Gizemli bir köşk, sürekli suret değiştiren kimliği belirsiz bir ev sahibi, iki delikanlı, iki kız, bir kedi, bir köpek, bir tavşan, bir kuş, yerine getirilmeyi bekleyen dört ayrı vasiyet ve tüm bunlara şahit olan üstü açık kırmızı bir Cabrio…
Ruhları tedirgin eden bu gençlik masalı, hiçbir gencin kayıtsız kalamayacağı muhteşem vaatlerle dolu bir iş ilanının yayımlanması ile başlıyor. Kısa yoldan hızlı bir şekilde kolayca hedefe ulaşmak için tek yapmak gereken ise üç aylık bir süre zarfında gizemli köşkteki işverenin verdiği görevi tamamlamak. Türkiye’nin bir ucundan diğerine uzanan dört ayrı yolculuk ve dört sıra dışı görev… Her biri türlü tehlikeler ve anlam verilemeyen karşılaşmalarla dolu dört değişik serüven. Bilinmeyene doğru gitmenin getirdiği ürkütücü ve tedirgin edici hislerin kişisel hırslarla birleşerek oluşturduğu ruhsal hezeyanlar okurları derinden tesir etmeye yetiyor da artıyor bile. Özellikle birinci bölümün sonunda kanınızın çekildiğini hissetmeniz işten bile değil…
Korkularınızla yüzleşeceğiniz esrarengiz bir yolculuğa çıkmak istiyorsanız tek yapmanız gereken üstü açık bu kırmızı arabayı takip etmek!..
I
İş İlanı
“İyi para kazandıracak ciddi bir iş arıyorum. Satış işi tercihim.” Bu kadar kolaydı işte. İnternetteki iş bulma firmalarına yazıp bekliyordun. Hoop, adres kutuna iş önerileri dolmaya başlıyordu. Ama doğrusu ya, şöyle bol para kazandıracak bir iş bulmak pek zordu. O tip işlerde çalışanlar yerlerinden bir türlü ayrılmıyorlardı ki benim gibi gençlere de fırsat çıksın. Gelen yanıtlar aşağı yukarı aynıydı: “Başlangıç için ücretsiz çalışmayı kabul ederseniz…” Haydi bedava çalışmayı kabul ettim diyelim, ya sonra? Ne zaman verecekleri belli olmayan cücük kadar bir maaş! Cücük dediğim de arpacık soğanınınki yani… O kadar okudum, nice sınavlara girip ter döktüm, sonunda üniversite de bitti. Eee? Hani iş? Bu düşüncelerle iletiler arasında sıkıntıyla dolaşırken, birden ilanıma gelen ilginç bir yanıt dikkatimi çekti:
“Dileklerin gerçek olabilir. İlk üç ayda araba, bir yılda ev… Seyahat etmeye hazır mısın?” Gözlerim fal taşı gibi açıldı. Yanlış mı okuyordum? Yoo, resmen yazıyordu işte: “İlk üç ayda araba, bir yılda ev.” Masal gibi… Hemen Derya’yı aradım: “Fırsat ayağımıza geldi kızım. Bu işi alırsam, bir-iki yıla kalmaz zengin oluruz.” Derya’yla üniversiteden arkadaştık. Farkındaydım, bir gün evleneceğimizin hayalini kuruyordu. Ben ise önce paramız olsun diyerek herhangi bir bağlılık sözü vermeyi erteleyip duruyordum. İşim yoktu, arabam yoktu, param hiç yoktu. Yani sıkı bir bahanem vardı. Ama bu cazip işe girip evi ve arabayı alırsam, bahanem kalmayacaktı, mecburen geleceğe dair inandırıcı bir vaat gerekecekti. Derya’nın sevineceğini sanmakla aptallık etmişim.
Nedense bütün kızlar bayılır didik didik soruşturmaya, hele Derya’nın bu huyu dayanılacak gibi değildir. Neymiş, neredeymiş, ne satacakmışım diye anında soru bombardımanına tuttu beni. “Ne fark eder? Şeker, ilaç, parfümeri, ne olursa satarım,” dedim, yaranamadım. Ben işi savununca, bu kez seyahat konusuna taktı. Bu seyahatler neyin nesiymiş, ne kadar sürecekmiş falan… O ayrıntılara girdikçe, işle ilgili hiçbir şey bilmediğimin farkına vardım. “Öğreneceğim, merak etme. Seni ararım,” deyip kapattım telefonu.
“İşin içeriğiyle ilgili bilgi rica ediyorum,” diye yazdım hemen. Tabii ki işle ilgilendiğimi, seyahat edebileceğimi de belirttim. Kendi olanaklarımla bir yere gidemiyordum, bari iş nedeniyle bedavadan gezip tozardım. Ben parmağımı “gönder” tuşuna henüz basmıştım ki, karşıdan yanıt geldi: “Masallara inanır mısın?” Hayret bir şey! Bu da ne tuhaf bir soruydu. Ama para da hep tuhaf insanlarda olurdu zaten. ‘İnşallah şaşırtmacalı bir soru değildir bu. Beni mi sınıyor, anket mi yapıyor, nedir…’ diye geçirdim içimden. Yanıtladım:
“Hayır, inanmam.” Görevli, bilgisayar başında oturuyordu herhalde. Ben yanıtımı yollar yollamaz neredeyse aynı dakikada gelen karşı iletide, görüşmeye gideceğim adres yazıyordu, işle ilgili başka açıklama yoktu. İyi… Demek şaşırtmacalı soruyu geçmiştim. İşin ne olduğunu da görüşmeye gidince ayrıntılı olarak öğrenirdim. Bu işi mutlaka almalıydım. Parası hayal ettiğimden de iyiydi. Gazetelerde, kısa yoldan zengin olan genç iş adamlarının röportaj dizilerini hiç kaçırmazdım, bakarsın bu fırsat yolumu açar, ben de onların arasına katılırdım. Acaba arabanın markasını, modelini falan kendileri mi seçip verecekti? Belki bana sorarlardı, hangi arabayı istiyorum diye… Benim hayalim, kırmızı bir cabrio: Ya Ferrari Modena 360 olmalı, ya Porsche Carrera Turbo S… Fazla uçtuysam, Audi A3 RS3 de olur.
Eh hadi, markasından ödün vereyim, ama modelinden ve renginden asla vermem: Mutlaka üstten açılacak ve rengi kırmızı olacak. Görüşme gününü sabırsızlıkla bekledim. Bu arada Derya ile iş konusunda tartışıp durduk. Bana verilen adresin, çok katlı modern bir holding binasına ait olacağını düşünmüştüm. Oysa görüşme günü adresi bulduğumda karşıma çıkan, ucu bucağı görünmeyen koca bir bahçe içinde eski püskü devasa bir köşktü. Sokak adını, kapı numarasını tekrar tekrar kontrol ettim. Hatta gidip köşebaşındaki bakkala bile sordum. Adres doğruydu. Biri benimle dalga geçmişti. Ah hınzır Nurettin ah, benim iş aradığımı biliyordu, kesin o oynamıştı bu oyunu. “Miras için mi geldiniz? “Ne mirası?” Bakkalın çenesi pek düşüktü, meraklıydı da: “Yazarın mirası, diyorum. Köşkü kime bırakacak diye bütün mahalleli meraktayız. Koca bahçesi var, arsa birkaç milyon dolar eder herhalde. Siz yazarın akrabası mısınız?”
Adamın yüzüne bakakalmışım. “Kim? Ne yazarı?” “Valla işte ne bileyim, kendine yazar diyordu, ama basılı tek satırını bile görmedik. Kafayı yazmakla bozmuştu. Sonunda koca evde yalnız başına öldü gitti.” Üzülmüş gibi yaptım:“Vah vah…” “Öldüğünü uzun süre kimse fark etmemiş. Cesedi fareler kemirmiş, bulunduğunda neredeyse iskelete dönüşmüştü…”
Tüylerim ürperdi. İnsanın iskeletinin yaşadığı evde bulunması… Ne hazin bir son. Beni hiç ilgilendirmiyordu, ama ayıp olmasın diye sordum: “Çocukları yok muymuş?” “Yok, hiç evlenmemiş. Bir kedisi vardı, o kadar. Öldüğü anlaşıldığından bu yana kediyi de gören olmadı. Kaçtı gitti herhalde. Ya da bir arabanın altında kaldı, ne bileyim…” Şehrin göbeğinde böyle büyük arazi zor bulunurdu.
Burayı bir inşaatçıya ver, binaları kondur, sonra pazarla… Artık bir daha çalışmana gerek yok, o biçim para yani. “Sizin yazarla ilişkiniz ne?” “Hiçbir ilgim yok. Ben iş görüşmesi için gelmiştim. Bu adresi vermişler. Herhalde yanlışlık oldu.” “Galiba yazar ardında epeyce yazı bırakmış. Onların elden geçirilmesi için bir yardımcı aranıyor olabilir. Geçenlerde senin gibi birkaç genç geldiydi. İçerde biriyle görüşmüşler. Kırmızı arabalarla mahalleden geçip gittiler sonra. Hepsi de süper arabalardı, valla bu yaşta benim bile ağzımın suyu aktı.” Adrese tekrar baktım. Uyduruk bir yazarın dosyalarını toparlama işi hiç bana göre değildi. Yine de, bakkalın ağzından çıkan ‘kırmızı araba’ sözü, ilanın cazibesini hatırlattı bana. “Gidip ben de görüşsem mi? İçerde biri var mı?” “Ben nereden bileyim? Buradan bakınca kapıdan giren çıkan görünmüyor ki… Bahçedeki ağaçlar görüşü engelliyor.”
Kafayı yemiş bir yazarın yazılarını derlemek, saçma sapan yazılarını temize çekmek, dosyalamak… Valla ne iş olsa yapardım, ucunda kırmızı araba olsun yeter. O anda aklıma geldi, iş ilanında “Seyahat etmeye hazır mısın?” diyordu. Bu durumda, kâğıt toplamak söz konusu olamazdı. Gezip tozmak vardı yalnızca. İçimde, ilginç bir serüven yaşayacağıma dair tuhaf bir his uyandı. Biraz heyecan… ve çokça da henüz anlamlandıramadığım garip bir korku. Sokakta top oynayan çocukların arasından geçip köşkün bahçe kapısından girdim.
…