KATIKSIZ MUTLULUK-KATHERINE MANSFIELD

KATIKSIZ MUTLULUK – Giriş

I

Lottie’yle Kezia’ya iki parmak yer bile kalmamıştı faytonda. Pat onları bavulların üstüne savurduğunda ne yapacaklarını şaşırdılar; büyükannenin kucağı doluydu, çocuk yığınını herhangi bir uzaklığa kucağında taşıması beklenemezdi Linda Burnell’den. Onlara tepeden bakan Isabel sürücü yerinde yeni uşağın yanına tünemişti. Yere bavullar, çantalar, kutular yığılmıştı. “Bunlar gözümün önünden bir an bile ayıramayacağım mutlak gereklilikler,” demişti Linda Burnell, sesi bitkinlikten, heyecandan titreyerek.
Sarı metal çıpalı düğmeleri olan paltoları, savaş gemisi kurdeleli küçük, yuvarlak şapkalarıyla çarpışmaya hazır, bahçe kapısının hemen iç yanındaki çimenlik parçasında durdu Lottie’yle Kezia. El ele, yuvarlak ciddi gözlerini dikmiş, bir mutlak gerekliliklere, bir annelerine baktılar.
“Onları bırakmak zorunda kalacağız düpedüz. Hepsi bu. Düpedüz onları başımızdan atmak zorunda kalacağız,” dedi Linda Burnell. Tuhaf, küçücük bir kahkaha uçuştu dudaklarında; düğmeli deri minderlere yaslandı, gülmekten dudakları titrerken gözlerini yumdu. Neyse ki oturma odası perdeleri arkasından bu sahneyi izlemekte olan Mrs. Samuel
Josephs tam o anda bahçe yolunda badi badi yürüyerek çıkageldi.
“Niye sırf bu öğleden sonralığına çocukları bana bırakmıyorsunuz Mrs. Burnell? Akşama geri geldiğinde yük arabasında arabacıyla gidebilirler. Şu yolda duran şeylerin de gitmesi gerekiyor, değil mi?”
“Evet, evin dışındaki her şey gidecek güya,” dedi Linda Burnell, ön çimenlikte tepetakla duran masalara, iskemlelere doğru beyaz elini savurdu. Ne tuhaf görünüyorlardı! Ya onların öteki türlü durmaları gerekiyordu ya da Lottie’yle Kezia’nın da tepetakla olmaları. Şöyle demek dilinin ucuna geldi: “Tepetakla durun çocuklar, arabacıyı bekleyin.” Bu durum gözüne öylesine gülünç göründü ki Mrs. Samuel Josephs’le ilgilenemedi.
Şişko, gıcırdayan beden bahçe kapısına yaslandı, kocaman pelte surat gülümsedi. “Meraklanmayın, Mrs. Burnell. Lottie’yle Kezia benim çocuklarımla birlikte çocuk odasında çay içerler, sonra da onları yük arabasına bindiririm.”
Büyükanne bunun üzerinde durdu. “Evet, gerçekten de neredeyse en iyi çözüm bu. Size çok şey borçluyuz, Mrs. Samuel Josephs. Çocuklar, Mrs. Samuel Josephs’e, ‘teşekkürler’ deyin.”
İki durgun cıvıltı yükseldi: “Teşekkürler, Mrs. Samuel Josephs.”
“Haydi bakalım, iyi küçük kızlar olun – yaklaşın –” ilerlediler, “sakın unutmayın Mrs. Samul Josephs’e söylemeyi, şey istediğiniz zaman…”
“Unutmayız, büyükanne.”
Son anda Kezia Lottie’nin elini bıraktı, faytona doğru atıldı.
“Büyükannemi bir kez daha öpüp vedalaşmak istiyorum.”
Ama çok geç kalmıştı. Burnu bütün dünyaya karşı havalara kalkmış Isabel gururla kasım kasım kasılırken, Linda Burnell bitkinlikten parmağını kıpırdatamazken, büyükanne kızına verecek bir şey olsun diye son anda siyah ipek örgü el çantasına tıkıştırdığı ıvır zıvırı karıştırırken fayton yola koyuldu. Güneş ışığının, incecik altın tozların içinde tepenin üstüne ve ardına doğru parıldadı fayton. Kezia dudaklarını ısırdı, ama Lottie, önce özenle mendilini bulup feryadı koyverdi.
“Anne! Büyükanne!”
Samuel Josephs, koskoca sıcacık siyah ipekten çaydanlık kılıfı gibi sarmaladı onu.
“Bir şey yok, canım. Cesur çocuk ol bakalım. Gel de çocuk odasında oyna!”
Hıçkıran Lotti’ye sarıldı, uzaklaştırdı. Mrs. Samuel Josephs’in, her zamanki gibi çözük olan, arasından iki uzun pembe korse danteli dışarı sarkmış etek beline suratını buruşturarak peşlerine takıldı Kezia…
Merdivenleri çıkarken Lottie’nin gözyaşları dindi, ama onun şiş gözlerle, kabarmış burnuyla çocuk odası kapısındaki görünümü, Amerikan bezi örtülü, üstünde kocaman ekmek ve içyağı tabakları, belli belirsiz dumanı tüten iki kahverengi sürahi duran uzun masanın iki yanındaki sıralara oturmuş S. J.’nin çocuklarını çok mutlu etti.
“Selam! Ağlıyordun demek!”
“Haah ha! Gözlerin kan çanağına dönmüş.”
“Burnu ne gülünç değil mi.”
“Kıpkırmızı, pençe pençe olmuşsun.”
Lottie başarı kazanmıştı. Bunu hissetti, ürkekçe gülümseyerek şişindi.
“Git de Zaidee’nin yanına otur, ördekçik,” dedi Mrs. Samuel Josephs, “sen de Kezia, uca, Moses’ın yanına geç.”
Moses sırıttı, otururken bir çimdik attı; ama oralı değilmiş gibi yaptı. Oğlanlardan nefret ediyordu.
“Hangisinden istersin?” diye sordu Stanley, büyük bir kibarlıkla masanın üstünden eğilip gülümseyerek. “Hangisiyle başlamak istersin – çilek ve kaymak mı yoksa ekmekle iç yağı mı?”
“Çilekle kaymak, lütfen,” dedi kız.
“Hah, hah, haa.” Nasıl da güldüler hepsi, çay kaşıklarıyla masayı dövdüler. Nasıl da kandırmışlardı ama! Görmüştü işte! Enayi yerine koymuştu! Ağzına sağlık Stan!
“Anne! Sahi sandı.”
Sütle su dolduran Mrs. Samuel Josephs bile gülümsemekten kendini alamadı. “Son günlerinde takılmayın onlara,” diye hırıldadı.
Oysa Kezia içyağlı ekmeğinden büyük bir ısırık aldı, sonra da ekmeği tabağına diklemesine koydu. Üstünde ısırıkla bir tür küçük güzel kapı olmuştu. Pöööh! Umurunda değildi! Bir damla gözyaşı yanaklarından yuvarlandı, ama ağlamıyordu. Bu rezil Samul Josephs’lerin önünde ağlayamazdı. Başı önüne eğik oturdu, gözyaşı ağır ağır süzülürken dilinin usulca ufacık dokunuşuyla yakaladı, içlerinden biri görmeden yuttu onu.
II

Çaydan sonra Kezia kendi evlerine geri döndü. Ağır ağır arka merdivenleri çıktı, bulaşıkhaneyi geçip mutfağa girdi. Mutfak camının bir köşesinde kumlu sarı sabun yumrusundan, ötekinde de mavi torba gibi lekeli fanila parçasından başka hiçbir şey kalmamıştı içeride. Ocak çerçöple tıka basa doluydu. Karıştırdı ama üstüne kalp resmi boyanmış hizmetçi kızın saç tokasından başka şey bulamadı. Onu bile yerinde bıraktı, uzun dar geçitten süzülüp oturma odasına girdi. Jaluzi indirilmişti ama kapatılmamıştı. Aralarından uzun uzun kalemden güneş ışıkları parıldıyordu,dışarıda bir çalının dalgalanan gölgesi, altından şeritlerin üstünde oynaşıyordu. Şimdi kıpırtısızdı, şimdi yine çırpınmaya başlıyordu, şimdi de neredeyse ayaklarına kadar uzanmıştı. İleri! İleri! Mavi kurt sineği tavana çarptı; halı çivilerinin üstüne yapışmış küçük kırmızı havlar vardı.
Yemek odası penceresinin her köşesinde renkli camdan kareler bulunuyordu. Biri maviydi, öteki sarı. Kezia, bahçe kapısının önünde yetişen mavi zambaklarla mavi çimenliğe, sarı zambaklarla, sarı çitle sarı çimenliğe bir kez daha bakmak için eğildi. O bakarken küçük Çinli Lottie çimenliğe çıktı, önlüğünün ucuyla masaların, iskemlelerin tozunu almaya başladı. Bu gerçekten Lottie miydi? Sahici camdan bakıncaya kadar pek emin olamadı Kezia.
Üst katta, anne babasının odasında, dışı parlak siyah, içi kırmızı, içinde bir pamuk parçası bulunan ilaç kutusu geçti eline.
“Bunun içinde kuş yumurtası saklayabilirim,” diye karar verdi.
Hizmetçi kızın odasında, döşemenin çatlağına sıkışmış yaka düğmesi, başka çatlakta birkaç boncuk, uzun bir iğne vardı. Büyükannesinin odasında hiçbir şey olmadığını biliyordu; bavulunu toplarken izlemişti onu. Pencereye gitti, ellerini cama bastırarak yaslandı.
Kezia camın önünde böyle durmayı severdi. Sıcak avuçlarında soğuk, parlak camın duyumunu severdi, cama sımsıkı yapıştırdığında parmaklarında çıkan gülünç beyaz tepecikleri izlemeyi severdi. Orada dururken gün titreşerek çekildi, karanlık bastırdı. Karanlıkla birlikte inleyerek, uluyarak rüzgâr süzüldü içeri. Boş evin pencereleri sarsıldı, duvarlardan, döşemelerden çatırtı yükseldi, çatıda yerinden sökülmüş demir parçası yalnız ve umutsuz çarpıp durdu. Fal taşı gibi açılmış gözlerle, dizleri birbirine yapışık büsbütün kıpırtısız durdu ansızın. Korkmuştu. Lottie’ye bağırmak istedi, koşarak merdivenleri iner, evden çıkarken durmadan bağırmak istedi. Ama O tam arkasındaydı, kapıda bekleyerek, merdivenlerin başında, merdivenlerin dibinde, geçitte saklanarak, arka kapıdan fırlamaya hazır. Oysa Lottie de arka kapıdaydı.
“Kezia!” diye seslendi neşeyle. “Arabacı burada. Her şey arabaya yüklendi, hem de tam üç tane at, Kezia. Mrs. Samuel Josephs sarınalım diye kocaman bir şal verdi bize, paltolarımızı iliklememizi söylüyor. Astımı yüzünden dışarı çıkmayacak.”
Lottie çok önemliydi.
“Haydi bakalım, ufaklıklar,” diye seslendi arabacı. Kocaman başparmaklarını çocukların kollarının altına kanca gibi soktu, havaya savruldular. Lottie “en güzel biçimiyle” şalı yerleştirdi, arabacı eski battaniye parçasının içine ayaklarını soktu.
“Neşelenin bakalım. Keyfiniz yerinde ya.”
Bir çift genç midilliydiler sanki. Yükünü tutan ipleri yokladı arabacı, tekerlekten fren zincirini çıkardı, ıslık çalarak yanlarına savruldu.
“Bana sokul,” dedi Lottie, “çünkü yoksa şalı benden çekersin, Kezia.”
Oysa Kezia arabacının yanına yaklaştı. Yanında dev gibi koskoca yükseliyordu, fıstık ve yeni tahta kutular gibi kokuyordu.
III

Lottie’yle Kezia’nın gece böyle geç saatte dışarıda ilk kalışlarıydı bu. Her şey değişik görünüyordu – boyalı tahta evler gündüz olduklarından çok daha küçüktüler, bahçeler çok daha büyük, geniş. Parlak yıldızlar benek benekti gökyüzünde, dalgalara altın parıltıları saçarak limanın üstünde asılı duruyordu ay. Quarantine Adası’nda ışıldayan deniz fenerini, eski kömürlü gemi hurdalarının üstündeki yeşil ışıkları görebiliyorlardı.
Her yanından parlak boncuklar sarkan küçük buharlı gemiyi göstererek, “İşte geliyor Picoon gemisi,” dedi arabacı.
Ama tepenin üstüne ulaşıp öteki yanından inmeye başladıklarında liman gözden kayboldu, hâlâ kentte olmalarına karşın neredeyse kaybolmuşlardı. Öteki arabalar takırtılarla yanlarından geçiyordu. Herkes arabacıyı tanıyordu.
“İyi geceler, Fred.”
“Sana da,” diye bağırdı.
Kezia’nın çok hoşuna gidiyordu onun sesini duymak. Ne zaman uzaktan bir araba görünse başını kaldırıp bakıyor, onun sesini bekliyordu. Eski dosttu; büyükannesiyle birlikte üzüm almaya onun yerine giderlerdi sık sık. Arabacı kulübesinde tek başına yaşıyordu, evin bir duvarına yaslanmış, kendi yaptığı serası vardı. Bir tek güzelim asma bütün seraya yayılmış, tepesinde kemerler oluşturmuştu. Kahverengi sepetini kızın elinden alır, üç kocaman asma yaprağını dibine serer sonra küçük boynuz çakısını çıkarmak için kemerini yoklar, uzanır, büyük mavi salkımı koparır, yaprakların üstüne öylesine usulca yerleştirirdi ki onu izlemek için Kezia soluğunu tutardı. Çok iriyarı adamdı. Kahverengi kadife pantolon giyerdi, uzun kahverengi sakalı vardı. Ama hiç yakalık takmazdı, pazar günleri bile takmazdı. Ensesi kıpkırmızı yanmıştı.
“Neredeyiz şimdi?” Dakika başı çocuklardan biri ona bu soruyu soruyordu.
“İşte, burası Hawk Caddesi, ya da Charlotte Sokağı.”
“Elbette burası,” bu son adı duyunca Lottie kulaklarını dikti; Charlotte Sokağı’nın ona ait olduğunu hissederdi hep. Çok az insanın kendi adını taşıyan sokakları vardır.
“Bak Kezia, işte Charlotte Sokağı. Ötekilerden çok farklı, değil mi?” Şimdi tanıdık her şeyi geride bırakmışlardı. Şimdi koca yük arabası takırtılarla bilinmez bir ülkeye yol alıyordu, iki yanında yüksek balçık yığınlarıyla yeni yollardan geçerek, dik tepeleri tırmanarak, çalılıklarla kaplı vadilere inerek, geniş sığ ırmakları geçerek. Uzaklara, uzaklara. Lottie’nin başı sallandı; bedeni eğildi, yarım yamalak Ke-
zia’nın kucağına kayıp orada uzandı. Oysa Kezia gözlerini yeterince açamıyordu. Rüzgâr esti, o titredi; ama yanaklarıyla kulakları yanıyordu.
“Yıldızlar gökte savrulur mu hiç?” diye sordu.
“Göze çarpmaz,” dedi arabacı.
“Yeni evimizin yakınlarında teyzemizle eniştemiz oturuyor,” dedi Kezia. “İki çocukları var, büyüğünün adı Pip, küçüğünün ki de Rags. Onun koçu var. Ağzına eldiven parmağı takılı emaye çaydanlıktan beslemesi gerek onu. Bize gösterecek. Koçla koyunun farkı nedir?”
“Şey, koçun boynuzları vardır, seni kovalar.”
Kezia düşünceye daldı. “Onu görmeye pek bayılmıyorum,” dedi. “Köpekler, papağanlar gibi insanın peşinden koşan hayvanlardan nefret ederim. Sık sık rüyalarımda hayvanların peşimden kovaladığını görürüm – develerin bile – peşimden koşarlarken kafaları şişer, kocaman olur.”
Arabacı sesini çıkarmadı. Kezia başını kaldırıp onu süzdü, gözlerini kısarak. Sonra parmağını uzattı, gömlek kolunu okşadı; tüylüydü. “Yaklaştık mı?” diye sordu.
“Pek uzak sayılmayız, şimdi,” diye yanıtladı arabacı. “Yoruldun mu?”
“Zerre kadar uykum yok,” dedi Kezia. “Ama gözlerim çok tuhaf tuhaf kısılıp duruyor.” Derin derin içini çekti, gözleri kısılmasın diye yumdu… Yeniden açtığında bahçeyi kırbaç gibi kesen yolda tıngırtılarla ilerliyorlardı, ansızın yeşil adacık halkalandı ve adacığın ardında, ulaşıncaya kadar göze görünmeyen ev duruyordu. Uzundu, alçaktı, boydan boya sütunlu verandayla balkon vardı. Yumuşak beyaz kütlesi uyuyan canavar gibi uzanmıştı yeşil bahçeye.

Şimdi pencerelerden biri, sonra öteki ışığın içine sıçrıyordu. Elinde lambayla birisi boş odalarda dolaşıyordu. Alt kattaki camda ateş ışığı oynaşıyordu. Titreşen dalgacıklar içindeki evden tuhaf güzel bir coşku sızıyordu sanki.
“Neredeyiz?” dedi Lottie, doğrularak. Keçeden başlığı yana yatmıştı, uyurken yanağını bastırdığı çıpalı düğmenin izi çıkmıştı üstüne. Usulca kaldırdı onu arabacı, başlığını düzeltti, buruşmuş giysilerini aşağı çekti. Sanki havada uçarak ayaklarının dibine düşen Kezia’yı izlerken gözlerini kırpıştırarak durdu en alt veranda basamağında.
Kollarını havaya savurarak, “Ahh!” diye bağırdı Kezia. Büyükanne elinde lambayla karanlık holden dışarı çıktı. Gülümsüyordu.
“Karanlıkta yolunuzu bulabildiniz mi?” dedi.
“Pek güzel.”
Oysa Lottie yuvasından düşmüş yavru kuş gibi en alt veranda basamağında sendeleyip duruyordu. Bir an kıpırdamadan dursa uykuya dalacaktı; bir şeye yaslansa gözleri kapanacaktı. Bir adım daha atamayacaktı.
“Kezia,” dedi büyükanne, “şu lambayı sana emanet edebilir miyim?”
“Evet, büyükanne.”
Yaşlı kadın eğildi, parlak, soluyan şeyi eline tutuşturdu, sonra da sarhoş Lottie’yi yakaladı. “Buradan.”
Balyalarla, yüzlerce papağanla (ama papağanlar yalnızca duvar kâğıdındaydı) dolu kare biçiminde holden geçip, elinde lamba tutan Kezia’nın yanından uçuşmakta direnen papağanlarla dar geçitte ilerlediler.
“Çok sessiz ol,” diye uyardı büyükanne, Lottie’yi yere indirip, yemek odası kapısını açarak. “Zavallı küçük annenin başı feci ağrıyor.”
Ayakları yer yastığında, dizlerine ekose battaniye örtülü Linda Burnell uzun bambu koltukta, çatırdayan ateşin karşısında uzanıyordu. Odanın ortasındaki masada oturmuş, bir tabak kızarmış pirzola yiyor, kahverengi porselen demlikten çay içiyordu Burnell ve Beryl. Isabel annesinin koltuğunun arkalığına yaslanmıştı. Parmaklarının arasında tarak vardı, usulca, dalgın dalgın annesinin buklelerini alnından geriye tarıyordu. Lambanın, ateş ışığı havuzcuğunun dışında oda boş pencerelere doğru kapkaranlık, çıplak uzanıyordu.
“Çocuklar mı?” Ama Linda Burnell’in gerçekten umursadığı yoktu; görmek için gözlerini açmadı bile.
“Lambayı bırak, Kezia,” dedi Beryl Teyze, “yoksa bavullarımızı açmayı bitirmeden ev ateş alacak. Biraz daha çay ister misin, Stanley?”
“Şey, fincanımın sekizde beşini doldurabilirsin,” dedi Burnell, masanın üstünden eğilerek. “Bir pirzola daha al, Beryl. Nefis et, değil mi? Çok kuru değil, çok yağlı değil.” Karısına döndü. “Düşünceni değiştirmeyeceğinden emin misin, Linda sevgilim?”
“Düşüncesi bile yetiyor.” Hep yaptığı gibi kaşlarından birini kaldırdı. Büyükanne çocuklara sütle ekmek getirdi, dalgalanan buharın ardında kıpkırmızı, uykulu, masaya oturdular.
Hâlâ usulca saç tarayan Isabel, “Ben akşam yemeğimde et yedim,” dedi. “Akşam yemeğimde bir bütün pirzola yedim, kemiği falan, hepsi vardı, Worchester sosu da. Değil mi, baba?”
“Ah, böbürlenmeyi kes, Isabel,” dedi Beryl Teyze.
Isabel şaşırmıştı. “Böbürlenmiyordum, değil mi, anne? Aklıma bile gelmedi böbürlenmek. Bilmek isterler sandım. Yalnızca onlara anlatmaktı amacım.”
“Çok güzel. Yeter artık,” dedi Burnell. Tabağını itti, cebinden kürdan çıkardı, sağlam, beyaz dişlerini karıştırmaya başladı.
“Bir baksan da gitmeden önce Fred mutfakta bir şeyler atıştırsa, tamam mı, anne?”
“Tamam, Stanley.” Yaşlı kadın çıkmak için döndü.
“Ah, bir dakika oyalanıver. Herhalde terliklerimin nereye konduğunu kimse bilmiyordur, değil mi? Herhalde birkaç ay onları giyemeyeceğim – ne?”
“Evet,” yanıtı geldi Linda’dan. “‘Acil gereksinmeler’ işareti bulunan branda bezinden hurcun üstünde.”
“Güzel, onları bana getirebilirsin, değil mi, anne?”
“Olur, Stanley.”
Burnell ayağa kalktı, gerindi, ateşin başına giderek sırtını verdi, ceketinin kuyruğunu yukarı topladı.
“Vay canına, güzel topraklar. Ne dersin, Beryl?”
Dirsekleri masaya dayalı, çayını yudumlayan Beryl, fincanın üstünden ona gülümsedi. Tanıdık olmayan pembe önlük takmıştı; gömleğinin kolları omuzlarına kadar kıvrılmış, güzel çilli kollarını ortaya çıkartmıştı, atkuyruğuna topladığı uzun saçları sırtına dökülüyordu.
“Yerleşmemiz ne kadar sürer, dersin – birkaç hafta mı?” diye takıldı.
“Aman tanrım, hayır,” dedi Beryl, kendine havalar vererek. “En kötüsünü atlattık bile. Hizmetçi kızla ben gün boyu köle gibi çalıştık, anne geldiğinden beri o da at gibi çalıştı. Bir an bile oturmadık. Zorlu bir gün geçirdik.”
Stanley sitem kokusu aldı bunda.
“Yani, işyerinden buraya koşup halıları çakmamı beklemiyordun, umarım, değil mi?”
“Elbette beklemiyordum,” diye güldü Beryl. Fincanını bırakıp koşarak yemek odasından çıktı.
“Hangi cehennemin dibiyle uğraşmamızı bekliyor bizden?” diye sordu Stanley. “İş yapsın diye bir sürü görevli çalıştırırken burada oturup palmiye yaprağıyla onu yellememi mi? Tanrı aşkına kırk yılın başı avaz avaz ilan etmeden bir çöpü kaldıramıyorsa, karşılığında da…”
Duyarlı midesinde pirzolalarla çay savaşmaya başladığında sıkıntıyla karardı yüzü. Ama Linda elini uzattı, onu uzun koltuğunun yanına çekti.
“Senin için çok kötü bir zaman bu, koca çocuk,” dedi. Yanakları bembeyazdı, ama gülümsedi, tuttuğu kırmızı elin içinde parmaklarını kıvırdı. Burnell sakinleşti. Ansızın ıslık çalmaya başladı, “Zambak gibi tertemiz, neşeli ve özgür” – iyiye işaret.
“Sence burası hoşuna gidecek mi?” diye sordu erkek.
“Sana söylemek istemiyorum, ama bence buna zorunluyum, anne,” dedi Isabel. “Beryl Teyzenin fincanından çay içiyor Kezia.”
IV

Onları yatmaya büyükanneleri götürdü. Elinde mumla önden yürüdü; tırmanan ayaklarının altında basamaklar gıcırdadı. Isabel’le Lottie kendilerinin olan odada yattılar, Kezia büyükannesinin yumuşacık yatağına kıvrıldı.
“Çarşafımız olamayacak mı, büyükanne?”
“Hayır, bu akşamlık yok.”
“Gıdıklıyor,” dedi Kezia, “ama kızılderililer gibi.” Büyükannesini aşağı, kendine doğru çekti, çenesinin altından öptü. “Hemen yatağa gel de benim cesur kızılderilim ol.”
“Ne aptal şeysin sen,” dedi yaşlı kadın, tıpkı sevdiği gibi onu yorganların altına sıkıştırarak.
“Bana mum bırakmayacak mısın?”
“Hayır. Şişşt. Uyu bakalım.”
“Şey, kapı açık kalabilir mi?”

Kıvrılıp top gibi oldu, ama uykuya dalmadı. Evin her yanından ayak sesleri geliyordu. Evin kendisi de çatırdıyor, takırdıyordu. Aşağıdan yüksek fısıltılar duyuluyordu. Bir keresinde Beryl Teyzenin gürültülü kahkahasını, bir keresinde de sümküren Burnell’in borazan gibi öttüğünü işitti. Camın dışında, yüzlerce sarı gözlü kara kedi gökyüzünde oturmuş, onu izliyordu – ama o korkmuyordu. Lottie, Isabel’e diyordu ki:
“Bu gece duamı yatağımda edeceğim.”
“Hayır, yapamazsın, Lottie.” Isabel çok kararlıydı. “Tanrı yalnızca ateşin olduğu zaman yatakta dua etmeni bağışlar.” Böylece Lottie boyun eğdi.
“İyi yürekli İsa alçakgönüllü
Bu küçük çocuğu kolla
Acı bana, masum Lizzie,
Sıkıntılarla geleyim yanına.”
Sonra sırt sırta yattılar, küçük kıçları azıcık birbirine değerken uykuya daldılar.
Ay ışığından havuzun içinde ayakta durup soyundu Beryl Fairfeld. Yorgundu ama gerçekte olduğundan da yorgunmuş gibi yaptı – giysilerini yere bırakarak, ılık, gür saçlarını uyuşuklukla geriye atarak,
“Ah, nasıl da yorgunum – çok çok yorgun.”
Bir an gözlerini kapadı, ama dudakları gülümsüyordu. Havada çırpan iki kuş kanadı gibi soluğu göğsünde inip kalktı. Pencere ardına kadar açıktı; sıcaktı; dışarıda bahçede bir yerlerde, esmer, ince, gözleri alaycı delikanlı, çalılıkların arasında parmak uçlarına basarak dolaştı, çiçeklerden kocaman bir demet yaptı, kızın penceresinin altına kaydı, ona uzattı. Kız kendini eğilirken gördü. Parlak cilalı çiçeklerin arasından başını uzattı erkek, şeytanca, gülümseyerek. “Hayır, hayır,” dedi Beryl. Pencereye arkasını döndü, geceliğini başından geçirip giydi.
“Nasıl da korkunç ölçüde mantıksız bazen Stanley,” diye düşündü, düğmelerini iliklerken. Sonra, yatağına uzandığı sıra, o eski düşünce saplandı kafasına, o acımasız düşünce – ah, bir kendi parası olsaydı.
O müthiş varsıl delikanlı daha yeni gelmiş İngiltere’den. Rastlantı sonucu kızla karşılaşıyor… Yeni vali evlenmemiş… Hükümet konağında balo var… şu eau-de-nil satenler içindeki zarif yaratık da kim? Beryl Fairfield…
“Beni mutlu eden şey,” dedi Stanley, yatağın kıyısında eğilip, içine girmeden önce bir güzel omuzlarını, sırtını kaşıyarak, “burasını sudan ucuza kapatmam, Linda. Bugün bu konuda şu ufaklık Wally Bell’le konuşuyordum da, benim verdiğim rakamı ne demeye kabullendiklerini anlayamadığını söyledi. Görüyorsun çevredeki topraklar giderek daha da değerlenecek… aşağı yukarı on yıllık zaman içinde… elbette çok yavaş gidip harcamaları elden geldiğince kısmamız gerek. Uyumadın – değil mi?”
“Hayır, canım, her sözcüğü duydum,” dedi Linda.
Erkek yatağa sıçradı, eğildi, mumu üfledi.
“İyi geceler, Mr. İşadamı,” dedi karısı, kocasının başını ellerinin arasına aldı, çabucak öptü. Hafif, uzaklardaki sesi derin kuyunun dibinden geliyor gibiydi.
“İyi geceler, sevgilim.” Erkek kolunu kadının boynunun altından geçirip kendine çekti.
“Evet, sarıl bana,” dedi hafif ses, derin kuyunun içinden.
Uşak Pat mutfağın arkasındaki küçük odasında sere serpe yayıldı. Sünger çantası, paltosu, pantolonu ipe çekilmiş adam gibi asılıydı kapının arkasındaki kancada. Battaniyenin ucundan çarpık ayak parmakları dışarı çıkmıştı, yanında döşemede bambudan boş bir kuş kafesi vardı. Karikatüre benziyordu adam.
“Hınk. Hınk,” diye geldi hizmetçi kız. Geniz eti vardı.
En son yatan büyükanneydi.
“Ne. Daha uyumadın mı?”
“Hayır. Seni bekliyorum,” dedi Kezia. Yaşlı kadın içini çekerek yanına uzandı. Kezia başını büyükannesinin kolunun altına soktu, ufak bir cıvıltı çıkardı. Ama yaşlı kadın yalnızca belli belirsiz kendine bastırdı onu, yine içini çekti, dişlerini çıkardı, yerde yanı başında duran bir bardak suyun içine koydu.
Bahçede küçücük baykuşlar fundalıkların dallarına tünedi, bağırdı; “Daha domuz eti, daha domuz eti.” Ve uzaklardan çalılıktan acı hızlı çatırtı yükseldi: “Ha-ha-ha… Ha-ha-ha.”
V

Uçuk yeşil gökyüzünde kızıl bulutlarla, her yaprakta, her çimende su damlacıklarıyla keskin, ürpertici söktü şafak. Çiy damlacıkları saçarak, çiçek yapraklarını saçarak esinti yaladı bahçeyi, ıslak çayırların üstünde titredi, koyu çalıların içinde yitip gitti. Gökyüzünde bir an ufacık yıldızlar yüzdü, sonra yok oldu – baloncuklar gibi çözüldü. Erken saatlerin sessizliği içinde açıkça duyulan şey, kahverengi taşların üstünden çağlayan, kumlu boşluklardan içeri dışarı çağlayan, koyu böğürtlen çalısı kümelerinin altına saklanan, sarı suçiçeklerinin, suteresi yapraklarının bataklığı içine saçılan çayırdaki derenin sesiydi.
Sonra güneşin ilk ışığıyla kuşlar başladı. Kocaman küstah kuşlar, sığırcıklar, çekirgekuşları çimenliklerde ıslık çaldı, küçük kuşlar, sakalar, ketenkuşları bir daldan öteki dala süzüldü. Görkemli güzelliğiyle gururlanarak çayırın çitine tünedi güzelim yalıçapkını, bir tui üç notalık şarkısını söyledi, kahkaha attı, yeniden şarkısını söyledi.
“Nasıl da gürültücü kuşlar,” dedi Linda rüyasında. Papatyalarla benek benek yeşil çayırda babasıyla yürüyordu. Ansızın babası eğildi, çimenleri açtı, kızın ayağının tam dibindeki ufacık bir topak halı havını gösterdi. “Ah, babacım, canım.” Avuçlarını birleştirdi, minicik kuşu yakaladı, parmağıyla başını okşadı. Evcildi. Ama tuhaf bir şey oldu. Okşadıkça kuş şişmeye başladı, tüyleri kabardı, büyüdü, büyüdü, yuvarlak gözleri sanki tanıyarak gülümsüyordu ona. Şimdi artık kolları onu taşıyabilecek kadar açılmıyordu, kuşu önlüğüne bıraktı. Kocaman çıplak kafasıyla, açık kuş ağzıyla, bir açılıp bir kapanan ağzıyla bebeğe dönüşmüştü. Babası gürültülü, şangırtılı bir kahkaha attı, uyanıp camın önünde duran, jaluzileri tepeye kadar şangur şungur toplayan Burnell’i gördü.
“Selam,” dedi. “Seni uyandırmadım, değil mi? Bu sabah havada pek ters bir durum yok.”
Keyfi yerindeydi. Böylesi havalar yaptığı pazarlığa son damgayı vuruyordu. Her nasılsa bu güzelim günü de satın almış olduğunu sanıyordu – evle, toprakla birlikte onu da sudan ucuza kapattığını. Yıkanmaya koştu, Linda döndü, odayı gün ışığında görmek için dirseğine yaslanarak doğruldu. Eşyaların hepsi bir yer bulmuştu – kendi tanımladığı gibi bütün takım taklavat. Resimler bile şöminenin üstündeydi, ilaç şişeleri de musluğun üstündeki rafta. Giysileri iskemlede duruyordu – sokak giyimleri, mor pelerin, tüylü yuvarlak şapka. Onlara bakarak bu evden de uzaklaşıyor olmayı diledi. Küçük çift kişilik atlı arabada hepsinden uzaklaşırken gördü kendini, herkesten uzaklaşırken, hatta el bile sallamadan.
Havluya sarınmış, parıldayarak, kalçalarına şaplak atarak döndü Stanley. Islak havlusunu, kadının şapkasıyla pelerininin üstüne fırlattı, güneş ışığından karenin tam da ortasında dimdik durarak jimnastiğini yapmaya başladı. Derin derin soluyarak, kurbağa gibi eğilip çömelerek, bacaklarını açarak. Dimdik, sağlam, her isteğine boyun eğen bedeninden öyle hoşnuttu ki çekmeceli dolaba çarptı, çığlığı bastı
“Aaah.” Oysa bu şaşırtıcı dinçlik sanki Linda’yla aralarına dünyalar kadar uzaklık koyuyordu. Kadın beyaz dağınık yatakta uzanıyor, sanki bulutların üstünden onu izliyordu.
“Ah kahretsin! Ah lanet!” dedi, gıcır gıcır beyaz gömleğini kafasından geçirip, salağın tekinin yaka bandını

bağlamış olduğunu, kendisinin içine sıkıştığını gören Stanley. Kollarını savurarak Linda’ya doğru azametle ilerledi.
“Kocaman şişko hindiye benziyorsun,” dedi kadın.
“Şişko. Bu güzel, işte,” dedi Stanley. “Üstümde bir zırnık yağ yok. Elle de bak.”
“Kaya gibi – demir gibi,” diye takıldı kadın.
“Şaşar kalırdın,” dedi Stanley, sanki son derece ilginç bir şeymiş gibi, “kulüpte koskoca göbeği olan adamların sayısını bilseydin. Genç adamlar, işte – benim yaşımda adamlar.” Çalı gibi kızıl saçlarını ayırmaya başladı, mavi yuvarlak gözleri aynada bir noktaya dikili, dizleri kıvrık çünkü tuvalet masası her zaman – kahretsin – ona göre biraz fazla alçaktı. “Küçük Wally Bell örneğin,” doğruldu, saç fırçasıyla koskoca bir kavisi kendi üstünde tanımlayarak. “Açıkça söylemeliyim, dehşete kapılıyorum…”
“Sevgilim, tasalanma. Sen hiç şişmanlamazsın. Sen çok hareketlisin.”
“Evet, evet, galiba bu doğru,” dedi, yüzüncü kez içini rahatlatarak, cebinden sedef tırnak makası çıkartıp tırnaklarını kesmeye başladı.
“Kahvaltı, Stanley.” Beryl kapıdaydı. “Ah, Linda, anne senin daha kalkmaman gerektiğini söylüyor.” Kapıdan içeri başını uzattı. Saçına kocaman bir leylak takmıştı.
“Dün gece verandada bıraktığımız her şey bu sabah düpedüz sırılsıklam. İskemleleri, masaları kurulayan zavallı sevgili anneyi görmeliydin. Neyse, zarar yok –” bunu Stanley’e belli belirsiz göz atarak söyledi.
“Arabayı zamanında hazırlamasını söyledin mi Pat’e? İşyerine kadar tam altı buçuk mil yol var.”
“Şu sabahın köründe işe gitmek için yola koyulmanın nasıl şey olduğunu hayal edebiliyorum,” diye düşündü Linda. “Gerçekten büyük baskı.”
“Pat. Pat,” diye seslendiğini duydu hizmetçi kızın. Ama anlaşılan Pat’i bulmak zordu; o aptal ses bee – bee diye bahçeyi dolaştı.
Ön kapının son kez çarpılması Stanley’in gerçekten gittiğini söyleyinceye kadar bir daha rahat etmedi Linda.
Sonra bahçede oynayan çocuklarını duydu. Lottie’nin dolgun, yoğun, küçük sesi bağırdı: “Ke – zia. Isa – bel.” Durmadan kayboluyor ya da ne tuhaf ki, hemen yanı başındaki ağacın dibinde ya da sonraki köşede onları yeniden bulmak için birilerini kaybediyordu. “Ah, demek buradasın, işte.” Kahvaltıdan sonra dışarı salınmışlar, çağrılmadan eve dönmemeleri için uyarılmışlardı. Isabel, içinde bebekler olan arabayı sürüyordu, Lottie’ye büyük bir iyilik yaparak yanı başında yürüyüp balmumu bebeğin yüzüne güneşliği tutmasına izin vermişti.
“Nereye gidiyorsun, Kezia?” diye sordu, Kezia’nın yapabileceği küçük önemsiz bir iş buyurup onu yönetimi altında tutma özlemiyle.
“Hiiç, dolaşıyorum,” dedi Kezia…
Sonra artık onları işitemez oldu. Nasıl da parıltı vardı odanın içinde. Günün hangi saati olursa olsun jaluzilerin tepeye kadar toplanmasından nefret ederdi, ama sabahları bu dayanılmazdı. Yüzünü duvara döndü, duvar kâğıdındaki bir tane yaprağı, sapı, kocaman patlamış tomurcuğu olan gelinciğin izni sürdü tembel tembel, tek parmağıyla. Sessizlik içinde, iz süren parmağının altında gelincik canlandı sanki. Yapış yapış ipeksi çiçek yapraklarını, bektaşi üzümü gibi tüylü sapı, kaba yaprağı, gergin camsı tomurcuğu hissedebiliyordu. Nesnelerin böylesine hayat bulma alışkanlıkları vardı. Yalnızca mobilyalar gibi büyük, dayanıklı şeylerin değil, aynı zamanda perdelerin, kumaşlardaki desenlerin, yastıklardaki, yorganlardaki saçakların da. Nasıl da sık sık görmüştü yorganındaki püsküllü saçağın, papazların da katıldığı tuhaf bir dansçı geçidine dönüştüğünü… Çünkü hiç dans etmeyen, heybetli heybetli yürüyen, dua ediyormuş ya da ilahi söylüyormuş gibi öne eğilen bazı püsküller de vardı. Ne kadar sıklıkla ilaç şişeleri, bir dizi kahverengi silindir şapkalı küçük adama dönüşmüştü; lavabo taşının, yuvarlak yuvasındaki şişko kuş gibi bir oturuşu vardı ki.
“Dün gece rüyamda kuşları gördüm,” diye düşündü Linda. Neydi? Unutmuştu. Ama bu nesnelerin canlanmasının en tuhaf yanı yaptıklarıydı. Dinliyorlardı, gizemli, çok önemli bir içerikle şişiyorlardı sanki, tamamlandıklarında, onların gülümsediklerini hissediyordu. Ama ona değildi, yalnızca, o sinsi gizli gülümsemeleri; onlar gizli bir topluluğun üyeleriydiler, kendi aralarında gülümsüyorlardı. Bazen, gündüz zamanı uykuya dalınca, uyanıyor, parmağını bile oynatamıyordu, gözlerini sağa sola bile çeviremiyordu çünkü ONLAR oradaydı; bazen bir odadan dışarı çıkıp orasını boş bıraktığında, kapıyı şık diye kapattığı sıra içeri ONLARIN doluştuğunu biliyordu. Ve bazen akşamları, o yukarıdayken, belki de başka herkes aşağıdayken, onların elinden kurtulamadığı zamanlar oluyordu. O anda hızla davranamıyordu, bir ezgi mırıldanamıyordu; hiç aldırmıyormuş gibi şöyle söylenmeye kalkışsa – “Yerinden kaldır şu eski yüksüğü” – ONLARI kandıramıyordu. ONLAR nasıl korktuğunu biliyorlardı; aynanın önünden geçerken nasıl başını çevirdiğini ONLAR görüyordu. Linda’nın hep hissettiği şey, ONLARIN kendisinden bir şey istediğiydi, biliyordu ki eğer boyun eğerse, sesini çıkarmazsa, hatta sessizden de öte çıt çıkarmazsa, kıpırdamazsa, gerçekten bir şeyler olacaktı.
“Şimdi çok sessiz,” diye düşündü. Gözlerini fal taşı gibi açtı, yumuşacık, sonsuz ağını ördüğünü duydu sessizliğin. Nasıl da usulca soluyordu; neredeyse hiç soluk almıyor gibiydi.
Evet, en küçük, en minicik parçacığa kadar her şey canlanmıştı, altında yatağını hissetmiyordu, yüzüyordu, havada yükselmişti. Yalnızca fal taşı gibi açılmış gözleriyle bir şeyleri dinliyor gibiydi, daha gelmemiş olan birisinin gelmesini bekliyordu, daha olmamış bir şeyin olmasını gözlüyordu.
VI

Mutfakta, iki camın altındaki uzun, çam tahtasından masada yaşlı Mrs. Fairfeld kahvaltı bulaşıklarını yıkıyordu. Mutfak camı, aşağı sebze bahçesine ve ravent yataklarına açılan büyük çimenliğe bakıyordu. Çimenlik bir yanından bulaşıklık ve çamaşırlıkla sınırlanıyordu, onların beyaz badanalı çatı kirişinde boğum boğum bir asma büyüyordu. Daha dün iki tane incecik, burgu burgu asma bıyığının çamaşırlık tavanındanki çatlaklardan çıktığını görmüştü, çatıdaki bütün camlarda kabarık yeşilden kalın fırfırlar vardı.
“Üzüm bağlarını çok severim,” diye konuştu, Mrs. Fairfield, “ama üzümlerin burada olgunlaşacağını sanmam. Avusturalya güneşi gerekli.” Bebekken Beryl’in Tasmanya evinde arka verandadaki asmadan nasıl beyaz üzüm kopardığını, kocaman kızıl karıncanın nasıl bacağını soktuğunu anımsadı. Omuzlarında kırmızı fiyonklar olan küçücük ekose elbisesi içinde acı acı çığlık atan Beryl’i gördü, sokağın yarısı koşturmuştu. Çocuğun bacağı nasıl da kütük gibi şişmişti! “Tüüühhh!” Aklına gelince Mrs. Fairfield soluğunu tuttu. “Zavallı çocuk, ne korkunçtu.” Dudaklarını sımsıkı kapadı, biraz daha sıcak su almak için sobaya gitti. Büyük, sabunlu çanakta su köpürüyordu, üstünde pembe, mavi baloncuklarla. Yaşlı Mrs. Fairfield’in kolları dirseklerine kadar çıplaktı, parlak pembe lekeliydi. Büyük mor menekşe desenli gri muslin elbise giyiyor, beyaz keten önlük, beyaz müslinden, pelte kalıbı biçiminde yüksek başlık takıyordu. Boğazında, gümüşten, üstüne beş tane baykuş oturmuş hilal vardı, boynuna siyah boncuklardan yapılmış saat tasması takıyordu.
Yıllardır bu mutfakta olmadığına inanmak zordu; öylesine onun parçasıydı. Kendinden emin, kesin dokunuşla çömlekleri ortadan kaldırdı, telaşsızca defalarca sobadan dolaba gitti geldi, tek bir tanımadığı köşe yokmuş gibi kilere, erzak dolaplarına baktı. İşini bitirince, mutfakta her şey bir dizi desenin parçası olmuştu. Kareli beze ellerini kurulayarak odanın ortasında durdu; dudaklarında gülümseme uçuştu; çok hoş, çok mutluluk verici göründüğünü kurulayarak odanın ortasında durdu; dudaklarında gülümseme uçuştu; çok hoş, çok mutluluk verici göründüğünü düşündü.
“Anne! Anne! Orada mısın?” diye seslendi Beryl.
“Evet, canım. Beni mi istiyorsun?”
“Hayır. Ben geliyorum,” ve Beryl daldı içeri, kıpkırmızı, arkasından iki büyük resmi çekerek.
“Anne, iflas bayrağını çektiğinde Chung Wah’un Stanley’e verdiği şu korkunç iğrenç Çin resimlerini ne yapacağım? Onların değerli olduklarını söylemek saçma çünkü aylar öncesinde Chung Wah’ın manav dükkânında asılıydılar. Sanley’in niçin onları saklamak istediğini anlayamıyorum. Tıpkı bizim kadar iğrenç bulduğundan eminim, ama çerçeveleri yüzünden,” dedi, hırsla. “Günün birinde bu çerçevelerden bir şeyler kazanacağını sanıyor herhalde.”
“Niye geçide asmıyorsun onları?” diye düşüncesini açıkladı Mrs. Fairfield; “Orada pek göze çarpmazlar.”
“Olmaz. Hiç yer yok. İşyerinin yapımdan önceki ve sonraki bütün fotoğraflarını, iş arkadaşlarının imzalı fotoğraflarını, kolsuz fanilasıyla, hasırın üstüne yatmış Isabel’in o büyütülmüş korkunç resmini astım.” Kızgın bakışları dingin mutfağı taradı. “Ne yapacağımı biliyorum. Onları buraya asacağım. Taşınırken biraz nemlendiklerini, bu yüzden şimdilik buraya koyduğumu söyleyeceğim Stanley’e.”
Bir sandalye çekti, üstüne sıçradı, önlük cebinden çekici, kocaman çiviyi çıkardı, çaktı.
“İşte! Bu kadar yeter! Resmi ver bana, anne.”
“Bir dakika, çocuğum.” Annesi oymalı, abanoz çerçeveyi siliyordu.
“Ah, anne, gerçekten tozunu alman gerekmiyor. Bütün o küçük deliklerin tozunu silmen yıllar sürer.” Annesinin başı üzerinden kaşlarını çattı, sabırsızlıkla dudaklarını ısırdı. Annesinin işleri özenle yapması çıldırtıcıydı düpedüz. Yaşlılıktandır, diye düşündü çalımla.
Sonunda iki resim yan yana asılmıştı. Sandalyeden yere sıçradı, küçük çekici yerine kaldırdı.
“Burada o kadar da kötü durmuyorlar, değil mi?” dedi. “Hem neyse, Pat’la hizmetçi kız dışında kimsenin bakması gerekmiyor – yüzüme örümcek ağı bulaşmış mı, anne? Merdivenlerin altındaki şu dolabı karıştırıyordum, şimdi de bir şey burnumu gıdıklayıp duruyor.”
Ama Mrs. Fairfield bakmaya zaman bulamadan Beryl arkasını dönmüştü. Birisi camı tıklattı; başını sallayarak, gülümseyerek oradaydı Linda. Bulaşıklık kapısı mandalının kalktığını duydular, kadın içeri girdi. Başında şapkası yoktu; başının üstünde saçları bir halkada toplanmıştı, eski kaşmir şala sarınmıştı.
“Çok acıktım,” dedi Linda: “nereden yiyecek bir şeyler bulabilirim, anne? Bu, mutfağa ilk girişim. Her yerde ‘anne’ yazıyor; her şey çift çift.”
“Sana çay yapayım,” dedi Mrs. Fairfield, masanın köşesine temiz bir peçete yayarak, “Beryl de seninle bir fincan içebilir.”
“Beryl, benim zencefilli çöreğimin yarısını ister misin?” diye Linda bıçağını ona doğru salladı. “Eee Beryl, şimdi burada olduğumuza göre evi seviyor musun?”
“Ah, evet, evi çok çok seviyorum, bahçe de çok güzel, ama her şeye çok uzak gibi geliyor bana. O zangır zangır sallanan korkunç otobüse binip de bizi görmeye hiç kimse gelmez sanıyorum, buralarda uğrayacak hiç kimseler yoktur, eminim. Elbette senin için önemi yoktur bunun çünkü–”
“Ama at arabamız var,” dedi Linda. “Ne zaman istersen Pat seni kente götürebilir.”
Bu bir avuntuydu, kesinlikle, ama Beryl’in kafasının arkasında kendisine bile sözcüklerle açıklamadığı bir şeyler vardı.
“Ah, neyse, iyi işte, bu bizi öldürmez;” dedi kuru kuru, boş fincanını bırakıp ayağa kalktı, gerindi. “Perdeleri asacağım.” Şarkı söyleyerek koştu:
“Binlerle, binlerle kuş görüyorum
Avaz avaz şakıyor her ağaçta…”
“…kuşlar görüyorum. Avaz avaz şakıyor her ağaçta…” Oysa yemek odasına vardığında şarkı söylemeyi kesti, yüzü değişti; kederlendi, asıldı.
“İnsan burada da başka yerdeki gibi paslanıp gidebilir,” diye söylendi acımasızca, sert pirinç çengelli iğneleri, kırmızı şayak perdelere batırırken.
Mutfakta bırakılan ikisi kısa süre sessizdiler. Linda yanağını parmaklarına yaslayıp annesini izledi. Sırtını yapraklı cama vermiş olan annesinin görkemli bir güzelliği olduğunu düşündü Linda. Onsuz asla yapamayacağını hissettiği, rahatlatan bir şey vardı görünümünde. Teninin tatlı kokusuna, yanaklarının yumuşak dokunuşuna, daha da yumuşak olan kollarına, omuzlarına gerek duyuyordu. Alnında gümüş rengi, ensede daha açık renk olan saçlarının muslin başlığının altındaki büyük halkada hâlâ parlak kahverengi kıvrılışını seviyordu. Muhteşemdi annesinin elleri, taktığı iki yüzük kaymak gibi teninde eriyordu sanki. Her zaman öylesine tazeydi, tatlıydı. Bedeninde ketenden başka şeye katlanamazdı, yaz kış soğuk suyla yıkanırdı.
“Bana yapacak iş yok mu?” diye sordu Linda.
“Hayır, şekerim. Keşke bahçeye çıksan da çocuklarına bir göz atsan; ama bunu yapmayacağını biliyorum.”
“Elbette yaparım, ama biliyorsun Isabel hepimizden daha olgun.”
“İyi de, Kezia değil,” dedi Mrs. Fairfield.
Linda yeniden şalına sarınarak, “Ah, saatler önce Ke-
zia’ya boğa tos attı,” dedi.
Ama hayır, tenis alanını otlaktan ayıran çitteki tahtaların bağlantıları arasında bulunan delikten Kezia boğayı görmüştü. Ama hiç de bayılmıyordu boğaya, bu yüzden de meyve bahçesini geçip çimenli yokuşu tırmanarak, fundalığın yanındaki patikadan geniş karmakarışık bahçeye dönmüştü. Bu bahçede hiç kaybolmayacağına inanmıyordu. Bir gece arabayla geldikleri büyük demir bahçe kapısına giden yolu bulmuştu iki kez, sonra da eve varan araba yolundan yürüyerek geri dönmüştü, ama her iki yanında öyle çok küçük patika vardı ki. Yolun bir yanındaki bütün patikalar, yüksek koyu renk ağaçlardan, enli kadifemsi yaprakları, tüylü, kaymak gibi, salladığında arıların vızıldadığı çiçekleri olan çalılıklardan bir karmaşanın içine sürüklüyordu insanı – ki bu korkutucu yandı, hiç de bahçeye benzemiyordu. Kocaman kümes hayvanlarının ayak izleri gibi üzerine yayılmış ağaç kökleriyle buradaki küçük patikalar nemliydi, balçık gibiydi.
Oysa araba yolunun öteki yanında yüksek çiçekli çalılardan bir çit vardı, patikalar da çiçekli çitlerle çevriliydi, hepsi üst üste yığılmış karmakarışık çiçeklere götürüyordu. Kamelyalar açıyordu, ışık çakımları yayan yapraklarla çizgi çizgiydi beyaz ve koyu kırmızılar, pembe ve beyazlar. Beyaz demetler yüzünden leylak dallarının üstünde tek yaprak bile görünmüyordu. Güller açmıştı – beylerin düğme iliklerine taktığı güller, küçük beyaz olanlar, ama böcek doluydu üstleri, burnuna götüremiyordun, son sıra yaprakları dökülmüş, ayda bir açan pembe güller, kalın sapların üstünde katmerli güller, hep tomurcuğa duran, pembe, pürüzsüz güzellikte kıvrımlarla açan sarmaşık gülleri, kırmızılar öylesine koyu kırmızı ki sanki dökülürken arkalarını dönüyorlar ve narin kırmızı saplı, parlak koyu kırmızı renkli çok zarif kaymak gibi bir tür.
Çançiçekleri kümeleri, her tür sardunya vardı, küçük mineçiçeği ağaçları, mavimsi lavanta çalıları vardı, kadife gözleri, pervane kanatları gibi yaprakları olan sakız sardunyası yatağı. Bir çiçek yatağında muhabbetçiçeğinden başka bir şey yoktu, ötekinde alaca menekşeden başka şey yoktu – tek kat ve katmerli papatyalardan sınırlar, daha önce hiç görmediği her tür küçük küme küme bitkiler.
Kızıl çiçeklerin boyları ondan daha uzundu; Japon ayçiçekleri küçük bir vahşi ormanın içinde büyüyordu. Çalılıktan sınır çitlerinden birine oturdu. Sıkı sıkı üstüne bastırınca önce iyi bir oturacak yer oldu. Ama içi nasıl da tozluydu! Kezia bakmak için eğildi, kokladı, burnunu ovuşturdu.
Sonra da meyve bahçesine götüren çimenli yokuşun başında buldu kendini… bir an yokuştan aşağı baktı; sonra sırtüstü yere uzandı, küçük bir çığlık attı, sık çiçekli meyve bahçesi çimlerine doğru yokuş aşağı yuvarlandı, yuvarlandı. Uzanıp nesnelerin dönmeyi kesmesini beklerken eve çıkıp hizmetçi kızdan boş kibrit kutusu istemeye karar verdi. Büyükannesine sürpriz yapmak istiyordu… Önce üstünde kocaman menekşe olan yaprak koyacaktı içine, sonra belki de menekşenin iki yanına birer tane çok küçük beyaz karanfil, sonra üstlerine biraz lavanta serpecekti, ama çiçekleri örtmeyecekti.
Büyükannesine sık sık bu sürprizi hazırlardı, hep de çok başarılı olurdu.
“Kibrit istiyor musun, büyükanne?”
“Nerden bildin, küçüğüm, ben de tam kibrit arıyordum.”
Büyükanne yavaş yavaş açtı kutuyu, içindeki tablo ortaya çıktı.
“Aman, tanrım, güzel çocuğum! Nasıl da şaşırttın beni!”
“Burada her gün bir tane yapabilirim ona,” diye düşündü, kaygan pabuçlarının üstünde çimen yapraklarını karıştırarak.
Oysa eve geri dönüş yolunda, araba yolunu evin önünde buluşan iki kola ayırarak yolun ortasında duran o adacığa rastladı. Adacık, biraz yüksek bir çimenlikten oluşuyordu. Kalın, gri-yeşil, dikenli yaprakları olan, ortasından uzun, güçlü gövde fırlamış koskoca bir bitkiden başka şey yoktu çimenin üstünde. Bitkinin kimi yaprakları öylesine yaşlıydı ki artık havada kıvrık durmuyordu; geriye dönmüştü, ayrılmış, kırılmıştı; bazıları yerde dümdüz, solmuş uzanıyordu.
Ne olabilirdi ki bu? Daha önce hiç görmemişti böyle şey. Durdu, gözlerini dikip baktı. Sonra da patikadan gelen annesini gördü.
“Nedir bu, anne?” diye sordu Kezia.
Linda başını kaldırıp kaba yaprakları, etli gövdesiyle tombul şişkinleşen bitkiye baktı. Ta tepelerindeydi, havada donup kalmış gibiydi ama yine de üstünde büyüdüğü toprağa kökleri yerine pençeleriyle sarılmışcasına sıkı sıkı tutunuyordu. Kıvrık yaprakları sanki bir şeyler gizliyordu; kör gövde, onu hiçbir rüzgâr sarsamazmış gibi havayı yarıyordu.
“Bu, aloe, Kezia,” dedi annesi.
“Hiç çiçek açar mı?”
“Evet, Kezia,” diye gülümsedi ona eğilerek annesi, gözlerini yarı kapattı. “Her yüzyılda bir.”
VII

İşyerinden eve dönüş yolunda Stanley Burnell arabayı Bodega’da durdurdu, aşağı indi, koca bir kavanoz istiridye aldı. Hemen bitişikteki Çinli’nin dükkânından çok güzel görünen ananas aldı, bir sepet taze siyah kiraz gözüne çarpınca John’a onlardan da yarım kilo vermesini söyledi. İstiridyelerle ananası ön koltuğun altındaki kutuya yerleştirdi, ama kirazları elinde taşıdı.
Uşak Pat yerinden aşağı atladı, yeniden kahverengi battaniyeyle sardı onu.
“Ayağınızı kaldırın Mr. Burnell, bacaklarınızın arkasına dolayayım,” dedi.
“Tamam! Tamam! Birinci sınıf!” dedi Stanley. “Şimdi doğruca eve gidebilirsin.”
Gri kısrağa bir dokundu Pat, araba ileri fırladı.
“Bence bu adam birinci sınıf,” diye düşündü Stanley. Derli toplu kahverengi paltosu, kahverengi melon şapkasıyla orada otururkenki görüntüsü hoşuna gidiyordu. Kendisini battaniyeyle sarması, onun gözleri hoşuna gidiyordu. Onda hiç köle ruhu yoktu – en çok nefret ettiği şey köle ruhlu insanlardı. İşinden hoşnut gibi görünüyordu – şimdiden mutlu, doygun.
Gri kısrak çok güzel gidiyordu; Burnell kentten çıkmak için sabırsızlanıyordu. Evde olmak istiyordu. Ah, kırlarda yaşamak çok hoştu – bir kez işyeri kapandı mı şu kent denen delikten çıkmak hemen; taze ılık havanın içinde arabayla yol almak, geçen bütün zaman süresince bahçesiyle, otlaklarıyla, üç iyi cins ineğiyle, kendilerine yetecek kadar kümes hayvanları, kazlarıyla evinin öteki uçta olduğunu bilmek de çok hoştu.
Sonunda kentten çıkarlarken, tenha yolda hızla ilerlerken yüreği neşeyle küt küt atıyordu. Elini torbaya daldırdı, bir keresinde üç dört tane ağzına atıp çekirdekleri arabanın yan tarafından fırlatarak kiraz yemeye başladı. Çok lezzetliydiler, etli, serin, üstlerinde tek leke, ezik yoktu.
Şu ikisine bak, şimdi – bir tarafları siyah, öte tarafı beyaz – harika! Mükemmel bir çift küçük Siyam ikizi. Onları ceketinin iliğine taktı… Vay canına, şu yukarıdaki adama da bir avuç verebilirdi – ama hayır, vermese daha iyiydi. Kendi yanında biraz daha çalışmasını beklemek daha iyiydi.
Cumartesi öğleden sonralarıyla pazar günleri neler yapacağını tasarlamaya başladı. Cumartesi günü öğle yemeğine kulübe gitmeyecekti. Hayır, elden geldiğince çabuk işyerinden kurtulacak, eve vardığında birkaç dilim soğuk etle yarım marul vermelerini isteyecekti. Sonra da öğleden sonra tenis oynamak için kentten birkaç kişi çağıracaktı. Çok fazla değil – en çok üç kişi. Beryl de iyi oyuncuydu… Sağ kolunu öne uzattı, kası hissederek ağır ağır kıvırdı… banyo, güzel bir masaj, akşam yemeğinden sonra veranda da puro…
Pazar sabahı kiliseye gideceklerdi – çocuklar falan hepsi. Bu da aklına bir sıra kiralaması gerektiğini getirdi, mümkünse güneşte, kapıdan gelecek esintiden korunmak için ön taraflarda. Hayalinde mükemmel sesler çıkartırken duydu kendini: “Ölümün Keskin Ağzını yendiğinde Sen açarsın Göklerin Krallığını bütün İnananlara.” Sıranın köşesinde düzgün pirinç çerçeveli kartı gördü – Mr. Stanley Burnell ve ailesi… Günün geri kalanında Linda’yla tembel tembel dolaşacaktı… Şimdi bahçeyi geziyorlardı; karısı koluna girmişti, önümüzdeki hafta işyerinde neler yapmayı tasarladığını anlatıyordu ona uzun uzadıya. Karısının şöyle dediğini duydu: “Hayatım, bence en akıllıcası bu…” Ana konudan kayma eğiliminde olsalar da Linda’yla işleri konuşmanın ona çok yararı dokunuyordu.
Tüh, kahretsin! Çok hızlı gitmiyorlardı. Pat yine frene basmıştı. Tüh! Ne rezillikti. Midesinin içinde hissediyordu.
Ne zaman evine yaklaşsa bir korku kaplardı Burnell’i. Kapıdan içeri girmeden önce gözüne çarpan herkese bağırırdı: “Her şey yolunda mı?” Sonra da Linda’nın şöyle dediğini duyuncaya kadar kimseye inanmazdı: “Selam! Yine eve döndün mü?” Kırlarda yaşamanın en kötü yanı buydu – geri dönmek iki katı fazla sürüyordu… Ama şimdi pek uzak değillerdi. Son tepenin üstündeydiler; şimdi yol boyunca tatlı bir yokuştu, yarım milden çok değildi.
Pat kırbacı kısrağın sırtında şaklattı, tatlı sesle gönlünü aldı:
“Haydi kızım. Haydi kızım.”
Gün batımına birkaç dakika vardı. Parlak metalik ışığın içinde yıkanan her şey kıpırtısız duruyordu, iki yandaki otlaklardan olgun çimenlerin sütsü kokusu yükseliyordu. Demir kapılar açıktı. Hızla girdiler, araba yolunu geçtiler, adayı döndüler, verandayı tam ortalayarak durdular.
“Kısraktan hoşnut kaldınız mı, efendim?” dedi Pat, yerinden inip efendisine gülümseyerek.
“Çok güzel, gerçekten, Pat,” dedi Stanley.
Linda camlı kapıdan dışarı çıktı; gölgeli sessizlikte sesi çınladı. “Selam! Yine eve döndün mü?”
Onun sesiyle yüreği öyle çarpmaya başladı ki merdivenlere fırlayıp kollarına almamak için kendini zor tuttu.
“Evet, evdeyim yine. Her şey yolunda mı?”
Pat, avluya açılan yan kapıya doğru götürmeye başladı arabayı.

“Hey, bir dakika dur,” dedi Burnell. “Şu iki paketi ver bana.” Sonra Linda’ya döndü. “Sana bir kavanoz istiridyeyle, ananas getirdim,” dedi sanki ona dünyanın bütün nimetlerini getirmişçesine.
Hole girdiler; bir elinde istiridyeleri, ötekinde ananası taşıyordu Linda. Burnell camlı kapıyı kapadı, şapkasını fırlattı, karısına sarıldı, sımsıkı kendine çekti, başını, kulaklarını, dudaklarını, gözlerini öpmeye başladı.
“Ah, canım! Ah, canım!” dedi kadın. “Bekle bir dakika. Dur da şu aptal şeyleri bırakayım,” istiridye kavanozuyla ananası oymalı koltuğun üstüne bıraktı. “Ceketinin iliğinde ne var – kiraz mı?” Çıkardı onları, kulağına taktı.
“Öyle yapma, sevgilim. Onlar senin.”
Yeniden kulağından çıkardı. “Sonraya saklarsam kusura bakmazsın, değil mi. Yoksa akşam yemeğinde iştahımı kapatır. Gel de çocuklarını gör. Çay içiyorlar.”
Çocuk odasındaki masanın üstünde lamba yanmıştı. Mrs. Fairfield ekmek kesip tereyağı sürüyordu. Üstlerine adları işlenmiş kocaman önlükler takan üç küçük kız masada oturuyordu. Babaları öpülmeye hazır olarak içeri girdiğinde ağızlarını sildiler. Pencereler açıktı; şöminenin üstünde bir kavanoz dolusu yabani çiçek duruyordu, lamba tavanda büyük yumuşak ışık baloncuğu oluşturmuştu.
Işığa göz kırparak, “Keyfin yerinde görünüyor, anne,” dedi Burnell. Isabel’le Lottie masanın bir yanında, Kezia ucunda oturuyordu – baştaki yer boştu.
“Orası da oğlumun oturması gereken yer,” diye düşündü Stanley. Sıkı sıkı Linda’nın omzuna sarıldı. Vay canına, böylesine mutlu olmak büyük aptallıktı!
“Öyleyiz, Stanley. Keyfimiz yerinde,” dedi Mrs. Fairfield, Kezia’nın ekmeğini parmak gibi şeritlere keserken.
“Burasını kentten daha çok seviyorsunuz, değil mi, çocuklar?” diye sordu Burnell.
“Ah, evet,” dedi üç küçük kız, Isabel aklına sonradan gelmiş gibi ekledi: “Sana gerçekten çok teşekkür ederiz, sevgili babacığım.”
“Yukarı gel,” dedi Linda. “Sana terliklerini getireyim.”
Ama ikisinin kol kola çıkamayacağı kadar dardı merdivenler. Oda epey karanlıktı. El yordamıyla kibrit ararken karısının yüzüğünün mermer şömine rafında şıngırdadığını duydu.
“Buldum, sevgilim. Mumları yakacağım.”
Ama onun yerine adam arkadan yaklaştı yine, sarıldı, kadının kafasını omzuna bastırdı.
“Öylesine şaşırtıcı bir mutluluk içindeyim ki,” dedi.
“Öyle mi?” Kadın döndü, elini onun göğsüne dayadı, başını kaldırıp baktı.
“Bana neler oluyor, anlamıyorum,” diye karşı çıktı kocası.
Şimdi dışarısı iyice karanlıktı, ağır bir çiy iniyordu. Linda camı kapatırken soğuk çiy parmak uçlarına değdi. Uzaklarda köpek havladı. “Bence ay çıkacak,” dedi kadın.
Bu sözler üzerine ve parmaklarındaki soğuk, nemli çiyle ay doğmuş gibi geldi ona – soğuk ışık seli içinde tuhaf biçimde ortaya çıkıyormuş gibiydi kadın. Titredi; camdan uzaklaştı, Stanley’in yanına, sedire oturdu.
. . . . .
Yemek odasında, odun ateşinin kırpışmaları içinde, yer minderine oturmuş, gitar çalıyordu Beryl. Yıkanmıştı, bütün giysilerini değiştirmişti. Şimdi üzerinde siyah benekli beyaz muslin giysi vardı, saçına siyah ipek gül iliştirmişti.
Doğa dinlenmeye çekilmiş, aşkım,
Görüyorsun, yalnızız.
Bırak sıkayım elini, aşkım,
Usulca benimkinin içinde.
Yarı yarıya kendisi için çalıp söylüyordu çünkü çalıp söylerken kendini izliyordu. Pabuçlarının üstünde, gitarın kırmızı karnında, onun beyaz parmaklarında ateş ışığı oynaşıyordu…
“Camın dışında olsam, içeri baksam, kendimi görsem, gerçekten yıldırım çarpmış gibi olurdum,” diye düşündü. Daha da yumuşakça çaldı, karşısındaki kişiye – ama şarkı söylemiyordu şimdi, dinliyordu.
“…Seni ilk görüşümde, küçük kız! – ah, hiç bilmiyordun yalnız olmadığını – küçücük ayakların minderin üstünde oturuyordun, gitar çalıyordun. Tanrım, asla unutamam…” Beryl başını hızla kaldırdı, yine şarkı söylemeye başladı:
“Ay bile bitkin…”
Ama kapı gürültüyle çalındı. Hizmetçi kızın koyu kırmızı yüzü aralıktan fırladı.
“Lütfen, Miss Beryl, içeri girip masayı hazırlamalıyım.”
“Elbette, Alice,” dedi Beryl, buz gibi sesle. Gitarı köşeye koydu. Elinde ağır, siyah demir tepsiyle Alice içeri daldı.
“Şey, şu fırınla başım dertte,” dedi. “Hiçbir şeyi kızartamıyorum.”
“Gerçekten mi!” dedi Beryl.
Ama hayır, şu salak kıza katlanamayacaktı. Karanlık oturma odasına koştu, bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı… Ah, huzursuzdu, huzursuzdu. Şöminenin üstünde ayna asılıydı. Kollarını iki yanına uzattı, aynanın içindeki solgun gölgesine baktı. Nasıl da güzel görünüyordu, ama görecek hiç kimse yoktu, hiç kimse.
“Niçin böylesine acı çekmen gerekiyor?” dedi aynadaki yüz. “Acı çekmek için yaratılmadın… Gülümse!”
Gülümsedi Beryl, gerçekten de gülümsemesi öylesine tapınılasıydı ki bir daha gülümsedi – ama bu kez başka türlüsü elinden gelmediği için.
VIII

“Günaydın, Mrs. Jones.”
“Ah, günaydın, Mrs. Smith. Seni gördüğüme çok sevindim. Çocuklarını getirdin mi?”
“Evet, ikizlerimi getirdim. Seni son görüşümden beri bir bebeğim daha oldu, ama öylesine çabuk geldi ki daha ona giysi hazırlayacak zaman bulamadım. Bu yüzden de onu bıraktım… Kocan nasıl?”
“Ah, çok iyi, teşekkür ederim. Hiç yoktan korkunç bir soğuk algınlığına yakalandı ama Kraliçe Victoria – benim vaftiz annem, biliyorsun – ona bir kasa ananas gönderdi, hem-men iyileşti. Bu senin yeni hizmetçin mi?”
“Evet, adı Gwen. Daha iki gün önce işe başladı. Ah, Gwen, bu arkadaşım, Mrs. Smith.”
“Günaydın, Mrs. Smith. Akşam yemeği daha on dakika hazır olmayacak.”
“Beni hizmetçinle tanıştırman gerekmiyor bence. Onunla doğrudan konuşmaya başlamalıyım, sanırım.”
“Şey, o hizmetçiden çok hanım yardımcı ve hanım yardımcıları tanıştırırsın, biliyorum, çünkü Mrs. Samuel Josephs’de de vardı.”
“Ah, neyse, önemli değil;” dedi hizmetçi aldırmazlıkla, yarısı kırılmış elbise askısıyla çikolatalı kremayı döverken. Akşam yemeği beton basamağın üstüne güzelce pişiyordu. Pembe bahçe sırasının üstüne örtüyü sermeye başladı. Her bir kişinin önüne iki tane sardunya yaprağından tabak, çam iğnesinden çatal, ince daldan bıçak koydu. Defne yaprağının üstünde, haşlanmış yumurta yerine üç papatya başı, soğuk et yerine birkaç dilim küpeçiçeği yaprağı, topraktan, sudan, karahindiba tohumlarından yapılmış pek hoş küçük balık köfteleri, pişirdiği salyangoz kabuğunun içinde masaya koymayı kararlaştırdığı çikolatalı krema vardı.
“Çocuklarım için kaygılanmana gerek yok,” dedi Mrs. Smith tatlı tatlı. “Şu şişeyi alıp musluktan doldurursan – yani mandıradan demek istiyorum.”
“Ah, tamam,” dedi Gwen, Mrs. Jones’a fısıldadı: “Gidip Alice’ten azıcık gerçek süt istesem mi?”
Ama evin önünden birisi çağırdı onları, yemek eğlencesi eriyip gitti, o güzelim masa, balık köfteleri, haşlanmış yumurtalar karıncalara, titreşen boynuzlarını bahçe sırasının kıyısından uzatıp sardunya yaprağını kemirmeye başlayan yaşlı sümüklü böceğe kaldı.
“Ön tarafa koşun, çocuklar. Pip’le Rags geldi.”
Kezia’nın arabacıya sözünü ettiği kuzenlerdi Trout’ların çocukları. Maymun Ağacı Kulübesi denen, aşağı yukarı bir mil ötedeki evde oturuyorlardı. Pip yaşına göre uzundu, cansız siyah saçlı, beyaz yüzlüydü, ama Rags çok ufak tefekti, öylesine zayıftı ki soyunduğu zaman kürek kemikleri iki küçük kanat gibi dışarı fırlıyordu. Her yere peşlerinden giden, açık mavi gözlü, ucu yukarı kıvrık uzun kuyruğu olan melez bir köpekleri vardı; adı Snooker’dı. Zamanlarının yarısını Snooker’ı tarayıp fırçalayarak, Pip’in hazırladığı, eski bir çaydanlık kapağı örtülü kırık kavanozda gizlice sakladığı korkunç karışımları hayvana içirerek geçiriyorlardı. Sadık küçük Rags’in bile bu karışımların tam sırrını bilmesine izin verilmiyordu… Biraz karbolik diş tozu, bir tutam iyice toz yapılmış sülfür, belki de Snooker’ın tüylerini sertleştirmek için bir parça nişasta… Ama hepsi bu değildi; Rags içten içe gerisinin barut olduğunu düşünüyordu… Ve hiçbir zaman karıştırma işlemine yardım etmesine izin verilmiyordu, tehlikesi yüzünden… “Aman sonra olur da bir zerresi gözüne kaçarsa, hayat boyu kör kalırsın,” derdi Pip, karışımı demir kaşıkla karıştırırken. “Ve her zaman bir olasılık var – yalnızca olasılık, dikkatini çekerim – çok sert karıştırırsan patlaması olasılığı var… Gazyağı tenekesine bundan iki kaşık koymak, binlerce sineği öldürmeye yeter.” Ama Snooker bütün boş zamanını ısırmakla, koklamakla geçiriyor, leş gibi kokuyordu.
“Çok müthiş bir dövüş köpeği olduğu için” diyordu Pip. “Bütün dövüş köpekleri kokar.”
Eskiden Trout’ların çocukları günlerini sıklıkla kentte geçirirdi Burnell’lerle, oysa şimdi bu güzel evde, bu muhteşem bahçede yaşadıkları için çok arkadaşça davranma gereği duyuyorlardı. Ayrıca ikisi de kızlarla oynamayı seviyordu – Pip onları kolayca kandırabildiği, Lottie hemencecik korktuğu için, Rags de utanç verici bir nedenden dolayı. Oyuncak bebeklere bayılıyordu. Nasıl da bakardı yatmış uyuyan bebeğe, fısıltıyla konuşur, utangaçça gülümserdi, birini kucağına almasına izin verilmesi nasıl da iyilikti ona…
“Kollarını kıvır da tut. Öyle kazık gibi uzatma. Bebeği düşüreceksin,” derdi Isabel, sert sert.
Şimdi verandada durmuş, eve girmek isteyen, ama Linda teyze terbiyeli köpeklerden nefret ettiği için içeri girmesine izin verilmeyen Snooker’ı geri çekiyorlardı.
“Annemle birlikte otobüsle geldik,” dediler, “bütün öğleden sonrayı sizinle geçireceğiz. Linda teyze için bir fırın dolusu zencefilli çörek getirdik. Bizim Minnie yaptı. İçi fındık fıstık dolu.”
“Bademleri ben soydum,” dedi Pip. “Elimi bir tencere dolusu kaynar suya daldırdım, yakalayıp çıkardım onları, şöyle bir sıktım elimde, bademler zarlarından fırladı, bazıları tavana kadar sıçradı. Değil mi, Rags?”
Rags başını salladı. “Bizim evde kek yaptıkları zaman,” dedi Pip, “Rags’le ben hep mutfakta kalırız, ben tası alırım, o kaşığı, yumurta çırpacağını alır. Pandispanya en iyisidir. Hamuru köpük köpüktür.”
Veranda merdivenlerinden çimenliğe indi, ellerini çime yapıştırdı, öne eğildi, tepe üstü durmayı kıl payı kaçırdı.
“Çimenlik kambur kumbur,” dedi. “Tepe üstü durmak için düz yer gerekli. Bizim orada, ellerimin üstünde maymun ağacına kadar yürüyebilirim. Değil mi, Rags?”
“Hemen hemen,” dedi Rags, belli belirsiz.
“Verandada tepe üstü dur. Burası dümdüz,” dedi Kezia.
“Hayır, akıllım,” dedi Pip. “Yumuşak yerde yapman gerek. Çünkü dengeni yitirip düşersen boynunda bir şey çıt eder, kırılır. Babam söyledi bana.”
“Ah, hadi gelin bir şey oynayalım,” dedi Kezia.
“Tamam,” dedi Isabel çabucak, “doktorculuk oynayacağız. Ben hemşire olacağım, Pip doktor olabilir, sen, Lottie, Rags hasta olabilirsiniz.”
Lottie bunu oynamak istemiyordu çünkü son seferinde Pip boğazından aşağı bir şey sokmuş, çok fena canı yanmıştı.
“Püff,” diye alay etti Pip. “Yalnızca azıcık mandalina kabuğundan sıkılmış suydu.”
“Tamam evcilik oynayalım,” dedi Isabel. “Pip baba olabilir, sizler de hepiniz bizim sevgili küçük çocuklarımız olursunuz.”
“Evcilik oynamaktan nefret ediyorum,” dedi Kezia. “Hep bizi el ele tutuşturup kiliseye yolluyorsunuz, sonra eve döndürüp yatırıyorsunuz.”
Ansızın Pip cebinden pis bir mendil çıkardı. “Snooker! Buraya gel,” diye bağırdı. Ama Snooker her zamanki gibi kuyruğu bacaklarının arasında sıvışıp kaçmaya çalıştı. Pip üstüne atladı, dizlerinin arasında sıkıştırdı.
“Başını sımsıkı tut, Rags,” dedi, tepesinden fırlamış tuhaf bir düğümle mendili hayvanın başına bağladı.
“Bu da ne böyle?” diye sordu Lottie.
“Kulakları başına yapışık durmaya alışsın diye – anladın mı?” dedi Pip. “Bütün dövüş köpeklerinin kulakları arkaya yatar. Ama Snooker’ın kulakları biraz fazla yumuşak.”
“Biliyorum,” dedi Kezia. “Hep ters dönüyorlar. Bundan nefret ediyorum.”
Snooker yere yattı, mendili çıkarmak için patisiyle tek bir güçsüz çaba gösterdi, ama başaramayacağını anlayınca acıdan titreyerek çocukların peşlerinden sürüklendi.
IX

Sallana sallana geldi Pat; güneşte kırpışan bir kızılderili baltası vardı elinde.
“Haydi benimle gelin,” dedi çocuklara, “göstereyim size İrlanda krallarının ördek kafası kesmesini.”
Gerilediler – ona inanmadılar, ayrıca Trout’lar daha önce Pat’i görmemişti.
“Haydi gelin,” diye tatlı tatlı gönüllerini aldı, elini Ke-
zia’ya uzatarak.
“Gerçek ördek kafası mı? Otlaktakilerden biri mi?”
“Öyle,” dedi Pat. Kız onun katı, kuru avcuna bıraktı elini, Pat baltayı kemerine soktu, ötekini Rags’e uzattı. Küçük çocukları seviyordu.
“Ortalığa kan saçılacaksa Snooker’ın kafasını tutsam iyi olacak,” dedi Pip, “çünkü kan görmek onu korkunç vahşileştiriyor.” Snooker’ı mendilden tutup sürükleyerek önden koştu.
“Gitmemiz şart mı, sence?” diye fısıldadı Isabel. “Biz öyle bir şey istemedik. Değil mi?”
Meyve bahçesinin dibine, tahta çitte kapı açılmıştı. Öte yanda dik yokuş çayın üstünde asılı köprüye götürüyordu, çayın öteki yakasındaki bayıra ulaştın mı da otlakların kıyısındaydın. İlk otlaktaki küçük eski ahır tavuk kümesine dönüştürülmüştü. Tavuklar otlaktan ötelere, boşluktaki çöp yığını toprağa doğru yayılmıştı, ama ördekler çayın köprü altından akan bölümü yakınlarında kalmışlardı.
Kırmızı yaprakları, sarı çiçekleri, demet demet böğürtlenleriyle çalılıklar çayın üstünde asılıydı. Bazı bölümlerde çay genişti, sığdı, ama başka yerlerde, kıyısında köpüklerle, titreşen baloncuklarla derin küçük havuzcuklara dökülüyordu. İşte bu havuzcukları kocaman beyaz ördekler yuva edinmiş, yüzüyor, yaban otlarla kaplı kıyı boyunca su içiyorlardı.
Göz kamaştırıcı göğüs tüylerini gagalarıyla tarayarak aşağı yukarı yüzüyorlardı, aynı göz kamaştırıcı göğüslerle, sarı gagalarla başka ördekler onların yanında ters yöne yüzüyorlardı.
“İşte küçük İrlanda donanması,” dedi Pat, “bakın şuradaki yeşil boyunlu, kuyruğunda yüce küçük bayrağı olan yaşlı amirale.”
Cebinden bir avuç yem çıkardı, tepesi kırık hasır şapkası gözlerinin üstüne çekilmiş, kümese doğru tembel tembel yürümeye başladı.
“Geh, geh, geh” diye bağırdı.
“Vak. Vak – vak – vak – vak –” diye yanıtladı ördekler, karaya çıkıp kanatlarını çırparak, yokuşta karmakarışık, badi badi uzun kuyruk olup peşine takıldılar. Yemi atacakmış gibi yapıp elinde sallayarak onları kandırdı, çevresinde toplanıp beyaz bir halka oluşturuncaya kadar onları çağırdı.
Uzaklarda tavuklar da bu şamatayı duydu, onlar da otlakta koşuşturarak, kafaları ileri uzatılmış, kanatları açılmış, tavukların o aptal koşuşuyla ayakları içe kıvrık, ciyaklayarak geldi.
Sonra Pat yemleri saçtı, açgözlü ördekler gagalamaya başladı. Hemen durdu, ikisini yakaladı, her birini bir koltuğunun altına sıkıştırdı, uzun adımlarla çocukların yanına geldi. İleri fırlamış kafaları, yuvarlak gözleri çocukları korkuttu – Pip dışında hepsini.
“Haydi gelin, salaklar,” diye bağırdı, “ısıramazlar. Yalnızca soluk almaları için iki tane delik var gagalarında.”
“Ben bir tanesinin işini bitirirken sen ötekini tutar mısın?” diye sordu Pat. Pip, Snooker’ı bıraktı. “Tutmaz mıyım? Tutmaz mıyım? Ver birini. Hiç umurumda değil ne kadar tekmelediği.”
Pat o beyaz yığını kollarına verdiğinde neredeyse zevkten hıçkırıklara boğulacaktı.
Tavuk kümesinin kapısı yakınında eski bir kütük vardı. Pat ördeği bacaklarından yakaladı, kütüğe dümdüz yatırdı, hemen hemen aynı anda iniverdi balta, ördeğin kafası kütükten uçtu. Beyaz tüylerin üstüne, adamın ellerinin üstüne kan fışkırdı.
Kanı görünce çocukların korkuları dağıldı. Çevresine toplanıp bağırmaya başladılar. Isabel bile bağırarak zıplıyordu: “Kan! Kan!” Pip ördeğini tümden unuttu. Düpedüz elinden atıp bağırdı, “Gördüm. Gördüm,” kütüğün çevresinde zıpladı.
Yanakları kâğıt gibi bembeyaz Rags küçük kafaya doğru koştu, dokunmak istiyormuş gibi parmağını uzattı, hemen geri çekildi, sonra yine uzattı. Her yanı titriyordu.
Hatta Lottie bile, korkak küçük Lottie bile gülmeye başladı, parmağıyla ördeği gösterdi, bağırdı: “Bak Kezia, bak.”
“İzleyin şimdi!” diye bağırdı Pat. Bedeni yere koydu ve beden badi badi yürümeye başladı – yalnızca bir zamanlar kafanın olduğu yerde akan uzun bir kan iziyle; çıt çıkarmadan uzaklaşmaya başladı çaya inen bayıra doğru… işte her şeyi taçlandıran mucize buydu.
“Görüyor musunuz, bunu? Görüyor musunuz?” diye haykırdı Pip. Önlüklerini çekiştirerek kızların arasında koştu.
“Küçük bir makine gibi. Küçük komik bir lokomotif gibi,” diye ciyakladı Isabel.
Ama Kezia ansızın Pat’e doğru atıldı, bacaklarına sarıldı kollarıyla, adamın dizlerine, elinden geldiğince sert sert başını vurmaya başladı.
“Kafasını geri tak! Kafasını geri tak!” diye haykırdı.
Kaldırmak için eğilince de kız onu bırakmadı, başını çekmedi. Sımsıkı sarıldı, hıçkırdı: “Kafayı geri koy! Kafayı yerine koy!” Ta sesi gürültülü tuhaf bir boğaz tıkanması gibi çıkıncaya kadar.
“Durdu. Yere devrildi. Öldü,” dedi Pip.
Pat, Kezia’yı çekti, kucağına alıp kaldırdı. Güneş başlığı arkaya sarkmıştı ama adamın yüzüne bakmasına izin vermiyordu. Hayır, yüzünü adamın omzundaki kemiğin içine gömdü, kollarını boynuna doladı.
Çocuklar, başladıkları kadar ansızın kestiler bağrışmayı. Ölü ördeğin çevresine toplandılar. Rags artık kafadan korkmuyordu. Yere çömeldi, okşadı şimdi.
“Kafanın tam olarak öldüğünü sanmıyorum,” dedi. “Sence içecek bir şeyler versem canlı kalır mı?”
Ama Pip çok öfkelendi: “Pöh! Bebek sen de.” Snooker’a ıslık çaldı, yürüyüp gitti.
Isabel yanına gidince Lottie geri kaçtı.
“Ne diye boyuna bana dokunup duruyorsun, Isabel?”
“İşte,” dedi Pat, Kezia’ya. “İşte kocaman küçük kız.”
Kız ellerini kaldırdı, adamın kulaklarına dokundu. Bir şeyler hissetti. Usulca titreyen yüzünü kaldırdı, baktı. Pat küçük yuvarlak altın küpeler takıyordu. Erkeklerin küpe taktığını bilmiyordu. Çok şaşırmıştı.
“Bunları çıkarıp takabiliyor musun?” diye sordu, somurtarak.
X

Yukarıda evde, sıcak derli toplu mutfakta hizmetçi kız Alice akşamüstü çayını hazırlıyordu. Giyinmişti. Koltuk altları kokan siyah kumaş elbise giymiş, kocaman bir sayfa kâğıt gibi duran beyaz önlük takmış, iki firketeyle saçına dantel fiyonk iliştirmişti. O rahat ev terliklerini de siyah deri olanla, küçükparmağının üstündeki nasırı feci halde vuranla değiştirmişti…
Mutfak sıcacıktı. Sinek vızıldadı, çaydanlıktan yelpaze gibi beyaz duman tüttü, su kaynadıkça kapak tıngırdayıp durdu. Sıcacık havada saat tıkladı, yavaşça, mahsustan, yaşlı bir kadının örgü şişlerinin tıkırtısı gibi, bazen de – hiç nedensiz, çünkü hiç esinti yoktu – bir kepenk çarptı, camları tıklattı.
Alice suteresi sandviçi yapıyordu. Masanın üstünde bir topak tereyağı, uzun bir somun ekmek vardı, tereler beyaz örtünün içinde sarılıydı.
Ama tereyağı tabağının kıyısına sıkıştırılmış cildi sökük, sayfaları kıvrık pis, yağlı küçük bir kitap vardı, kız tereyağını sürerken okuyordu:
“Rüyada cenaze arabası çeken hamamböceği görmek kötüdür. Yakınında bulunan birinin, ya babanın, ya kocanın, ya erkek kardeşin, ya oğulun ya da niyet tutulan kişinin ölümü anlamına gelir. Eğer sen izlerken hamam-böcekleri geri doğru giderse bunun anlamı merdiven, yapı iskelesi falan gibi yüksek yerden düşerek ya da yanarak ölmektir.
“Örümcek. Rüyada üstünde gezinen örümcek görmek iyidir. Yakın gelecekte büyük para demektir. Aile içinden gelecekse kısa süre yatağa bağlı kalma beklenebilir. Ama altıncı aya dikkat edilmeli, armağan gelen kabuklu deniz ürünleri yenmemeli…”
Kaç binlerce kuş görüyorum.
Ah, hayat. İşte Miss Beryl oradaydı. Alice bıçağı bıraktı, Rüya Yorumları’nı tereyağı tabağının altına kaydırdı. Ama doğru dürüst saklayacak zaman bulamamıştı, çünkü Beryl mutfağa dalmış, doğruca masaya gelmişti, gözüne ilk çarpan şey o yağlı uçlar oldu. Miss Beryl’in anlamlı küçük gülümsemesini, baktığı şeyin ne olduğundan emin değilmişcesine kaşlarını kaldırıp gözlerini kıstığını gördü Alice. Miss Beryl soracak olursa şöyle yanıtlamaya karar verdi: “Sizi ilgilendiren bir şey yok, Miss.” Ama Miss Beryl’in ona sormayacağını biliyordu.
Alice gerçekte ılımlı bir yaratıktı, ama kendisine asla sorulmayacağını bildiği sorulara karşı en müthiş sertlikte yanıtları hazırdı. Onları oluşturmak, kafasının içinde evirip çevirmek sanki dile getirmiş gibi rahatlık verirdi.

Gerçekten, böylesine kafasının içine üşüştükleri yerlerde onu canlı tutarlardı, öyle ki uykusunda uçlarını kemirirse diye gece yatarken iskemlenin üstüne kibrit kutusu koymaya korkardı.
“Ah, Alice,” dedi Miss Beryl. “Çaya fazladan bir kişi daha geldi, dünden kalan çöreklerden de bir tabak daha ısıt, lütfen. Kahveli kekten başka sandviç de koy. Tabakların altına küçük örtüler sermeyi unutma – olmaz mı? Dün unuttun, biliyorsun, çay öylesine çirkin, sıradan göründü ki. Ve Alice, bir daha akşam üzeri çaydanlığının üstüne o korkunç eski pembe, yeşil kılıfı geçirme. O yalnızca sabah için. Gerçekten, bence onun mutfaktan çıkmaması gerek – çok partal, kokuyor da. Japon işi olanı tak. Anlıyorsun, değil mi?”
Miss Beryl bitirmişti.
“Şakıyor her ağaçta…”
diye şarkı söylüyordu mutfaktan çıkarken, Alice’i böylesine katı kurallarla yönetmekten çok hoşnut.
Ah, Alice çileden çıkmıştı. Bir şeyler yapmasının söylenmesine aldıracak insan değildi, ama Miss Beryl’in tavrında katlanamadığı bir şeyler vardı. Ah, ona katlanamıyordu. İçi buruluyordu, deyim yerindeyse, tir tir titriyordu. Ama
Alice’in Miss Beryl’de gerçekten nefret ettiği şey, kendisini aşağı hissettirmesiydi. Sanki pek de orada değilmiş gibi özel bir sesle konuşurdu Alice’le ve ona asla öfkelenmezdi – asla. Hatta Alice bir şeyi elinden düşürdüğü ya da önemli bir şeyi unuttuğu zaman bile Miss Beryl böyle bir şeyin olacağını bekler gibiydi.
“Ve izninizle, Mrs. Burnell,” dedi hayali Alice, çöreklere tereyağı sürerken, “artık Miss Beryl’den buyruk almak istemiyorum. Yalnızca sıradan, gitar çalmasını bilmeyen bir hizmetçi kız olabilirim, ama…”
Bu son eklentiden öyle hoşnut kaldı ki öfkesi neredeyse geçti.
“Yapılacak tek şey,” dediklerini duydu, yemek odası kapısını açarken, “kolları bütünüyle kesip çıkarmak, yalnızca omuzlarda geniş, siyah kadife şerit bırakmak…”
XI

O gece Alice beyaz ördeği Stanley Burnell’in önüne koyduğunda hiç de bir zamanlar kafası varmış gibi görünmüyordu. Mavi tabağın üstünde güzelce yağlanmış bir vazgeçişle yatıyordu – bacakları sicimle birbirine bağlı, çevresinde dolma içi küçük toplardan çelenkle.
İçlerinden hangisinin, Alice’in mi, yoksa ördeğin mi daha iyi yağlanmış olduğunu söylemek zordu; ikisi de öylesine parlak renkliydi, ikisinde de aynı cilalı, gergin hava vardı. ama Alice alev alevdi, kırmızıydı, ördek maun rengiydi.
Burnell et bıçağının ağzına göz gezdirdi. Et kesmesiyle, birinci sınıf iş çıkarmakla gurur duyardı çok. Kadınların et kestiğini görmekten nefret ederdi; her zaman çok yavaştılar, daha sonra etin neye bezeyeceğine de hiç aldırmazlardı sanki. İşte şimdi yaptı; incecik soğuk et dilimleri, tam uygun kalınlıkta küçük koyun eti demetleri kesmekten, büyük titizlikle tavuğu, ördeği parçalamaktan gerçek gurur duyardı…
“Ev ürünlerimizin ilki mi bu?” diye sordu, öyle olduğunu gayet iyi bilerek.
“Evet, kasap gelmedi. Yalnızca haftada iki kere uğradığını anladık.”
Ama özür dilemenin gereği yoktu. Harika bir kanatlıydı. Hiç de et gibi değildi, en güzelinden bir tür pelteydi. “Babam derdi ki,” dedi Burnell, “çocukken annesinin ona Alman flütü çalmış olması gereken kuşlardan biri bu mutlaka. Ve o hoş aygıtın tatlı ezgileri çocuk aklını öylesine etkisi altına almış ki… biraz daha alır mısın Beryl? Senle ben yiyeceği gerçekten duyumsayan tek kişileriz bu evde. Gerekirse yargının önüne çıkıp iyi yiyeceği sevdiğimi belirtmeye gönülden hazırım.”
Oturma odasında çay sunuluyordu, nedense eve geldiğinden beri Stanley’e karşı çok sevecen olan Beryl kâğıt oynamalarını önerdi. Açık pencerelerden birinin yanındaki küçük masaya oturdular. Mrs. Fairfield ortadan yok oldu, Linda salıncaklı sandalyeye uzandı, elleri başının üstünde, ileri geri sallandı.
“Sen ışığı istemiyorsun, değil mi, Linda?” dedi Beryl. Yumuşak ışığının altında oturacağı biçimde çekti uzun lambayı.
Nasıl da uzaklarda görünüyordu, o ikisi, Linda’nın oturup sallandığı yerden. Yeşil masa, cilalı oyun kâğıtları, Stanley’in kocaman elleri, Beryl’in ufacık elleri, hepsi tek bir gizemli kıpırdanışın parçası gibi duruyordu. Kara giysisinin içinde iriyarı, sağlam Stanley hiç istifini bozmuyor, Beryl parıltılı kafasını sallıyor, somurtuyordu. Boynuna hiç de bildik olmayan kadife kurdele takmıştı. Bu onu değiştirmişti, nasılsa – yüzüne başka biçim vermişti – ama çekiciydi, diye karar verdi Linda. Oda zambak kokuyordu; şöminenin üstünde iki büyük kavanoz kır çiçeği vardı.
“On beş iki – on beş dört – ve bir çift altı, bir seri üç dokuz,” dedi Stanley, son derece kararlı, koyunları da sayıyor olabilirdi.
“Bende iki çiftten başka şey yok,” dedi Beryl, erkeğin kazanmaktan ne çok hoşlandığını bildiği için hoşnutsuzluğunu abartarak.
Oyunda kullandıkları mandallar, yolda yan yana yürüyen, keskin köşeden dönen, yeniden yokuş aşağı inen iki kişi gibiydi. Birbirlerini izliyorlardı. Öne geçmektense, konuşacak kadar yan yana kalmayı yeğliyorlardı – yan yana kalmak, belki de hepsi buydu.
Ama hayır, her zaman sabırsız olan, öteki yanına gelirken uzağa sıçrayan, dinlemeyen birisi vardı. Belki de beyaz mandal, kırmızıdan korkuyordu ya da belki acımasızdı, kır-mızıya konuşma fırsatı tanımıyordu…
Giysisinin önüne bir demet alaca menekşe takmıştı Beryl, bir kez küçük mandallar yan yana geldiğinde eğildi ve menekşeler onları kapladı.
“Ne yazık,” dedi, menekşeleri kaldırırken, “tam da birbirlerinin kollarına atılma fırsatını yakalamışken.”
“Elveda, kızım,” diye güldü Stanley ve kırmızı mandal öteye zıpladı.
Verandaya açılan camlı kapıları olan oturma odası uzundu, dardı. Yaldızlı gül desenli krem rengi duvar kâğıdı vardı, Mrs. Fairfield’e ait olan eşyalar sadeydi, koyu renkti. Oymalı ön yüzüne kıvrım kıvrım sarı ipek örtü dökülen küçük piyano duvara dayalı duruyordu. Beryl’in yaptığı, yağlıboya, koca bir demet şaşkın görünümlü yabanasması resmi asılıydı üstünde. Her çiçek, siyah çerçeveli şaşkın göze benzeyen ortasıyla küçük bir tencere boyutundaydı. Ama oda daha tamamlanmamıştı. Stanley’in gönlünden iki büyük Chesterfield koltukla, doğru dürüst iki sandalye geçiyordu. Linda burasını en çok olduğu gibi seviyordu…
İki büyük pervane camdan içeri girdi, lamba ışığının halkası içinde döne döne uçtu.
“Uçup uzaklaş çok geç olmadan. Dışarı uç yine.”
Döne döne uçtular; sessiz kanatları üzerinde içeri sessizliği, ay ışığını taşıyor gibiydiler…
“Bende iki papaz var,” dedi Stanley. “İşe yarar mı?”
“Biraz yarar,” dedi Beryl.
Linda sallanmayı kesti, ayağa kalktı. Stanley başını kaldırıp baktı. “Bir şey mi oldu, sevgilim?”
“Hayır, bir şey yok. Annemi bulacağım.”
Odadan çıktı, merdivenlerin başında durup seslendi, ama annesinin sesi verandadan yanıtladı.
Lottie’yle Kezia’nın arabacının arabasından gördükleri ay şimdi dolunay olmuştu, ev, bahçe, yaşlı kadın, Linda – hepsi göz kamaştıran ışığın içinde yıkanıyordu.
“Aloeye bakıyordum,” dedi Mrs. Fairfield. “Bence bu yıl çiçek açacak. Şu tepesine bak. Şunlar tomurcuk mu, yoksa yalnızca ışığın etkisi mi?”
Merdivenlerde dururlarken,aloenin bulunduğu çimenli yükselti dalga gibi kabardı, aloe küreklerini kaldırmış üstünde yüzen gemiye benzedi. Parlak ay ışığı, kalkmış küreklerin üstünde su gibi asılı kaldı, yeşil dalganın üstünde çiy parıldadı.
“Sen de hissediyor musun onu,” dedi Linda, kadınların geceleri birbirine kullandığı, uykularında ya da içi boş bir mağaradan konuşuyorlarmış gibi yankılanan o özel sesle konuşuyordu annesiyle – “Sen de hissetmiyor musun bize doğru geldiğini?”
Soğuk suyun içinde yakalandığını, kürekleri havada, tomurcuğa durmuş direği olan gemiye sürüklendiğini hayal etti. Şimdi kürekler daha hızla, daha hızla çarparak indi. Bahçedeki ağaçların, otlakların, ötelerdeki karanlık çalılıkların üstünden uzaklara kürek çektiler. “Ah,” diye haykırdığını duydu kendisinin: “Daha hızlı! Daha hızlı!” o kürek çekenlere doğru.
Uyuyan çocukların yattığı, Stanley’le Beryl’in iskambil oynadığı eve geri dönmeleri gerekliliğinden nasıl da daha gerçekti bu hayal.
“Bence onlar tomurcuklar,” dedi. “Haydi bahçeye inelim, anne. Seviyorum bu aloeyi. Buradaki her şeyden çok seviyorum. Ve eminim, başka bütün her şeyi unuttuktan çok sonra bile onu hatırlayacağım.”
Elini annesinin koluna koydu, merdivenleri indiler, adacığı döndüler, ön kapıya giden ana araba yoluna çıktılar.
Ona aşağıdan bakarken aloe yapraklarını çevreleyen uzun sivri dikenlerini görebiliyordu, onların görünümüyle yüreği katılaştı… Özellikle seviyordu uzun sivri dikenleri… Hiç kimse cesaret edemezdi gemiye yaklaşmaya ya da onu izlemeye.
“Hatta gündüzleri o kadar sevdiğim Ternöv köpeğim bile,” diye düşündü.
Çünkü köpeğini gerçekten çok seviyordu; onu seviyor, beğeniyor, saygı duyuyordu müthiş. Ah, dünyadaki herkesten çok. Onu bütünüyle, bütünüyle tanıyordu. O, gerçeğin, edebin ruhuydu, bütün hayat deneyimine karşılık son derece yalınkattı, kolayca mutlu ediliyor, kolayca incitiliyordu…
Ah, keşke bir de üzerine öyle atlamasa, öyle gürültülü havlamasa, kendisini öylesine merakla, seven gözlerle izlemese. Ona göre fazla güçlüydü; çocukluğundan beri üzerine atlayan şeylerden nefret etmişti hep. Korkutucu olduğu zamanlar vardı – gerçekten korkutucu. Avazı çıktığı kadar bağıramadığı zamanlar: “Beni öldürüyorsun.” Ve o zamanlarda daha kaba, daha nefret dolu şeyler söylemeye özlem duyardı…
“Biliyorsun, ben çok kırılganım. Sen de benim kadar biliyorsun, kalbim hasta, doktor sana her an ölebileceğimi söyledi. Daha şimdiden üç koca yığın çocuk doğurdum…”
Evet, evet, bu doğruydu. Linda hızla çekti elini annesinin kolundan. Bütün sevgisine, saygısına, beğenmesine karşın ondan nefret ediyordu. Öyle zamanlardan sonra nasıl da duyarlıydı hep, nasıl yumuşak başlı, düşünceli. Nasıl da her şeyi yapabilirdi onun için; onu kurtarmaya can atıyordu… Linda güçsüz bir sesle konuşurken duydu kendisini:
“Stanley, bir mum yakar mısın?”
Ve erkeğin yanıtlayan şen sesini duydu: “Elbette yakarım, sevgilim.” Ve sanki onun için aydan aşağı atlayacakmış gibi yataktan atladı.
Şu anda olduğu kadar yalın görünmemişti hiç. İşte oradaydı ona karşı beslediği bütün duygular, her biri öteki kadar gerçek, keskin, belirli. Ve işte öteki de vardı, şu nefret, geriye kalan her şey kadar gerçek. Duygularını sarıp küçük küçük paketler yapabilir, Stanley’in eline verebilirdi. Onu şaşırtmak için şu sonuncuyu eline tutuşturmayı özlemle istedi. Gözlerini görebiliyordu, paketi açarken…
Kavuşturulmuş kollarını kendine sardı, sessizce gülmeye başladı. Nasıl da saçmaydı hayat – gülünçtü, düpedüz gülünç. Ve canlı kalmak için bu sapıkça tutkusu da niyeydi? Çünkü gerçekten sapıkça tutkuydu, diye düşündü, alay ederek, gülerek.
“Böylesine özenle kendimi ne için koruyorum? Çocuk doğurup duracağım, Stanley para kazanıp duracak, çocuklar, bahçeler daha daha büyüyecek, aralarından seçim yapayım diye aloelerden koca filolarla.”
Başı öne eğik, hiçbir şeye bakmadan yürüyordu. Şimdi başını kaldırıp çevresine bakındı. Kırmızı, beyaz kamelya ağacının yanında duruyorlardı. Üzerine ışık serpilmiş etli karanlık yapraklar, kırmızı beyaz kuşlar gibi aralarına tünemiş yuvarlak çiçekler güzeldi. Linda bir mine kopardı, ezdi, ellerini annesine uzattı.
“Çok güzel,” dedi yaşlı kadın. “Üşüdün mü, çocuğum? Titriyor musun? Evet, ellerin soğuk. Eve dönsek iyi olacak.”
“Neler düşünüyordun?” dedi Linda. “Anlat bana.”
“Gerçekten pek bir şey düşünmüyordum. Meyve bahçesini geçerken meyve ağaçlarının nasıl olduğunu, bu sonbaharda fazla reçel yapıp yapamayacağımızı merak ettim. Sebze bahçesinde çok güzel sağlıklı kuşüzümü çalıları var. Bugün gözüme çarptılar. Kiler raflarımızın ağzına kadar kendi reçellerimizle dolduğunu görmek hoşuma giderdi…”
XII

“Çok sevgili Nan,
Daha önce yazmadığım için hayırsız domuzcuk olduğumu düşünme. Tek saniyem bile yoktu, şekerim, şimdi bile öyle yorgunum ki kalemi zor tutuyorum.
Neyse, korkunç eylem gerçekleştirildi. Gerçekten kentin baş döndürücü çarkını arkamızda bıraktık, eniştem bu evi, kendi sözcüklerini kullanırsak ‘iğneden ipliğe’ satın aldığı için nasıl yeniden oraya dönebileceğimizi düşünemiyorum bile.
Ne olursa olsun, elbette, korkunç bir rahatlık bu çünkü onların yanında yaşamaya başladığımdan beri kırlarda bir yer edinmekle korkutuyordu beni – ve söylemeliyim ki ev ve bahçe çok hoş – kentteki o iğrenç fare deliğinden milyon kat daha iyi.
Ama gömüldüm, şekerim. Gömülmek doğru sözcük değil.
Komşularımız var, ama onlar yalnızca çiftçiler – bütün gün sağıyor gibi görünen iri, kaba saba oğlanlar, taşınırken bize çörek getiren, seve seve yardımcı olacaklarını söyleyen, tavşan dişli iki korkunç kadın. Ama bir mil uzakta oturan kız kardeşim burada tek bir tanrının kulunu tanımıyor, bu yüzden bizim de asla tanımayacağımıza eminim. Kentten hiç kimsenin asla bizi görmeye gelmeyeceği kesin, çünkü otobüs olmasına karşın herhangi düzgün insanın onunla altı mil gitmektense ölmeyi yeğleyeceği, yanları kara deri kaplı korkunç eski takırdayan bir şey o.
Hayat böyle işte. Zavallı küçük B. için acıklı bir son bu. Bir iki yıl içinde dünyanın en korkunç rüküşüne dönüşeceğim, üzerimde yağmurluk, çin ipeğinden beyaz tülle bağlanmış gemici şapkasıyla geleceğim seni görmeye. Çok hoş.
Stanley şimdi yerleştiğimize göre – çünkü hayatımın en korkunç haftasından sonra gerçekten yerleştik – cumartesi öğleden sonraları tenis oynamak için kulüpten birkaç adam getireceğini söylüyor. Aslında, büyük bir iyilik olarak ikisini getireceği sözü vermişti bugün için. Ama şekerim, Stanley’in kulüpteki adamlarını bir görsen… epey şişko, yeleksiz, korkunç kılıksız görünümlü – biraz kıvrık ayakkabı burunlarıyla – beyaz pabuçla tenis alanında yürürken öyle göze batıyor ki. Ve dakika başı pantolonlarını çekiyorlar – bilmiyorsun, sanki – raketleriyle hayali şeylere pata küte girişiyorlar.
Geçen yaz kulüpte oynardım onlarla, aşağı yukarı üç kere oraya gittikten sonra hepsinin bana Miss Beryl dediğini söylediğim zaman eminim onların ne türden olduklarını anlayacaksın. Usanç verici bir dünya bu. Elbette annem düpedüz seviyor burasını ama galiba ben de annemin yaşında olsam güneşte oturup bir kaba fasulye ayıklamaktan mutlu olurdum. Oysa değilim – değilim – değilim.
Bütün bu olanlar için Linda’nın ne düşündüğü konusunda, her zamanki gibi, en küçük bir fikrim yok. Gizemli hep olduğu gibi…
Şekerim, şu benim beyaz saten elbisemi biliyorsun. Kollarını tamamen kesip çıkardım, omuzlarına siyah kadife şeritler, sevgili kardeşimin şapkasından çıkardığım iki büyük kırmızı gelincik koydum. Büyük başarı oldu, ama ne zaman giyebileceğim belli değil.”
Odasında küçük bir masaya oturmuş yazıyordu Beryl bu mektubu. Bir açıdan elbette tam anlamıyla doğruydu, ama başka açıdan baştan sona deli zırvasıydı, tek sözcüğüne bile inanmıyordu. Hayır, bunlar doğru değildi. Bütün bunları hissediyordu, ama gerçekten bu biçimde hissetmiyordu.
Bu mektubu yazan öteki benliğiydi. Gerçek benliğinin yalnızca canını sıkmakla kalmıyor, aynı zamanda onu iğrendiriyordu da.
“Hoppa ve aptalca,” dedi gerçek benliği. Yine de yollayacağını, her zaman Nan Pym’e bu tür zırvalıklar yazacağını biliyordu. Gerçekten, genellikle yazdığı türden mektupların çok yumuşak bir örneğiydi.
Beryl dirseklerini masaya dayadı, bir kez daha baştan okudu. Mektubun sesi sayfadan yükseliyor gibi geldi. Henüz hafifti, telefonda duyulan, tiz, ansızın patlayan, tınısında acılık olan sese benziyordu. Ah bugün tiksiniyordu ondan.
“Sen her zaman o kadar canlısın ki,” dedi Nan Pym. “O yüzden erkekler böyle çevrende pervane oluyor.” Sonra da dolgun kalçaları, koyu rengiyle mazbut bir kız olan kendisine erkekler pek aldırmadığı için ekledi, biraz kederle – “Senin nasıl becerebildiğini anlamıyorum. Ama bu doğanda var, galiba.”
Amma palavra. Amma saçmalık. Hiç de yoktu doğasında. Tanrı aşkına, Nan Pym’e gerçek benliğini gösterecek olsa, Nannie şaşkınlıktan pencereden atlardı… Şekerim, şu benim beyaz saten elbisemi biliyorsun… Mektupluğu küt diye kapadı Beryl.
Ayağa fırladı, yarı bilinçsizce, yarı bilinçle aynaya doğru sürüklendi.
İşte orada duruyordu beyazlar içindeki incecik kız – beyaz şayak etek, beyaz ipek gömlek, incecik beline sımsıkı dolanmış deri kemer. Alnı geniş, çenesi sivri – ama çok sivri değil – yüzü kalp biçimindeydi. Gözleri, gözleri belki de en güzel yeriydi; öylesine tuhaf, alışılmadık renkleri vardı ki – yeşilimsi mavi, demişti birisi.
Dudakları dolguncaydı. Çok mu kalın? Hayır, değil gerçekte. Alt dudağı biraz çıkıktı; birisinin fena halde büyüleyici olduğunu söylediği bir emme biçimi vardı onu.
Burnu en az hoşuna giden yeriydi. Gerçekten çirkin olduğu için değil. Ama Linda’nınkinin yarısı kadar bile güzel değildi. Linda’nın sahiden mükemmel küçük bir burnu vardı. Onunki azıcık yayvandı – çok da kötü değil. Ve büyük olasılıkla yalnızca kendi burnu olduğu için yayvanlığını abartıyordu, kendisine karşı çok eleştireldi. Başparmağıyla işaretparmağı arasında çimdikledi, biraz suratını buruşturdu.
Çok çok hoş saçlar. Ve ne de gürdü. Yeni dökülmüş yaprakların rengindeydi, sarı parıltılarla kızıl kahverengi. Upuzun ördüğünde, uzun bir yılan gibi belkemiğinin üstünde duyardı. Başını arkaya çeken ağırlığını duymayı, çıplak kollarını kaplayan dağınıklığını duymayı severdi. “Evet, şekerim, hiç kuşkusuz sen gerçekten güzel küçük bir şeysin.”
Bu sözcükler üzerine göğsü kabardı; gözlerini yarı kapayarak uzun bir hoşnutluk soluğu aldı.
Ama bakarken bile dudaklarında, gözlerinde gülümseme söndü. Ah, tanrım, işte yine orada durmuş, o aynı eski oyunu oynuyordu. Sahte – sahte her zamanki gibi. Nan Pym’e yazarken olduğu kadar sahte. Kendi benliğiyle baş başa, yalnız olduğu zaman, şimdi bile sahte.
Aynadaki yaratığın onunla ne ilgisi vardı, ne diye gözlerini dikmiş bakıyordu? Yatağının kıyısında yere attı kendini, yüzünü kollarına gömdü.
“Ah,” diye haykırdı, “çok acı çekiyorum – çok korkunç acı çekiyorum. Aptal, kinci, kibirli olduğumu biliyorum; hep numara yapıyorum. Bir an bile kendi benliğime bürünemiyorum.” Ve açıkça, açıkça gördü sahte benliğini merdivenlerden koşarak inip çıkarken, konukları varsa o özel titrek sesle kahkahalar atıp gülerken, erkekler akşam yemeğine gelmişse saçındaki ışığı görsünler diye lambanın altında dururken, gitar çalması istendiğinde surat asıp küçük kız numarası yaparken. Neden? Stanley’e bile kullanıyordu bu numaraları. Daha dün gece adam gazete okurken sahte benliği onun yanında durmuş, mahsustan omzuna yaslanmıştı. Kendi kahverengi elinin yanında onunkinin nasıl da beyaz olduğunu görsün diye bir şey gösterir gibi yapıp elini onunkinin üstüne koymamış mıydı.
Nasıl da aşağılık!! Aşağılık! Öfkeden yüreği donmuştu. “Şahane beceriyorsun,” dedi sahte benliğine. Ama aslında yalnızca çok acı çekmesiydi bunların nedeni – çok acı çekmesi. Eğer mutlu olsaydı, kendi hayatını yaşıyor olsaydı, sahte benliği var olmayacaktı. Gerçek Beryl’i gördü – bir gölge… bir gölge. Sönük, özden yoksun parlıyordu. Parıltıdan başka ne vardı ona ilişkin? Ve ne küçücük anlar için gerçekten kendisi oluyordu. Neredeyse tek tek anımsıyordu Beryl hepsini. O anlarda şu duyguya kapılmıştı: “Hayat çok zengin, gizemli, iyi, ben de zenginim, gizemliyim, iyiyim.” Bir daha hiç sonsuza kadar o Beryl olacak mıyım? Olacak mıyım? Nasıl olabilirim? Ve sahte benliğimin olmadığı bir zaman da var mıydı?.. Ama tam bu noktaya kadar ulaşmışken geçitte koşan küçük adımların sesini duydu; kapı kolu gıcırdadı. Kezia içeri girdi.
“Beryl Teyze, lütfen annem aşağı inmeni rica ediyor. Babam yanında bir adamla eve döndü, akşam yemeği hazır.”
İç karartıcı! O aptal biçimde diz çökerek nasıl da buruşturmuştu eteğini.
“Tamam, Kezia.” Tuvalet masasına gitti, burnuna pudra sürdü.
Kezia da peşinden geldi, küçük krem kavanozunu açıp kokladı. Kolunun altında çok pis pamuklu bezden kedi vardı.
Beryl Teyze odadan koşarak çıkınca kediyi tuvalet masasına oturttu, krem kavanozunun tepesini kulağına soktu.
“Şimdi bir bak kendine,” dedi sert sert.
Bez kedi bu görünüm karşısında öyle etkilendi ki arkaüstü yuvarlandı, küt küt yere çarptı. Krem kavanozunun kapağı havada uçtu, muşamba döşemede bozuk para gibi fır fır döndü – ve kırılmadı.
Oysa Kezia için havada uçtuğu anda kırılmıştı, her yanı alev alev yerden kaldırdı, tuvalet masasına geri koydu.
Sonra parmak uçlarında uzaklaştı, çabucak, uçarı…
Je Ne Parle Pas Français

Bu küçük kafeyi neden bu kadar sevdiğimi bilmiyorum. Pis ve kederli, kederli. Onu yüzlercesinden ayıracak bir özelliği olduğundan da değil – yok; ya da insanın köşesinden izleyebileceği, tanıyabileceği, yolu yordamı az çok (azın üzerinde güçlü bir vurguyla) kavrayacağı aynı tuhaf kişiler her gün buraya da gelmiyormuş gibi.
Ama sakın şu parantezleri, insan ruhunun gizemi karşısında benim alçakgönüllülüğümün itirafları olarak yorumlamayın. Hiç değiller; insan ruhuna inanmam. Hiç inanmadım. İnsanların elbise sandığına benzediğine inanırım – içine belli şeyler tıkılmış, yola çıkartılmış, ortalığa savrulup atılmış, fırlatılmış, saçılmış, yitirilmiş, bulunmuş, ansızın yarısı boşaltılmış, ya da şimdiye kadar olmadığınca tepeleme doldurulup şişirilmiş, taa en sonunda En Son Görevli onları kollarından tuttuğu gibi En Son Trene savuruncaya ve onlar takır takır uzaklaşıncaya kadar…
Ama o sandıkların çok büyüleyici olamayacaklarından değil. Ah, fazlasıyla olabilirler! Kendimi onların önünde ayakta dururken görüyorum, bilmiyor musunuz, tıpkı gümrük görevlisi gibi.
“Gümrüğe bildirecek bir şeyiniz var mı? Şarap, alkollü içki, tütün, parfüm, ipek?”
Tebeşirle o dalgalı çizgiyi çizmemden hemen önceki o beni kandırıp kandıramayacakları konusundaki kısa duraksama anı ve çizdikten sonraki acaba kandırdılar mı diye kısaca duraksadıkları öteki an belki de hayattaki en coşku verici iki andır. Evet, öyledir, benim için.
Ama bu uzun, epeyce zorlama, pek de müthiş özgün olmayan arasöze başlamadan önce basitçe anlatmak istediğim şey, burada incelenecek hiç sandık olmadığıydı, çünkü bu kafenin müşterileri, hanımlar, beyler, oturmuyorlar. Hayır, onlar tezgâhta ayakta duruyorlar, tepeden tırnağa beyaz una, kirece, ya da öyle bir şeylere bulanmış olarak buraya nehir kıyısından gelen bir avuç işçiden, yanlarında kulakları gümüş küpeli, kollarında pazar çantaları olan ince, esmer kızlar getiren birkaç askerden oluşuyorlar.
Madam da zayıf, esmer, yanakları beyaz, elleri beyaz. Belli ışıklarda, siyah şalının içinden olağanüstü bir etkiyle parıldarken çok saydam görünüyor. İçki vermediği zamanlarda, tabureye oturuyor, yüzü her zaman pencereye dönük. Siyah çizgiyle çevrilmiş gözleri gelip geçen insanların arasında araştırıyor, onları izliyor, ama birisini arıyormuş gibi değil. Belki de on beş yıl önce arıyordu; ama şimdi bu tavır alışkanlık olmuş. Ondaki bitkinlik ve umutsuzluk havasına bakarak son on yıldır vazgeçmiş olduğunu söyleyebilirsiniz, en azından…
Sonra bir de garson var. Yoo dokunaklı değil – kesinlikle gülünç değil. Garsondan geldiği için sizi öylesine şaşırtan o tam anlamıyla önemsiz şeylerden birine asla değinmiyor (sanki zavallı çaresiz adam, kahve cezvesiyle şarap şişesinin çiftleşmesinden doğmuş melezmiş, içinde başka şeyin tek damlası bulunması beklenmezmiş gibi). Gri renkli, düztaban, solup kurumuş, attığınız iki bozuk parayı sıyırıp alırken sinirinize dokunan uzun, tırtık tırtık tırnaklı bir adam. Yağlı bezi masaya sürmediği ya da ölü bir iki sineğe fiske atmadığı zamanlarda o upuzun önlüğüyle bir eli iskemlenin arkasında, öteki kolunda pis bir peçetenin üç köşeli ucu, rezil bir cinayetle ilgili olarak resminin çekilmesini bekler durumda ayakta durur. “Cansız Bedenin Bulunduğu Kafe’nin İçi.” Onu yüzlerce kere görmüşsünüzdür.
Her yerin gerçekten canlılığa kavuştuğu günün bir saati olduğuna inanır mısınız? Tam olarak demek istediğim bu değil. Daha çok şöyle bir şey. Epey rastlantısal olarak tam da beklendiğiniz anda sahneye çıkmış olduğunuzu fark ettiğiniz bir an vardır. Her şey sizin için düzenlenmiş – sizi bekliyor. Ah, durumun efendisi! Önemli bir solukla içiniz doluyor. Aynı zamanda gülümsüyorsunuz, gizlice, sinsice, çünkü Hayat size bu girişleri bağışlamaya karşı koyuyor gibi, aslında onları elinizden kapmakla, olanaksız kılmakla, sizi kanatlandırıp uçurmakla uğraşıyor gibi, taa çok geç oluncaya kadar, aslında… Yalnızca bir kez yaşlı büyücüyü yenilgiye uğrattınız.
Buraya ilk geldiğimde o anlardan birinin tadını çıkardım. Belki de o yüzden geri gelip duruyorum. Zafer sahneme yeniden konuk oluyorum, ya da bir kereliğine o yaşlı cadının gırtlağına sarıldığım, ona canımın istediğini yaptığım suç sahneme.
Sorgu: Niçin Hayat’a karşı böyle acı doluyum? Ve niçin Amerikan sinemasındaki, yaşlı pençeleri bastonun üstünde kanca gibi kıvrılmış, pis bir şala bürünmüş, ayaklarını sürüyerek yürüyen paçavracı gibi görüyorum onu?
Yanıt: Güçsüz akıl üzerinde etkili olan Amerikan sinemasının doğrudan sonucu.
Neyse, “kısa kış öğleden sonrası sonuna yaklaşıyordu,” dedikleri gibi ve ben amaçsızca sürükleniyordum, eve gidiyordum ya da eve gitmiyordum, kendimi burada, köşedeki bu yere yürür bulduğum zaman.
İngiliz paltomu, gri keçe şapkamı arkamdaki aynı kancaya astım, en az yirmi fotoğrafçının şipşak resmini çekmelerine yetecek zamanı garsona verdikten sonra kahvemi ısmarladım.
O, üstünde oynaşan yeşil ışıkla bildik, morumsu zımbırtıdan bir bardak doldurdu bana, ayaklarını sürüyerek gitti, ben ellerimi bardağa bastırarak oturdum çünkü dışarıda acı bir soğuk vardı.
Ansızın kendimden bağımsız olarak gülümsediğimi fark ettim. Yavaşça başımı kaldırdım, karşımdaki aynada kendimi gördüm. Evet, işte orada oturuyordum, masaya eğilerek, o derin sinsi gülümsememle gülümseyerek, önümde bulanık buhar yumağıyla kahve bardağı, yanında, içinde iki parça şeker olan beyaz tabağın halkası.
Gözlerimi fal taşı gibi açtım. Sonsuzluk boyunca oradaydım, deyim yerindeyse, ve şimdi sonunda hayata geliyordum…
Kafenin içi çok sessizdi. Alacakaranlığın içinden insan ancak kar yağmaya başladığını görebiliyordu dışarıda. Atların, arabaların, insanların, tüysü havanın içinde hareket eden, yumuşak, beyaz biçimlerini görebiliyordu ancak. Garson gözden yitti, bir kucak dolusu samanla yeniden ortaya çıktı. Kapıdan tezgâha kadar ve sobanın çevresinde yere yaydı, alçakgönüllü, neredeyse tapınır gibi davranışlarla. İnsan hiç şaşırmazdı, kapı açılıp da Bakire Meryem içeri girse, eşeğe binmiş, uysal elleri şişko göbeğinin üstünde kavuşturulmuş…
Burası çok hoş, sizce de öyle değil mi, şu Bakire’yle ilgili bölüm? Kalemin ucundan öyle usulca dökülüyor; onda öylesine “ölme dökülüşü” var. O sıra bunu düşündüm, bir kenara not etmeye karar verdim. İnsan hiç bilemez bunun gibi küçük beylik lafın, ne zaman bir paragrafı kapatma işine yarayacağını. Böylece, elden geldiğince az hareket etmeye özen göstererek çünkü “büyü” hâlâ bozulmamıştı (bunu biliyorsunuz?) bloknotu almak için yan masaya uzandım.
Elbette, bloknotun içinde ne kâğıt vardı ne zarf. Yalnızca bir parça pembe kurutma kâğıdı, dayanılmaz ölçüde yumuşak, gevşek, neredeyse nemli, küçük ölü kedi yavrusunun dili gibi, ki böyle bir şeye hiç dokunmamıştım.
Oturdum – ama hep altta, bu beklenti durumu içinde, parmağımda küçük ölü yavru kedinin dilini çevirerek, kafamda yumuşak tümceyi çevirerek, bu arada gözlerim bloknotun kartonuna saçılmış kızların adlarını, pis fıkraları, şişelerin, tabaklarında oturmayan fincanların çizimlerini içine çekerken.
Hep aynı şey, biliyorsunuz. Kızların adları hep aynı, fincanlar asla tabaklarında oturmuyor; bütün kalpler yapışıp kalmış, kurdelelerle bağlı.
Ama sonra, ansızın, sayfanın dibinde yeşil mürekkeple yazılmış, o salak, bayat, küçük tümce: Je ne parle pas Français.
İşte! Gelmişti – o an – o öykü! Ve öylesine hazırlıklı olmama karşın beni yakaladı, üstüme çullandı; düpedüz yenilgiye uğradım. Ve fiziksel duyum çok tuhaftı, çok özeldi. Sanki tepeden tırnağa her yanım, başımla kollarım dışında, masanın altında olan her yanım düpedüz çözüldü, eridi, sıvıya dönüştü. Yalnızca başım kaldı, bir de masaya dayanan iki kol sopası. Ama, ah! O anın acısı! Nasıl tanımlayabilirim onu? Hiçbir şey düşünmedim. Kendi kendime haykırmadım bile. Yalnızca bir an ben yoktum. Ben Acıydım, Acı, Acı.
Sonra geçti, hemen ardından düşünüyordum: “Aman tanrım! Böylesine güçlü duygulara kapılma yeteneğim var mı? Oysa tümden bilinçsizdim! Karşısına çıkacak tek tümcem yoktu! Yenik düşmüştüm! Ayaklarım yerden kesilmişti! Hatta denemedim bile, en belirsiz yolla bile, yere basmayı!”
Derken pof pof soludum, son poflamada şunlar uçuşup çıktı: “Her şey bir yana, demek ki ben birinci sınıfım. Hiçbir ikinci sınıf akıl yaşayamazdı böylesine duygu yoğunluğunu böylesine… katıksızca.”
Garson, kızıl sobaya ateş tutuşturacak bir şey dokundurmuş, yaygın şapkanın altındaki gaz lambasını yakmıştı. Pencereden dışarı bakmak boşuna, Madam; şimdi artık karanlık oldu. Beyaz elleriniz siyah şalınızın üstünde havada duruyor. Tünemek için yuvaya dönmüş iki kuşa benziyorlar. Tedirginler, tedirginler… Sonunda sokuşturuyorsunuz onları ılık koltuk altlarınıza.
Şimdi garson eline uzun bir sopa almış, perdeleri birbirine çarparak kapamıştı. “Hepsi uçtu gitti,” çocukların dediği gibi.

 

Benzer İçerikler

Yüz Yıllık Bir Koku Hikâyesi – Eyüp Sabri Tuncer ve Dört Kuşağı | Meltem Çıplak Nayır

yakutlu

Benim Çiçeklerim Ateşte Açar | Ahmed Günbay Yıldız

yakutlu

Bir Genç Kızın Anıları – Simone De Beauvoir

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy