Nefret ve iktidar savaşının ortasında doğan bir aşktan daha ümitsizi var mıdır?
Kitana, Zirakov’a geri döner fakat hiçbir şey bıraktığı gibi değildir. Kardeşi Armin hariç, ailesinin tamamı ona sırt çevirmiştir. Üstelik Zirakov halkı onu artık prensesleri olarak değil, Vincent’in karısı olarak görmektedir. Tüm bu karmaşanın içinde Kitana, hiç beklemediği bir yerden vurulunca yolu Zirakov’un ünlü ressamı Leonardo Clifford ile birleşir.
Vincent’in öfkesi dağları delip geçecek kadar güçlüdür. Kendini kaybetmiş ve içindeki vahşeti gün yüzüne çıkarmıştır. Kalbindeki cam kırıklarına rağmen verdiği karardan pişmandır. Çevresindeki herkes ona ümidini kesmesini söyler ancak o Kitana’yı Zirakov’dan almaya kararlıdır. Bu, kendisi dahil her şeyi yakıp yıkmak uğruna olsa bile…
Dilara Keskin Kaybolmuş Ruhlar Sarayı II: Senteria’nın Vârisi ile okurları tarihin gizemli odalarında dolaştırmaya devam ediyor. Aşk ve ihanet, serinin ikinci kitabında daha derin ve kalıcı izler bırakıyor.
*
BÖLÜM BİR
ZIRAKOV’A DÖNÜŞ
Nefret ve iktidar savaşının ortasında doğan bir aşktan daha ümitsizi var mıdır?
Amelia’yla birlikte saraydan ayrılalı saatler geçmişti ve benim aklımda sadece bu düşünce vardı. Saraydan uzaklaştıkça merkez arkamızda kalmış, evler gitgide azalmıştı. Aslında ileride görünen dağlar, açık mavi tonlarındaki gökyüzü ve geniş bir alana yayılan çayır insanın içine huzur katacak kadar güzel görünüyordu ama ruhuma çöken mutsuzluktan mı, bilmiyorum, bu güzel doğa manzarasının tadını çıkaramadım. Aksine insanlardan bu kadar uzaklaşmak, sanki mümkünmüş gibi, daha da gerilmeme neden oldu.
Hizmetkârlardan yanıma koymasını istediğim bohçayı açarak içinden bedenime uygun bir pantolon, gömlek ve tunik çıkardım. Amelia bana garip bakışlar atarak ne yaptığımı anlamaya çalışırken hareket eden arabada dengede durmakta zorlanarak kıyafetlerimi çıkarmaya başladım. “Bakma öyle,” dedim hareketsiz kaldığını görünce. “Senin için de aldım, değiştir üstünü.”
Amelia, “Neden?” diye sordu ama emrime uyarak kıyafetlerini değiştirmeye koyuldu.
“Arabacı limana gidecek,” dedim. “Önceden bilgilendirildi. Orada yük gemilerinden birine sıvışacağız.”
Saraydan kaçıp düşman topraklarına sığınma düşüncesinin onu ne kadar korkuttuğu aşikârdı ama başını dik tutmaya ve cesur görünmeye çalışarak, “Anladım, prenses,” dedi.
Kendimi ona karşı sorumlu hissederek, “Hâlâ geri dönmek için bir şansın var,” dedim. “Limana vardığımızda seni geri gönderebilirim. Bir yalan buluruz.”
Başını kararlı bir ifadeyle iki yana salladı. “Hayır, prenses. Kararım kesin.”
Bu inadının onu pişman etmemesini umarak üstümü giymeye devam ettim. Dürüst olmak gerekirse içten içe benimle geldiği için seviniyordum. Çünkü her ne kadar itiraf etmek istemesem de Zirakov’da beni neyin beklediğini bilmiyordum ve bu, içime ürkütücü bir huzursuzluk salıyordu.
Senteria Limanı’na yaklaştığımızda arabacı tıpkı planladığımız gibi çıkmaz sokaklardan birine girdi. Sarayın şaşaalı arabasının dikkat çekeceğini düşündüğümüz için liman gibi kalabalık bir yere girerek herkesin dikkatini üstümüze çekmek istememiştik.
Arabadan indiğimde kalbimin çıkacağını sandım çünkü sokağın iki tarafı da yaklaşık ikişer adamla örtülmüştü. Adamlar siyah bir tunik giymiş; üstüne bol, siyah ve kapüşonlu bir hırka geçirmişlerdi. Burunları ve ağızlarını siyah bir maskeyle örterek sadece gözlerini açıkta bırakmışlardı. Hepsinin aynı giyinmesi onları daha da ürkütücü gösteriyordu.
Suikastçılar.
Öfkeden titreyerek arabacıya baktım. “Orospu çocuğu!”
“Geleceğin kraliçesine karşı koyamam, prenses. Beni affedin.”
Arabadan atladı ve suikastçıların yanından geçip gözden kayboldu. Cassandra’nın işi şansa bırakmayıp saraya dönmemi engellemek için beni öldüreceğini tahmin etmiştim fakat bu kadar aceleci olması benim için de sürprizdi.
“Arabaya geç,” diye mırıldandım Amelia’ya bakmadan. Gözlerim sokağın iki köşesinden ağır ağır yaklaşan dört adam arasında gidip geliyordu. “Onlar benimle ilgilenirken arkana bakmadan kaç buradan. Saraya ulaşıp Vincent’i neler yaptıkları konusunda uyar.”
Ölümü kabul ettiğimi ama hâlâ beni dinlemeyerek başka bir köşke postalayan adamı düşündüğümü şaşkınlıkla fark ettim. Kelimenin tam anlamıyla acınası bir mahlukattım.
Belime yerleştirdiğim hançerin kabzasını tutup avucuma yaydığı sıcaklığı hissettim. Bu paralı köpekler için kesinlikle kolay yem olmayacaktım.
“Baş belası olmaktan hiç vazgeçmiyorsun, değil mi?”
Tanıdık, tok bir ses çıkmaz sokakta yankılandı. Sesi duyduğum an gözlerim irice açıldı. Duvar tarafındaki adamların gözleri arkama, sokağın başındaki adama takıldı. Sokak tarafındaki adamlar da arkasını dönerek davetsiz misafirlerinin kim olduğuna baktılar.
Karşılarındaki adam sanki her gün yaptığı ve artık onun için sıradanlaşan bir işi yapıyormuş gibi üstündeki kürkü çıkardı. Üstünde sadece siyah, dirseklerine kadar katlanmış, geniş V yakası olan gömleği ve siyah pantolonu kalmıştı. Gömleğin önü o kadar açıktı ki karın kaslarının küçük bir kısmı kendini belli ediyordu.
Hiç acele etmeden belindeki kılıcı çekti ve tek başına dört adama birden meydan okudu.
“İşimiz bittiğinde ayaklarıma kapanarak teşekkür edeceksin,” dedi bana bakarak.
“Cehennem çukurunda yan.”
Adamın dudaklarında alaycı bir gülümseme oluştu. “Seni hiç özlememişim, kardeşim.”
Bunlar, en büyük kardeşim Arlo’nun karşısındaki adamları parçalara ayırmadan önce söylediği son sözlerdi. Karşısındaki adamlar sayıca üstün oldukları için ağabeyimi hafife alarak hayatlarının hatasını yapmışlardı.
Arlo profesyonel bir şekilde öne atılıp karşısına çıkan ilk adamın göğsünü boydan boya yararken en az diğerleri kadar şaşkındım. Onun sadece kadınlara olan ilgisini biliyordum, böyle meziyetleri olduğundan habersizdim.
Arkamda bir hareketlilik hissedince Amelia’yı da kendimle beraber sürükleyerek arabanın içine daldım. İkimiz de zeminde yatmış; şok içinde dışarıdaki acı haykırışları, havada birbirine vuran kılıç seslerini dinliyorduk. Amelia’nın da en az benim kadar neler olduğuna bakmak istediğini biliyordum ama ikimiz de hareket etme yetimizi kaybetmişiz gibi olduğumuz yerde kaldık.
Sonunda kılıç sesleri sustu. Dışarıdaki tek ses, bir adamın yalpalayarak adım atarken oluşturduğu botlarının sesiydi. O adamın Arlo olmasını umdum ama onun hayatı için değil, bizimki için.
Arabanın kapısı açıldı ve Arlo bir kolunu arabanın üstüne yasladı. Benimkine benzeyen kızıl saçları dağılmış, göğsü gibi terden sırılsıklam olmuştu. Yorgunluktan kesik kesik nefes alıyordu.
“Bir daha sakın ağabeyine saygısızlık etme.”
Amelia abartılı bir şekilde, “O sizin kardeşiniz mi?” diye tepki gösterince Arlo’nun bakışları yanımdaki güzel kadına kaydı.
Lüzumsuz bir samimiyetle, “Tanıştığıma memnun oldum,” dedi.
Abartılı bir şekilde gözlerimi yuvarladım. “Kadın kokusu duyunca bile gevşemekten ne zaman vazgeçeceksin?” Gerçekten de kadınların Arlo üstündeki etkisini çözemiyordum. Az önce dört adam öldürmüştü ama o flörtöz bir şekilde gülümseyebiliyordu.
Kardeşimin bana bakınca gülümsemesi soldu. Kaba elini bileğime yerleştirip çekiştirdi. “Her zamanki gibi çirkin görünüyorsun,” dedi bana iğrenerek bakarak.
İçimde bir iğrenme duygusu belirirken bir parçamın bu kavgalarımızı özlediğini fısıldadığını duydum ve hemen ardından o küçük parçayı içimden ağır küfürler ederek susturdum. O sırada Arlo kılıcını kınına geçirip yere attığı kürkünü aldıktan sonra bileğimi bırakmadan hızlı adımlarla gemilere doğru ilerledi. Aramızdaki boy farkı yüzünden onun hızlı hızlı attığı adımlara yetişmek için koşmak zorunda kaldım.
“Peynir satan bir yük gemisiyle anlaştım,” diye adımlarını sürdürürken anlatmaya başladı. “Yolculuk pek konforlu olmayacak ama mola vermeden gelen tek gemi buydu. Oraya en hızlı bu şekilde ulaşacağız.” Kalabalığın içine girdiğimiz için Zirakov adını özellikle kullanmadığını fark ettim.
“Burada ne işin var?”
Sorumu bıkkın bir ifadeyle cevapladı: “Armin gelişinde bir sorunla karşılaşmamanı istediği için en güvendiğim adamlarımı yollamamı ya da bizzat gelmemi istedi.” Suratını tiksintiyle buruşturdu. “O piç kurusu veliaht olduğundan beri emir vermeye başladı.”
Dudaklarım alaycı bir ifadeyle yukarı kıvrıldı. “Onunla yıllarca dalga geçmenizin bedelini ödüyorsunuz desene şuna.”
Bana hayret edercesine baktı. “Bu kadar aptal olabildiğine inanamıyorum. Etrafında olup bitenleri görmüyor musun?”
Kaşlarımı çatarken içimde büyüyen rahatsız edici his yüreğimi kemirdi. “Ne oluyormuş etrafımda?”
“Sen şu an evine değil, kanlı bir satranç tahtasının merkezine gidiyorsun,” dedi.
Kalbimin ritmi değişirken, “Ne diyorsun sen?” diye sordum. “Açık konuş.”
Dudaklarını kulağıma yaklaştırdı. “Zirakov’da bir oyun dönüyor, Kitana. Büyük bir oyun. İçimden bir ses, bu oyunun kalbinde senin olduğunu söylüyor.”
Pozisyonumuzu bozmadan huzursuzca kıpırdandım. “Ne saçmalıyorsun, Arlo?”
“Senin gibi bir aptalı uyarmayı deniyorum sadece,” dedi. “Annemin seni gerçekten de sırf Andre’nin yatağına girmen için yolladığını, işlerin sonradan değiştiğini düşünmüyorsun, değil mi?”
Arlo’nun dediklerine kapılmak dünyanın en aptalca şeyiydi ama kendimi durduramayarak, “Sen ne olduğunu sanıyorsun?” diye sordum.
Doğru mu söylüyordu yoksa yalan mı, emin olamadım ama ses tonu samimi gibiydi. “Söyledim, bilmiyorum,” dedi. “Tek bildiğim şey bir savaşın ortasında olduğun.” Geri çekildiğinde suratında ciddi bir ifade vardı.
Neredeyse düşüp bayılacak, ağlayarak Vincent’in benim için ayırdığı köşke koşacaktım ama artık çok geçti. Şu an kaçmaya yeltenirsem en iyi ihtimalle Arlo’yu sapık zannederler, ölene kadar döverlerdi. Bir de Zirakov prensi olduğunu duysalar… Bu ihtimali düşünmek bile istemiyordum.
Sanki kaçmamdan korkuyormuş gibi bir eliyle avucumu sardı ve ilerlemeye devam etti. Bu sefer adımları daha yavaştı. Mal taşıyıcılığı yapan tüccarların oluşturduğu kalabalıktan geçerken sürekli arkama bakıyor, Amelia yanımda mı diye kontrol ediyordum. Genç yardımcım insan seline kapılmamak için âdeta büyük bir savaş veriyordu.
Sonunda ahşap görünümlü gemiye yaklaştığımızda daha rahat yürüyebildik. Dalgalar yüzünden sürekli hareket eden geminin limana uzattığı tahtada dengede durmaya çalışarak gemiye vardık.
Diğerlerinden daha rütbeli olduğu insanlara bakışından bile belli olan adam tembel adımlarla yanımıza yaklaştı. Esmer, kirli sakallıydı ve benden birkaç santim uzundu. Üstündeki tunik, hafif çıkmış göbeğini ortaya çıkarıyordu.
“Hoş geldiniz, lordum,” diyerek Arlo’yu selamladı. “Sizi görmek ne büyük şeref!”
Adamın yalakalıklarına hiç itibar etmeyen Arlo, “Ne zaman kalkıyoruz?” diye sordu.
“Birkaç dakika içinde.” Adamın gözleri önce bana, sonra Arlo’yla kenetlenen ellerime kaydı. Hemen ardından Arlo’nun sağ arkasında kalan Amelia’ya baktı.
“Küçük Hanım yalnız kalmak istemiyorsa onu kamaramda ağırlayabilirim.”
Amelia’nın şaşkın ve rahatsız olmuş bakışlarla karşılık verdiğini görmem için ona bakmama gerek yoktu. Arlo sağa kayarak iri bedenini adamla Amelia arasında bir duvar olarak kullandı. “Bizimle geliyor, sıkılmaz.”
Arlo sesine sert bir ton katmamıştı ama bakışlarında öyle bir alev vardı ki karşısındaki adam yanmaktan korktu ve bir adım geri çekildi. “Peki, öyle diyorsanız.”
Arlo arkasını dönüp bir bana bir Amelia’ya baktı. “Ne olursa olsun, yanımdan sakın ayrılmayın.”
İlk kez Arlo’nun emrine uymakta bir sakınca görmedim.
Bizim için ayrılan kamaranın içinde sadece iki küçük yatak ve üstünde eski bir gaz lambası olan komodin vardı Duvarla tavanın birleştiği köşeler örümcek ağlarıyla kaplanmıştı. Yatakların üstündeki yorganlar oldukça kirli görünüyordu. Daha iyi şartlar talep etsem de elde edemeyeceğimi bildiğimden şikâyet etmeyi düşünmedim bile. Üstelik o sapık ve gevşek adamla her ne sebeple olursa olsun tekrar karşılaşma düşüncesi midemi bulandırıyordu.
Yorganı silkeleyerek olabildiğince tozdan arındırırken, “İki yatak var,” dedim. Hemen ardından yorganı sırtıma atarak ısınmaya çalıştım. “Birimiz yerde yatacağız.”
“Amelia’yla ben yatakta yatarız,” dedi Arlo. “Sen de paspasın üstünde yatarsın.”
Gözlerimi kıstım. “Asıl Amelia’yla ben yatakta yatacağım,” dedim. “Sen kapının önünde uyursun.”
Muhtemelen bu küçük kıvılcım alevlenerek hararetli bir tartışmaya dönüşecekti ki Amelia, “Aranıza girmek istemem,” diyerek dikkatimizi üstüne çekti. Diğer yatağın üstüne kurulmuştu. “Ama neden yatakları birleştirmiyoruz? Pek rahat olmaz ama üçümüz de sığarız.”
Arlo, bana çeyreğini bile göstermediği bir nezaketle, “Harika fikir,” dedi. Hemen ardından yatağa, Amelia’nın yanına oturdu. “Ortamızda sen yatar mısın? Yanlış anlama ama onunla yatmak istemiyorum, biraz ürkütücü.”
Kardeşimin gözlerimin önünde başka bir kadına asılması o kadar rahatsız ediciydi ki gözlerimi devirdim ve tanrılara inanmadığım hâlde başımı yukarı kaldırıp, “Lütfen,” dedim. “Orada bir tanrı varsa şu an canımı alsın.”
“Bir de ne kadar farklı kardeşler olduğumuzu söylerler,” dedi Arlo. Sesindeki sakinlikle bakışlarındaki delicilik tezat oluşturuyordu. “Baksana, aynı şey için dua ediyormuşuz.”
(…)