Kayıp Yüzyılın Prensesi Oylum

Sen bana neleri öğrettiğini biliyor musun? İnsanın terk edildiğinde değil, unutulduğunda yalnızlaştığını ve unutulmanın insanoğluna verilmiş en büyük ceza olduğunu… insanı asıl yalnızlaştıranın, uzağındayken unutulmak değil, yakınındayken hatırlanmamak olduğunu…
Sen bana neleri öğrettiğini biliyor musun? Başkalarının gözlerindeki ışığı görebilmemiz için, önce kendi gözlerimizdeki karanlığı aydınlatmamız gerektiğini. Ön yargıların insan ruhunun felçli yanı olduğunu. En çok önyargı sahibi insanların, “benim kesinlikle önyargılarım yoktur!” diyen insanlar olduğunu… yanılgı, yenilgi ve pişmanlık doğurduğunu… özgün düşünceye pranga vurduğunu… insanın  kendinden ne kadar eminse, yanılmaya da o kadar yatkın olduğunu ve insanları yargılamanın, onları sevmeye engel olduğunu…
Ama en çok; insanın, tanrının kendisine bahşettiği mükemmelliği bozmayacak kadar mükemmel olmadığını öğrettin…
Rüyalarında ve masallarında başka başka hayal dünyalarının tadını çıkaranlar, bunun bedelini uyandıklarında hala aynı dünyada olmanın tahammül edilemez hafifliği ile öder.
Teşekkürler Darcy…
Prensesliğimi, bana kendi masalımdan anlattığın için…

***

Uyku, uyku olduğunu ancak o uyurken anlayabiliyordu ve kendini sadece o bedende güzel buluyordu. Şu baş belası gün ışığı da almasa, daha uzun kalacaktı o bedende. Pencereden odaya süzülen gün ışığı, baygın bir sevinçle etrafa yayılıyor ve o muhteşem güzelliğin yüzüne dokunup, onu uyandırmak için ıtır kokulan getiriyordu.
Prensesin kırpışan göz kapaklan, uykunun hüzünlü bir sis gibi dağılışını haber verdi odaya. Oda, sessizce ağlamaya başladı… Görünmeyen gözyaşları, gece boyunca bağnnda Prensesi uyutan yalağa yağdı. Bu hep böyle oluyordu. Prenses uyanıp gidiyor, oda yalnız kalıyordu. Oda, Prenses gelene kadar ağıt yakıyordu.
Yatağında yavaşça doğruldu Prenses. Şimdi kederlenme sırası yataktaydı. Gece boyunca onu sıcacık tutan, sabaha kadar aldığı nefesleri sayan, yastığa ve yorgana Prensesin rahat uyuyabilmesi için bir komutan edasıyla emirler yağdıran yatak, şimdi yenik askerler gibi, kırık bir hüznü taşıyordu çarşafında. O gidecekti. Geride birkaç dakika sonra uçup gidecek olan sıcaklığını ve kokusunu bırakarak gidecekti. Elbette geri gelecekti ama o gelene kadar buzlar ülkesinin kölesi olacaktı o sıcak yatak. Bunların hiçbirinin farkında olmayan Prenses, uykulu gözleriyle odaya bakındı. Tüm eşyalar önünde saygıyla eğildi. Şimdi sevinme sırası yerdeydi. Birazdan narin ayakları yere basacak ve onu banyoya götüren yolda attığı her adım. temas euigi her yere bir karnaval neşesi armağan edecekti. Öyle de oldu. Prenses, banyoya ulaştığında, ardında bir panayır bırakmıştı sanki. İncecik ve kırılgan parmaklan, musluğa doğru yaklaşırken, havada bıraktığı kavis, görülmeğe değer bir görsel şölen oluşturuyordu. O zarafet sembolü parmaklar, değdiği her yere yüzyılların gerisinde kalmış olan yitik bir ülkeye hayat verir gibi dokunuyor, nice tarumar olmuş imparatorluktan eski kudretine kavuşturuyordu. Musluğa dokunan narin parmakları, bir ressamın tuvaline bıraktığı naif fırça darbeleri gibiydi adeta…
Musluğun gövdesinde Prensese çağlamak için sabırsızca bekleyen sular, güruh halinde bir şelaleden kendilerini boşluğa bırakır gibi akıyor, Prensesin avuç içinde kalabilmek için ölümüne bir çaba sarf ederek, yüzüne temas etmeyi başaranlardan olmaya çalışıyordu. Nihayetinde sonları bir havlu tarafından kurulanıp. Prensesin yüzünden sökülüp alınmak olsa da; kulak arkasında unutulan bir nem olabilme ihtimali bile yetiyordu bazı şanslı damlacıklara… O zaman bir süre daha o tende kalmanın müthiş hazzını yaşayacaklar ve kendi kendilerine o muhteşem tende kuruyup yok olacaklardı. Böylesi onurlu bir yok oluşu hak ettiklerini düşünüyorlardı. Şanslı olan su zerrecikleri, anlık da olsa Prensesin yüzünde kalabilirken, ona dokuııamadan yitip giden diğerleri, hiç yaşamamış bir ölü gibi, İstanbul’un kirli, pis kanalizasyonlarında kaderlerine boyun eğeceklerdi.
Banyonun en mutlusu havluydu. Çünkü her sabah onun hem ellerine hem de yüzüne dokunabiliyordu Çamaşır makinesine atılacağı güne kadar. Prensesin yüzünden sıyırıp aldığı suların nemiyle yasayacak ve orada öylece asılı kalmaktan memnun olacaktı. Ve ayna, Prensesin kendisine bakacağı anı bekliyordu gururla. Evdeki tûm eşyalar onu kıskanıyordu.
Hiçbir eşyaya o kadar uzun bakmıyordu Prenses. Ayna bunun şımarıklığı ile Prensesin yüzünü kendisine göstereceği muhteşem dakikalara yaklaşıyordu. Ardından büyük buluşma gerçekleşiyordu. Evci! Şimdi Prenses ona bakıyordu. Onda gördüğü kendisini seyrediyordu. Ayna, sırrının buna ne kadar dayanabileceğini bilmiyordu ama umurunda da değildi doğrusu. Şu an yaşamak istediği tek şey, o muhteşem gözlerin içinde ölebilmekıi. Ölümü tatmayı arzulamak buydu işte…
O gözler ki görmek için değil, bakmak için taşıdığı iki elmas… Yeterinden biraz fazla bakınca ya gözlerini kaçırmak zorunda kalıyor insan, ya da içinde boğulmak… Daldığı yeri eriten, bakmadığı yeri köreltendi gözleri.,.
Göz kapaklarını kapattığında dünyadan kaçtığını zanneden, açtığında kendisinde dünyayı değiştirecek gücü bulabilen, Prensesin en kıymetli varlığıydı o gözler ve bir Prensesin kalbine sadece gözlerinden girilebilirdi.
Bunları bilmeden bakıyordu aynadaki yansımasına… Biraz uzun seyredebilse gözlerini; başı dönecekti derinliğinden.
Hissiyat aynası gözlerine, yüzme bilmeyen biri düşerse eğer boğulabilir bir çırpıda o uğruna bir ömür heba edilebilecek gözlerde… Biraz uzun bakabilse gözlerine, anlayacaktı onların aşkın ipi olduğunu. Aynada bakarken ruhunun penceresi gözlerine, uzun uzun çizgiler aradı kendinde Ruhunun, kalbinin, bedeninin penceresi olan gözlerinin etrafında sadece gülünce ortaya çıkan belli belirsiz ince çizgiler vardı Evet! Bir pencereydi gözleri… İçerden baktığında dışarıyı görebildiği, bakmasını bilenin de dışardan baktığında içeriyi keşfedebileceği bir pencere..
Dudaklarını kıpırdatmadan konuşabildiğiydi. . Aşkın başladığı meydandı… Biliyordu Prenses; göz sağırdır aslında ve yalnızca renkleri duyabilir.
Ve görmeyen göz değil, insandır aslında.
Bir kendine bakamıyordu Prensesin gözleri. Bir kendine kördü. Yine de yumduğunda uzakları düşleyebiliyor, kalbini gözlerinde laşıyordu Prenses…
Dışarı çıktı. Canı sıkkındı. Kapıda bekleyen şoförü geri gönderdi. Biraz yürüyüş yapıp, işe bir taksiyle gitmeye karar verdi. Geride bıraktığı her şey, terk edilmişlik duygusu taşıyordu. Korna seslerine karışmış olan uğultulu şehir gürültüsüne aldırmadı. İçinden en sevdiği şarkıyı söylüyordu: ‘Summertime “İse geç kalıyor olmasına rağmen. ışıklara kadar ağır adımlarla yürüdü. Karşıya geçmek için yeşilin yanmasını bekledi Dudaklarında halâ o şarkı vardı. Karşı kaldırıma geçtiğinde hoyral bir adam omzuna çarptı ve kime çarptığına bile aldırmadan yürüyüp gitti. İnsanların bu kaba davranışları, ona bu dünyaya ait biri olmadığını bir kez daha kanıtlıyordu. İyi eğilim görmüş, entelektüel bir birikime sahip, soylu bir aileden gelmek, bu tür kabalıklar karşısında daha fazla üzüyordu kişiyi ve insanları eğilmek adına hiçbir ise de yaramıyordu. Umursuz insanlardan olamayacak kadar çok bağlıydı bu hayata ve aynı zamanda çok da şikayeti vardı bu hayattan. İçinde sessizce bir dal kırılıp yere düştü Kaldırımlar ve gökyüzü gördü bunu bir tek. Birazdan bu senfoni başlayacaktı bu şehirde. Soprano bir kadın çığlığı ağıtlaşacaktı Prensesin hüznünde ve kimse bunun farkına varamayacaktı.
Bir taksi durdurup, arka koltuğa oturdu. Şoförün dikiz aynasından kendisine uzanan “Nereye abla?” bakışını gördü. O sorunun sese dönüşmesine izin vermeden “Taksim” dedi.
Dudağının kenarında hafîfseyici bir gülüş gizleyen taksici, hiçbir şey söylemeden gaza bastı. Prenses geçtiği yollara dalgın gözlerini yatırarak seyretti şehrin karmaşasını. Kalabalıkların tehlikeli olduğunu bilerek ve o kalabalıktan bir

parça olduğunu da unutmadan izledi insanları, insancıkları…
Birden cep telefonunun sesiyle dağıldı dalgınlığı. Yönetmeni arıyordu Taksi şoförü dikiz aynasından kaçamak bir bakış daha fırlattı. Tesadüf bu bakışlarla göz göze gelmişken, ruhuna ve dünyasına hitap etmeyen müziği kısmasını rica etti Prenses. Taksici, isteksizce kıstı müzik diye dinlediği şeyin sesini. “Nerdesin” dedi karşıdaki ses.
En sevmediği soruydu bu. “Yoldayım” dedi sakince.
“Geç kalma sakın. Konukların yolda. Onlardan önce burada ol” dedi yönetmeni.
Sesinde oluşan kızgınlıkla karışık sitemvari tonu saklamadan “Dört yıldır bir kere bile konuklarımdan sonra gelmedim Beş dakikaya kadar oradayım” dedi ve kapattı.
Telefon kapanır kapanmaz, taksicinin dinlediği o garip müziğin sesi yeniden yükseldi. Üstelik öncekinden daha fazla.
Ama Prensesin beyninin içindeki müzik devam ediyordu… Summertime…
İnsanların, “merhaba” veya “nasılsın”dan önce “neredesin” diye sormaları çok kızdırıyordu Prensesi. Aldığı aile terbiyesi, telefonda nasıl konuşulması gerektiğini ona çocuk yaşlarda öğretmişti. Asla selam vermeden, kısaca hal hatır sormadan direki konuya girmezdi Tanımadığı kişileri aramak zorunda kaldığında asla “Kiminle görüşüyorum” deme;, önce kendini tanıtırdı ve kesinlikle arayan kişi kapatmadan, telefonu kapatmaya yeltenmezdi Fakat ilk defa arayan kişi kendisi olmadığı halde arayandan önce kapatmıştı telefonu Yaptığının kabalık olduğunu biliyordu ama karşısındaki kışı bunu kabalık olarak degerlendirecek bir birikime bile sahip değil di. öyle bir birikime sahip olsaydı, aradığında önce selam verirdi. Böyle düşünmeli. hafifletici sebepler bulmak gibiydi Rahatlatıyordu Prensesi.
Tekrar yollara daldı gözleri. Dışarıdan yüzüne vuran gün ışığı, parlak gözlerindeki pırlantanın kalbinde saklı olan renk harmonisini harekele geçirir gibiydi. Gözlerinde taşıdığı saklı, bir o kadar da gerçek tonlar, kendini bakmasını bilene sunmak için bekleşip duruyordu sanki. Ama o gözlerdeki efsunu çok az kişi fark edebiliyordu.
Birden hayal kahramanı geldi aklına. Defalarca izlediği o filmdeki adam… Ne zaman filmin adı gelse aklına, önce gözlerinde o afiş belirirdi. Önde, kafasını hafifçe sağ tarafa doğru döndürmüş masum yüzlü bir kız, arkadaysa ona gözlerinde taşıdığı yaşanmışlıkları armağan etmek için bekleyen o adam…. Filmin adı sanki yanıp sönüyor afişin üstünde; “Aşk
Kaç kez izlediğini, izlerken kaç kere gözlerinin nemlendiğini, kaç defa eksik yanlarıyla karşılaştığını hamlamıyordu bile. Tek istediği o filmdeki adamın aşkı gibi bir aşkla sevilmekti. Aşkı ve gururu kalbinde taşıyan, sevmekten asla vazgeçmeyen ‘O adam…   Darcy ve o aşkı hak eden kadın Lizzie…
Kendisini Darcy gibi sevecek biri için her şeyi tek kalemde silmeye hazırdı Prenses. Ama yoktu öyle bir aşk. yoktu öylesi bir sevmek… Yine hayallere dalmıştı…. Ona doğru geliyordu şimdi Darcy… Yavaşça eline uzanıp, öpüyordu parmaklarından. Bir gün bana “Beni neden seviyorsun” diye sorsa o adam, acaba ne cevap verirdim diye düşündü. Ve birden o sorunun gerçeklen kedine yöneltilmiş olabilirliğini düşündü. Şimdi, beynine üşüşen binlerce cümlenin arasından, bu soruya en uygun olan cevabı bulmaya çalışıyor, düşünüyor, düşünüyordu… Aradan geçen cevapsız zaman ise onu bir iç kaosa sürüklüyordu. Kalbi bu soruya mutlaka bir cevap bulmalıydı.
Sonra birden bire aklından şöyle bir cevap geçiverdi: “Çünkü ben herkesin sevdiği kişileri sevmem!”. Bu cevap, usunda sese dönüşünce, verdiği yanıtın yanlış anlaşılabileceğini düşündü ve paniğe kapıldı Prenses. Ya adam “Ne yani, beni senden başka kimsenin sevmediğini, herkesin nefret ettiği biri olduğumu mu düşünüyorsun?” diye sorarsa? Telaşlandı… Elleri terlemeye başladı ve yeni bir soru doğuran bu cevaptan ötürü bir mahcubiyet hissetti. Alelacele bir şeyler düşündü ve içinden cevap verdi. “Hayır! Asla böyle düşünmeni istemem Bu böyle olduğa için. içim bana daha fazla sen barındırma imkanı sunuyor.
Bir an duraksadı ve bu cevabında yetersiz olduğunu düşündü. Aklına hemen kalbinden gecenleri söylemek geldi Devam etti konuşmaya Hem. herkes tarafından sevilmek sevinilmesi gereken değil. üzerinde düşünülmesi gere ken bir soru işaretidir bence. Herkesin sevdiği bir insan ya kendi değildir ya da birden çok kişiliğe sahiptir.”
Son sözü söylemek bazen mutlu etmez insanı, ya da karşındakinin haklı olduğunu göstermez. O sadece son sözü söylemiştir; fakat yine de içinde sadece kendisinin bildiği bir yenilgi hissiyle gidiyordur.
O hisle indi taksiden. Hızlı adımlarla çalıştığı televizyon binasına doğru yürüdü.
Kapıdaki güvenlik görevlisinin yüzü Prensesi görünce gülmeye başladı. Aynı gülümseyişle karşılık verdi ve hızlı adımlarla turnikelerden geçip, asansöre yöneldi, ineceği kata kadar aynada kendim seyretti. Yüzüne yerleşen, sebebini bilmediği hüzünlü havayı, gözlerini bir silgi gibi kullanarak yok etti. İşle yeniden o muhteşem yüz gülümsemeye başlamıştı.
Asansörden indi ve makyaj odasına doğru yürümeye başladı. Hızlı adımlarla koridorlardan geçti. Etrafında bir yığın koşuşturan insan vardı. Gördüğü herkese, kameramana, ışıkçıya, sesçiye, kj operatörüne, perforeciye, şımarık haber spikerine, başka programların yönetmenlerine, çaycıya, temizlikçiye gülümseyerek, selamlar sundu.
Gülümseme iki insan arasında kurulan hem ilkel hem de uygar bir iletişimdi onun için. Birbirine gülümseyen iki insan, saniyenin onda birinde dudaklardan gözlere sirayet eden mutluluk pırıltısıyla birbirlerine saygılarını, sevgilerini iletirler. Hiçbir sahteliği olmayan bu alışverişte mutluluk elle tutulubilen, gözle görülebilen bir şeye dönüşür. Her insana yakışan bir makyajdır gülümseme Eğer, Prenses kadar içten gülümseyebiliyorsa bir insan, işte o zaman iki insan arasındaki en kısa mesafe kat edilmiş demektir. Belki de bir susma türüdür gülümseme Yüzde güzel duran bir gülümseyiş, o yüzün güzelliğiyle eş değerdir. Bazen gülümseyiş, yüzünüzü güzelleştirir, bazen yüzünüz gülümseyişinizi. Prenseste ise bu durum, ikisinin tam da birbirini karşılamasıydı Ne kadar acelesi olursa olsun, yüzüne bakan herkese gülümser ve tanıdıklarına “merhaba” derdi. Hiç tanımadığı birine gülümsemesi bile onu mutlu ederdi. Çünkü bilirdi ki o kısacık gülümsemeden sonra herkes kendi yoluna gitse de o gülümseyiş aralarında hep yaşayacaktı. Hem kim ne kaybedecek ki ufacık bir gülümsemeden? Hüzne yorumlanmış bir evrenin yüzünü mutluluğa evşireceksiniz o kadar…
Yüzde oluşan o eğrinin bir çok şeyi doğruya çevirdiğini öğreneli çok uzun zaman olmuştu. Mutluluğun dudaklara dikilmiş bayrağıydı o küçük gülümseyişler. Yenilenmekti, karşındakinin kalbini kelebekleştirmekti…
Bazen o kadar kaptırırdı ki kendini bu gülümseyişlere; farkında olmadan bir “gizlenmeye” dönüşürdü bu gülüşler. Her kırıklığın üstünü böyle gülümseyerek örtmeye başladığından bu yana gülümseye gülümseye kendini unutmaya giriftar olmuştu. Bir zaman sonra mutlu olduğu için gülümsemese de gülümsediği için mutlu olduğunu sanmaya başlıyordu insan…
Ruhunun inceliklerini şimşek rengi gibi sunan bir gülümsemesi vardı Prensesin. Kimseden esirgemiyordu bunu. Herkes, aradığından fazlasını buluyordu o gülümseyişlerde. Dünyaya sunulan bir armağan gibiydi Prensesin gülümseyen dudakları..
Belki de bir anahtardı; çevirmesini bilene!
Dingin, sıcak, derin, bazen de içindeki hüzne karşı takındığı bir gülüşü vardı. Meydan okumak gibi hüzne… İçten içe hüzünden yapılmış olsa da..
Aslında bu mutlu gülümsemelerin gerçek sebebini bir tek kendisi biliyordu. Darcy…
İçinden “Dudağımdasın ve gülümseniyorsun Darcy” dedi, makyaj odasına girerken.
Dar ve kalabalık odaya adımını atar atmaz, kendisini sabırsızlıkla bekleyen bir çift gözle karşılaştı. Yönetmeninin sabırsız gözleriydi bunlar ve içinde biraz da işine geç kalan birine savrulacak bir “Nerede kaldın?” bakışı vardı.
Gözlerinde büyüyen bu sorunun üstünü, samimiyetten uzak bir gülüşle ustaca kapatarak yaklaştı Prensese. O sırada Prenses çoktan makyaj koltuğundaki yerini almıştı. Bir yandan makyajı yapılırken, diğer yandan da saçlarına fön çekilmeye başlanmıştı bile.

Benzer İçerikler

Selanik’te Sonbahar

yakutlu

Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz

yakutlu

Uzaya Kaçış – Halil Kocagöz – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy