Şebnem İşigüzel, Kirpiklerimin Gölgesi’nde, henüz on bir yaşında bir kız çocuğunun yaşadığı akıl almaz olayları anlatıyor. Herkesin bildiği, ama kimsenin görmek istemediği bir trajedinin üzerindeki perdeyi kaldırıyor ve
bir dil ustalığıyla, kolay kolay cesaret edilemeyecek bir yüreklilikle hepimizin tanıdığı bu kız çocuğuna ses veriyor. Hayatta bazen kirpiklerinizin gölgesinden başka sığınacak yeriniz kalmaz. Herkes kötülük yapar size. Bu böyle olmasına rağmen, orman, ağaçlar, sular, kuşlar, gökyüzü ne kadar güzeldi. “Sence hayatın en güzel yanı neresi?” diye sorarsanız bana, “Hepsi,” derdim size. Mutlu olmaya dair bir umudum var benim. Avlanan ceylanlar son ana kadar yaralı gövdeleriyle doğrulup koşup kaçmak, avcının elinden kurtulmak isterler. Yaparlar da bunu. Yaraları ne kadar ölümcül ve derin olursa olsun. Vurulup düştükleri yerden kalkıp kaçarlar. Öleceklerini anladıkları zaman gözyaşı döken bu hayvanların ölüme direnişine şaşarsınız. Yaşadığım şu hayatta, kirpiklerimin gölgesi kadar bir yerde bile hayat kalmadı bana. Bunları düşündüm ve sonra geri dönüp o
fena şeyi yaptım. Annemi öldürdüm.
İşigüzel’in tarzı zaman zaman bir sihir gibi ışıldıyor.
TAGESZEITUNG
Şebnem İşigüzel’in Avrupa edebiyat tarihinde bir yeri olduğu aşikâr.
FRANKFURTER RUNDSCHAU
1
Küçük Kız Annesini Öldürüyor…
Annemi öldürdüm. Daha biraz önce. Bu fena şeyi yaptıktan sonra silahı annemin başucuna bıraktım. Başından vurmuştum annemi. Kundura boyası kadar siyah saçlarının dağıldığı yastığında bir gül açar gibi olmuştu. Gözleri oyuncak bebek gibi açılmış, ağzı acıyla aralanmıştı. Bağırmamış, inlememiş, sessizce ölmüştü. Onu öyle bırakıp odasından çıktım.
Silah sesine uyanan ağabeyim yanımda bitti.
“Ne oldu?” diye sordu bana. Uykuluydu. Gözleri kan çanağı, aleti fena halde kabarmış. Yine bacaklarıma sürtünecek diye korktum. İçeri, annemin odasına girmek istedi. İçeri girmesin diye “Pencere camı kırıldı,” dedim. İnanmamış gibi baktı bana. Alnı, burun kenarları isten hafifçe kararmıştı. Odanın kapısını açmak için lanetli elini uzattı. Ellerine daha fazla is bulaşmıştı. Acaba dün gece arkadaşlarının çıkardığı eğlencelik yangını söndürmek mi istemişti?
“içeri girme,” dedim. “Çok fena bir şey yaptım.”
Ninem, oturma odasındaki yatağının üzerinde ayağa kalkmıştı. Bembeyaz saçları başının üzerinde tüy topağı gibi toplanmıştı. Ağzında kalan biricik dişini paslı bir çivi gibi dudağına saplamış. Bir şey söylemedi.
Orman korucusu babamdan kalan kulübe evimizden çıkıtı. Ormanın tam ortasındaydı bizim ev sandığımız kulübe. Tek geçim kaynağı çevresindeki şifalı sular olan kasaba birazcık ilerideydi. Annemin ve okul çıkışı benim de çalıştığım Kaplıca Oteli ise evimizin, kulübemizin çok yakınında…
Dünyanın kocaman bir yer olduğunu biliyorum. Okulda öğrendim. O dünyanın üzerinde olduğumu biliyorum. İstanbul’un yakınlarında, İstanbul ile aramızdaki iç denizin diğer yakasında olduğumu biliyorum. Denizi, ormanın bittiği yamaçların diğer tarafından görebiliyorduk. Orman, yaşlı ağaçlar, şifalı sularla doluydu. Kocaman, kuytu bir bataklığı bile vardı. Bir ucunda mezarlıktan farksız, sessiz bir elma bahçesi. Sizin anlayacağınız, dünyada böyle bir yerdeydim. Ama bir de içimizde taşıdığımız dünya var öyle değil mi? Dünyanın işte böyle bir köşesinde benim gibi bir kız çocuğunun ne halde olduğunu, neler yaşadığını nasıl bileceksiniz? Hepimiz birbirimizden habersiz yaşarız. İçimizdeki dünya, üzerinde yaşadığımız dünyadan çok daha büyük ve karanlıktır.
işte dünyanın bu köşesinde ben annemi öldürdüm. Kulübeden çıkınca kendimi dünyanın ortasına savrulmuş gibi hissettim. Bazen tilki yavruları ormanda yollarını kaybederler. Tıpkı onlar gibi Kuşlar yuvalarından düşerler ve nereye düştüklerini bilmezler. Sadece dünyanın büyük bir yer olduğunu hisseder ve korkarlar. Daha büyük hayvanlar gelip o uçamayan kuşları yerler. Kaç kuş kurtardım böyle. Bir ianesini ormanın en yaşlı çakalından kaçırırken, farkında olmadan öyle çok sıkmıştım ki kurtardığımı sandığım yavru kuş avcumda oluvermişti. Nerelere nerelere gidiyor zavallı aklım.
Ağabeyimin bağrışını duyunca korktum. Belki o da şimdi, annesini öldüren bir kız çocuğundan, benden, kardeşinden korkuyordu. Herkesi korkutacak bir iş yapmıştım çünkü. Biraz önce tetiği çeken parmaklarım titriyor, karıncalanıyordu.
Adımımı dışarı attığımda içine doğduğum ormandan bile korktum. Geceydi. Gecenin en karanlık anıydı. Usulca iyi geceye karışacağımı sandım. Kaybolmak ve ölmek istemiyordum. Annemi öldürmüştüm ama ben yaşamak istiyordum,
Koşmaya başladım, Silahın sesiyle ağabeyimden çok daha önce havalanan kuşlar ne yaptığımı sorar gibi başımın tepesinde kanat çırpıyorlardı. Böyle hayaller kurmasam avunmam imkânsızdı. Kuşlar ve orman benim için kederleniyordu: “Zavallı kız. Anneni mi öldürdün? Zavallı kız.”
Ormanın türlü türlü sesleri vardır. Kimi zaman hiçbirimizin duymadığı, nineciğimin duyduğu sesler olurdu. Öyle zamanlarda ninem, biraz önce yaptığı gibi yatağının üzerinde ayağa kalkar, su içen karga gibi ses çıkarırdı. Kargalar su içerken bütün âlemi içlerine çeker gibi bit ses çıkarırlar:
“Huuuuuuuuuuuuuuu”
Ağabeyim öyle zamanlarda ona tokat atmak için yerinden fırlardı:
“Kocakarı!”
Annem onu engellerdi. Ama kimi zaman sigarasının ucundaki dumana dalmış olur, hiç yerinden kıpırdamazdı. Ağabeyim işte o zaman nineme bir tokat patlatırdı. Bir keresinde onu durdurmaya çalışmıştım. Bunun cezası kötü olmuştu. Artık bunu yapmaktan ben de korkar olmuştum. Ama annemi öldürmekten korkmadım.
Yaşadığımız kulübenin biraz ilerisinde, tek başına kaldığım odunluktan bozma odacıkta bütün gece düşünmüştüm. Öncesinde evde büyük bir kavga patlamıştı. Annemle benim aramda. Ağabeyim kasabada üyesi olduğu partinin toplantısındaydı. Toplantıya içi doldurulmuş bir kurt götürmüştü.
Yaklaşık bir yıldır bununla uğraşıyordu. Kurdu tuzağa düşürüp öldürmüş, tüylerini temizlemiş, derisini itinayla yüzmüş, iç organlarını çıkarmış, gerekli ilaçlarla postu kurutmuş, bu postun içine yerleştirilecek telden. uluyan kurt maketini yapmıştı. Üyesi olduğu partinin amblemindeki kurt. Onu. buraya gelecek Parti il Başkanı’na armağan edecekti. Saçlarını taramış, takım elbise ve burunları havalanmış ayakkabılarını giymişti. Ağabeyim bu önemli toplantıya katılmak için evden ayrılırken kucağında kaskatı duran kurt, boynunu tıpkı ulur gibi havaya dikmesi için günlerce uğraştığı kurt, sanki bana bakıp fısıldamıştı: “Bu gece kötü şeyler olacak.” Gözlerinin yerinde iki kara çukur vardı artık. Gözlerinin feri yanlış bir işlem sonucu son bir haftada akıp gitmişti. Pahalı olduğu için daha az ilaç kullanıldığından tüylerini hızla döküyordu. Hiçbir şey onu ayakta tutamazdı, o bir ölüydü. Oysa tıpkı bir canlı gibi kör karanlıktan ibaret göz çukurlarını gözüme dikip fısıldıyordu. Ağabeyim onu öldürebilmek için tuzağa düşürdüğünde kendisine küfrettiğini söylemişti. Sırf buna sinirlendiğinden, doldurma işlemini güçleştirecek üç kurşun daha saydırmıştı sıska kurda. İçi doldurulmuş kurdu kasabanın parti merkezine götürdüğünde ağabeyimi daha büyük bir sürpriz bekliyor olacaktı.
Artık dayanamıyordum. Küçük odacığımdan çıkıp annemi öldürmem işte böyle olmuştu. Ama öncesinde annemle giriştiğimiz o büyük kavgadan öfke içinde ayrılırken ağabeyim parti toplantısından dönmüştü. İçini doldurduğu kurt yine kucağındaydı. Ama yanmış, yakılmıştı. Kendisine ebedi hayat vaat eden, içini dolduran ilaçların marifetiyle belli ki daha hızlı ve güçlü yanmıştı. Katrandan bir heykelcik gibiydi şimdi. Kurdun dişi olduğu anlaşılmış ve dalga geçmiş partililer, Sonra o cansız dişi kurda eziyet etmişler. Alkole batırdıktan kuyruğundan başlayarak onu yakmışlar. Ölmüş bitmiş haliyle bile bana söyleyeceği şeyler vardı sanki bu kur dun. Çok daha öncesinde, daha derisi yüzülmeden ve ilaçlanmadan evvel yavrularım emzirdiği memelerini ağabeyim, erkek sanılsın diye keserken, yavrularını gidip bulmamı, onları beslememi söylemişti bu bahtı kara kurt. Tarif ettiği yerde bulmuştum yavrularını. Ben bütün kalbimle mucizelere inanırım.
2
Küçük Kız Kendisini ihbar Ediyor…
Nedensizce korktukça avcumun içi gibi bildiğim ormandan, bir gölge, bir ışık gibi yok olmak istedim. Toprağın üzerini kaplayan incecik buz tabakası ben koştukça çatırdıyordu, Güneşle birlikte hızla eriyecekti. Elimde savrulup duran küçük bir sırt çantası vardı. Kopan askılarını dikip dikip onardığım, bozuk fermuarına çare bulamadığım biricik sırt çantam, içinde temiz bir çift giysi, kimliğim, okul kütüphanesinden aldığım kitaplar, telefon kartı, benim olmasına şaşacağınız son model bir müzik çalar ve kalem kutum vardı. Tanımadığım birisinin bana armağanı kalem kutum ağaçtandı. Sürgülü kapağını hareket ettirince kalbim duracak gibi olurdu: Kalemlerim, silgim, kalemtıraşım, kâğıt parçalarından yaptığım minik süsler, silgi ve kalem pislikleri, çilek kokusu ve hayattaki en büyük ganimetim iPod’umla; ganimet ne güzel bir kelime, kalem kutumun içi benim biricik güzel dünyamdı.
Ormanın içinden geçen ve Kaplıca Oteli’ne çıkan yolun kenarında bir telefon kulübesi vardı. Niyetim oraya ulaşmaktı. Kaydım, düştüm. Çantam benden uzağa savruldu. Hatta bozuk fermuarından dolayı bazı eşyalarım etrafa saçıldı. Soluk soluğaydım. Burnum akıyordu. Eşyalarımı topladım. Bunu yapmak zor oldu. Çünkü hala ellerim titriyordu. Annemi öldüren ellerim. Silahı tutan, tetiği çeken ellerim. Bu yüzden kalem kutumu açmak zor oldu. İçini kontrol etmek isliyordum, iPod’um duruyor mu, bakmak istiyordum. O iPod’un artık benim olduğunu ispatlamak için büyük savaş vermiştim. Ama annemi öldürmemin yanında bunlar neydi ki? İPod’un ve bilgisayarların yaptığı ama zavallı hayati arımızda olmayan şey gibi: Yaşadıklarımız geri alınıp silinemez. Size anlatacağım her şey annemi öldürme nedenimdi.
Bütün eşyalarım yerindeydi. Ama beni dünyaya getiren kadını öldürmüştüm. Dolayısıyla kaybetmiş Um. Oysa, kalem kutumun içine sakladıklarım duruyordu
Baykuşlar öttü. beni takip eden sansar yolunu değiştirdi. İlerideki yaslı meşenin gövdesinde iniltiye benzer bir ses koptu: Bugün yarın devrilirdi. Telaşlı bir kirpiyi korkuttum. Sonunda telefon kulübesine ulaştım. Çamurlu su birikintisine bastım. Bez ayakkabım su aldı. Telefon kulübesine girdim. Kapıyı kapattım. Gizlice aramak istediğim arkadaşlarımı, kimi zaman okulu, bizleri kasabadaki okula parasız taşıyan okul servisini hep buradan arardım. Evimizde telefon yoktu. Annemin ve ağabeyimin cep telefonları vardı. Kaplıca O teli n in ç alışındaki antenden dolayı iyi çalışırdı bu cep telefonları. Buradan bir defasında masal anlatma servisini aramıştım. Aradığınız üç haneli numarada bir kadın anında masal anlatmaya başlıyordu. Çok mutlu oluyordum. Karnındaki kontörler masalın sonunu dinlemeye yetmemişti. Ayrıca üzülmüştüm benim için kıymetli olan telefon kartını böyle eğlencelik bir şeye harcadığım için. Sonra, bunu Kaplıca Oteli’nde odaları temizlemeye çıktığımda yapmaya başladım. Yatağa uzanıyordum. Başkalarının bıraktığı dağınık yataklara. Çarşaflarını değiştirip yeniden yaptığım temiz yataklara. Telefonu kulağıma iyice dayıyordum…