GİRİŞ
“Kitaplarımı yakacağım – ah Mefistofele”
Christopher Marlowe, Doctor Faustus
Annemin iddiasına göre bende her şey Mr. Men adındaki çocuk kitabı serisiyle başladı. Annem, ebeveynlerin bezginliğini gösteren, provası çok iyi yapılmış bir pandomim eşliğinde, akrabalarımızdan birinin bana Roger Hargreaves’in öykülerinden birini vermesinin ardından, serinin okumadığım son kitabını bulana kadar her tatil gezisinin, her hafta sonu gezintisinin ve her cumartesi alışverişinin nasıl da hiç aksatılmadan kitapçıların taranmasına ayrıldığını anlatır. Mr. Bump’ın Mr. Nosey’ye gereksinimi vardı. Eğer Mr. Chatterbox olmazsa Mr. Tickle kendini yalnız hissediyordu. İlk koleksiyonu tamamladıktan sonra nedendir bilinmez, Dr. Who’nun roman versiyonu bende saplantı haline geldi; ardından da Fighting Fantasy adındaki çocuk kitapları ve yaşım ilerledikçe de ucuz Agatha Christie kitapları.
Bir alışkanlık oluşmaya başladı; bir saplantıya dönüşecek olan bir alışkanlık. Belirli bir başlık altındaki kitapların bir ya da birkaçına sahip olmak yeterli değildi; hepsine sahip olmak, hepsine eksiksiz bir biçimde sahip olmak bende tam bir saplantı, sancılı bir gereksinim haline gelmişti. Hatta Dr. Who’nun hiçbir bölümünü kaçırmadığımdan emin olmak için bir “liste defteri” bile tutuyor, satın aldıklarımızın yanına çarpı koyup henüz roman haline getirilmemiş olanlar için de açıklayıcı notlar ekliyordum. Agatha Christie kitapları yepyeni kapaklarıyla yeniden yayımlandığında elimdeki kitaplardan farklı görünümdeki yeni kitapları satın alma düşüncesi bana inanılmaz ölçüde saçma göründü. Elimde olanlara sadık kaldım ve gözden kaçırmış olabileceğim kitapları da arka raflarda aramayı sürdürdüm. Yaşamımın on dördüncü Noel’inde beni Complete Works of Shakespeare (Çekoslovak basımı, Chancellor Pres, 1982) ile Wordsworth’ten seçmelerin olduğu (W.E. Williams’ın, girişini Jenni Calder’ın kaleme aldığı eseri, Penguin Poetry Library, 1985) kitapların paketlerini açarken izleyen ebeveynlerim biraz endişelenmiş olsa gerek. Sanırım -büyük harf “Y” ile vurgulanması gereken- Yazın sanatının benim bu saplantımı yavaş yavaş tüketecek kadar geniş olmasını umuyorlardı.
Aslında Yazın sanatı hevesim, beni yeni ufuklara taşıdı. Önceleri sırf spor dersinden kaytarabilmek için kullandığım bir bahane olarak Yunanca çalışmaya başlayınca, deyim yerindeyse, kaşıntı dayanılmaz bir kızarıklığa dönüştü. Hafta sonlarında çalıştığım işlerin ücretlerini biriktirip öğle yemeği harçlığımı harcamamak için açlık çekmeyi bile göze aldıktan sonra tüm acılarımı, Penguin yayınlarının Klasik Yunan Tiyatrosu serisi ile dindirdim: iki cilt Aeschylus, iki cilt Sophocles, üç cilt Aristophanes, dört cilt Euripides ve tek bir cilt de Menander. Kitapların güzelim kapaklarını açıp da giriş bölümlerini okumaya başladığımda çok iyi düzenlediğim sistemim ilk darbesini aldı. Ben Yunan tiyatrosunun tamamını satın aldığımı zannediyordum; oysa hem önsözler hem de yorumlar birer felaket tellalcısı gibi tam aksini iddia ediyordu. Elimde yedi oyunu olan Aeschylus aslında seksen oyun yazmıştı; Sophocles’ten toplam otuz üç oyun olması gerekirken topu topu… ve saire.
İkinci ve daha da berbat olan şoku Aristophanes’in Thesmophoriazusae başlıklı eseri için eklenen 61 numaralı notu okuyunca yaşadım: “Zamanının en ünlü trajedi yazarlarından olan Agathon bu oyun yazıldığında kırk bir yaşındaydı. Agathon’un hiçbir oyunu zamanımıza ulaşamamıştır.” Hiçbiri mi? Yani tek bir koro parçası, tek bir konuşma, tek bir satır bile mi? Bu inanılmaz görünüyordu.
On beş yaşımda, bunun düzeltilmesi gereken bir durum olduğuna karar verdim. Bir “Kayıp Kitaplar Listesi” derlemeye başladım. Bu liste çabucak, “Yıldız Savaşları’nda Figürü Yapılmayan Herkes” listemi, “BBC Tarafından Kaybedilen Dr. Who Bölümleri” listemi ve hatta okumam gereken kitaplar listemi bile kat kat aştı. Bu yeni liste, olanaksız ve bilinmez olan, okumak bir yana asla bulamayacağım kitapların listesi olacaktı.
Bir süre sonra bu konunun, Romalılar’ın kendini beğenmişliğine, Hıristiyanlar’ın ilgisizliğine, halifelerden birinin kütüphanelerin geneline ve özellikle de İskenderiye Kütüphanesi’ne yönelik sansürcü görüşüne rağmen yine de varlığını sürdürebilen Yunan eserleriyle sınırlı kalmadığını anladım.
Shakespeare’den Sylvia Plath’a, Homer’den Hemingway’e, Dante’den Ezra Pound’a kadar, birçok büyük yazar benim sahip olamadığım eserler yazmıştı. Yazın tarihinin tamamı aynı zamanda kayıp eserler tarihiydi.
Yazılı olmak yazın eserlerinin doğasında varolan bir niteliktir. İlk başlarda sözlü gelenekle korunan eserler bile ancak ve ancak kaleme alındıklarında gerçek anlamda birer yazın eseri olmaktadır. Bütün yazın eserleri bir ortam içinde varolur; bu ortam da balmumu, taş, kil, papirüs, kâğıt ya da ipler (Perulular’ın düğüm dili Khipu’da görüldüğü gibi) olabilir. Maddesel bir boyuta sahip olduğu için yazın sanatı kendi malzemesinin yok edilebilirliğinipaylaşmaktadır. Her bir unsur sanki ona karşı işbirliği içindedir: ateş ve su, gevrekleştiren kuru hava, çürüten nemli toprak. Özellikle kâğıt tamamen savunmasızdır; yırtılıp parçalanabilir, lekelenebilir, üstü silinebilir. Parazitlerden mantarlara, böceklerden kemirgenlere kadar sayısız canlı kâğıdı yiyebilir; hatta kâğıt, kendi asidi içinde yanarak kendi kendini tüketebilir.
Kaybolmanın en basit biçimi imhadır. Her ne kadar Romalı şair Horace, “Ben bronzdan daha kalıcı bir anıt inşa ettim” dediyse de aslında eseri hakkında kesin olanı değil, yalnızca umudunu dile getirmekteydi. On dokuzuncu yüzyıl şairi Gerard Manley Hopkins yaşamını Tanrı’nın güzelliğine adadığı için önceki şiirlerinin tümünü yakmıştı. James Joyce hırçın bir ânında “A Portrait of the Artist as a Young Man (Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi)” başlıklı eserinin ilk halini oluşturan Stephen Hero’yu ateşe fırlatmıştı ama bu, karısını, kurtarabildiği kadarını kurtarmaktan alıkoyamadı. Kazakistan’daki sürgün yıllarında Mikhail Bakhtin, İncil’in tamamını sigara yapıp içtikten sonra Dostoyevsky’yi konu alan kendi eserini de sigara kâğıdı olarak kullandı.
Bazı eserler ortadan kaybolmuştur, imha edildikleri varsayılmaktadır. Örneğin Sokrates hapishanede idam edilmeyi beklerken Ezop’tan Fables’ın (Masallar) nazım biçimlerini kaleme aldı. Bunlardan hiçbiri günümüze kadar ulaşamadığı için Socrates’in neler yazmış olabileceği konusunda bir fikir edinmek istiyorsak, Plato’nun anımsadığı ve uydurduğu diyaloglara güvenmekten başka seçeneğimiz yok. Benzer biçimde, tarih içinde, Aristotle’ın Poeitics’inin (Poetika) ikinci kitabının tek metni kayboldu – zaten birinci kitap da öğrencilerin notlarından oluşturulmuştu. Yüzyıllar sonra Ferdinand de Saussure’ün Cours de Linguistique Générale1 (Genel Dilbilim Dersleri) adlı kitabı da aynı kaderi paylaştı. Yayıncı John Calder, 1962’nin sonlarında aceleyle taşınmak zorunda kaldığında yayımlanmamış birçok eser -bunların arasında Lars Lawrence’in üçlemesinin son kitabı olan The Sowing (Tohumlar) ile Angus Heriot’tan The Lives of the Librettists (Libretto’ların Yaşamı) de yer almaktaydı- eski binada kaldı. Bina, içindeki onca yayımlanmamış eserle birlikte yıkıldı. Eğer o âna kadar keşfedilmemiş herhangi bir dâhi elindeki tek kopyayı Calder’e göndermiş olsaydı, keşfedilmemiş olarak kalacaktı.
Unutulmak anlamında kaybedilen eserler de bulunmaktadır. Malcolm Lowry’nin Ultramarine (Parlak Deniz Mavisi) adlı eserinin olduğu bavul, yayıncının arabasından çalınınca bugün elimizde olan versiyonun Lowry’nin çöp kutusundaki arta kalan notlardan yeniden oluşturulması gerekti. Allen Ginsberg, Beat kuşağından olan Gregory Corso’nun Village’da2 bir lezbiyen barında şiir okuduğunu anımsamaktaydı. Oysa onun anımsadığı bu satırı Corso’nun yayımlanmış tüm eserleri içinde arasanız bulamazsınız: “O taştan dünya yaklaştı bana, ve dedi ki Bedensel Zevklerden bir saatlik yaşam sana.” Ginsberg’in Bedensel Zevkler’in büyük harfle yazılacağını nasıl anladığı ise ayrı bir tartışma konusu.
Bir de zamansız bir sonla karşılaşan, yazarlarının yaşamı daha onlar bitmeden önce sona eren eserler bulunmakta. Ortaçağ İskoç şairi William Dunbar ölen yazar dostlarının birçoğu için çarpıcı bir ağıt kaleme almıştı. Sözünü ettiği yirmi iki şairden yaklaşık on kadarı hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Virgil, ölümü sonrasında Aeneid’in yakılması talimatını vermişti, çünkü eseri kusursuz hale getirebilmiş değildi. Sir Philip Sidney, Arcadia’yı tamamladıysa da eseri kapsamlı bir biçimde genişletmeye girişmişken Zutphen savaşındaki bir mermi çalışmasını aniden sona erdirdi. Nathaniel Hawthorne’un The Dolliver Romance, Robert Louis Stevenson’ın Weir of Hermiston ve William Makepeace Thackeray’in Denis Duval adlı eserleri birer tamamlanmamış klasiktir. SS’ler radikal teolog Dietrich Bonhoeffer’in etik konulu çalışmasını yarıda kestiler. Robert Musil ile Marcel Proust yine benzer biçimde çok hacimli başyapıtlarını asla kusursuz hale getiremedi. Bu eserleri “klasik” yapacak kadarı elimizde bulunsa da yine de bu eksik kalmış, bitirilmemiş, sonsuza kadar duraklatılmış romanlar konusunda kuşkularımız sürmekte.
Kayıp kitapların en son kategorisine ise yazarın planlayıp ön çalışmasını yaptığı ama hiçbir zaman da oturup yazma aşamasına geçemediği, embriyo aşamasında kalmış kitaplar giriyor. Atinalı yasa yapıcı Solon, gelir vergisi kavramını yerleştirmekle o kadar meşguldü ki Atlantis öyküsünü nazım biçiminde kaleme almaya zaman bulamadı. Felsefeci Boethius, Plato ile Aristotle’ın tamamen aynı fikirde oldukları kanıtını kâğıda dökmeyi asla başaramadı. Sheridan etrafındaki herkese The School for Scandal’ın devamı niteliğindeki kitabın başlığının Affectation olacağını duyurduysa da zahmet edip de kitabı yazmaya bir türlü girişemedi. Daudet’nin The Pentameron ve Victor Hugo’nun La Quinquengrogne adlı eserleri de hâlâ beklenmekte. Lewis Grassic Gibbon bir mektubunda “McLorna McDoone” olarak değindiği romana başlayamadı bile. Sherlock Holmes çok daha ivedi vakalarla ilgilenirken Watson’ın öylesine değindiği Sumatra Dev Sıçanı’nın ardındaki gerçek öyküyü ortaya koymayı Sir Arthur Conan Doyle’un planlayıp planlamadığını da kim bilebilir! Thomas Mann’ın asla yazılmayan Gaia’sı yazarın inandığı gibi bir başyapıt haline gelebilir miydi? Nabokov’un Speak, Memory başlıklı anılarının devamı niteliğindeki asla yazılmamış Speak, America bize Lolita’nın oluşumu ya da kelebek toplamadaki başarıları hakkında daha fazla şeyler anlatabilir miydi? Çoğu zaman bu eserler o kadar fazla iddialıdır ki tamamlanmaları zaten olanaksız görünmektedir. Nitekim Novalis’in insanlığın tüm bilgisini içerecek Encyclopedia’sı yazarın içerik listesinin aynı zamanda dizin olup olmayacağına ilişkin düşüncelerinden öteye gidemedi. Aynı şekilde, Leopardi’nin Encyclopedia of Useless Information3 başlıklı çalışması da tamamlanmadı. İnsan, interneti hangi kategoriye sokardı diye merak etmekten kendini alamıyor.
Kayıp kitapların bir başka kategorisi daha mevcut ama geleceğe yönelik mantıklı bir iyimserlikle sadece okunamaz halde olanları ele almamaya karar verdim. Linear A4, Maya dili, Easter Adası yazıtları henüz deşifre edilemedi ve bu nedenle de kayıp yazınsal eserleri barındırdıkları varsayılabilir; ancak yaklaşık bin yıl boyunca okunamaz olarak nitelendirilmesinin ardından, Rosetta Taşı’nın on dokuzuncu yüzyılda deşifre edilmesi hiyeroglifin, kesin olmasa da okunabilecekleri anlamını taşımaktaydı. Eğer bu kitap, 5005 yılında, kuantum-net gibi bir ağda dolaşmaktaysa, vârislerimin bu konuda kitapta düzeltmeler yapmak için uğraşmalarını istemem doğrusu.
Kaybolmanın belirtileri ve kendine özgü bir anlayışı vardır. Komedi yüksek düzeyde kaybolma riskinin tüm özelliklerini taşır, tıpkı erotik konulu eserler ile otobiyografiler gibi. Philip Larkin’in bu türün üçünü de içeren günlüklerinin kaybolması neredeyse kaçınılmazdı. Erotik eserlerin sansüre uğramasının bir sonucu da Abbasi dönemi saray şairi İbn el Şah el Tahiri’nin (methiye mi, hiciv mi yoksa el kitabı mı olduğu tam olarak bilinmeyen) Mastürbasyon adlı eserinin kaybolmasıdır. Eserin içeriğinin de ötesinde, bir eserin içinde yer aldığı tanrıbilimsel ve siyasal rejimlerin çeşitliliği de -buna eserin doğası değil yetiştirildiği ortam da diyebilirsiniz- yok olma sürecine katkı sağlamaktadır.
Savonarola’dan Ayetullah Humeyni’ye kadar dinler kendilerini kitap yakma yoluyla ifade etmiştir. Cenova’da yaşayan Valentin Gentilis, Calvin’in Kutsal Ruh-Baba-Oğul üçlemesi doktrininin istemeden de olsa Tanrılığa bir adet dördüncü üye dahil ettiğine ilişkin pek de düzenli olmayan bir makale kaleme aldı. Sekiz yıl hapiste yattı, görüşlerini inkâr etmesi sağlandı, ardından da idam edildi. Cezası (yaşamının sona erdirilmesinden ayrı olarak), öncelikle kendi kitaplarını yakmaya zorlanması oldu. Bu ceza hafif bulunmuştu.
Mandelstam’ın oldukça sert ifadeler içeren “Stalin Ode”5 başlıklı hicvinin günümüze kadar kalması tam bir mucizedir. Yazdıklarının, yazmaya başladıklarının ve karaladıklarının büyük bölümü yakılmış, tuvaletlere ya da çöpe atılmıştı. Onun yurttaşı olan Isaac Babel bu kadar da şanslı değildi. 15 Mayıs 1939’da Stalin’in gizli polisi tarafından tutuklandığında, ajanlar apartman dairesinde tek bir parça kâğıt bile bırakmadı.
Bazen bazı eserler değil de bazı yazarlar zanlı haline gelir. Bu kitapta kadın yazarlardan, gay yazarlardan, Avrupa dışındaki yazarlardan ve İngiliz dilinden daha fazla konunun yer almaması kısmen benim hatam, kısmen de bu eserleri sistematik bir biçimde ortadan kaldıranların. Ünlü bir örneği ele alırsak Virginia Woolf, Shakespeare’in kız kardeşinin nasıl biri olabileceğini gözünde canlandırmaya çalıştı; fakat geçmişin değişmez ve değiştirilmez doğası, sonradan hayaletler gibi yok olmalarını sağlayacak bir varlıktan bile yoksun bırakılmış olanlara bir ad kazandırma çabasını boşa çıkarır. Bunların yerine birkaç istisna dışında ben, Derme olarak adlandırılan bütünce üzerinde yoğunlaşacağım. Ne kadar bolluk içerdiğiyle, mutluluk ve gücüyle aşırı düzeyde övünülen Batı Dermesi, hiç de bir Olimpiyat meşalesi ya da safkan at sayılmaz; varolmasının nedeni gereksinim değil yalnızca şanstır; koskoca bir kayıp eserler okyanusuna uzanan bir parçacık şanslı kaya parçası. Silinmiş büstlerin, çatlak seramiklerin ve renkleri solmuş fotoğrafların melankoli yüklü geçidi var gözlerimizin önünde, bütün sallantılı, güvenilmez ihtişamıyla. Bunlar bizim koşullara bağlı, başka türlü de olabilecek, tamamen şans eseri varolan geleneğimiz. Zamanın yıpratmasına dayanamayanlar ise bu kadar şanslı olamadı.
Kaybolmak bir kitabın başına gelebilecek en kötü şey midir? Kayıp bir kitap, belirli düzeyde, dileklerin gerçekleşmesine yatkınlık içerir. Kayıp bir kitap, asla dansa kalkmayı teklif edemediğiniz kişi gibi, sonsuza kadar daha da çekici kalmayı sürdürür, çünkü o yalnızca hayal gücünüzde kusursuz olabilir.
Bugün bizler kayıplara inanamaz haldeyiz. Gutenberg Projesi ile Chadwyck-Healy gibi veritabanları büyümeyi sürdürüp sıkıca sabitlenmiş bir siber uzay kültürü görüşünü yaygınlaştırırken gelecekte de varolmanın yazın sanatı için kendiliğinden gelen bir şey olmadığını anımsamak önemli. Ödüller ve beğeniler o gün temel alınarak verilmekte; bu ödül ve beğenileri kazananların geleceği de ödüller kazanmış Agathon’un eserlerinin geleceğinden daha kesin değil. British Library gibi bir kaynakta bile yakın zamanlara kadar kitap talep fişlerinin arkasındaki “kayıp kitap” kutusu ara sıra da olsa işaretlenmekteydi. Aynı biçimde, elle tutulamaz bir varoluşun aynı zamanda erişilemez bir varlık durumu olduğu da söylenemez. Yazın sanatı bir ev olsaydı, Kayıp Kitaplar Kitabı da Rachel Whiteread’in House’u6 olurdu -hem mezar hem de kalıntı türünden tersine çevrilmiş bir boşluk. Kayıp Kitaplar Kitabı, alternatif bir yazın tarihi, bir mezar taşı yazıtı ve ölü başında bir nöbet, varsayımsal bir kütüphane ve neler olabilirdi üzerine bir ağıt.
Bu Eserde Bir Kaynakçanın ve Dipnotların Bulunmaması Konusu
Amerikan halkbilimci ve zenci hakları savunucusu olup öldüğünde ardında Herod the Great başlıklı tamamlanmamış bir roman bırakan Zora Neale Hurston, araştırmayı, “resmiyet kazandırılmış merak” biçiminde tanımlıyordu. Bence bu araştırma, yapan kişiyi oldukça rahatlatan bir tanım. Kayıp Kitaplar Kitabı için bir kaynakça oluşturmaya çalışmak bana berbat bir alaycılık gibi görünmekte; çünkü ele alınan konu, doğası gereği, herhangi bir kütüphane ya da koleksiyonda yer almamakta. Sanırım, beni Robert Fagles’ın çevirisini yaptığı Aeschylus’un Oresteia’sından teolog Athenaeus’un on ciltlik eserine götüren kaynaklar dizisini ortaya koyabilirdim ama bu dizinin sonu nereye varabilir? Kayıp kitabın kendisine değil, yalnızca onun yok oluşuna ilişkin bir fısıltıya. Böyle bir kitap için dipnotlar boş bir mezara uzanan birer patika.
Okuyucuyu, kendi resmileştirilmiş merakımın kıvrımları ve sapmaları boyunca ilerletmek yerine okuyucunun kendi macerasına atılmasını tercih ederim. Başlangıç için çok bariz noktalar mevcut: orta halli her kütüphanede, seçilecek daha başka yollar sunacak Columbia ya da Britannica ansiklopedileri bulunabilir. Ayrıca önerebileceklerim, Margaret Drabble’dan Oxford Companion to English Literature, The Cambridge Companion to Women’s Writing, The Oxford Companion to Classical Literature, Edward Browne’dan Literary History of Persia, Suchi Kato’dan History of Japanese Literature, Ian Hamilton’dan Keepers of the Flame, Rosier’den Encyclopedia ve… ama zaten bir okuma listesi oluşturduk bile.
Bu kitapta ele alınan yazarların çoğu arkalarında hâlâ varolan eserler bıraktılar ve okuyucular da sayısız baskıdan dilediğini seçebilir: Penguin Klasikleri, Dünya Klasikleri, Everyman, Modern Kütüphane yayımları. Kayıp kitaplar aslında sonu olmayan bir konu ve yer darlığından, belirsizliklerden ya da üşengeçlikten ötürü bu kitapta kendilerine bir yer bulamayan daha birçokları da bulunmakta; Acacius’tan Eusebius’un Yaşamı, Anna Boskovic ve Denis Fonvizin’den eserler gibi. Meraklı okuyucular kuşkusuz çok daha fazlasını bulacaktır, hem de çok daha ilginç olanları. Hatta şu âna kadar kaybolduğuna inanılan bir kitabı bulabilirler de: İskoç şair John Manson yakın tarihlerde, İskoçya Ulusal Kütüphanesi’nin kâğıtları ve belgeleri arasında, modernist şair Hugh MacDiarmid’in “kayıp” başyapıtı olan Mature Art’ın neredeyse eksiksiz bir metnini buldu.
Latin şair Horace’a göre yazmanın işlevi, öğretmek ve zevk vermekti. Eğer Kayıp Kitaplar Kitabı, okuyucularını geri kalan çok sayıdaki kitap arasında kendi yolculuklarına başlamalarına yetecek kadar kışkırtmayı ve eğlendirmeyi başarabilirse, umut ettiğim her şeyi gerçekleştirmiş olur.
Adsız
(yaklaşık olarak İ.Ö. 75.000 – İ.Ö. 2800)
Yazın sanatının kökenleri kayıp.
Günümüzde Güney Afrika olarak adlandırılan bölgenin güney sahilinde yer alan Blombos Mağaraları’nda bulunmuş dikdörtgen şekilli bir toprak tabletin üzerinde çok düzenli eşkenar dörtgen ve üçgen şekiller var. Tablet 77.000 yıllık. Bu geometrik şekillerin simgesel bir anlamı var mı? Hatta herhangi bir anlamları var mı? Bu şekiller karşımıza yadsınamaz bir gerçeği çıkarmakta. Modern insanlığın habercisi sayılabilecek birileri, amaçlı olarak bir zemin üzerine bazı izler kazıdı. Henüz sözcük işlemcilere ve metinsel dijital iletilere çok uzun bir yol varken bir tür adım atılmış oldu.
İnsanlığın evriminde 45.000 ile 35.000 yıl kadar öncesine Üst Paleolitik Devrim ya da daha çarpıcı adıyla “Yaratıcılığın Patlak Vermesi” denmektedir. Olta uçlarından düğme ve iğnelere kadar daha pek çok karmaşık alet tasarlandı. Dahası bunlar süslendi, hem de yalnızca çizgi ve beneklerden oluşan şekillerle de değil. Üzerinde dağ keçisi figürü olan bir lamba, bizon şeklinde bir mızrak ucu. Ayrıca ilk anda hiçbir kullanımı olmadığı düşünülecek heykelcikler de bulunmakta; çömelmiş, tıknaz kadın figürleri. Sapanı icat etmişken şarkıya, oku icat etmişken öyküye sahip olmamak olanaklı mı?
Lascaux, Altamira ve Chavette’te yer alan, yaklaşık 18.000 yıl önce çizilmiş mağara resimlerine baktığımızda, bu resimleri yorumlamaya çalışmamak neredeyse olanaksız. Bu çizimler başarılı avların mı yoksa hayal edilen arzular ve umutların kayıtları mı? Anlatılmak istenen “Dün bir bizon öldürdük” mü, yoksa “Bir varmış bir yokmuş, bir bizon varmış” mı? Hayvan figürlerinin üstündeki zigzaglar, düz çizgiler ve kavisli çizgiler ne anlama gelmekte? Kimi zaman karşımıza, akla hayale gelmeyecek kadar eski bir zamana ait, boyayla ana hatları çizilmiş bir el izi çıkmakta, yorumlayamadığımız bir eserin üzerindeki bir imza gibi.
Yazının kaynağı neresidir? İlk kültürlerin tümünde yazıyı icat eden kutsal bir varlıktan bahsedilir: Asurlular’da Nabu, Mısır’da Thoth, Japonya’da Tenjin, İrlanda’da Oghma, Yunanistan’da Hermes. Ancak gerçek açıklama bu kadar da şatafatlı olmayabilir: Mezopotamya’daki muhasebeciler. Kaba, çivi ucu şekilli çivi yazısı biçimindeki ilk yazılı belgelerin tamamı ticari anlaşma, depo ve envanter kayıtlarıdır. El yazısından ve büyük harflerden, gotik karakterlerden ve süslü yazılardan, hiyerogliflerden ve grafik karakterlerden çok daha önce çeteleler vardı.
Fakat İsa’dan önce ikinci bin yılın ilk birkaç yüzyılına gelindiğinde yazın dediğimiz şeyin başladığını, kaydedilmeye başladığını ve yayılmaya başladığını biliyoruz. Gılgamış Destanı’nın dört bin yıl aradan sonra yeniden gün yüzüne çıkması ancak 1872’de gerçekleşebildi. Eski Ninova’daki kazılar, Austen Henry Layard liderliğinde 1839’da gerçekleştirilmişti. Yaklaşık 25.000 kırık kil tablet İngiltere Müzesi’ne gönderildi ve büyük bir hevesle çivi yazısını deşifre etmek gibi büyük uğraş isteyen göreve başlandı. Ninova yazıtları eksikti ve İ.Ö. yedinci yüzyıla, yani Asur Kralı Asurbanipal’ın ordularına Babil, Uruk ve Nippur kentlerinin antik çağa ait bilgilerini arama emrini verdiği yıllara aitti. Bu savaş ganimetleri daha sonra özgün Sümer metinlerinden Âkad diline çevrilmişti.
Zaman içinde, eldeki şiire Nippur ve Uruk’ta keşfedilen daha eski versiyonlar ile Anadolu’daki Boğazköy ve İsrail’deki Megiddo’dan elde edilen kopyalar da eklendi. Yavaş yavaş Hitit, Sümer, Akad, Urartu ve eski Babil dillerinden Gılgamış Destanı’nın eksiksiz denebilecek bir versiyonu oluşturuldu.
Destanı ilk yazan kimdi? Bilmiyoruz. Destan daha geniş bir mitler ve efsaneler döngüsünün bir parçası mıydı? Büyük olasılıkla, hatta çok büyük olasılıkla öyle. Belki de daha arkeolojik araştırmalar yapılması sonucunda buna bir yanıt bulabileceğiz. Son olarak destan neyi konu almakta?
Gılgamış kudretli bir Uruk kralıdır. Tanrılar, onun Enkidu adında bir dengini yaratırlar: hayvanlar arasında büyümüş ve uygarlığa sırf cinsel dürtülerden ötürü katılmış vahşi bir adam. Bu ikisi çok sıkı dost olurlar ve birlikte ormana giderler. Orada, sedir ağaçlarının muhafızlığını yapan dehşetli dev Humbaba’yı öldürürler. Bu, tanrıça İştar’ı çok sinirlendirir. Tanrıça ikisini yenmesi için göklerden bir boğa gönderir. Boğayı öldürüp kurban ederler ve İştar da Gılgamış’a zarar vermenin tek yolunun Enkidu’yu öldürmek olduğuna karar verir. Aklı başından giden Gılgamış sonsuz yaşamı aramak için Yeraltı Dünyası’na bir yolculuk yapar ve sonuçta dünyanın en ucundaki Utnapiştim ile karşılaşır. Utnapiştim, Tufan’dan kurtulabilecek kadar erdemli olan tek insanoğludur ve Gılgamış’ı bir saflık törenine katılmaya zorladıktan sonra ona “Yaşlılar Bir Kez Daha Genç” adında bir çiçeği gösterir. Çiçek, Gılgamış’ın elinden kurtulur ve Gılgamış ölür.
Destanın temaları, kayda geçirilmiş olan yazınsal eser boyunca vurgulanır. Gılgamışlümlülükle boğuşur, “adını ünlülerin adlarının olduğu yere yazdıracağını ilan eder. Ölüm kaçınılmaz ve kavranılmaz bir olgudur. Dev Humbaba bile acıklı bir sahnede yaşamının bağışlanması için yalvarır. Dualar, mersiyeler, düşler ve kehanetler maceraların aralarına serpiştirilmiştir. İnanılmaz mahluklar gerçek erkek ve kadınlarla yan yanadır. Gılgamış Destanı’nın, farklı biçemlerin ve türlerin izlerini taşıması, onun öncesinde bugün bilinmeyen versiyonların da bulunduğunun işaretçisidir.
İlk yazarların tümü de adsız kişilerdir. Efsanevi bir ad, bir Orpheus ya da bir Taliessin varsayımsal bir kökeni, kültürümüzün başlangıcının adsızlığını sarmalayacak bir miti işaret eder. Her ne kadar adsızlık bugün de kullanılsa da, bu ister araştırmacı ister pornografik kökenli olsun, yazarı ele verecek her şeyi gizlemeye yönelik bir hiledir. Bir tercih meselesidir, oysa nesiller boyunca yazarlar öylesine kesin bir biçimde yok oldu ki onlardan geriye ne bir satır ne bir unvan ne de bir ad kaldı. Bu adeta onların kaçınılmaz kaderi. Yazılarını yazabilir, mücadele edebilir, düzeltmeler yapabilir, yenileyebilirler; fakat kolayca yok edilebilecek kâğıtları parçalanır ve bütün çabaları da sonuçta silinip gider. Bu kitap, arkalarında hiçbir iz bırakmayanlar için bir sunak. Çünkü sonuçta biz de onların izinden gideceğiz.
Homer
(yaklaşık olarak İ.Ö. 8. yüzyılın sonları)
Aslında Homer bir…
Burada asıl sorun bu cümlenin yükleminin ne olacağı. Hatta Homer adında biri gerçekten yaşadı mı?
Homer diye biri vardı ya da var olduğuna inanılmaktadır. Aristotle gibi kuşkucular, Herodotus gibi kolay inananlar bir zamanlar bir tür Homer’in varolduğunu biliyorlardı.
“Homer o lanet olası lirini tıngırdattığında… Çalıntı yaptığını biliyorlardı; o da onların bildiğini biliyordu…” demektedir Rudyard Kipling.
Pope’un yorumu ise, “Ama ne zaman ki sıra her bir parçayı incelemeye geldi, fark etti ki doğa ile Homer aynı şeydi” biçimindedir.
Samuel Butler, “The Authoress of Odyssey” (Odisse’nin Kadın Yazarı) (1897) başlıklı çalışmasında Homer’in en az yarısının kadın olması gerektiğini ileri sürmekteydi.
E.V. Rieu, 1946’da cesurca şu serzenişi dile getiriyordu:
“Homer’in Iliad ile Odyssey’i (İlyada ile Odisse) zaman zaman akademisyenler için birinci sınıf bir savaş alanı olmuştur. Özellikle on dokuzuncu yüzyılda Alman eleştirmenler bu iki eserin tek bir kişinin ürünü olamayacağını, eserlerin her birinin karışık ve oldukça da düzensiz bir biçimde biraraya getirilmiş birer uydurma iş olduğunu kanıtlamak için bıkıp usanmadan çalışmaktaydı. Bu süreç içinde Homer ortadan kayboldu.”
Yok edilemeyen Homer yine de önemini yitirir. Homer denince önce bir tereddüt, ardından da sonu belirsiz bir duraklama söz konusu. Dilerseniz işe bildiklerimizden başlayalım: Iliad ve Odyssey. Elimizde Iliad ve Odyssey adlarında iki uzun şiir bulunmakta ve her nasılsa Homer adında biri ya da birileri bunlarla iç içe geçmiş durumda.
Iliad ve Odyssey, Yunanlılar tarafından yazınsal ilerlemelerinin anıtları olarak görülmekteydi ve sonraki yüzyıllar ve uluslar da bu görüşü paylaştı. Metinlerin Mısır papirüslerine kayıtlı parçaları, diğer bütün metinlerin ve yazarların toplamını aşmaktadır. Her ikisi de birçok trajediye temel oluşturmuştur; ve eleştirmenler, retorik uzmanları ve tarihçiler tarafından adeta bir huşu havasında değinilmektedir. Şiirden şair hakkında bilgiler çıkarmak çok cazip bir çalışmadır, tıpkı “An Enquiry into the Life and Writings of Homer” (Homer’in Yaşamı ve Yazıları Üzerine Bir İnceleme) (1735) başlıklı çalışmasında eser ile dünya arasında güzel bir benzerlik bulan Thomas Blackwell’in yaptığı gibi. Ya da arkeolog ve iflah olmaz hırsız Schliemann gibi, insan Anadolu sahillerini şiirlerdekine benzer sıcak ve soğuk su kaynaklarını bulmak için arşınlayabilir. Ama Homer’in kendisi -ister erkek ister kadın olsun- engellenemez bir biçimde belirsizliğini korur.
Gelenekleri ele alalım. Iliad içinde bronz silahlar bol bol varken demire ender olarak rastlanır. İnsan, bu şiirin Miken sonrası bir Bronz Çağı muharebesini betimlediği izlenimine bile kapılabilir. Fakat ölüler asla gömülmez, hepsi de yakılır (bu uygulama ise Miken sonrası Demir Çağı’yla bağlantılıdır). Mızrak ile onun etkileri tarihsel açıdan birbiriyle uyumsuzdur. Kullanılan dilin kendisi tutarsızlıklarla dolup taşar. İyon lehçesi ön plana çıksa da Aeolik7 izlerin ve Arkadya-Kıbrıs lehçesinin de belirtileri mevcuttur. Bütün bunlar, oradan oraya gezen bir ozanın gittiği yerlerde kaptığı şeyler midir, yoksa sözlü özgün bir metnin üstüne eklenmiş dilsel yamalar mıdır? Ya da bir döngü biçiminde derlenmiş, birbirinden kopuk mitlerin derinlerde yatan nitelikleri, bir Roma evinin Gotik katedralin yapımında kullanılmış tuğlaları mı? Ürüne bakarak üreteni kestirmek zor.
Yunanlar’a göre Iliad ve Odyssey bir şairin değil şair’in eserleriydi. Argos halkı kendilerinin de Iliad içinde yer almasından o kadar etkilenmişti ki Homer’in bronzdan bir büstünü dikip her gün ona adaklar sundular.
Yedi kent birden -Argos, Atina, Chios, Colophon, Rodos, Salamis ve İzmir- Homer’in doğum yeri olduğunu iddia eder ama burada önemli olan bu kentlerin tümünün de bu savı Homer’in ölümünün ardından geliştirmiş olmasıdır. Ne zaman doğduğu da bir o kadar tartışmalıdır! Eratosthenes, İ.Ö. 1159 yılını uygun görmektedir; böylece Truva Savaşı hâlâ insanların belleklerinde canlı bir biçimde korunuyor olabilecekti. Ancak İ.Ö. 685’e kadar uzanan çok sayıda doğum tarihi de ileri sürülmüştür. Birçokları, bütün tarihlerin ortalaması sayılabilecek İ.Ö. 9. yüzyılın sonları olduğunu savunmaktadır. Homer’in babasının adı Maeon, Meles, Mnesagoras, Daemon, Thamyras ya da Menemachus adlarından biriydi ve tüccar, asker ya da din görevlisi bir kâtipti. Annesi de Metis, Cretheis, Themista, Eugnetho adlarından birini ya da babası gibi Meles adını taşıyordu.
Çok ayrıntılı bir soyağacı araştırması, Homer’in büyük-büyük-büyük-büyük-büyük-büyük-büyük-büyük-büyük-büyük-büyük-büyük-büyükbabasının tanrı Apollo olduğu sonucuna varır ve bu da söylencesel şair Orpheus ile onun karısı, sanat tanrıçalarından Calliope’den (aynı zamanda annesi olduğu da söylenir) yola çıkarak gerçekleştirir. Calliope bir tanrıça olduğu için hiç kuşkusuz ölümsüz olması gerekir ve bu her ne kadar kulağa sevimsiz gelse de olanaklıdır.
İmparator Hadrian, bu çelişkili açıklamaları çözmeye çalışırken Delphili Sibyl’e fikrini sormuş ve şu yanıtı almıştı: “Memleketi Ithaca, babası Telemachus, annesi de ölümlülerin en bilgesi Nestor’un kızı Epicasta” Eğer haklıysa ve Odysseus’un oğlu Telemachus, Homer’in babasıysa Odyssey epik bir şiir olmanın yanı sıra Homer’in büyükbabasının da biyografisi haline gelir.
Daha ileri tarihlerde, Chios’ta, bir grup epik şiir âşığı kendilerini Homeridae -Homer’in oğulları- ilan ederek Şair’in eserlerini öğrendi, ezberledi ve korudu. Bu figüratif çocukların yanı sıra yazınsal takipçileri de var mıydı? Tzetzes’in ifadesine göre Truva Savaşı’nın girişini ele alan ve Stasinus adında birine atfedilen The Cypria adındaki şiirin büyük bölümü Homer tarafından yazıldı ve şair Stasinus’a, paranın yanı sıra bir drahomanın parçası olarak verildi. Bundan Homer’in bir kızı olduğu sonucu çıkarılabilir. Ancak bazen de The Cypria’nın Troezenli Hegesias’ın eseri olduğu görüşü dile getirilmektedir. Şiirin pek azı günümüze kaldığı için varsayımsal kız evlat konusunu onaylamak olanaksız.
Ancak anlatımlar önemli bir nitelik konusunda hemfikir. Doğum yerinin İzmir olduğu savı “homer” sözcüğünün, bu halkın konuştuğu lehçede “kör” anlamını taşıdığı savıyla desteklenmektedir (ama Odyssey içinde Cyclop’lar betimlenirken bu anlam kullanılmaz). Deloslu Apollo’ya İlahi içindeki bir bölümün Homer’in – ya da İzmirliler tarafından “kör” olarak takdis edilmeden önceki adıyla Melesigenes’in- kendi kendisini betimlediği bölüm olduğu, bir gelenek gibi kabul görmektedir:
“Sizce kızlar, buraya gelen en tatlı dilli ozan kimdir ve en çok da kimden hoşlanırsınız?” Ve ardından, her biri, tek bir ses halinde yanıtlar: “Kör bir adamdır o ve kayalık Chios’ta yaşar, şarkıları da her zaman en iyisidir! Bana gelince, dünya üzerinde gidebildiğim yere kadar giderken senin pek de gerçek olan bu ününü taşıyacağım”
Görünüşe bakılırsa Homer kör doğmamış, sonradan katarakt, diyabet bağlantılı glokom, nematod toxocara ve enfeksiyon yüzünden kör olmuştu. Daha sonraları yaşayan şair Stesichorus, Helen’e hakaret ettiği için tanrılar tarafından kör edildi. Ancak ve ancak eserini yeniden kaleme alıp Helen’in evlenmek için kaçmadığında ısrar ederek mucizevi bir biçimde görme duyusuna yeniden kavuştu. Helen, Mısır’a götürülmüştü ve onun yerine de bulutlardan yapılmış bir hayalet geçmişti. Stesichorus, geçici körlüğünden ötürü ve olayların gelişmesinden dolayı Homer’i suçlamaktaydı. Belli ki Homer’in körlüğüne de benzer bir suç neden olmuştu. Eğer Iliad sonrasında kör edildiyse, bu durumda Odyssey içinde Polyphemus’un Cyclop’lar tarafından kör edilmesinin kişisel deneyimlere dayandığı varsayılabilir.
Homer’in öldüğü yer, neyse ki pek tartışmalı değildir: Ios adası. Aslında Delphili Sibyl, Homer’e Ios adasında, bir çocuk bilmecesini işitmesinin hemen ardından öleceğini önceden söylemişti. Kadın, adadan söz ederken Homer’in annesinin doğum yeri ifadesini kullanmıştı (iyi de Nestor’un kızı Pylos’tan gelmekteydi, yani neredeyse 200 kilometre uzaktan. Rahibelerden biri yanılmış olmalı!). Sonuçta Homer, Creophylus’un yanında kalmak üzere Ios’a gitti. Bu Creophylus’un, ozanı tam da öleceği söylenen yere seyahat etmeye zorlayacak ne tür niteliklere ya da olanaklara sahip olduğunu hayal gücünüze bırakıyorum. Kumsalda balık tutan birkaç çocukla karşılaştı. Bir şey yakalayıp yakalamadıklarını sorduğunda, “Yakaladıklarımızın tümünü geride bıraktık, yakalamadığımız her şeyi götürüyoruz” yanıtını aldı. Şaşıran Homer bir açıklama istedi ve çocukların pirelerinden bahsettikleri bilgisiyle ödüllendirildi. Birdenbire kâhini ve onun, çocukların bilmecesi konusundaki uyarısını anımsayan Homer kendi mezar taşı yazıtını oluşturdu ve üç gün sonra da öldü.
Hiç değilse elimizde metinler var; Homer’e ait 27.803 satır. Ama bunlar bile hataya açık. Homeridae’nin bütün çabalarına karşın metinler istikrarlı değildi, yanlış anımsanıyordu. İskenderiye kütüphanecileri, Zenodotus, Bizanslı Aristophanes ve Aristarchus… Bütün bu kişiler daha sonraları metinleri sabit bir hale getirmeye, sürekli eklemelerin önünü kesmeye çalıştı. Bu iki şiirin her biri Yunan alfabesinin harf sayısına uygun olarak yirmi dört kitaba bölündü. Kayıtlı başka hiçbir epik eser için böyle titiz bir numaralandırma kullanılmamıştı. Daha önceleri Aristotle, İskender için kendi elleriyle bir edisyon hazırlamış; İskender de bu eseri Arbela savaşında Kral Darius’tan ganimet olarak alınan ve üzerinde “Dünyada yalnızca bir tek şey bu kadar masraflı bir korumaya değer” yazan, mücevherlerle süslü altın bir kutuya yerleştirmişti. Fakat hataları ne pahalı kutular tutabilir ne de kilitler ve anahtarlar. Bu akademisyenlerden herhangi biri Iliad ile Odyssey’i
güvenceye alana kadar o kadar da saygılı olmayan kişiler metinleri zaten elden geçirmişti.
İ.Ö. 6. yüzyılda yaşayan Atinalı tiran Peisistratus’un genellikle aydın bir kişi olduğuna inanılıyordu. Vergi konusunda reform gerçekleştirdi ve Solon öğretisine uygun yasa dizgelerini geliştirdi. Aynı zamanda sanat eserlerinin de hamisi ve Dionysia festivalinin kurucusuydu; ayrıca Homer’in eserlerinin standart bir metnini oluşturmakla ilgileniyordu. Bu amaçla Onomacritus adında bir yazarı işe aldı ve yazar göreve başladı.
Yüzeysel açıdan Onomacritus kusursuz bir seçim gibi görünüyordu çünkü ne de olsa Musaeus’un şiir ve kehanetlerini elden geçirmiş biriydi. Fakat Herodotus’un verdiği bilgiye göre bu adamın pek de profesyonel olmayan bir yönü vardı. Lirik şair Pindar’ın öğretmeni olduğu söylenen Hermioneli Lasus, Onomacritus’u Musaeus’un eserlerini elden geçirirken hatalı davranmakla, hatta sahtekârlığa başvurmakla -utanmadan kendi sözlerini eklemekle- suçlamıştı.
Onomacritus, metinde değişiklik yapması yönünde belki de doğrudan siyasal bir emir doğrultusunda hareket etmekteydi. Peisistratus, yakın zamanlarda bir askeri harekât gerçekleştirmiş ve Salamis limanını Megaralılar’dan almıştı. Savaşta verilen bir aranın ardından Sparta devleti, Salamis’in gerçek sahibi konusunda Atina ile Megara arasında arabuluculuk yapmayı kabul etmiş ve Atinalılar da savlarını Homer’den alıntılar yaparak özellikle de ikinci kitapta yer alan 558 numaralı şiir yoluyla desteklemişlerdi. Bu şiirde Salamis’in eskiden beridir Atina egemenliğinde olduğu anlatılıyordu. Hiddetlenen Megaralılar daha sonraları Atinalılar’ı utanmadan eklemeler yapmakla suçladılar.
Yani Avrupa’nın yazınsal başarısının doruğuna yerleşmiş şiirlerin korunması, sınır anlaşmazlıkları konusunda apaçık çıkarları olan bir tiranın desteğiyle güvenilirliği tartışmalı bir adama teslim edilmişti. Onomactirus, konumunun kıymetini bilerek titiz mi davrandı? Yoksa bu sabıkalı adam eserlerle oynayarak, eserleri kurcalayarak ve her şeye burnunu sokarak üçkâğıtçılık yapma dürtüsüne yenik mi düştü? Metin üzerinde düzeltmeler gerçekleştirdi mi? Homer’in en azından küçücük bir parçası -en küçük bir satır, ufağından üç sıfat- değiştirildi mi? Eleştirmen Zoilus, kutsal sayılan Homer’e yönelik mızmız eleştirilerine, başka işi yokmuş gibi tuhaf sözcükler ve ufak ayrıntıları vurgulamasına karşı çıkan Atinalılar tarafından bir uçurumdan aşağı atılmıştı. Zoilus, Onomacritus’un ifade tarzını sorgulamış olsaydı Atinalılar bu kadar aceleci davranırlar mıydı?
Iliad ile Odyssey, Cypria’dan ve Homer İlahileri denen eserden bazı parçalar dışında Homer tarafından yazılan -ya da ona atfedilen- başka epiklerin de olduğunu öğreniriz. Çok bilmiş Herodotus’un Homer’in Yaşamı adlı eserindeki bir tabakhanede bestelenen Amphiarus Gezisi adındaki bir şiirden haberimiz olurdu. Eustathius Oechalia’nın Alınması’ndan söz etmiştir. Elimizde tek bir satır mevcut ve o da ne yazık ki Odyssey’de 16. kitabın 343. satırı ile aynı. Oedipus’un kaderi ile yedi kahramanın Thebes kentine saldırısını işleyen Thebais adında bir şiir de bulunmaktaydı. Şiir, 7000 mısradan oluşuyordu ve şöyle başlıyordu: “Tanrıça, kralların geldiği, güneşin altında kavrulmuş Argos’u anlat” Bunun devamı niteliğindeki Epigoni’de de yedi kahramanın yedi oğlu yarım kalan işi tamamlamaktaydı. Bu şiir de 7000 mısra uzunluğundaydı ve şöyle başlıyordu: “Ve şimdi de Periler, geçmiş zamanların insanlarını anlatmaya başlayalım.”
Ama hepsi içinde en iştah kabartan Margites başlıklı olandır. Poetics adlı eserinin dördüncü bölümünde Aristotle şöyle diyordu:
“Homer, gerçek anlamda üstün bir şairdi… Komedinin alacağı biçimleri ilk işaret eden kişiydi, çünkü nasıl ki Iliad ve Odyssey bizim trajedilerimizle ilişkiliyse, Margites de aynı biçimde komedilerimizle ilişkiliydi!”
Sava göre Margites, Homer’in ilk eseriydi. Bu esere (Colophon halkına göre) henüz Colophon’da öğretmenlik yaparken başladı. Eserin kahramanı Margites’in adı deli anlamına gelen Yunanca “μαργοσ” sözcüğünden türetilmişti. Şairin ilk eseri bir aptalın yaşam öyküsüydü.
Homer olamamayı asla içine sindiremeyen Alexander Pope, konuya daha fazla açıklık getirmekteydi:
“MARGITES, Antik Çağlarda kayıtlara Birinci Dunce olarak geçen kişinin adıydı. Hakkında duyduklarımızdan yola çıkarsak geçmişte bol miktarda rastlanan, serpilen bir ağacın kökü olmaya bile değmeyecek biri. Bu nedenle de onu öven şiir uygun ve kesin bir biçimde Dunce8 üzerineydi -o zamandan bu yana ne yazık ki kaybolduysa da doğası yukarıda belirtilen şaşmaz belirtilerden ötürü yeterli düzeyde bilinmekte. Ve görünüşe bakılırsa da Dunce konulu ilk eser Homer’in kendisi tarafından yazılmış ilk epik şiirdi ve Iliad ile Odyssey’den bile önce yazılmıştı”
Bu da Pope’un, önsözünden yukarıdaki satırların alındığı Dunciad’ı9 yazması için yeterli bir nedendi.
Başlığa bakarak kitabın ne hakkında olduğunu çıkarabilir miyiz? Deliliğin tanımı asla kesin olmayıp akıcıdır, içinde yer aldığı kültür tarafından biçimlendirilir ve akıllının, akılcının ya da bariz olanın nasıl tanımlandığına bağlıdır. İ.Ö. 5. yüzyılda mantıklı, bilimsel konulardan anlayan bir Yunan, burnu kanayan bir kadının o ay âdet kanamasını atladığına, güneşin gübre içindeki sinek kurtçuklarının doğumunda babalık görevini üstlendiğine, çok kuzeyde Arimaspi denen tek gözlü bir insan ırkının yaşadığına inanmaktaydı. Deliliğin sınırlarına, öldüresiye hiddet ve hafifmeşreplik, ödleklik ve korkusuzluk, sessizlik ve boşboğazlık da girmektedir. Eserin başlığı her türlü anlama gelebilir.
Homer’in komik epiğinden günümüze kalanlar yalnızca birkaç satır; ve onlar da, başka eserler içinde korunmuş durumda. Aeschines zamanında onun yaşam öyküsünü kaleme alan bir yazar, Margites’in etimolojik açıdan da talihsiz adına uygun kısa bir açıklama ekler: “Yetişkin olmasına karşın onu doğuranın annesi mi yoksa babası mı olduğunu bilmeyen ve bu nedenle de karısıyla yatmayan, karısının annesine onun hakkında yanlış bilgiler aktarmasından çekindiğini söyleyen bir adam… Margites.” Bu noktada Margites, sanki Nietzsche’nin Schadenfreude olarak betimlediği kaba komedi türüne uygunmuş gibi görünmektedir. Okuyucular olarak güleriz, çünkü biliriz ki bizler kuşları ve böcekleri birer gizem olarak gören zavallı Margites’ten üstünüz.
Plato ile Aristotle, ayrı ayrı, şiirden ufak birer parça kaydetti. Plato’nun tamamı elimizde olmayan Alcibiades adlı eserinden öğrendiğimize göre, “Birçok şey biliyordu ama bildiklerinin tamamı da yanlıştı.” Karşımızda duran Margites bir şarlatan, bir palyaço, bir yarım akıllı. Komediyi oluşturan unsur, onun kaosla dolu bir dünyadaki masumiyeti değil, kendi yarım yamalak kuramlarının ve üstünde çok düşünülmemiş görüşlerinin kaosudur. Aristotle, Ethica Nicomachea’da10 (Nikomakhos’a Etik) farklı bir ipucu sağlamaktadır: “Tanrılar ona ne kazmayı ne de tarla sürmeyi öğretti, ne de başka bir beceriyi. Her meslekte başarısız oldu” Tuhaf. Gerçekten de tuhaf. Aristotle’in Margites’i bir geri zekâlıdır, hiçbir işlevi, hiçbir toplumsal zekâsı yoktur. O bir yedek parça, bir ektir. Kürekle çapa arasındaki farklılık karşısında kafası karışan bu yaratığa belli belirsiz bir tembellik suçlamasının yöneltildiği sezilir.
Karşımızda duran kişi saf Stan Laurel mi yoksa insanın bocalamasına neden olan Oliver Hardy mi? O komedi oyunundaki yardakçı, köylü oğlan, sudan çıkmış balık, yabancı diyarlardaki masum adam ya da köyden gelen kuzen midir? Zenobius da ayrı bir betimleme sunar: “Tilkinin birçok oyunu vardır ama kirpinin tek bir hilesi hepsini alt eder” biçiminde, Archilochus’a da atfedilen bir ifade. Günümüze kadar gelebilen parçaların hiçbirinde Margites’in bir sahtekâr, hilebaz ya da düzenbaz bir birey olduğu iması yer almaz. Zenobius farklı bir görüşü ileri sürer: akıllı küçük adam. Chaplin, Forrest Gump, Candide, Aslan Asker Schweik, Homer Simpson gibi.
Varlığını sürdüren tek komik epik Margites değildi. Bugün kaybolmuş olan Titanlar Savaşı ile Iliad’ın devamı niteliğinde bir eser yazan Miletli Arctinus, Cercopes’in yazarı olabilir. Suda’nın11 belirttiğine göre:
“…dünya üzerinde yaşayıp her türlü hilekârlığı yapan iki erkek kardeş vardı. Kandırıcı eylemlerinden ötürü bunlara Cercopes (yani Maymun Adamlar) deniyordu. Birinin adı Passalus, diğerinin de Acmon’du. Memnon’un kızlarından olan anneleri, yaptıkları düzenbazlıkları görünce, Kara Dip’ten, yani Heracles’ten, uzak durmalarını söyledi. Cercopes, Theia ile Ocean’ın oğullarıydı ve Zeus’u da kandırmaya çalışınca taşa dönüştürüldükleri söylenir. Yalancı ve düzenbazlar, telafisi olanaksız durumlarda becerili kaşarlanmış hilekârlar. Dünyanın çok yukarılarında boş dolanırken sonsuza dek insanları kandırmayı sürdürdüler.:”
Bu komedi türü Margites’ten ince bir farklılık içerir; çünkü karşımızda bir çift derbeder, bir çift düzenbaz durmaktadır. Sonunda da hak ettiklerini bulduklarını biliriz. Kayaya oyulmuş bir freskte Herakles bu iki iflah olmaz adamı ayak bileklerinden bağlanmış, tepetaklak bir biçimde taşımaktadır.
Cecropes’te okuyucu çifte empati ile karşı karşıyadır. Kahramanların hiç utanıp sıkılmadan gerçekleştirdikleri kabalıkları ve delice saçmalıkları zevkle izlerken sonunda hak ettiklerini bulmalarına da seviniriz. Margites söz konusu olduğunda bu tür bir anlayışın nerede yattığı ise o kadar net değil. Iliad ile Odyssey’in kahramanları kusursuz olmaktan çok uzaktır. Achilles huysuz ve zalim, Odysseus güvenilmez ve kincidir. Ama kusurlu bir kahraman aynı zamanda gerçek bir kahraman olabilir, kusurlu bir saf kişi ise açıkçası tamamen olanak dışı görünür. Margites günümüze kalsaydı neler öğrenebilirdik? Yunanlar neye ya da neyle gülmekteydiler? Kendi yerleşik bilgilerinin tam tersine her şeyi yüzüne gözüne bulaştıran bir aptalın özlemini mi çekmekteydiler? Derdi olanlarla alayetmeyi mi yoksa taklitçilere zorla da olsa gülümsemeyi mi seviyorlardı?
Kayıp bütün kitaplar içinde Margites en az açıklanabilir olan, en fazla hayal kırıklığı yaratandır. Ancak yazarı aşırı düzeyde itibar görmüştü. Diğer eserleri içinde apayrı bir yere sahipti. Ama belki de -yalnızca belki de- kayıp olmasından ötürü o kadar da üzülmemek gerekir. Yitirilenin yeniden keşfedilmesi gerekmektedir. Tüm zamanların en büyük şairinin yazdığı bir komedi ortalarda olmayınca onu izleyen nesiller de hicivli, duygusal, saçma, ciddi, nazik ve kara komediler, sözcük oyununa ya da argoya dayanan komediler, düşüp kalkmalara ve gizem çözmeye dayanan komediler hayal etme özgürlüğüne kavuştu. Yepyeni biçimlerin ortaya çıkışı karşısında bir tekinin ortadan kaybolması kabul edilebilir.
Hesiod
(İ.Ö. 7. yüzyıl)
Homer kendi eserinde yalnızca kısacık bir süre görünüp kaybolur. Boeotialı şair Hesiod’a atfedilen ve günümüze kadar ulaşmış iki eserden biri olan Theogony’nin girişinde şairin kendisi görünür. Şiirin büyük bir bölümü, tanrıların soyağacının ayrıntılı bir dökümünden ibaret olsa da şiir, Helicon Dağı’nda Musa’nın çoban Hesiod’a şarkı söylemeyi nasıl öğrettiğinin betimlendiği bir sahneyle açılır. Her ikisi de hitap şekillerini hemen birinci tekil şahıs olan şaire göre değiştirir. “Bana yaprakları tomurcuk bir defne dalı verdiler” der ve “kutsal bir ses bağışladılar.”
Ama ilk günlerden beri akademisyenler Hesiod’a ait olduğu söylenen eserlerden kaçının gerçekten de onun tarafından yazıldığını merak etmiştir. Longinus, sümüklü tanrıça Trouble’a ilişkin bir satırdan ötürü o kadar alınmıştı ki Hesiod’u, bu satırın yer aldığı kayıp eser Aspis Herakleous’un12 (Herakles’in Kalkanı) yazarlığından muaf tutmayı uygun buldu. Çağdaş akademisyenler, elimizdeki iki şiirden -Theogony ile Emekler ve Günler- hiç değilse birinin Hesiod’a ait olmasından mutluluk duyacaktır.
O halde, Hesiod’un Theogony’de ortaya çıkışının sorunu çözdüğü düşünülebilir. Fakat eserin biçemi, sözcük seçimi ve de ara sıra oldukça acemice ve sıkıcı olduğu gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, çevirmenler ve eleştirmenler yazarın Emekler ve Günler’in13 yazarıyla aynı kişi olabileceğine inanmak konusunda isteksizdir. Yine de Yunanlılar ikisinin de tek bir yazar tarafından kaleme alındığını düşünmekteydi ve biz de her ikisinin de Hesiod tarafından yazılmış olduğunu varsayacağız.
Emekler ve Günler başlıklı şiir Theogony’den çarpıcı bir biçimde farklıdır. İnsanlığın durumunu açıklayan kökene ilişkin iki mitle başlar. Önce okuyucuya Pandora’nın Kutusu ile insanlığın üstüne bol sayıda ıstırabın, sorun ve hastalığın saçılıvermesi anlatılır. Ardından Zeus’un yaratma sürecini beş kez denediğini öğreniriz: Altın, Gümüş, Bronz, Kahraman ve Demir Irklar yaratılmıştır ve Hesiod’un üzüntüyle dile getirdiği gibi kendisi Demir Irk’a aittir ve kısa süre içinde ölmeyi ya da hiç doğmamış olmayı bile buna yeğlemektedir.
Eserin daha sonraki bölümleri, aralara sıkıştırılmış otobiyografik notlar eşliğinde tarıma ilişkin özdeyişlerle bezenmiştir. Eserin tümü, basit önerilere kulak verse hiç de fena olmayacak olan düzenbaz erkek kardeş Perses için bir risale biçimindedir. “Tüylerinin ürpermesini istemiyorsan sıkıca giyin!” ya da “Yemeğe dostlarını davet et, düşmanlarını değil” türünden sözlere kimsenin bir itirazı yok; fakat “Yüzünü güneşe dönüp işeme!” ya da “Cenazelerden sonra asla seks yapma!” gibi tavsiyeler de biraz tuhaf görünebilir.
Günler ve Emekler’in yazarı, bezdirici deyişlerini ve özlü sözlerini daha akılda kalıcı bir biçimde oluşturan, bir bakıma kendi kendisini eğitmiş bir kişi değildir. Kral Amphidamas’ın cenaze oyunlarındaki bir şiir yarışmasında birincilik kazandığını ve yurduna döndüğünde de üç ayaktan oluşan ödülünü, yazmaya ilk kez başladığı Helicon Dağı’na bıraktığını anlatır. Emekler ve Günler’de Hesiod ödül kazanan eserinin adını belirtmez. Chironis Hypothecae14 (Chiron’un Prensipleri), Astronomi15,The Marriage of Ceyx (Ceyx’in Düğünü), Melampodia, Aegimius, Idaei Dactyli (İda Dağı’nın Cinleri) ve Gynaikon Katâlogos (Kadın Kahramanlar Listesi) gibi eserler geçen zamanın yıpratıcı etkileri karşısında yok olduklarına göre, hiç değilse bir akademisyen gerekli olanı dile getirmiş ve Hesiod’un yarışa Theogonia (Tanrıların Doğumu) ile girmiş olabileceğini ileri sürmüştür.
İyi de bu yarışmada karşısında kimler vardı? Emekler ve Günler’in başında, Mücadele Tanrıçası’nın etkilerini incelerken Hesiod aslında iki tanrıça olması gerektiğini varsayar; çünkü savaş durumu gibi bazı mücadele biçimleri zararlıyken tüccarlar, çiftçiler ve hatta şairler arasında gayet de sağlıklı rekabet gibi diğer mücadele türleri tamamen yararlıdır. Eskiler bu ipucunu kullanarak (her kim ise) Hesiod’u eski çağların diğer tek büyük şairi olan (her kim ise) Homer’le ilişkilendirmekte kullandılar.
The Contest of Homer and Hesiod (Homer ile Hesiod’un Rekabeti) başlıklı bir diğer şiir de -elimizdeki versiyon yaklaşık bin yıl sonrasına ait olsa da- bazen Hesiod’a ait kabul edilmektedir. Homer her bir müsabakada Hesiod’u yener ve öyle bir an gelir ki adeta onu saçma laflar edecek kadar bunaltır. Son turda ikisi de “kendilerinin” en büyük eserlerinden birer parça okurlar: lliad ile Emekler ve Günler. Hakemler sonunda zafer ödülünü (Sürpriz! Bilemediniz!) Hesiod’a verir, çünkü barışı öven bir adam, savaşı metheden bir adamdan daha iyidir. Otantikliği açıkça tartışılır olan ve tarihsel hatalar içeren şiirin en çekici yanı, gerçek olmasa da içerdiği öyküdür.
Yehova Yanlısı, Elohim Yanlısı, Deuteronomist, Papaz Tavırlı Yazar ve Redaktör
(yaklaşık olarak I.Ö. altıncı yüzyıl)
İncil’den sık sık bir kitap değil bir kütüphane olarak bahsedilir; aynı zamanda bir yazarlar mozolesi, geniş bir yazarlar mezarlığıdır da. İncil’i kim yazdı? Buna verilecek tutucu yanıt, hiç kuşkusuz “Tanrı”dır, ama en katı tutucular bile Tanrı’nın kalem kâğıdı eline aldığına inanmamaktadır. Esinleme, esin ve kimi zaman da açıkça doğrudan yazdırma yoluyla Tanrı konuşur, ama insan kaleme alır. Tanrı’nın kitapları vardır; özellikle de sık sık düzeltmekten aşırı zevk aldığı bir kitabı. Musa’ya dediği gibi, “Her kim ki bana karşı günah işlerse onu kitabımdan sileceğim.” Ama İncil’in kitapları, elimizde olan biçimleriyle Tanrı’nın ilettiklerinin birer vekilidir.
Elimizde bulunan şey, esinlenme eserleri olduğuna göre peygamberleri birer ada sahip yazarlar olarak kabul etmek mantıklı görünüyor. Tanrı’nın, mesajını içeren bir parşömeni yutmaya zorladığı Ezekiel örneğinde olduğu gibi, insana bir aracı yoluyla kusulan “Tanrı’nın sözünü işit!” mesajına uymamız önerilir. Peygamberler, bazen Tanrıları’nın üretim yöntemini uyguladılar: Jeremiah, Babilliler tarafından istilaya uğrama tehlikesini duyuran kehanetlerinin asıl kopyalarını Baruch’a emanet etmişti. O da bunun birden fazla kopyasını oluşturmuştu, çünkü Kral Jehoiakim, hoşuna gitmeyen kehanetleri yaktırıyordu.
Jeremiah, kendi söylediklerinin tam tersini savunan sahte peygamberlere karşı hiddetliydi. Doğal olarak Babil, gerçekten de İsrail’i işgal ettiğinde, değersiz peygamberlerin söyledikleri anlamını yitirdi ve Jeremiah’ın doğru öngörüleri gerçek birer kâhinsel esinlenme olarak değer kazandı. Peygamberlerin söylediklerini derleyen kâtipler bu konuda pek de maharetli değildi. Isaiah’ın Kitabı, sekizinci yüzyılda yaşamış bir peygamberin söylediklerini Isaiah’ın ölümünden iki yüzyıl sonra yaşamış, adı bilinmeyen bir peygamberin sözleriyle harmanlar. Olaylar olup bittikten sonra olayların olacağını bildirmek daha kolay.
Bir de Musa’nın yasalarını ve dünyanın tarih öncesi kökenini veren ilk beş kitap (Pentateuch) bulunmaktadır. Bu kitaplar, Musa’nın kendisine atfedilmekteyse de bu olanaksız görünmektedir; çünkü kitaplarda Musa’nın ölümü ile onun Tanrı tarafından “hiç kimsenin bilmediği bir yer”e gömülmesi de anlatılmaktadır.
İncil’i savunanlar ve ideologlar, içerdiği metinleri bir bütün halinde sunmaya istekli olsa da (örneğin Gideon İncili, farklı dönemlere ve geçmişlere sahip olmalarına karşın “doktrin konusunda kusursuz ölçüde aynı fikirde” olan yazarlardan söz eder) İncil, eksiklikler ve boşta kalmış bağlantılarla doludur. Bu açıdan İncil’e ait kitapları değil, İncil içindeki kitapları inceleyebilmekteyiz. Örneğin Kral Süleyman “üç bin özdeyiş bilirdi ve şarkılarının sayısı da bin beşti.” Özdeyişler Kitabı’nda toplam 1175 mısra ile yalnızca tek bir şarkı yer alır.
Kralın başarılarını sıralarken bile İncil aynı zamanda kralın başarılarının ne kadarının kaybolduğunu ortaya koymaktadır.
Benzer biçimde, Joshua’nın istekleri doğrultusunda şekillendirilen ve İsrail halkı arasında paylaştırılacak kentleri betimleyen “yedi bölümlü kitap” konusunda da en ufak bir fikrimiz yok. İki kere adı geçen ve muhtemelen de Kral Davut’un okçuluk dersleri ile Ajalon vadisinde güneşin hareketsiz hale gelmesi hakkında malzemeler içeren Jasher Kitabı da elimizde değil. Sayılar Kitabı’nda bölüm 21’de sözü geçen Yehova Muharebeleri Kitabı da aynı biçimde kayıp. Birinci ve İkinci Krallar Kitabı ile Birinci ve İkinci Günlükler Kitabı’nda, okuyucuya bir de İsrail Kralları’nın Günlükleri Kitabı ile Judah Kralları’nın Günlükleri Kitabı’nı okumaları önerilir. Ancak bu çok değerli kaynakların ikisi de günümüze erişememiştir.
Kutsal kitaplar dışında yer alan metinlerden öğrendiğimize göre Maccabees Kitabı, Cyreneli Jason’ın kaleme aldığı daha eksiksiz, beş ciltlik bir eserin özetidir. Kutsal kitap dışındaki bu metinlerde kutsal kitapların yaratılış süreci de anlatılır. Esdras, “Senin hukukun yakılır ve bu yüzden de hiç kimse bilmez senin yaptıklarını ya da yapacaklarını” diyerek şikâyetini dile getirince Tanrı ona Tanrı’nın hukukunu içeren 204 kitabı ezberden okumasını emreder. Kitaplar beş kâtip tarafından kırk gün içinde kaleme alınır. Bunlar içinde son yetmiş tanesi (Gizem Kitapları) halka gösterilmez. Yine de geriye ortalarda görünmeyen seksen iki kitap kalmakta.
İncil bir kez daha kendi tarihi içinde ortaya çıkar. İkinci Krallar Kitabı’nda Kral Josiah, İ.Ö. 621 tarihinde Athaliah’ın Baal’a tapan oğulları tarafından kirletilmiş tapınağa kutsal niteliğini yeniden kazandırmaya ve eski görkemini iade etmeye niyetlenir. Başrahip Hilkiah’tan, sahip olunan gümüşü hesaplaması istenir. Gümüşü hesaplarken Başrahipuzun zamandır kayıp olan Tanrı’nın Yasası kitabına rastlar. Kâtip Shaphan’la birlikte kitabı genç Kral’a gösterir. Kral, hakkaniyet yolundan gitmeyenlerin başına gelecekleri öğrenince üstündeki giysileri yırtıp atar. Dördüncü yüzyılda Aziz Jerome ile Aziz John Chrysostom Tanrı’nın Hukuku Kitabı ile Deuteronomy Kitabı’nı bir tutmuştur. Josiah onları eserin ayrıntılarını öğrenmek için kadın peygamber Huldah’ı bulmakla görevlendirir. Huldah da eğer Kral halkın davranışlarını ıslah ederse Tanrı’nın hiddetinin yatıştırılacağını bildirir. Her ne kadar Josiah’a söylendiğine göre Tanrı, “onu huzur içinde mezarına götürecekse de İkinci Günlükler Kitabı’nda Suriyeliler’in düzenlediği bir akımın ardından salgın hastalıklardan kırılan kendi halkı tarafından öldürüldüğü ileri sürülür. Ancak bu, tarihsel görünümlü anlatımlar içindeki tek ya da en tuhaf çelişki sayılmaz. Örneğin 2 Samuel 24:1’de “Ve bir kez daha TANRI’nın İsrail’e karşı hiddeti depreşti ve Davut’u onlara karşı kışkırttı. ‘Git’ dedi, ‘Yok et İsrail ile Judah’yı’ ” denirken 1 Günlükler 21:1’de şöyle denmektedir: “Ve Şeytan İsrail’e karşı öfkelendi ve Davut’u, İsrail’i yok etmesi için kışkırttı.”
Her ne kadar “kitabın halkı” biçimindeki pek de övgü amacı taşımayan deyim, ilk İbrahim dininin tüm inananları için kullanılsa da, görünüşe bakılırsa tarihler ve kutsal eserler söz konusu olduğunda karşımıza kayıp kitaplar, yakılmış el yazmaları ve gizlenmiş parşömenlerin çıkması daha yüksek bir olasılıktır. Ardından, on dokuzuncu yüzyılda “İncil’i kim yazdı?” sorusuna yönelik şok edici, yepyeni bir bakış açısı keşfedildi.
“Belgesel Hipotez” denen bu yaklaşım, anlatımbilim alanında bir tür alıştırmadır. İncil’i yazanların adlarını bilemeyebiliriz fakat -Jean Astruc’un 1753’te ortaya koyduğu gibi- her bir kitapta izleri görülen imzalarının ve kişisel niteliklerinin izini sürebiliriz. Sonuçta da İncil metni bizi varsayımsal yazarlara kadar götürebilir.
Bu kuram, Yaratılış Kitabı’ndaki çeşitli tutarsızlıklardan kaynaklanmaktadır. Tanrı’dan kimi zaman “Yehova”, kimi zaman da “Elohim” adıyla bahsedilir. Ayrıca, bölüm 1 ve 2’de aynı olay -Adem ile Havva’nın yaratılması- iki kere anlatılır: Yaratılış 1: 26-7’de ve Yaratılış 2: 7, 21-3’te. Bölüm l’de, “Tanrı insanı kendi görünümünden yarattı, insan Tanrı’nın görünümden yaratıldı; erkek ve dişiyi yarattı Tanrı” denirken bölüm 2’de Adem’in toprak ve soluktan yaratıldığı, Havva’nın da Adem’in kaburga kemiğinden yaratıldığı anlatılır. Daha başka ilginç tuhaflıklar da bulunmaktadır. Bölüm 1’de Tanrı, deniz yaratıklarını beşinci gün, kara hayvanlarını da altıncı gün, Adem’den önce yaratır. Bölüm 2 mısra 19’da Tanrı, hayvanları Adem’den sonra yaratır.
Belgesel Hipotez’e göre aslında iki adet Yaratılış Kitabı bulunmaktaydı; bunlardan biri Tanrı’yı “Yehova” olarak adlandıran Yehova’cı yazar “Y”, diğeri de Tanrı’yı “Elohim” olarak adlandıran Elohim yanlısı yazar “E” tarafından yazıldı. Bu metinler, tek bir metin halinde birleştirilirken çelişen bölümler de hiç değiştirilmeden korundu. Örneğin “Y”, sözcük oyunlarından hoşlanır: “Adam” sözcüğünün kökeninin kızıl toprak olduğunu söyleyen odur. “Y”, ayrıca olayların nasıl geliştiğini ve belirli yerlere belirli adların neden verildiğini açıklamaya da meraklıdır. “E”, bütünsel açıdan, özellikle de Tanrı için kullandığı adın açıklanamaz bir biçimde çoğulluk içermesi göz önüne alındığında daha gizemli, daha eski bir versiyondur.
Bu “Y” ile “E”ye Deuteronomist16 (D) ile Rahip Tavırlı Yazar (RT) da eklendi. “D”nin belirli bir ideolojik teolojisi bulunmaktaydı: Tanrı, İsrail’i bir türlü ıslah olmadığı ve Yasa’nın dışına çıktığından ötürü cezalandırdı, Yahudi halkın tarihi de itaatsizliğin sonuçları hakkında bir ahlak dersi oluşturmaktaydı. Rahip Tavırlı Yazar, bir dinsel ayinler ve din uzmanıydı. Hukukun yan dallarını, doğru ve yanlışın kategorilerini, Levi boyu üyelerinin rollerini ve Torah’nın yetkisini tanımlamaktaydı. “D” sürgünün nedenlerini anlamaktaydı; “RT” ise tapınağın merkezi konumunu teyit etmekteydi.
Bu gayet düzgün bir dörtlü ve çekici bir kuramdır. Ne yazık ki yalnızca bir kuram. İnsan “D”, “E”, “Y” ve “RT”nin farklı niteliklerini neredeyse gözü önünde canlandırabilse de karşımızda en iyi olasılıkla sanal yazarlar, olası yazarlara ilişkin geçici tedbir nitelikli kuramlar durmaktadır. Tümü de beşinci bir yazarın devreye girmesiyle çökmektedir; sahneye “R” girer, yani Redaktör.
“R”, “Y” ile “E”yi uç uca ekleyerek bizler için Eski Ahit’i oluşturan dâhiydi. Ne var ki “R” asla tekil değildi; çeşitli editörlerden, yaptığı işi eline yüzüne bulaştıranlardan, arada sırada birkaç harf atlayanlardan, metinde değişiklikler yapanlardan, metinde düzeltmeye ve düzenlemeye gidenlerden oluşmaktaydı. Latince redigere, redactum sözcüklerinden türetilen redaktör, geri getiren anlamını taşır. Bu redaktörlerin gerçekleştirdiği şekillendirme, kaybedilmiş özgün metni asla geri getiremediyse de parçalar halindeki metinleri biraraya getirdi. Heybetli Isaiah -ya da bu ad altında biraraya getirilmiş üç farklı yazarın tümü- peygamberlerin tutumları konusunda neredeyse bir yergici haline getirilir (Jonah’ın Kitabı). Özdeyişler Kitabı’nda yer alan, dürüst insanın asla gıdasız kalmayacağı biçimindeki samimi sözlere karşın, dürüst insan Job sadistçe ve açıklanamaz bir biçimde cezalandırılır (gerçi ardından da tazminat olarak 14.000 koyun kazanır). Bir keresinde tanrıbilimci bir dostumun hiddetlenerek dile getirdiği gibi, “Onca redaksiyonun tek sonucu oğlancılık.”
Olası yazarlardan oluşan bir gömüt, birbirinin karşıtı metinlerden oluşan bir katafalk: İncil gerçekten de bir kütüphane ama yıkıntı halinde.
Sappho
(İ.Ö. 6. yüzyıl)
Lirik şiir yazarı, Lesboslu Yunan şair Sappho, bir yazar yorumlandığında neler olabileceğinin en uç örneğini oluşturur. Yapılan yorum, tarif edilmeye olanak tanımayan gerçekleri damıtacak biçimde tarihin çeşitli versiyonlarını filtreden geçirmez. Tıpkı soyu tükenmiş bir türü klonlamaya ilişkin bilimkurgusal girişimler gibi antik DNA, çağdaş bir hücrenin içine kaynaştırılır ve uygun bir dizey biçiminde geliştirilir. Okuyucu kendi dünyasında yazarı yeniden yaratır.
Karşımızda Sappho gibi dokuz şiir kitabından çoğu kaybolmuş bir yazar olunca elle tutulur bir metnin olmaması, yazarın, okuyucunun hayal gücünde yeniden canlandırılmasını daha da teşvik etmektedir. Aynalar odasındaki bir figür gibi Sappho, okuyucunun kendi eğilip bükülmeleri nedeniyle çarpıtılır, kırılır, eğrilip bükülür. Sappho’nun biyografisinin iskeleti sayısız mitle, dilek ve örnekle, ayrıca bir sürü gerçek dışı gariplikle kaplanır. Suda’ya göre Sappho mızrapı keşfetmiştir.
Komedi yazarı Menander’in Leukadia17 (Leukaslı Kız) adlı oyununun bazı parçaları Sappho’ya yönelik ilk ve en kalıcı efsanelerden birini sergiler: Sappho, Phaon adında bir kayıkçının aşkına karşılık vermemesi üzerine bir yamaçtan atlayarak yaşamına son vermiştir.
Sappho, aşk tanrıçası Afrodit takma adıyla yazarak yakışıklı Phaon tarafından reddedilmesinin yasını tutuyordu. Kadın bir şairin her şeyden önce karakterlerine kişilik kazandıramayacağı ve de iflah olmaz düzeyde tekbenci olacağı varsayımına dayanan tuhaf bir tersine yorumlama örneği sergileyen aşk tanrıçasının sözleri, Sappho’nun tüm otobiyografik taşkınlığının sözcüklere dökülmesi haline geldi. Diğer bir inanışa göre, Sappho’nun kocasının adı Androslu Cercylas’tı ve bu eşleştirme bazı ansiklopedilere de geçti. Oysa bu ad bir karikatür kahramanının adına benzediği için büyük olasılıkla komedyenlerin bir uydurmasıdır.
Latin şair Ovid kur yapma konusunda ustalık kazanmak isteyenlere Sappho’nun şiirlerini okumalarını sık sık önermekteydi ve de romantizmden uzak kalmayı isteyenlere de Sappho’dan uzak durmalarını söylemekteydi. Sappho, şiir alanında kadınların sergiledikleri başarının en göze çarpan örneğiydi ve bu niteliğiyle de Ovid’in Heroides adlı eserinde efsanevi olmayan tek kadın kahramandır (gerçi bu da Ovid’in tipik alaycılığının bir sonucu olabilir). Ovid’in anlatımıyla Phaon’a yazılar yazdığı varsayılan Sappho, “Etna gibi yanar” ve söylediği ezgiler de bütün dünyaca bilinecektir. Seneca, Epistulae Morales ad Lucilium18 (Lucilius’a Mektuplar) adlı eserinde gülünç spekülasyonları alaya alırken bu tür çabaları, Homer’in öldüğü yeri bulmaya ya da Sappho’nun bir fahişe olup olmadığını anlamaya yönelik çabalarla bir tutmaktaydı. Ancak Seneca bu benzetmeyi şaka amaçlı yaparken, şakası sonradan bazı akademisyenler tarafından ciddiye alındı.
Rönesans döneminde Sappho’nun şiirlerinin kaybolmasının suçu kiliseye yüklendi. İ.S. ikinci yüzyılda Tatian, Sappho’dan söz ederken “erotomanik” sıfatını kullanmıştı ve aşkın hararetini alevlendiren eserlerin de alevlere atılmaları herhalde uygun görülmüştü. İstanbul’un fethinden önce şiirlerin asıl nüshaları yok edildi.
Fakat Sappho kadın şairlerin simgesi olmayı sürdürdü. On sekizinci yüzyılda Sappho, bir yamaklar zümresine liderlik eden entelektüel bir kadın konumundaydı. On dokuzuncu yüzyılda Christina Rossetti onu gözünde canlandırırken “sevilmeden yaşamış, ölmüş tanınmadan/ardından ağlanmadan, aldırış edilmeden ve yalnız başına” kalmış bir nevrotikten, boğularak ölmüş bir şehitten söz etmektedir.
Ezra Pound ve H.D. gibi modernistler kaçınılmaz olarak onu yücelttiler ve geri kalan kırık parçaların içerdiği özlü sözleri taklit ettiler. Postmodernistler ise onlardan geri kalmamak için boşlukların, açıklıkların […] ve eksikliklerin güzelliğini yeğledi. Sappho artık parçalanmış, yarılmış, içi boşaltılmış olanın usta şairiydi.
Bu tür çeşitli uzantılara karşın Kayıp Kitaplar Kitabı’nda Sappho’nun şanslı olanlardan biri olarak değerlendirilmesi gerekir.
Bu vezin işaretleri Argoslu Telesilla’nın kalıtının tamamını oluşturur. Bu işaretler, bu bayan şairin icat ettiği ve “Telesillean” adıyla tanınan nazım biçimini temsil etmektedir. Telesilla’nın kendi şiirinden birkaç satırın yanı sıra bu şiir biçiminin erkek şairler tarafından uygulanışının daha bol örnekleri günümüze kadar gelebilmiştir.
Bir diğer kadın şair Boeotialı Myrtis, Suda’ya göre ünlü şair Pindar’ın eğitmeniydi ve öğrencilerinden biri olan Tangrail Corinna da hem Pindar’ı yarışmalarda yenmiş hem de onu Attik lehçesini benimsediği için azarlamıştı. Her iki şairin de eserleri günümüze kadar