Semih, etrafındaki güçlerin ve maddenin kuşatmasında olan bir kasabada ´asil kime denir, asil doğulur mu yoksa asalet sonradan hakedilip taşınan bir vasıf mıdır? ´ gibi sorularla zihni meşgul bir gençtir. Bu cesur ama toy delikanlının ödediği bedel ise memleketinden sürgün edilmek olacaktır. O´nun artık tek dileği vardır önünde herkesin saygıyla eğildiği biri olarak doğduğu topraklara geri dönmek! Hayata dokunarak romanlarıyla okuyucularının gönlünde taht kuran Ahmet Günbay Yıldız, yeni romanı ´Kiralık Hayaller´de memleketini terk etmek zorunda kalmış onurlu bir gencin ´´hayaller´ini gerçekleştirme uğruna verdiği hayat mücadelesini anlatıyor ve sizi serüvenine ortak ediyor.
***
Kiralık Hayaller
Hülyalarımı kuşanıp yaşayacaktım,
Keşkeler hiç olmayacaktı hayatımda…
Kurşun işlemeyecekti umutlarıma,
Hiçbir zaman…
Vay be!
Demeyecektim,
Yaşadıkça…
Ne zaman bir mutluluğa açsam kapılarımı, efkârlarım şımarıp yutarlar beni. Kalelerim çöker birer birer ve ben yine o sadık dostlarımla birlikte kalırım, hayallerim ayakta tutar beni. Anlarım ki onlardan maada sadık bir dostum yokmuş dünyada.
Bir şimşek çakar beynimde, umutlarımın kırıldığı, beklentilerimin gönlümce olmadığı zamanlarda. Der ki düşüncelerim: “Dünya rahat edilecek yer değil.” İş, aş ve arzularımızın ayak oyunlarıyla sürüp giden bir hayat tarzı; işte yaşadıklarımız.
iki yüzlülükleri barmdıramadım hiç yüreğimde. Definelerini kaybetmekte beis tanımayan kadınların, sarhoş gecelerin ve talihsizliklerine ağlayan kentin, içler acısı manzaraları hançerler yüreğimi.
Üzerlerine kurşun yağmurları döküldü yalnızlıklarımın. Başkalarının çektiği cefaları seyretmekten haz alan gönüllerin var olduklarını hissettikçe öldüm.
Ne zaman bir mutluluğa açtıysam kalbimin kapılarını, efkârlarım bilmediğim nedenlerle şımarıp yuttu beni. “Vay be” demekten başka hiçbir şey gelmedikçe elimden, kahroldum…
***
Neyi, nasıl özlediği belirsiz bir gönlü vardı Semih’in. Cesur ama toy bir delikanlıydı o. Kendisine zaman zaman sorduğu bir sorusu vardı zihninden silinmeyen: “Asalet neydi?” insanlar asaletleriyle mi doğarlardı analarından? Yoksa kişi yaşamaya çalıştığı hayatla mı hak ederdi bu sıfatı?
Kral çocukları, padişah çocukları, paşa çocuklarının ya da hayatın imkânlarıyla kuşatılan insanların vazgeçilmez haklarımıy-dı yoksa asalet?.. Bir belirsizlik var bu işte. Zengin çocuklarının ya da güçlü ailelerin, paranın sihirli gücünden kaynaklanan kazançları mıydı asalet? Öyle söylemişti Danış Baba: “insanlar kıyafetleriyle buyur edilseler bile sonunda mutlaka bilgelikleriyle ve hayat karşısındaki tutarlılıklarıyla uğurlanırlar.”
Bu kasabada hiç de böyle değildi durum. Danış Baba da mı yanılıyordu yoksa?
Semih, güçlerin ve maddenin kuşatmasındaki bu kasabanın asillerini seçemeyişin buhranlarını yaşıyordu zaman zaman.
Yirmisine merdiven kuran delikanlının hayalleri yaralıydı yine. Tam iki yıldan beri yaşadıkları kasabanın en saygın iş yerlerinden birisinde çalışıyordu. Aldığı asgari ücretin içinden babası harçlık olarak çok cüzi bir miktarını verirdi ona harcaması için.
Ev ihtiyaçlarının her çeşidi satılıyordu çalıştığı mağazada. Mağazanın kapanış saatleri sonrası ve pazar günü tatilleri de olmasa, gençlik hayallerinin yaşanılır hiçbir yanı kalmıyordu ona göre.
Kasabanın gün doğusunda kabarmış bir yürek gibi sivrilen tepenin yamaçlarındaydı evleri. Annesini çok küçük yaşlarda kaybetmişti Semih. Babası evlenmişti. Kendisinden küçük iki üvey kardeşi vardı. Babası yaşadıkları ilçede belediyede temizlik işlerinde çalıştığı için, arkadaşlarından bazıları onu aşağılamak maksadıyla; “çöpçünün oğlu” diye adlandırırlardı daha çok.
Bıkmıştı artık bu sözleri duymaktan:
“Çöpçünün oğlu!”
Babasının mesleği ile tanınması dokunurdu ona. Bu söz kulaklarına dokunduğunda, acımasız bir bıçak ucu saplanıp dönerdi beyninde. Ne vakit belirginleşmeye kalkışsa arkadaşlarının arasında, hakir görülür, hatta dışlanırdı. O her defasında unuturdu arzularının boğazında ukdeler oluşturacağını ve adeta bu sevimsiz alışkanlıklarını yok etmek için yeniden yüreklendirirdi kendisini.
Gecenin karanlıklara sardığı iniltiler bir kâbus gibi çökmüştü ilçenin üzerine. Sadece sokak lambalarının fersiz ışıkları doluyordu odasının penceresinden içeriye.
Üvey kardeşleri aynı odayı paylaşırlardı geceleri. Semih ise kendisine ayrılan bakımsız odasında beklerdi gecelerin şafaklarla buluşmasını.
Uyku tutmamıştı yine, efkâr dolu bakışları… Pencerenin soluk perdelerinin arasından sızan cılız ışıklara dikmişti gözlerini. Keder en demli anlarmdaydı yine gönlünde. Bazen hayatını özetlemeye yeter de artardı bakışlarındaki manalar.
Derin, ciğerlerini çürütecek kadar gamlı bir nefes almıştı, dışarıları seyrederken. Çocukluk yılları düşmüştü aklına. Kendisini desteksiz ve talihsiz olarak hissetmeye başlayışı, ta o yılların ürünleriydi; düşüncesinde hikâyeleşen. Şefkatli bakışlarıyla ruhunu okşayan, ılık şeffaf iklimlerinden şifa iksirleri sunan bir annenin koruyucu kanatları altında bulunamayışm ezikliğini hissederek soluklanmıştı o hep. İşte bunun için hayatını özetlerdi, bakışlarında demlediği hüzünler…
Semih, belirgin bir lider ruhu taşıyordu hayata karşı duruşunda. Daha ilkokul sıralarındayken sınıf başkanı olma hevesi uyanmıştı arzularında. Hemen hemen her defasında denemişti bunu. Ortaokul yıllarındayken bile arkadaşları sıcak bakmamışlardı Semih’in bu isteğine.
ilçede herkes az çok tanırlardı bir birlerini. O bir çöpçünün oğluydu. Ondan başkan olamazdı arkadaşlarının kabullerine göre. Sanki arkadaşlarının hafızasına kazınmış bir nedendi bu Semih’e göre. Babasının mesleği, kişiliğini de belirleyici bir unsur oluyordu hayatında. Belki abartıyordu da biraz, ama arkadaşlarının davranışlarından çıkardığı sonuçlar, daha çok alınganlıklarını doğrulayıcı nitelikteydi.
Aşırı arzusuna rağmen okul sıralarının hiçbir döneminde mümessil olamamıştı.
Çalışkan talebeler arasındaydı. Okulun duvar gazetesinde en çok yazıları asılan öğrencisi olmasına rağmen, umursamazdı arkadaşları onu. Semih her hamlesinde arkadaşlarından müspet tepkiler beklerken, her başarısının sonunda alaycı bakışlar ve dudak büküşlerdeki anlamlar kırardı kanatlanışlarını.
Arkadaşları arasında en iyi futbolu o oynardı ve oyun için takım kurarlarken en coşkulu savruluşlarla ortaya atılıp:
– “Ben kurayım takımı!” diye haykırırken hiç kimse tarafından umursanmayışı vururdu onu.
Nedense her defasında benzeri küçümsenişlerle sönerdi heyecanı ve arkadaşları arasında önemsenmeyişinin hoyrat hançerleri şahlanıp saplanırdı kalbine.
Mahallelerinden iki ailenin çocukları çıkarlardı meydana. Karşılıklı durup:
– “Benden taraf olanlar” derlerdi her ikisi de ve onların bu istekleriyle kurulurdu takım.
Emir baş olurdu her oyunun kuruluşunda. Üç erkek kardeşlerdi onlar. ilçenin en köklü ailesi olarak anlatılırlardı. “Semerciler.” Bu isim ürpertirdi çoklarını. Korku salmışlardı yaşadıkları ilçenin insanına.
Emir, Emrah ve Erman… Semercilerin peş peşe büyüyen çocuklarıydı onlar. Üçünün de dokunulmazlıkları vardı yaşadıkları ilçede. “Bitirim Eşref’in çocuklarıydı onlar. Şerlerinden korkup bulaşamazdı kimse onlara. Üç kardeş her defasında döverler, dövülmezlerdi kimseye. Kim bu aileye göre olmadıysa tutunamayıp başka yerlere göçmüştü şerlerinden.
ilçenin ticari hayatı onların kıskacındaydı. Kimse cesaret edip fiyat veremezdi onların girdikleri ihalelere. Bitirim’in kardeşi Şa-kir, çocukları Rüstem ve Bekir, kara belası olurlardı işlerine göz dikenlerin.
Semih hiç sevmezdi Semercileri. Babası onun gibi düşünmüyordu nedense. Belediyede iş bulmuştu Bitirim babasına. Minnet borcu vardı onlara. Durup dinlenip tembih ederdi Semih’e:
– Sakın onlara karşı bir saygısızlık edeyim deme. Semerciler bizim veli nimetimiz. Seni bile işe koyan onlar, unutmamalısın iyiliklerini!
Semih’in önünde aşılması zor engeller gibi dururdu bu sözler. Her şeye rağmen Semih, birlikte okuduğu ve birlikte oyunlar kurarak büyüdüğü bu çocukları hiç sevememişti. Onların yanlarında küçümsenişi ve sık sık babasının mesleği ile kendisine seslenişleri onları sevmemesi için en büyük nedendi:
– “Sen bir çöpçünün oğlusun haddini bil. Bizim bulunduğumuz yerlerde söz sahibi olmaya kalkışırken çok gülünç oluyorsun.”
Ne zaman akranlarının arasında sivrilmeye yeltense, tepesine balyoz gibi inen bu sözlerle sersemleşip kalırdı.
Semercilerin Emir’le aynı yaşlardaydı. Aynı okulda, aynı sınıfın sıralarını paylaşmıştı onunla.
Emir Semih’i sevmezdi, kendisinden daha başarılı olduğu için. Kıskanır, aşağılardı onu sık sık. Önünü kesen sözleri o söylerdi bulundukları ortamda. Delikanlılık çağlarına girdikleri şu günlerde daha bir keskinlik kazanmıştı ona karşı davranışları.
Kendisini tanımaya başlayışından bu yana bastırılmış duygularla yaşamıştı onlara karşı. Daha doğrusu sukûta müebbet giyinmişti davranışları.
Koskoca ilçede kendisini anladığını sandığı ve düşüncelerini, yalnızlığını paylaştığına inandığı bir arkadaşının varlığı az da olsa rahatlatıyordu Semih’i. Bahtının değişmeye başladığının ilk işaretleri gibi bel bağlamıştı ona. ilçede “soylu” dedikleri ailelerden birisinin oğluydu o da. Kürkçüler’in oğlu.
Haluk’un babası almıştı Semih’i yanma. Güven duyduğu arkadaşıyla aynı mağazada çalışıyorlardı bir senedir. Akşam iş bitiminden sonra ve pazar günler hiç ayrılmaz olmuşlardı bir birlerinden.
Semih güçlü ve cesur bir delikanlıydı. “Sırım” adını takmışlardı arkadaşları ona. Uzun sayılan boyu atletik yapısı ve cesaretiyle, “Çift yürek var bu çocukta” dedirtmişti kendisine.
Şu günlerde belki de en talihsiz günlerini yaşamaya başlamıştı ilçede. Gecenin ilerlemiş saatlerinde ve odasının gamlı sessizliğinde, o en talihsiz anın fotoğrafları kare kare dökülmeye başlamıştı gözlerinin önüne.
Güneş’in vedasını tamamlayıp kayıplara karıştığı ve sarp dağların ardına çekildiği bir vakitti.
Mevsim yaz ortalarındaydı ve o akşam Haluk’la buluşacakları yeri kararlaştırıp ayrılmışlardı iş yerlerinden.
Yemeğini yer yemez saatine bakmış ve aceleci bir kıpırdanış-la fırlamıştı yerinden. ilk babasının dikkatini çekmişti:
– Nereye bu saatte?
– Haluk’la buluşacaktık baba.
Annesinin dudak büküşündeki sevimsizliği yakalamıştı bakışları. Daha çok kardeşinin sözlerine dikkat kesilmişti, analığının gönlünü hançerleyen davranışlarını umursamayıp.
Dilek istememişti gitmesini:
– Abi oturuyorduk birlikte.
En küçük kardeşleri başka bir istekte bulunuyordu ablasına rağmen:
– Abi ben de seninle geleyim mi?
Semih, iki kardeşinin isteğine de olumlu yaklaşmamıştı:
– Erken dönerim.
Baba, Haluk ismini duyunca itiraz etmemişti çıkışma. Sadece:
– Gecikme, demişti otoritesini hissettirmek adına.
Günlerden pazardı. Öğlen vaktinin hemen ardından tatsız bir
hadise yaşamıştı gençler aralarında. Futbol maçı için mahallenin yakınlarındaki boş arsayı seçmişlerdi kendilerine. Yirmiyi aşkın genç toplanmıştı iddialı maç için. Emir kalabalıktan aralanıp:
– Takım kurmak için hazır mısınız?
Bir alışkanlık halini almıştı gençlerin arasında Emir’in tarafında yer almak. Onunla aynı takımda oynamak isteyenler hemen yanında yer almışlardı.
Semih çıkmıştı Emir’in karşısına ve ilk sözü o üslenmişti geride kalanlar adına:
– Tamam, bizimle oynamak isteyenler de yanıma gelsin.
Emir’in zoruna gitmişti Semih’in karşısına dikilip kendisiyle muhatap oluşu. Her defasında olduğu gibi alaylı bakmıştı gözlerine:
– Sen ne vakitten beri etraf edinmeye başladın, çöpçünün oğlu!
Semih, keskin bir bakış uzatmıştı Emir’in gözlerine. Haluk, bu
defa Semih’in duyduklarını hazmedemeyişini anlamış ve çıkabilecek bir hadiseye meydan vermeden fırlamıştı ortaya. ilk defa yürekli bir taraf tutuşu vardı onun da:
– Ya Emir, usandırdın sen de. Bu garip huyundan vazgeçmelisin artık.
Öfkesi dağlar gibiydi Emir’in:
– Hop, hop, sen de kendine gel biraz. Benim muhatabım bir çöpçünün oğlu olamaz. Oynayacaksan takımını kur ve başlayalım.
– Ne anlamı kaldı şimdi oynamak istediğimiz oyunun?
– Ya boş ver o ağızları sen de. Her defasında kimliğini okutmasın.
Semih soğukkanlı bir delikanlıydı. Öfkesi yüreği gibi kabarmıştı birden ve sakin adımlarla Emir’le aralarındaki mesafeyi kapatabilmek için başlatmıştı adımlarını. Haluk tehlikeyi sezip sıkı sıkı yakalamıştı arkadaşını.
Ortalık bir anda gerilmişti. Haluk yol vermemek için çırpmıyordu arkadaşına. Emir’in kardeşlerinin ve amca çocuklarının zoruna gitmişti Semih’in davranışları. Emir dayanamayıp haykırmıştı:
– Ne o çöpçünün oğlu, beni mi döveceksin yoksa ha?
Dişlerini sıkıyordu Semih Emir’e bakarken:
– Bir daha bu tavrınla karşıma çıkayım deme sakın!
Herkes şaşırmıştı. Bu kasabada ilk meydan okunuşuydu onlara. Kardeşleri, amca çocukları hazırlanmışlardı. Emir öykünerek, aşağılayarak cevaplıyordu Semih’i:
– Yok ya!
Tuhaftı bu manzara herkese göre. Haluk’un safındaki takım, suskun bir seyir içindeydi, kimse kımıldamamıştı yerinden.
Bu ilçede Semercilerin dokunulur oluşunun ilkiydi belki de. Emir kardeşlerini ve amca çocuklarını gözden geçirmiş ve havayı tedirgin bakışlarıyla koklamaya çalışmıştı.
Karşılarmdakilerin sessiz ve anlaşılmaz bekleyişleri düşündürücüydü. Emir Semih’le muhatap olmamayı seçmiş ve Haluk’a dikkat kesilmişti:
– Bunu hayatın boyunca hiç unutmamalısın Haluk. Bir çöpçünün oğlundan yana taraf tutup, soylu bir aileyi karşına aldın. Buna çok pişman olacaksın unutma sakın!..
Bozulmuştu duyduklarına Haluk. Damarına basılmıştı onun da. Aynı sertlikte ve aynı öfkeyle vermişti cevabını o da:
– Madem öyle anladın, nasıl biliyorsan öyle hareket edersin bundan sonra.
Hınçla doluydu bakışları ve suratı sinirleri kadar gergindi. Ellerini kartal kanatları gibi açarak kendi tarafında olanların geriye doğru çekilmeleri için anlam yüklüyordu öfkeli hareketlerine. Nedense göze alamamıştı kavgayı bu gün:
– Öyle olsun Haluk, unutma şu anki sabrım büyüklerimizin dostlukları adınaydı.
Gençlerin arasında fitil alevlenmişe benziyordu bugün. Şimdilik kavgasız ama garaz dolu gönüllerle bir birlerinden ayrılmışlardı iki tarafın gençleri.
Haluk hadiseden sonra dağılırlarken “her akşam buluştuğumuz yerde ve aynı saatte”, demişti Semih’e. İşte bunun için acelesi vardı evlerinden ayrılırken. Yine de bu akşam babasının oyalamaları sonunda on beş dakika geciktirmişti Semih, Haluk’la olan buluşma saatini. Dışarıya çıktığında ortalarda kimseler gözükmüyordu.
***
Haluk buluşma saatinden daha da önce gelmişti. Canı sıkkındı, bir o yana bir bu yana kısa voltalar atarak eritmeye çalışmıştı zamanı, Semih’i beklerken.
Yolun kenarındaki yamaç zemine yönünü çevirip ilçeyi seyre koyulmuştu bir ara. Bulunduğu mevki yerleşme bölgesinin doğusunda ilçenin en yüksek tepesi sayılan bir yerdeydi. İlçe, sokak lambalarının ve pencerelerden sızan ışıkların sihirli kuşatması altında muhteşem bir tablo oluşturuyordu önünde. Dolunay ve salkım saçak yıldızların süslediği gökyüzü seyre değerdi buradan.
Manzara ve içsel duygusallıkları onu bir an için kendisinden alıp götürmüştü. Nişanlısının oturduğu evin penceresinden sızan ışıklarını fehmetmişti. Romantik, oldukça ılık ve kuşatıcı bir iklime düşmüştü gönlü o anlarda. İşte öylesine efsane bir dalış içindeydi Haluk’un yüreği.
Ortalarda kimseler yoktu. İlçe gamlı bir sessizliğin içindeydi o saatlerde. Düşünceleri romantizmin gizemli iklimlerindeydi, gözleri aynı noktada beklerken. Hasreti, efkâr yüklüydü. Sigara düşmüştü aklına. Elini irade dışı bir hareketlilikle götürmüştü cebine.
Sigara paketini çıkarıp dudaklarının arasına bir sigara sıkıştırmıştı. ilçenin mahmur aydınlığına, çakmağın çıkardığı cılız alevler de renk katmıştı kendisince. Efkâr bulutları oluşturuyordu dudaklarından üflediği dumanlar.
Gerilerden ayak sesleri adeta bir ninni halinde doluyordu kulaklarına. Gecenin sessizliğini bozan bu cılız sesler aslında çaplı yaygaralar koparıyordu kendisine yaklaştıkça. Haluk öylesine sermest olmuştu ki hayalleriyle, seslere aldırış ettiği bile yoktu.
Gecenin mahmur aydınlığında dumandan heykel gibi yaklaşmıştı arkasından birisi. O hala hülyalarının en demli anlarındaydı.
Düğün gününün çok yakın bir tarihlerde oluşuydu belki de onu nişanlısının penceresine baktığında kendisinden çekip alan tutkuları. Kulaklarına hayal gibi gelen ayak seslerine aldırış bile etmiyordu. Hayallerinin bölünmesini istememişti. Yahut, kim bilir belki de Semih’in gelme ihtimalinin kuvvetle muhtemel oluşuydu ona hayallerini böldürmeyen.
Sigarasını yeniden dudaklarının arasına verip derin bir nefes alıyordu. Her şeyin rengi değişmişti birden!..
Hayalleri sönmüş, gözlerindeki ışıklar tükenmişti aldığı darbenin sonunda… Arkasından sokulan delikanlının elindeki sopa hışımla inmişti tepesine ve her şeyin şekli değişmişti beklenilmedik bir anda.
Yalpalayan fersiz adımlarla gitgeller yapmıştı dar bir zeminin üzerinde. Sersemleyişinin hemen ardından kalçasından aldığı bıçak darbesinin, belki de farkında bile olmamıştı, az sonra yolun kenarına pelte pelte yığılıp kalırken.
***
Semih evden çıktığında geç kalmışlığın telaşı içindeydi. Her zamanki buluşma yerine yaklaştığı anda karşısında Haluk yerine
Emir’i bulunca şaşırmış, telaşı artmıştı. Tuhaf, hatta oldukça huzursuz bir bakış alış verişi olmuştu aralarında. Neden sonra Emir’in elindeki bıçak ilişmişti Semih’in gözlerine. inanılması güç bir tedirginlik vardı ikisinin de hareketlerinde.
Semih kuşkulu bakışlarıyla kolaçan etmişti etrafını, ortalarda kimseler görünmüyordu. Ne yapması gerektiğine karar veremeyi-şinin huzursuzluğu içindeydi. Yeniden hareketlenip az ilerilerdeki buluşma yerlerine doğru yürümeye başlamıştı.
Cevapsız sorularla meşguldü kafası. Bir kaç adımla aralarındaki mesafenin açılışında kuşkulu gözlerle arkasına dönüp dönüp baktığında, vehmi daha da çoğalıyordu. Emir çoktan rüzgâr-laşıp uçmuştu bile gözlerinin önünden.
Gecenin gözlere zor görüntü verdiği bir mevkide yitirmişti rahatlığını. Adımlarını iradesi dışında hızlandırmıştı. Daha dikkatli ve daha keskindi bakışları. Yolun kıyısında ölüm sessizliğine bürünerek uzanmış yatan arkadaşının baş ucunda nefes nefese durup çömelmiş, titrek parmaklarını yüzünde gezindirmeye başlamıştı. Parmaklarına gelen bir nefesin varlığı umutlandırmıştı Semih’i ve sevinmişti az da olsa.
– “Haluuuuuk!” diye acı bir nara bırakmıştı dudaklarının arasından. Gecenin gamlı sessizliğini paramparça eden bir sesti bu.
Pür telaş içindeydi hareketleri. Gözlerini aralayıp bakmıştı önce ve ardından el yordamıyla tuttuğu kolun bileğinden sıkı sıkı yapışmıştı. Derin ve içli bir soluk almıştı, yaşıyordu.
Ellerine kan bulaşmıştı arkadaşını yoklarken. Yaralıydı. Şaşkın ve tedirgin çırpmışlar içindeydi, sağını solunu gözetlerken. Ortalarda kimselerin olmayışı çırpınışlarını daha da artırmıştı. Güçlükle almıştı Haluk’u sırtına.
Haluk güçlü, kuvvetli ve kilolu bir delikanlıydı. Her güç sma-yamazdı bu ağırlığı sırtlanmayı. “Canını dişine taktı”, derler ya işte tam da öylesi bir gayret içindeydi Semih, arkadaşını sırtlayıp taşımaya başladığında.
Ne bir taksi vardı yürüdüğü yolların üzerinde ne de bir insan. Onu hastaneye ulaştırmak için çırpmıyordu adımlarını yinelerken.
Hastanenin çok yakın bir mesafede oluşu umutlandırıyordu adımlarını. Tepenin rüzgâr alan, ilçeyi zirveden seyreden bir noktasındaydı hastane.
Bütün gücünü zorlayarak gelmişti hastanenin önüne kadar. Haluk kan kaybediyordu. Ilık, ılık bir akışın temasını hissetmeye başlamıştı Semih kendi bedeninde.
Acil kapısından içeriye daldığında orada bulunanların hayret-li bakışları buluşuyordu üzerlerinde.
Haluk daha yeni yeni iniltili bir kıpırdanıştaydı. Bir kaç kişi birden koşmuştu yardımına.
Hayret ifadeli sesler geliyordu kulaklarına:
– Bu Haluk!
– Kürkçülerin oğlu!
– Kan kaybediyor!
Heyecan, korku ve şok vardı tanıyıp yanlarına koşanlarm ifadelerinde. Semih duygusallığını daha da artırmıştı kulaklarına gelen seslerle birlikte. Terlemiş, gücü iyiden iyiye tükenmişti. Gözleri buhar buhar tütüyordu iliştiği yerlerde. Dokunsalar haykıran hıçkırıklarına yol verecekti. İşte o kadar doluydu.
Sırtındaki yük alınmış, hastanenin arabasına konduğu gibi acil bakıma alınmıştı Haluk. Üstü başı, kan revan içinde kalmıştı Semih’in. Donup kalmıştı arkadaşının götürülüşünü seyrederken.
Polis, ifadeler ve ardından bir isim bomba gibi düşmüştü orta yere. Semih herkesi şaşırtan ifadesinde telaffuz etmişti o ismi:
– Bitirimin oğlu Emir’di. Elinde bıçağı vardı karşıma çıktığında ve az ilersindeki yolun kıyısında Haluk ölü gibi uzanmış yatıyordu. Emir beni gördüğünde şaşırıp, elinde bıçağıyla hiçbir şey konuşmadan kaçıp gitti. Gündüz, öğlen vakitlerinde münakaşa etmişlerdi. “Herkes şahit. Sana en kısa zamanda haddini bildiririm, bundan hiç şüphen olmasın” diyip ayrılmışlardı arkadaşlarıyla birlikte.
Bu ifade çoklarını şaşkına uğratmıştı. Semercilerin şerlerine rağmen birileri çıkmış, onların aleyhlerinde görgü şahitliği yapıyordu. Geleneğin aksine bir şeydi bu ilçede. Onları ilgilendiren bir hususta kimse bu kadar cesur konuşamazdı. Arada onların adları varsa, “görmedim, bilmem”den ibaret olurdu her şey. Bu onlara karşı bir meydan okuyuştu ve yıllardır bir ilki de başlatıyordu Semih aynı zamanda.
Gece inanılmaz germişti sinirleri. Haluk’un babası, Kürkçülerin Mahmut Ağa celallenmişti haberi aldığında.
Kürkçüler sülalesi ve Haluk’un nişanlısının yakınları hastaneye akın etmişlerdi çok geçmeden.
Hastane
Kan durdurulmuştu. Haluk özel bir odaya alınmış ve serum takılmıştı koluna. Doktor, ifadesine sabah başvurulabileceğini söylemişti polislere.
Emniyet güçleri ve Jandarma teyakkuz halindeydi ilçede ve etraftan kuş bile uçurtmuyorlardı habersiz.
Semercilerin Evi
Emir soluk soluğa girmişti evlerine. Kalbi göğüs kafesinin içinde çatlayacakmış gibi atışlardaydı. Kapının ziline dokunmayı beklemeden pür- telaş içinde güçlükle bulup çıkardığı anahtarıyla açmıştı giriş kapılarını.
Geniş aile toplantısı vardı evlerinin salonunda. Baba, amca, hala ve çocukları. Kalabalık bir aile topluluğu vardı içeride.
Emir perişan bir görüntüdeydi salonun açık duran kapısından içeriye daldığında. Ellerde çay bardakları ve gözler, salonun kapısından içeriye nefes nefese giren Emir’in üzerinde aşırı bir hayret ifadesiyle buluşuyordu. Bitkin ve ürpertilerle doluydu babasıyla kesişen bakışlar. ilk sesleniş kulaklarına yorgun uğultular halinde taşıyordu kendisini. Herkes sus pus olmuş sadece baba konuşuyordu oğluyla:
– Bu ne hal Emir?
Buram buram terler sökün etmişti Emir’in yüzünden. Çatlata-cakmışçasma zorluyordu onu, alıp vermeye çalıştığı nefesi:
– Baba, ben birisini bıçakla yaraladım.
Baba oğlunun elindeki kanlı sustalıya bakıp, şeytani bir seyir tutturmuştu üzerinde ve sonra yürekleri hoplatan bir hışımla fırlayıp kalkmıştı oturduğu köşeden. Daha yaraladığı insanın kim olduğunu bile sormadan:
– Gören kimse oldu mu bari?
– Evet baba.
– Nasıl oldu, önce şunu etraflıca bir anlatsana be çocuk!
– Gündüz Körükçülerin oğlu Haluk’la tartışmıştık. Zoruma gitmişti davranışları. Akşam evlerine yakın bir yerde gizlenip dışarıya çıkışını bekledim. Sonrada olanlar oldu işte.
– Gören oldu dedin?
– Çöpçünün oğlu Sırım yani Semih gördü beni kaçarken.
Baba duraklamıştı bir an. Haluk ismi hayretini inanılmaz artırmıştı. Daha doğrusu aptallaşıp kalmıştı, hafızasından duyduğu isimlerin fotoğraflarını isterken:
– iyi de evladım, onlarla hiçbir sorunumuz yoktu ki bizim.
– Benim sorunlarım vardı baba.
– Neymiş o bilmediğim sorunlar?
– Çöpçünün oğlu, bizlerle boy ölçüşür oldu baba. Oyun kurarken, yapmak istediğimiz her hangi bir meselede karar alırken, söz kesici olmak istiyordu. Haluk buna aldırış etmedi hiç. Sonunda benim de sabrım taştı ve Haluk çöpçünün oğlunun yanında saf tutunca, akşam yolunu kesip haddini bildirdim.
– Ağır mı bari yarası?
– Bilmiyorum. O beni görmemişti bile. Önce arkasından sopayla kafasına vurdum, yere düşmezden önce de kalçasından bıçağı saplayıp kaçıyordum ki, çöpçünün oğlu Semih’le karşılaştık.
– Oğlum, Semih seni Kürkçülerin oğlunu bıçaklarken gördü mü?
– Hayır baba, elimde bıçakla kaçarken gördü sadece.
Salonun içinde çıt bile yoktu. Sadece baba ve oğlunun konuşmaları vardı içeride. Ağa, derin bir nefes aldıktan sonra nasıl hareket edileceğini açıklıyordu oğluna:
– Sen hiçbir şey yapmadın. Kaybedin şunun elindeki bıçağı alıp.
Amcası belirmişti yanlarında. Yeğeninin elindeki bıçağı alıp
yengesine uzatıyordu.
– Şunu yıka ve sakla bir yerlere.
Anne ürpertili bir davranışın içindeydi kayın biraderinin kendisine uzattığı bıçağı alırken. Hiç konuşmamıştı.
Baba taktik veriyordu oğluna:
– Anlaşıldı dediklerim, değil mi?
– Ama baba, Semih beni gördü.
– ilk defa zor durumda kalışın bu. Alışacaksın sonunda bu oyunlara. Sen yapmadın evladım, duysana beni.
– Yaptım baba.
Heyecanı hiç dinmemişti Emir’in. Babası oldukça sakindi onunla konuşurken:
– Yapmadın evladım.
– Tamam da!
– Ben sana yapmadın diyorsam yapmadın, hepsi bu kadar.
– Tamam baba, sen öyle diyorsan?..
– Şimdi beni iyi dinle. O çöpçünün oğlu, ille de senin yaptığını söylemeye kalkışırsa, direnebileceğini sanmıyorum ama, biz varsayımlara göre hareket etmek zorundayız. Oyunun kuralıdır bu. O zaman da “iftira” deriz olur biter. Kim bilir belki de kendisi yaptı, senin üzerine atıyordur suçunu. Hani günüz münakaşa ettinizdi ya Emir’le? Semih bunu fırsat bilerek, suçu senin üzerine yıkmak için yapmış olacak.
İşte bu kadar basit evladım. Herkesin moralini bozdun. Oturup sen de çayını iç ve sakinleş biraz. Ne de olsa bu kasabada bir saygınlığımız var ve hükümet kapısında da hani yabana atılmaz itibarımız.
Ayakta kimseler kalmamıştı. Herkes yeniden çaylarını yudumlamaya başlamış ve sohbet, dışarıda nelerin olup bittiğine pek de aldırış etmeksizin yeniden koyulaşmıştı bile.
Vakit ilerlemiş, aradan saati aşkın bir zaman akıp gitmişti. Hem konuşuyorlar hem de ses dinliyorlardı dışarıdan. Nihayet kapının çalan ziliyle beklenilen anın habercisi bozuyordu salondaki havayı.
Baba fırlamıştı ayağa:
– Herkes otursun, ben açarım kapıyı.
Antrenin ışığı yanıyordu. Ağa, tedirgin adımlarla sokak kapısına yaklaşırken, hiç de rahat görünmüyordu. Kapıyı usulca araladığında, dışarıda bekleyen polislerin varlığı onu hiç de şaşırtmıyordu. Yapmacık bir soğukkanlılık sergilemeye çabalasa da heyecanı gözlerinden okunabiliyordu:
– Buyurun, hayırdır inşallah bu saatlerde?
Zili çalan polis, ağaya anlamlı bir bakış uzatmıştı önce. Sakin ve kibardı ağaya meseleyi izaha çalışırken:
– Rahatsız ettik Eşref Ağa.
– Estağfurullah memur bey, buyurun çayımızı için, dışarıda durmayın öyle.
– Sağ ol Eşref Ağa, görev icabı buradayız, çaya zaman yok.
– Sormak ayıp olmasın da göreviniz neydi?
– Oğlunuz Emir hakkında bir ihbar var Eşref Ağa. Kürkçülerin Semih’i yaralamış.
Ağa duyduklarından hiç haberdar olmamış gibi oynuyordu, hayret ifadesi vardı gözlerinde duydukları için:
– Neh! Olmaz öyle şey memur bey. Söylediğin delikanlı benim en yakın dostumun oğlu ve Emir’in arkadaşı. Bir yanlışınız var bunda. Emir şu anda içeride, aramızdan hiç ayrılmadı, aile toplantısı var girip siz de bakabilirsiniz.
– Kusura bakma Eşref Ağa. Bunları karakolda anlatırsanız belki bir yarar sağlar sizin için. Ben aldığım emri yerine getirmekle yükümlüyüm.
Ağa bozulmuştu ama direnmemişti de:
– Tamam, siz görevinizi yapın yapmasına da bu iş yanlış.
– Hadiseyi gören ve karakolda alınmış ifadesi var o şahsın.
– O halde bekleyin ki hep birlikte gidelim karakola.
Ağa salona girer girmez Emir’le muhatap oluyordu:
– Polisler dışarıda. Çöpçünün oğlan ifade vermiş, gördüm diye.
Heyecanından titremeye başlamıştı Semih. Ağa bozulmuştu oğlunun haline bakıp. Herkes panik içinde ve ayaktalardı. Ağa, azarlıyordu oğlunu:
– Bırakma kendini öyle. Rahat ol. Sen yapmadın anlaşıldı mı? Ağzından bir şey kaçırma yeter.
Dindirememişti heyecanını fakat o yine de:
– Tamam baba, tamam kaçırmam da.
Önden baba ve oğul, arkasından salonda bulunan herkes sokak kapısına doğru yürüyüşe geçmişlerdi. Herkeste belirgin bir heyecan vardı.
Karakol
Geceye rağmen karakolun önü kalabalıktı. Duyan gelmişti. Eşref Ağa’nın bütün ısrarlarına rağmen Emir gözaltına alınmaktan kendisini kurtaramamıştı. Baş komiser, “başka çıkar bir yol yok” diyip kesip atmıştı.
Körükçülerin tamamına yakını herkes, hastanenin kapısı önünde buluşmuşlardı. Semih tenha bir köşeye çekilmiş bozuk bir moralle bekliyordu arkadaşını. Mahmut Ağa’nın gözüne iliş-mişti. Semih’in yanına yavaşça sokulup, dalgınlığını bozmadan bekleyen delikanlıyı tepeden tırnağa süzdükten sonra, sorusuyla dikkatini üzerine çekiyordu:
– Evlat, üstün başın kan içinde, hiç değilse evinize gidip üstünü başını değiştirdikten sonra gelmelisin.
Gamlı bir çehresi vardı ağayı seyredip gözlerini üzerinden başka istikametlere çekerken:
Fark etmez Mahmut amca, ben böyle de iyiyim.
– Olmaz bu şekilde evlat. Sen ne demişsem önce onu yap.
Semih direnememişti fazla:
– Tamam Mahmut amca, senin dediğin gibi olsun.