Hayal kırıklıklarıyla dolu bir aşk ve mücadele romanı olan Kızıl Serap’ta, varlıklı bir ailenin iyi eğitimli kızı Ayten’in, İstanbul’un kibar semtlerinde, sayfiyelerinde ve Trabzon’da geçen maceraları konu ediliyor. Özgür iradesiyle onurlu bir hayat kurmak isterken, kadını haz nesnesi olarak gören riyakâr anlayışın tuzaklarına düşen Ayten, duygularını, uğradığı ihanetleri, iç çatışmalarını ve erkekleri anlamaya çalışır. Hüsranla sonuçlanan ilişkilerden sonra, ailesinin desteğini de kaybederek hepten yıkılan Ayten, her şeyden vazgeçtiği bir anda, Doktor Macit’le tekrar yaşama tutunur. Zamanla Doktor Macit de diğerleri gibi bir hayal kırıklığına dönüşürken, bu yasak aşkın meyvesiyle Ayten’in hayatında yeni bir sayfa açılır.
Sunuş
Burhan Cahit Morkaya, Mülkiye’de öğrencilik yıllarından itibaren yazmaya başladığı çeşitli gazete ve dergi yazılarının dışında, çoğu roman olmak üzere, otuzu aşkın eser kaleme almış ve hayattayken dönemin en popüler yazarlarından biri olmuştur. Bu kadar üretken bir yazarın, eserlerinde çok çeşitli konuları işlemesi söz konusu olmakla birlikte, burada sadece Burhan Cahit Morkaya’nın Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte değişen ve dönüşen Türk toplumunun sosyal yaşamını, bireysel yaşamın izlerinden takip edilebileceğimiz Kızıl Serap ve Ayten romanları üzerine fikir vermekle yetineceğiz. 1926 yılında yayımlanan Kızıl Serap1 ile 1927’de yayımlanan ve Kızıl Serap romanının devam hikâyesi olan Ayten,2 kadın kahramanların hayata bakış tarzları ile yaşam tecrübelerini konu edinen iki romandır. Yazarın bu romanlarını okurken, yazıldığı yıldan aşağı yukarı yarım asır öncesinde başlayan Türk edebiyatının modernleşme sürecinde, hem okurların hem de türün gelişi- mini göz önünde bulundurmak faydalı olacaktır.
1860’tan sonra ilk ürünlerini veren modern Türk edebiyatı yazarları, roman ve öykü okuruna göre çizdikleri yolda ilerlemek durumunda kalmışlardır. İlk örnekleri veren yazarların, toplumun ihtiyaçlarına yanıt niteliğindeki konu- ları gelenekten beslenerek okura sunmaları, dönemin koşullarında makul karşılanabilecek bir tutumdur. Bu yılların akabinde, Türk edebiyatında kısa sürede büyük bir değişi- min ürünü olan, geleneksel anlatı tekniklerine bakmaksızın okuru da anlatıyı da tamamen Batılı tekniğe göre düşünen eserler yazılmıştır. Uzun soluklu edebi geleneğimizde kısa sayılabilecek bir döneme karşılık gelen bu süreçte, ilmek ilmek işlenen eserler Cumhuriyet’in sunduğu imkânlarla desteklenerek okurun yoğun ilgisiyle çeşitlenmiştir.
İşte Kızıl Serap’ın ana kahramanı Ayten’in İstanbul’dan Trabzon’a, sevdiği erkeğin peşinden gidişinde, aldatılmayı kabul etmeyip kendi ayakları üzerinde durmak için İstan- bul’a dönüp kurduğu terzihanesini işletme çabasında, hatta siyasi ihtiyaçlarla kurulan bir hayır kurumunda çalışmayı kabul edip, işgal altındaki memleket için düşmanlarla çarpışan askerlere yapılacak yardıma destek verişinde Türk toplumunun yarım yüzyılda geçirdiği siyasal, sosyal ve kültürel değişimi görmek mümkündür. Mutlak aşkı arayıp da bulamadığı Feyzi, Bedri, Kâzım ve Macit❜le geçen yıllar, kızıl bir serap olarak Ayten’in gözünün önünden geçerken mahrumiyet ve hasret ifade eden geçmişini kızı Hicran’ın ismine gömerek umuda yelken açması, dönemin güçlü kadın imajının yansımasıdır. Hayat yolculuğunda kimseden destek beklemeden evladını tek başına büyütme mücadelesi ise elbette her devirde alkışlanacak bir durumdur. Evlenmek için her türlü maddi imkâna sahip olmasına rağmen bunun yeterli olmadığını göstermek istercesine seven bir kadının hayal kırıklıklarını, beklentilerini insan psikolojisi ile detaylandıran yazar, bu süreci Ayten romanında Ayten’in kızının hayatı üzerinden devam ettirir.
Yazarın harf inkılabına kadar yayımlamış olduğu romanları arasında yer alan Kızıl Serap romanı yayıma hazırlanırken, 1926 yılına ait orijinal, eski harfli metin Latin harflerine aktarılmış ve yazarın üslubuna sadık kalınarak sadeleştirilmiştir. Matbaadan kaynaklanan yanlış yazımlar
düzeltilerek eksik kalan ekler ve sözcükler anlamı tamamlayacak şekilde eklenmiştir. O dönem için kusur kabul edilmeyen, günümüzde anlatım bozukluğu olarak adlandırılan anlamsal ve yapısal hatalar düzeltilmiştir. Romanda yer alan yabancı kökenli bazı sözcükler, dönem okurunun yabancısı olmadığı eski ölçü birimleri, kılık kıyafet adları, mekânlar, yapılar, âdetler ve meslekler gibi hususlar günümüz okuru için dipnotlarla açıklanmıştır.
Burhan Cahit Morkaya okumalarına beni yönlendiren ve kitabı hazırlama sürecine katkı sunan Bahanur Garan Gökşen ve Erol Gökşen’e teşekkür ediyorum. Üniversitede beni Osmanlıca metinlerle tanıştıran, yakın bir zamanda aramızdan ayrılan değerli hocam Dr. Öğr. Üyesi Yasemin Ertek Morkoç’u bu kitap vesilesiyle saygıyla anıyorum. Burhan Cahit Morkaya’nın eserlerini okurla buluşturan Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’na teşekkür ediyorum.
Gülben Kocabıçak
Birinci Bölüm
Bugün annemin evine dönüşümün haftası… Öyle hissediyorum ki ilk geldiğim günler evin en küçüğünden en büyüğüne kadar hepsinin gözlerinde bulduğum sıcak ve sevinçli dostluk yavaş yavaş kayboluyor. İlk günlerde üzerimden ayrılmayan gözler kalbimdeki acıları hissettirmeyecek kadar yumuşaktı. İki aylık bir gelinin anne evindeki yerine soğumadan gelişi herhalde hoş bir şey değil!.. Etrafın- dakiler için de beklenmeyen ve istenmeyen bir ıstırap!.. Beni teselli eden dudakların yavaş yavaş hareketten kaldığını gördükçe içimdeki acının sertleştiğini hissediyorum.
Bana en yakın, daha doğrusu en samimi görünen şimdiki halde ablam. Onun bakışlarında hem şefkat var hem dostluk. Hayatta en korktuğum şey merhamet edilmektir. Üzerimde biriken gözlerin bana merhamet eder gibi baktıklarını görmek beni en tahammül edilmez ıstıraplar kadar acıtır. Hatta daha fazla!.. Halbuki ablamın gözleri gölgesiz ve düşüncesiz… Yalnız sevgiyle baktıkları o kadar belli ki hâlâ nemli duran gözbebeklerime iliştikçe içime serin bir sükûnet ve teselli geliyor.
Bu sabah beni balkonda yine düşünceli görünce seslendi: -Ayten, bak sana ne göstereceğim, biraz gelir misin? Benimle meşgul olduğu halde o kadar tabii görünüyor ki aldanıyorum. İçeri girdiğim vakit eniştemin Mısır’dan getirdiği necefli, sedefli el kadar büyük bir çift küpeyi elime tutuşturdu.
– Bak Allah’ı seversen, bu da kulağa takılır mı?
Böyle şeylere çok merakım vardı. Kızken evde ailenin bütün genç kızlarıyla beraber mükemmel fasıllar, oyunlar yapardık. Hepimizin bu oyunlara mahsus elbiseleri vardı. Zeybek, Çerkez, Arap kıyafetleriyle yaptığımız oyunlar kış geceleri en samimi arkadaşları bizim eve toplardı. Benim güzel bir zeybek takımım vardı. Sabahlara kadar yorulmadan, usanmadan nasıl da oynardık! İki aylık evlilik hayatım, ondan evvelki ümit ve sevinç günlerimle beraber bütün bu genç kızlık hatıralarını da soğuk bir kül altında bıraktı. Şimdi, yangından sonra evinin taş ve kül yığınları arasında, eriyip kalmış kıymetli eşyalarını arayan şaşkın bir felaketzede gibiyim… Sevinç günleri ne çabuk unutuluyor ve hayat ne çabuk geçiyor. İki ay evvel neşesine kanamayan çılgın bir genç kızdım. Şimdi havası alınmış bir balon gibi söndüğümü hissediyorum. Ve bugün bana “dul” diyorlar.
Ablam belki de daha tecrübeli olduğu için hayatından mağlubiyetle dönen kız kardeşinin ıstıraplarını anlıyor. Küçük çocuğuyla uğraşmasına rağmen benimle de meşgul olmayı unutmuyor. Beni düşüncelerimle yalnız bırakmamak için o kadar fedakârlık ediyor ki!
Dün gece lambamı kısıp hatıralarımla didişmek için başımı yastığa koyduğum zaman kapım vuruldu: Abla!
– Ayten!
Kapıyı açtığım zaman kucağında beş aylık yavrusuyla
onu karşımda gördüm.
– Yattın mı? dedi.
Yatak örtüsü bozulduğu için inkâr etmedim:
– Uzanmıştım abla. Girsene!
Lambayı açtım.
– Eniştemi yalnız bıraktık abla.
– Zarar yok. Yazısı var. Zaten çocuktan sıkılıyor. Mini mini Yıldız o kadar yaramaz ki akşama kadar kucaktan kucağa gezdiği halde kimseden memnun değil.
Ablamla karşı karşıya oturduk. O da annemin huysuzluğuna sıkılıyor. Bu akşam yine bir şey olmuş. Şuradan buradan konuşurken içindekini döktü:
– Enişteni kandırabilsem de Yeniköy’deki eve gitsek, burada o kadar üzülüyorum ki! Annem de gittikçe huysuz oluyor. İleride birbirimizi daha fazla kıracak olaylar olmasındansa vaktiyle çaresini düşünmek daha iyi. Bu akşam eniştene biraz açtım. Yeniköy’deki kiracıların çıkmasına bir ay kadar zaman varmış. Gelip gitmek meselesinde enişteni razı etsem hemen taşınırız.
Ablam halinden memnun olmadığını birkaç kelimeyle anlattıktan sonra birdenbire sordu:
– Sen de bizimle beraber Yeniköy’e gelir misin? İsteksiz bir gönül sağırlığıyla ablamı dinliyordum. Kendimi hayattan o kadar uzak görüyordum ki… Böyle üzüntülü dedikoduları benim ilgimin olmadığı başka insanlara aitmiş gibi alakasızlıkla dinliyordum. Fakat son cümlesi beni derin bir yorgunluk uykusundan kaldırır gibi harekete getirdi.
– Nereye abla, dedim, Yeniköy’e mi?
– Evet, köşke! Kaç senedir sefasını kiracılar sürüyor. Bari biz gidelim. Hem hava değişimi yapmış oluruz hem de annemin virvırından kurtuluruz.
Bana öyle geldi ki benim eve dönüşümden hemen bir hafta sonra ablamın bu Yeniköy meselesini ortaya atması kendisinden ziyade benim içindi. Annemin huysuz olduğunu daha kızken bilirdim. Bir hafta evvel her şeyi göze alıp ansızın eve dönüşüme annem üzülmedi değil. Fakat bu üzüntü benim mesut olmayışımdan mı yoksa zamanı ve neticesi meçhul yeni bir hayata dönüşümden mi, henüz anlayamadım. Fakat annelerin, hangi sebeple olursa olsun kocalarından ayrılan kızlarına karşı evvela tabii bir şefkat gösterip, ardından yavaş yavaş onu hayatlarını bozan bir dert, bir canlı üzüntü gibi gördüklerini çok işitmiştim. Annemin de bütün sevgisine rağmen bu genel düşünüşten ayrılmayacağı muhakkak. Ablamın Yeniköy teklifi birden- bire içime bu şüpheyi düşürdü. Acaba ablam kendisinden ziyade beni düşündüğü için mi Yeniköy’e gitmek istiyordu?
Bu şüphe keskin ve sert bir taş gibi kalbimi acıttı. Bin bir arzuyla hazırladığı yuvayı dağıttıktan sonra alnında garip bir “dul” damgasıyla anne evine dönmek ve sonra varlığı ağır bir yük gibi her an bırakılmak hissi veren bir sığıntı evlatlık vaziyetine girmek, zannedildiğinden çok daha acı bir şey. Annemin bana karşı biraz da hıncı var. Daha nişan- lanırken, evlenirken arzularını kabul ettiremediğine içlendi. Feyzi ile evlenmeye karar verişim annemi adeta şaşırttı. Benimle evlenmek için belki her gün annesini bize gönderen genç yüzbaşıyı reddedip Doktor Feyzi’yi tercih edişim, en yakın dostlarımızı bile kırmıştı. İki ay içinde doktordan ayrılıp eve dönünce annem felaketime acımakla beraber, sözünü tutmadığımın cezasını çektiğimi anlatır gibi, öyle sitemli imalarda bulundu ki! Ablamın Yeniköy bahsi bütün bunları heyecanlı bir sinema filmi gibi aklımdan geçirdi.
Abla, dedim, senin çocukların var. Sonra ben eski genç kız değilim, kocasından ayrılmış bir genç kadın için en münasip yer annesinin evidir. O kadar şaşkınım ki henüz vaziyetimi anlayamadım. Bilmem ki annelerinin yanında kalan genç dullar ne dereceye kadar serbesttirler?
Ablam dikkatle beni dinliyordu. Ben çok şey söylemek istediğim halde fikirlerimi toparlayamıyordum.
– Neler söylüyorsun Ayten, dedi ablam, ben sana bunları sordum mu?
– Bilmem, Yeniköy’e gider misin demedin mi?
İyi ya, onu söyle. Ben kararımı verdim. Enişteni de yola getireceğimde şüphe yok. Orası geniştir. Bahçe var, kır var, deniz var. Sonra az çok eğlence var. Herhalde Şehzade- başı gibi değil. Sonra bir şey daha var. Ne zaman canın ister- se, burası da senin evin değil mi, gelir birkaç gün kalırsın. -Bundan anneme bahsettin mi hiç?
Samimi insanların yürekleri zayıf olduğu kadar kendileri de saftır. Ablam da çok merhametli fakat çok düz ve sade görüşlü!.. Hislerini idare edemez, yalan söyleyen ağzını gözleri yalanlar. Benim ısrarlı bakışlarım karşısında gözbebeklerinin titrediğini hissettim. Biraz daha tereddüt etse beni
büsbütün şüpheye düşüreceğini anladığı için cevap verdi:
– Bizim Yeniköy’e gitmemizden annem etkilenmez. O daha ziyade küçük kardeşimle meşgul oluyor. Hele senin durumun müsaittir. Annem sana müdahale edemez ki!
– Yeniköy’e gitmek için daha başka bir sebep yok mu abla?
– Ne olabilir Ayten? Biz az daha serbest oluruz. Üstümüzde karışanımız olmaz. Annem, sağ olsun, biraz titizdir. İki çocuklu olmama rağmen bazen bana bile karışmak ister, bilmez misin?
Ablamın bu meselede kendi kanaatiyle hareket ettiğini anlar gibi oldum. Biraz daha oturduktan sonra ablam, kucağında uyuyan Yıldız’ı uyandırmamak için ayaklarının ucuna basarak odasına geçti. Akşamdan kapanmak ister gibi karıncalanan gözlerim şimdi meşgul olacak bir şey arıyordu. Şu evde ablam da olmasa canlı bir kâbus gibi düşünceler içinde taş kesileceğim. Anlıyorum ki kocasından ayrılıp anne evine dönenler bıraktıkları samimi yuvada- ki eski yerlerini biraz darlaşmış olarak buluyorlar. Genç kızlık, dalında açan bir çiçek gibi koparıldıktan sonra en nadide vazolara bile konsa yine rengini ve kokusunu kaybediyor. Ve ona dalında bakan gözlerin ihtirası artık merhamet hisleriyle karışmış olarak geliyor. Evlenmenin o kadar sevinçli olmasına karşı ayrılmanın ıstırabı sadece hayat arkadaşından mahrum kalmak değil. Bu tıpkı kar çığı gibi. Ayrıldığı noktadan itibaren büyüyen ve ağırlaşan, hareketli ve canlı bir istirap!
Eve geldikten sonra annemin eski şefkatini çok aradım. Fakat onun bakışları bana, ana gözlerinde yeri olmayan bencil hislerle dolu gibi geldi. Beni incitmemek için zahmet çektiğini hissediyordum. Annemin sevgiden uzak gibi görünen tavırları acıyan kalbime biraz da ümitsizlik katıyordu. Ablamın Yeniköy’e gitme teklifine razı olacağım. Orada eski mektep arkadaşlarım da var. Hiç olmazsa içimde düğümlenmeye başlayan acılar biraz çözülür.
…