Kendi İçine Düşenler Ansiklopedisi tek kelimeyle “büyüleyici” bir roman. Genç bir memurun hikayesini anlatan romanı okurken kâh gülecek kâh ağlayacaksınız ve kitap bitene kadar elinizden bırakamayacaksınız. Olağanüstü bir dil yeteneğine sahip olan yazarın su gibi akan duru üslubuna fazlasıyla güvendiği belli. Çünkü sıradan bir hayatı anlattığı roman, bu mahirâne üslupla birlikte harika, komik, muhalif, eğlenceli ve yer yer göz yaşartıcı bir başyapıta dönüşüyor.
Daha da önemlisi, Selman Bayer, bu romanıyla, postmodernizmle çalkantılı bir ilişki yaşayan modernist Türk romanının da yüzünü temize çıkarıyor. Türk romanında hemen hemen hiç denenmemişi deniyor. Balzac’tan Joyce’a, Dostoyevski’den Mevlana’ya kadar birçok üslubu başarıyla taklit ederek eserini taçlandırıyor.
***
içindekiler
I. BÖLÜM
HAYÂL
Uyanış 11
Devletin Müşfik Kucağı 21
Tuhaf Rüyalar Daire Başkanlığı 41
Hayâl 55
Sessizlik Doğanın İntikamıdır 63
Devlet Dairelerinde Tasarruf ve Demirbaşların Layıkıyla
Kullanılması Üzerine Ayaküstü Bir Araştırma 73
Etli Butlu Bir Kitabın Kucağı 91
Geri Dönen Yazılar 109
Eve Dön, Gerçeğe Dön, Hayale Dön 119
Bir İntihar Daha Var O da Gerçek mi Dersin? 127
Tutunamayanlar Otobüsü 139
Ara Sıcaklar 147
Ev İçinin En Uygun Yeri 151
Eski Bara Gider İken Aldı da Bir Yangın 159
Son Selam 165
II. BÖLÜM
HIZLANDIRILMIŞ ÇOCUKLUK KURSLARI
Çocukluk Bir Kuyudur 183
Kendini Arama Ayinleri 195
Ben Hasta Bir Adamım 205
Absürd Tiyatro 213
Cuma Sessizlikleri 221
Uzun Gece Yürüyüşleri 233
Derbâre-i cüst ü cûy-i hûd-i Sûhân der-râh-i nefs 239
Seni Seviyoruz Savrulan Adam 247
Sûhan Tecimer’in Bir Genç Adam Olarak Portresi 261
Hicret 269
Yüklemsiz Cümleler Sapağı 275
III. BÖLÜM
HAYAT GÜNAHTIR
Bölük Pörçük Cumhuriyet Uykuları 289
Pişmanlık ve Çileler 295
Son Akşam Yemeği 303
Hayat Günahtır 309
Uyanış
Bazen yeni bir hayata başlamak yalnızca yeni bir rüyaya geçmek demektir.
Epeydir yatağında huzursuzca devinip duran Sûhan Tecimer böylesi yeni bir hayata başlamanın verdiği o safdil neşeyle uyandı. Kendisi için uzun zamandır sıkıntı olan bu evde son günüydü ve bugün yeni evine taşınıyordu. Bir taşıma şirketiyle anlaşmış, arkadaşının aracılığıyla tanıştığı şirketin elemanına her iki evin anahtarını teslim etmiş, eşyaların ne şekilde yerleştirileceğine varana dek her şeyi açık açık anlatmıştı. Öyle ki bütün iş yapıldıktan sonra Sûhan’a yalnızca, akşam, yeni evine gitmek kalacaktı.
Bu küçük rahatlığın neşesiyle bir süre gerindi. Sonra, nedense, geç kalmış olabileceğini düşündü. Eve ilk taşındığında arkadaşından aldığı eski kalın perdelerin ışığın gönlünce girmesini engellediği odasında sağa sola bakarak saati aranmaya başladı. Babasının yıllar önce Tercüman gazecesinden çekilişle aldığı, emektar Schaub Lorenz marka televizyonu gördü. Kenar döşemeleri yıpranmış, zamanla birkaç düğmesi bozulup düşmüş televizyon kapalıydı.
Sûhan bir ara o düğmelerin akıbetini merak edip, araştırmıştı. Gizemli bir şekilde ortadan kaybolan düğmeler için bir yazı yazmayı bile düşünmüştü. Hatta birkaç cümle yazmıştı da. Ama sonra, hayatındaki birçok şeyde olduğu gibi, o yazıda da küskünlüğü galip geldi ve yazıyı yarıda bıraktı. Artık masa örtüsü görevi gören lacivert bir çarşafla kaplanmış eski TV kutusunun üzerinde duran televizyonun tozlu ekranında uykulu yüzünü fark etti. Gece boyunca kendi ekseni etrafında dönen bir bedenin devinimleriyle dağılıp kabaran saçları çocukken izlemekten keyif aldığı kıvırcık saçlı basketbolcuları anımsatıyordu.
Ekranda belli belirsiz görünen yüzünden sıkılıp yatağına uzandı. Ekranın üzerindeki tozlar uykunun mahmurluğundan tam sıyrılamamış gözlerle bakınca bile belli olabiliyordu. Yorganın yorgun kıvrımları altında kâh belirip kâh kaybolan bir yılan gibi devinen bedeni gittikçe yatağın içine gömülüyordu. Ayakları çocukluğundan kalma bir alışkanlıkla yine yorganın dışındaydı. Yorganın altında onu ayaklarından yemeye başlayacağını düşündüğü böceklerin korkusuyla her gece yatmadan evvel yorganı kaldırıp bir şey var mı yok mu diye iyice araştırdığı dönemler çok geride kalmış olmasına rağmen bu alışkanlığı devam ediyordu.
Aylardır yıkanmadığı için rengini kaybetmiş masa örtüsünün özensizce yerleştirildiği sehpanın üzerindeki saati gördü. Saatin kaç olduğunu seçemedi. Gözlerini ovuşturup bir daha baktı ama emin olamadı. Gece yatmadan hemen önce alarmını kurarak başucuna koyduğu telefonunu aradı; yastığın altına girmişti. Eline alıp kirli ekranını avuç içiyle sildi. Telefon kapalıydı. Şarjının bittiğini düşünerek açma tuşunu bir süre basılı tuttu. Parmağının acıdığını hisseni. Neyse ki telefon açılmıştı. Muhtemelen yatakta gece boyunca süren bitimsiz devinimi marifetiyle yastığın altına giren telefonun saatiyle sehpanın üzerindeki masa saati arasında otuz dakika kadar fark vardı. Kafası hepten karıştı. Emin olabilmek için uykulu gözleriyle televizyonun kumandasını aramaya başladı.
Yerinden kalkmadan, yatağın üzerinde sağa sola dönerek aranırken biraz ilerisinde, yataktaki devinimleriyle oluşan rüzgârın halının üzerine savurduğu külleri gördü. İzmaritler hâlâ kül tablasının içinde duruyordu. Buruşuk, boynu bükük, kararmış, kurumuş birer böcek ölüsünü andıran izmaritler epeydir işgal ettikleri kül tablasında açıkça fark edilen bir koku yayıyorlardı. Çok sigara içtiğini düşündü. Bırakmam lazım, diye geçirdi içinden. Ağzındaki tattan iğrendi. Gece yatmadan evvel dişlerini fırçalaması gerektiğini bildiği hâlde fırçalamamıştı. Her sabah kısa bir nöbet gibi yaşamaya alıştığı pişmanlığına güldü. Pek uzun sürmeyen bu pişmanlık ayini ardından derin bir nefes alıp sağa sola bakındı. “Yok, yok, sahiden bırakmak lazım bu mereti!” dedi. Sırt üstü uzanmış, gergin bir paketin içinde parmaklarını ve dudaklarını arzulayan ince uzun sigaraları gördü. Sonra onların biraz uzağına düşmüş çakmağını. Ama kumandayı göremedi. Kumanda görünmemekte ısrar ediyordu. Yataktan kalkmadan bulamayacağını anlayıp pes etti. Bu kadar erken pes edip kumandayı bulmak için yerinden kalkmayı kabul ettiğine kızdı. Yine de son kez şansını denemek istedi. İsteksizce yüzükoyun doğruldu. Kendisiyle gurur duydu. Kumandaya boyun eğmemiş, yataktan kalkmamıştı. Elini televizyonla yatak arasındaki boşluğa sarkıtırken gözlerini ekranı tozlu televizyona dikerek bir süre arandı. Yüzükoyun uzanınca sırtına bir ağrı saplandı. Aranmaktan vazgeçip hemen yatağa uzandı. Gözlerini yumdu. Burnuna sabah uykusunun tadı kokusu geldi. Her şeyi boş verip uyumak istedi. Olmadı. Gözlerini açıp göz ucuyla da olsa etrafı kolaçan etti. Akşam kumandayı nereye bıraktığına dair tahminler yürütmeye başladı.
Yatağın baş tarafına yerleştirilmiş eski masanın üzerinde, üst üste yığılmış, bazıları akşamdan ya da çok daha evvelki bir zamandan açık kalmış kitaplar, içi boş kola kutuları; kenarları kıvrılmış, buruşmuş, eski defterlerden özensizce koparılmış üzeri karalanmış beyaz yapraklar görünüyordu. Çok uzaklardayken hatıra olsun diye aldığı oyma ahşap kalemlik devrilmiş, çoğunu hiç kullanmadığı boy boy kalemler kâğıdarın üzerine dağılmıştı. Sabahın bu saatinde öteye beriye saçılmış kâğıtları ağır ağır ısıtan güneş ışınlarının, perdenin arasından sızabildiği kadarıyla, aydınlattığı masada birkaç sigara paketi, oraya buraya dağılmış kitaplar, gazı bitmek üzere olan bir çakmak ve ancak yarısı dolu bir su bardağı da vardı.
Çapaklı gözleri ve kuruyup iki kenarında beyaz köpükler beliren ağzıyla tembel tembel masasına göz atarken akşamleyin okumaya başladığı diğerlerinden irice bir kitabın arasına kaldığı yeri hatırlamak için koyduğu kumandayı fark etti. Nazlanarak doğruldu. Masaya doğru uzanıp kumandayı almaya çalışırken kitaplardan birkaçını devirdi. Masadaki kargaşadan yarısı dolu bardak da nasibini almak isteyince hepten bir arbede oldu. Kumandayla beraber bardak yere düşmüş, çocukken oynadığı topaç gibi dönerken en çok gürültüyü o çıkarmıştı. Bardaktan dökülen su zeminde küçük bir birikinti oluşturmuştu. Sûhan, kendisini tamamen uyandıran bu gürültüyü alt katta oturan asker emeklisi yöneticinin duymaması için dua etmeye başladı.
Giderayak canı sıkılsın istemiyordu. Sakarlığı tutmuştu. Sakarlık çocukluğunun, hafızasının koridorlarında eriyip kaybolan, karanlık devirlerinden bugünlere kalan bir mirastı. Bu huyunu çoğu zaman hayata tutunamamasının şaşmaz bir delili olarak kabul ederdi. Ama kimselere yutturamazdı. Çünkü külyutmazlar çağında yaşıyordu. Yine de bu sakarlığın kendisine büyüleyici bir hava kattığına inanmaya devam etti. Hatta bazen kendi kendisiyle alay etmek için eşsiz bir fırsat bulmuş gibi sonuna kadar kullanırdı bunu. Keyifli olurdu. Ya da tuhaf bir adam olarak yalnızca Sûhan keyif alırdı bundan.
Bardağı kulpundan tutup kaldırdı. Bardakla beraber yere düşen kumandayı da aldıktan sonra, yastıklarının birini yatağın başlığına dikerek sırtını yasladı. Şimdi daha rahattı. Odada loş bir karanlık vardı. Perdelerin ardından tozlu tozlu parlayan gün ışığı tüm odayı aydınlatmaya başlamıştı. Kumandanın düğmesine bastı. Televizyon açılmadı. Rastgele birkaç düğmeye daha bastı. Televizyon yine açılmadı. Sağa sola, aşağı yukarı salladı, sonra hafifçe vurdu, başparmağıyla sıkıca açma düğmesine bastırarak kumandayı televizyona doğru itti. Televizyon inatla açılmıyordu. Ayağa kalktı. Televizyonla arasında emin bir mesafe belirledi. Kumandayı bir eskrimci gibi tutup televizyona doğru uzattı ve kırmızı düğmeye tüm gücüyle bastırdı. Televizyon yine açılmadı. Kumandanın pillerini kontrol etti. Pilleri yeni almıştı. “Bitmesi mümkün değil!” dedi. Yatağın kenarına çöktü, tuhaf bir titreme hissedince ardında duran yorganı sırtına aldı. Televizyonun tozlu ekranındaki aksine bakarken, bir ân elektriğin kesilmiş olabileceği aklına geldi. Sırtındaki yorgandan kurtulup, sabahın o saatinde kendisinden beklenmeyen bir çeviklikle yerinden kalka. Haklı olup olmadığını anlamak için ışığı yakacaktı. Elektrik düğmesine doğru giderken, aklına televizyonun düğmesinin açık olup olmadığını kontrol etmek geldi, Televizyona doğru yöneldi. Düğmenin önünde diz çöktü.Tam düğmeye basmak üzereydi ki televizyonun hemen üzerinde duran kayışı kopmuş, camı kırılmış kol saatine gözü takıldı. Yıllardır çalışmıyordu ama hep orada duruyordu. Birkaç defa, hafta sonları evden çıkarken tamir ettirmeye yeltenmiş fakat her defasında saati evde unutmuştu. Geri dönüp almaya üşendiği için de saatin bir laneti olduğunu düşünmeyi yeğlemişti. O zavallı saat o zamandan beri de sabırlı bir ölü gibi zamanın onu yok etmesini bekliyordu. Zamansa hiç oralı değildi.
Televizyonun yanındaki sehpanın üzerinde tıklamaya devam eden saate baktı. Uyandığından bu yana on beş dakika geçmişti. Ardını dönüp hâlâ perdesi çekilmemiş pencereye bakarken “Geç kaldım galiba!” dedi. “Aman boş ver.” diye bir ses cevapladı. Sonra sağelinin başparmağıyla düğmeye sertçe bastı. İnce ama tok bir sesin ardından kırmızı, kaygan bir ışık yanıverdi. Birkaç adım geriye çekilerek, hâlen elinde duran kumandanın düğmesine dokundu ve televizyon açıldı. Bu sefer de ekranda mavi bir görüntü vardı. Ekranın tam ortasında “Sinyal yok.” yazıyordu. Kanalı değiştirirse yazının da değişeceğini umdu. Fakat tüm kanallarda aynı mavi ekran ve yazı beliriyordu. Söylenerek televizyonun arkasındaki anten girişine dokundu, ekran düzelmişti. Hemen yatağın ucuna oturarak saati gösteren bir kanal aramaya başladı. Sabah haberlerini sunan, uykulu gözlerini gizlemek için yapılmış ağır makyajın altında ezilip kalan güzel spikerin neredeyse tüm ekranı kapladığı bir kanalda durdu. Ekranın sağ üst köşesindeki saati görünce geç kaldığını anladı.
Duş aldı. İyice kurulamadan, daire başkanının sürekli, “Şu saçlarınızı kesin artık Sûhan bey!” demeye cesaret edemediği için “Kısa saç size daha çok yakışıyor.” diyerek kestirmesini ima ettiği uzun saçlarını özensizce taradı. Sakallarını kesmekte tereddüt etti. “O kadarda uzun görünmüyorlar.” dedi. Biraz da sabah tembelliğinin etkisiyle tıraş olmamaya karar verdi. Giyindi. Kravatını cebine koydu, pantolonunun cebinde bir şişlik belirdi. Yatağının tam karşısındaki duvarda asılı duran aynada kendini seyretti. Cebindeki şişliğe takıldı gözü. Hoşuna gitmedi. Cebine koyduğu kravatı geri çıkardı. Kravat elinden kurtulup bir yılan gibi kıvrılarak yere düştü. Eğilip aldı. Masanın üzerinde, arasına kumandayı koyarak kaldığı yeri işaredediği kitabın sayfasına baktı. Aklında kalır düşüncesiyle içinden birkaç defa tekrar etti.
“Her şeyi unutuyorum bu aralar. Hafızam bana oyunlar oynuyor.” Masanın üzerine dağılmış kalemlerden en ince olanını aldı. Henüz unutmadığı sayfayı çevirdi; kalemi arasına koydu, kapağını kapayıp kitabı yanına aldı. Uzun holü geçti. Salona yönelecekken vazgeçti. Ayakkabılarını giydi. Mutfaktan kirli bir bez alıp ayakkabılarını gelişigüzel sildi. Kapının sürgüsünü çekti. Unuttuğu bir şey var mı diye son bir defa etrafı kolaçan etti. Geçen gece gördüğü rüyayı hatırladı. Gülümsedi. Gösterişli bir aceleyle kapıyı çarpıp çıktı. Aidatlarını ödemeyen hane sahiplerinin lüzumundan büyük harflerle yazıldığı camekânlı levhadaki ismine muzipçe göz kırparak geniş apartman kapısından dışarı çıktı. Dışarıda tahmin ettiği gibi sıcak bir hava vardı. Ekim’in başıydı. Yaz-