söyledi ve biz de seni- Birden durdu. “Bu kim?”
Bir misafir, dedim. “Chase burada mı?”
Oturma odasında, dedi, kızı görmeye çalışarak arkamdan gelirken.
Sana kız hakkındaki her şeyi birazdan anlatacağım, diye mırıldandım.
Oturma odasına girdiğimizde, Delilah her zamanki gibi Jerry Springer’ı izliyordu (bu sefer Jerry gelecekteki damatlarıyla yatan dikkatsiz bir kadını pusuya düşürüyordu.) Harika. Delilah’nın bu saçmalıkta ne bulduğuna dair hiçbir fikrim yoktu ama o bunu izlemekten hoşlanıyordu ve ben de saygı duyuyordum. Bazen Springer’a karşı özel bir ilgi duyduğundan şüpheleniyordum ama bu düşünce bana o kadar tatsız geliyordu ki mümkün olduğunca düşünmemeye çalışıyordum.
Chase, Delilah’nın yanına kıvrılmış hafifçe horluyordu. Trillian ve Morio ortalarda görünmüyordu. Morio, Camille’in diğer sevgilisiydi, küçük hareminin diğer bir üyesiydi. Morio bir yokai-kitsune, tilki cindi. Japondu ve diğer erkeklerin yerinde olmak isteyeceği kadar muhteşem görünüyordu. Camille’e bir süredir ölüm sihrini öğretiyordu ve Camille de bu yeteneği kolayca kapıyor gibi görünüyordu. Saate baktım. Wade çok geçmeden burada olurdu.
Delilah, Chase’i uyandırdı ve Chase ayağa kalkarken gözlerini ovuşturarak, esnedi. Dikkat çekici bir çift olmuşlardı. İkisi de uzun boyluydu ama Chase ne kadar esmerse, Delilah bir o kadar sarışındı. Delilah’nın kedi hatları enerjiyle parlarken, Chase’in Akdenizli tipi GQ dergisine kapak olacak nitelikteydi. Kesinlikle benim tipim değildi. Camille’in sevgililerine de benzemiyordu. Çoğu erkek bana hitap etmiyordu ve bunun geçerli bir nedeni vardı.
İris’i kenara çektim. “Anna Linda’yı mutfağa götürüp, bir şeyler yemesini sağladıktan sonra yatırır mısın? Bu arada, eğer kaçmaya karşı bir sihir biliyorsan bunu şimdi yapsan iyi olur.”
Başını salladı ve kızı mutfağa götürürken yumuşak bir sesle ne yemek istediğini sordu. Anladığım kadarıyla Anna Linda henüz bir vampir olduğumu fark etmemişti ve benim ne olduğumu anlayana kadar kendisini rahat ve güvende his-setmesini istiyordum. Onu korkutup buradan da kaçmasına neden olmanın bir anlamı yoklu.
Onlar uzaklaşınca koltuğa oturdum ve diğerlerine yaklaşmalarını işaret ettim. “Kızın size söyleyeceklerimi duymasını istemiyorum,” dedim. “Bir gece için yeterince olay yaşadı.”
Chase kaşlarını çattı. “Sana haberlerim var-”
Başımı salladım. “Biraz bekle. Chase, Wilshire Bulvarı yakınlarındaki otoparkın yakınlarında iki uyuşturucu satıcısının cesedini bulacaksın. Kazara üstlerinde taşıdıkları tüm uyuşturucu hapları yuttular. Ben durdurmasaydım bu küçük kıza tecavüz edeceklerdi. Ona uyuşturucu verip sokaklarda çalıştıracaklardı. Kızın adı Anna Linda Thomas. Oregon’daki evinden kaçıp buraya gelmiş. İçimde orada da kötü şeyler yaşadığına dair bir his var ama kıza bir şey söylemeden önce araştırsan iyi olur. Kız çok ürkek.”
Değişik bir akşam geçirdin, sanırım. Delilah çekici yüzünü bana çevirdi. Son birkaç aydır çok büyümüş, gözlerindeki toy ışık yok olmuştu. Ama bunun tek nedeni cinler değildi. Hayır, bunun nedeni alnının tam ortasındaki tırpan şeklindeki izdi. O işaretlenmiş bir kadındı ve bu onu yeni yeni anlamaya başladığım birçok yönde değiştirmişti.
Dikkatimi tekrar Chase’e yönelttim. Esnedi ve not defterini açtı. “Biraz kahve alabilir miyim?” dedi. “Şimdi bana her şeyi baştan anlat ama bu sefer yavaş yavaş anlat lütfen.”
Delilah koltuktan kalktı ve kahve almak için mutfağa gitti. Camille’le bakışlarımız buluştuğunda bana durumu onayladığını belirten bir bakış attı. Ona bazen sert davranıyor olsam da, Camille bana çok benziyordu.
Olayın adım adım tekrar üstünden geçtim ama Chase derin bir iç çektiğinde tahammülsüzlüğümü gizleme gereği duymadım.
Bak, metotlarımın mideni bulandırdığından şüphem yok ama şunu aklından çıkarma, dedim. “Burada sadece cinlerle savaşmıyoruz, dışarıda savaşmamız gereken bir dünya dolusu pezevenk var. Eğer İris ve ben zamanında yetişmeseydik, o kız şu anda sokaklarda çalışan bir uyuşturucu bağımlısı olacaktı. Bunun olmasını mı isterdin? Peki. Ama 911’i arayıp polislerin gelmesini bekleme düşüncesine tahammül edemiyorum. Ve bu pisliklerin hapisten çıkıp gitmelerine izin verilmesine de dayanamıyorum.”
Chase notlarına baktı. Onu kızdırmıştım ya da sinirine dokunmuştum ki not defterini kaldırıp cebine geri koydu. Soğuk ve parlayan gözlerle bana baktı ve “Siz üçünüz gelmeden önce, her şeyi kitabına göre yapardım. İyi bir polistim. Ya da öyle olduğumu düşünüyordum. Kurallara uyardım. Şimdi… ne olduğumu bilmiyorum,” dedi.
Onu omuzlarından tutup sarsmamak için kendimi zor tuttum. “Beni dinle. Adapte olmayı öğrendin. Bunu hepimiz yapmalıyız. Çünkü oluşacak kaostan ancak bu şekilde kolay kurtulabiliriz. Devam et ve iyi polisi oynayıp başını kuma göm. Biz de eve dönüp, meydanı Gölge Kanat’a bırakalım. Peki, o zaman tüm kuralların ve düzenlemelerin seni nereye götürecek?”
Rengi uçunca kendimi suçlu hissettim ama bu duyguyu hemen bastırdım. İçimizde şartlara uyum sağlamaya en yatkın olan bendim. Trillian benden hemen sonra geliyor, Morio ve Camille de onun arka sırasında duruyorlardı ama Delilah ve Chase zor seçimlerle karşılaştıklarında duraksıyorlardı. Onları suçlamıyordum. Bu onların doğalarında yoktu. Ama Yer Altı Ülkeleri’nden sızmaya çalışan şeytanı durdurmak durumundaysak, iş birkaç kuralı bozmaya gelince mızmızlanmamalıydık.
Evet, biliyorum, dedi, bir dakika sonra. “Mesajından hoşlanmamış olsam da, seni net bir şekilde anladım.”
Delilah, mutfaktan üstünde kahve ve fincanlar olan bir tepsiyle döndü. Tepsiye kendisi için süt ve benim için de boş bir kadeh koymuştu. “İçmek ister misin?”
Başımı salladım. “Hayır, teşekkürler. Aç değilim.”
Tamam, pezevenkler konusunda anlaştık, dedi Chase, kahvesini alırken. “Peki, stokta tuttuğun kanı nereden buluyorsun? Gerçi, acaba bunu gerçekten bilmek istiyor muyum?”
Sırıttım. “Bunu ne zaman soracağını merak ediyordum. Camille birkaç haftada bir civardaki küçük çiftlikleri ziyaret ediyor.”
Chase meraklı gözlerle ona baktı. “Öyle mi?”
Camille güldü. “Bir öpücük karşılığında çiftlik sahipleri ne istersem veriyorlar. Kendi hayvanlarından çektikleri kanın bir kısmını bizim için saklıyorlar. Bunlar organik çiftlikler oldukları için aldığımız kanlar herhangi bir kimyasal içermiyor.”
Yani hayvan kanı işe yarıyor, öyle mi? diye sordu Chase. Beklediğimden daha sakin görünüyordu ki bunun nedeni büyük ihtimalle daha kötüsünü bekliyor olmasıydı.
Oh tabi. Bayıldığım söylenemez ama bir süre de olsa idare etmemi sağlıyor. Dondurucumuzda bana dört beş ay yetecek kadar stoğumuz var. Bir dakika kadar durdum. “Tamam, ne haberlerin var, Johnson?”
Önce elindeki fincana, sonra başını kaldırıp gözlerimin içine baktı. “Bu gece bulduğumuz dört cesetten mi bahsediyorsun? Vampirler tarafından öldürülenlerden?”
Ses tonundan, arkasından gelecek şeylerden hoşlanmayacağımı anlamıştım. Camille ve Delilah yere bakmaya başladılar. Anlaşılan onlar zaten biliyorlardı.
Gittiler.
Gittiler ne demek? Ona baktım. “Cesetler yürüyemez. Peki, genelde yürüyemezler.”
Aklını kullan kızım, dedi Chase, yorgun bir ifadeyle. “Artık elimizde dört yeni vampirimiz var. Laboratuvar teknisyenlerinden biri onları kalkarken görmüş ve onlar gidene kadar saklanmayı başarmış. Sharah ile çalışan bir cüce…” Chase fincanını dudaklarına götürdü. Kahvenin çok sıcak olduğu, çıkan buhardan anlaşılıyordu ama içerken duraksamadı.
Sence onlar vampir olmak isteyen gruplardan mı? Onları dönüştürecek gönüllü bir vampir mi arıyorlardı?
Başını salladı. “Geçmişlerini inceledim. Hiçbirinin bu tarz gruplarla bir ilgisi görünmüyor. Hepsinin iyi işleri, evleri, hayvanları ve aileleri var. Ailelerine durumu bildirip bildirmeme konusunda kararsızım. Ne diyebilirim ki? Kızınız öldü ama ayağa kalkıp yürüyüp gitti mi diyeceğim? Yoksa onların kayıp ihbarında bulunmalarını mı beklemeliyim? Bu çok zor bir durum ve bu olaya sadece Peri İnsan Olay Yeri İnceleme Ekibi dahil olduğu için minnettarım. Yeni vampirlerimiz Seattle halkına saldırmadan önce, birinin çıkıp onları yakalaması gerekiyor. Listenin ilk sırasında onları dönüştüren vampirin yakalanması yer alıyor, tabi…”
Harika. Gece gitgide daha da iyi bir hâl alıyordu. “Hiçbir ipucu var mı?”
Bilmiyorum. Vampir cemiyetini sen benden daha iyi tanıyorsun. Ben ve