Kaza süsü verilmiş bir cinayet… Öldürülen meçhul kişiye ait; tarihin derinliklerinden günümüze taşınmış, hangi inanca ait olduğu tahmin edilemeyen gizemli bir muska… Cinayete şahitlik eden ve muskayı bulduktan sonra hayatı alt üst olan ünlü bir basketbolcu…
Ölümün dahi öldüremediği ölümsüz bir aşk… Birbirini çılgınca seven iki sevgiliyi bekleyen çetin sınavlar… Çözülmeyi bekleyen garip bir bilmece… Tarihin sayfalarından adı dışında her şeyi kazınmış buna rağmen ünü dünyayı sarmış meçhul bir ressam.
Tarihin sayfalarından kazınmaya çalışılmış, dünyanın kaderini değiştiren ünlü bir sultan. Bin yılın başından günümüze dek saklanmış ve geleceği etkileyecek tarihi bir emanet.
İstanbul üzerine kurulu siyasi oyunlar… İstanbul’da örgütlenmiş gizemli ve gizli bir tarikat… Ayasofya’ya yeniden çan dikme hayalleri kurarak büyüyen bir çocuk.
Rumelihisarı arazisine fetih öncesi gönderilen gizemli şeyh ve müritleri, Meşatlıkta yatanların sırrı! Türkiye Bayan Basketbol takımının yazdığı tarihi bir destan ve o destanın yazılabilmesi için yapılan ölümcül fedakârlıklar…
Kızıl Saçlı Adam, bütün bu olgular ve olaylar arasındaki bağlantıları bilen tek kişi. Ancak ne kim olduğu, ne nereden geldiği ne de garip güçlerinin kaynağı biliniyor? Sır içinde sırla örülmüş, tarihi gerçekleri kullanarak kurgulanmış bir eser.
YENİ ROMA
BYZANTIUM – MAYIS 328
İmparator, yıkık dökük surların önündeydi. Yüzyılı aşkın süredir şehri korumaktan iyiden iyiye yıpranmış surların ana kapısının altındaydı. Elinde mızrak, yürümeye hazır bekliyordu. Her an adım atacak gibiydi. Ancak herkesin merakla beklediği adımı bir türlü atmıyordu. Gözlerini birkaç metre ötedeki boşluğa kenetlemiş, öylece dikiliyordu. Âdeta yürümesi için komut verilmesini bekliyordu.
Konstantin’in arkasındaki memurların, din adamlarının ve subayların sabrı taşmaya başlamıştı. İmparatorun bir an önce harekete geçmesini bekliyorlardı. Mızrağı nereye dikeceğini merak ediyorlardı. İmparatorun bulunduğu yer ile mızrağı saplayacağı son nokta arasında kalacak alan, yeni şehrin sınırlarını belirleyecekti.
Gerçi Konstantin’in geleneklere saygısı olmadığını ve tanrılar dâhil herkese meydan okuduğunu bilmeyen yoktu. Ama böylesi kalabalığı alana çağırdığına göre, halkın gözü önünde kadim geleneği yok sayacak kadar ileri gidemezdi.
Konstantin, kuracağı yeni şehrin sınırlarını belirlemek için yapılacak törene çağırdığı herkese, “Muhteşem bir kent kuracağız arkadaşlar! Yüzyıldan daha yaşlı surlar, kuracağımız şehri korumak için çok yetersiz. Onları da yeniden inşa edeceğiz.” demişti. Byzantium’da herkes tarihi bir gün yaşandığının farkındaydı. Ancak şehrin kaderinin yeniden şekillendiği o gün, İkinci Roma İmparatorluğu’nun doğduğu, hiçbirinin aklının ucundan dahi geçmiyordu. Roma’dan daha görkemli bir kentin temelinin atılmakta olduğunu sadece İmparator Konstantin biliyordu. Bunu şimdilik kimseye söylemeye niyeti yoktu. Tıpkı Roma tanrılarını inkâr edip kendisine bugünün rüyasını yıllar önce gösteren Yeni Rabb’ine teslim olduğunu annesinden gizlediği gibi, asıl hedefini de sonuna kadar herkesten gizleyecekti. Kimse burasının Hıristiyanlığın ikinci büyük kalesi olacağını anlamayacaktı. Tâ ki Rabb’inden “açıkla” emrini alıncaya kadar…
Rüyasını hatırlayınca zihninde eski günleri canlandı- İki yıl önce karısının ve oğlunun idam edilmesi üzerine gittiği Roma’da maruz kaldığı aşağılamaları hatırladı,
O gün, kendisini Neron olarak niteleyen saygısızların ellerindeki levhaları gördüğünde karar vermişti Roma’nın artık kurtarılamayacak derecede çürüdüğüne. Roma halkının yöneticilerine hiç saygısı kalmamıştı. Taşralılara karşı sergiledikleri küstahlığın vardığı nokta ise efsanevi hukuk ülkesinin her an çökeceğinin açık göstergesiydi. Konstantin, durumun vahametini İdrak eder etmez, kenti terk edip ne yapılabileceğini düşünmeye başlamıştı.
İşte o günlerde, hem kendisinin hem de Roma’nın kaderini, paganlıktan tek Tanrı inancına taşıyacak rüyayı görmüştü. Sandalla gezinen iki tuhaf insan, ölü bir balık taşıyordu rüyasında. Biri diğerine sürekli soru soruyordu. Diğeri onu sürekli uyarıyor ve susmasını işaret ediyordu. İki tuhaf insan, rüyasında Boğaz’a giriyor ve erguvan ağaçlarının yoğun olduğu, üç tarafı palamut kaynayan denizle çevrili kara parçasında mola veriyorlardı. Ve ölü balık o noktada, deniz sularıyla buluştuğu anda canlanıp suların içinde kayboluyordu. “Burası senin yurdun. Senin adını almayı ve adanması gerekene adanmayı bekliyor” diyordu gaipten gelen ses.
Bzyantium’du orası. Belli ki o kenti merkez seçerek, yeniden planlama görevi verilmişti kendisine. Tanrı’nın izniyle pagan Roma’nın karşısına dikilerek, geleceği kurtarmak zorunda olduğunu hissediyordu. Tanrı’dan gelen işaretler, onu, bunu yapmaya mecbur bırakıyordu
Çevresi Tanrı’nın ışığını henüz göremeyecek kadar kör ve katı inançlı paganlarla doluydu Bu yüzden henüz açıkça ilan edemiyordu, İsa’nın tanrısına inandığını.Bir zamanlar kendisinin de şu an halkı gibi paganlardan olduğunu hatırladı. Tebessüm belirdi yüzünde.
On yıl önce, tarihe Milvio Köprüsü Savaşı adıyla geçen çarpışmalarda, kendisini Roma yönetiminde görmek istemeyen İmparator Maxentius’u bozguna uğratmıştı. Kendisi gibi Sezar’ın altında ve kendisiyle aynı yetkilere sahip Maxentius’un kellesini mızrağının başına geçirdiği gün Tanrı, kendisinin seçilmiş im-parator olduğunun ilk işaretini göndermişti.
Savaş neticesinde birdenbire gün ortasında güneş alçalmaya başlamıştı. Ordusunda büyük telaş başlamış, kendisi de şaşkınlıktan donakalmıştı. Gökyüzü tarifi imkânsız şekilde parla-dığında, herkes kör olma telaşıyla gözlerini kapatmaya mecbur hissetmişti kendini. Konstantin ve askerleri, şaşkınlık içinde ne yapacaklarını şaşırdıkları anda, aniden gürleyen gök gürültüsü herkesin bakışlarını aynı noktaya çevirmesini sağlamış, gözleri kamaştıran parıltının ortasında, üzerinde “bununla fethet” yazılı, çarpıyı andıran garip haç işareti belirmişti.
Ogün, gökten inen işareti kendisine sembol seçmişti, O günden sonra da yeryüzünde hiçbir şeyden korkmuyordu. Tüm askerlerin kalkanlarına işlediği, gökyüzünden parlayarak inen haç işaretini yeni imparatorluğun sembolü yapacaktı.
Konstantin hatıralar âleminde gezinirken, elinde mızrakla ayakta heykelleşmişti âdeta. Herkes sessizce onun ne yapacağını bekliyordu. Sessizliği bozan tek topluluk, surların dibinde bölük bölük dizilmiş askerlerdi. Onların birçoğu, Milvio Köprüsü Savaşı’nda kendisini Büyük Konstantin olmaya hazırlayan mucizeye tanıklık etmişti. İmparatorlarına inanılmaz düzeyde saygı duyuyor ve verdiği her emri kusursuz yerine getirmek için gereğinden fazla çaba sarf ediyorlardı. Böyle anlarda ise ondan bile korkmayacak kadar kaygısızdılar. Her zamanki gibi, komutanlarından fırsat buldukları anda kendi aralarında şakalaşıp gülüşüyorlardı. Savaş meydanında saldırı emri aldıklarında canlı ölüm makinelerine dönüşen atletik bedenli sert simalar, böyle anlarda okul bahçesinde oynayan çocuklardan farksızdı. Gürültülerinin birleşip, uğultu olarak alanı rahatsız ettiğinin farkında dahi değildiler. Aslına bakarsanız hiç kimsenin onların çıkardığı uğultuya aldırdığı da yoktu. Bzyantium ahalisinden yüzlercesi gruplar halinde, eski ve birçok kısmı yıkılmaya yüz tutmuş surların tepesinde merakla olacakları bekliyorlardı.
Ve neden sonra, âdeta bir yerden emir almışçasına başını Öne eğerek ilk adımı attı Konstantin. Arkasındakiler “çok şükür” diye fısıldadı. Yüzlerinde beliren gülümsemelerle onu takip ettiler. İmparator mahiyetindekilerle birlikte yürüyerek surlardan uzaklaşırken, askerler rahat emri alarak surların dibine çöktüler.
İmparator elinde mızrakla ilerlerken âdeta birini adım adım takip ediyormuşçasına dikkatli, her zamanki aceleciliğinden ve alışılagelmiş rahatlığından uzaktı. Yürüyüş beklenenden uzun sürmüştü. İmparator, alışıldık mesafeleri aşmak bir yana, birkaç şehri içine alacak ulumda geçmişti. Hâlâ da durmaya niyetli görünmüyordu. Arkadan dürtenlerin baskısı üzerine yardımcısı “Efendim, daha gidecek miyiz?” diye sordu. Konstantin, başını bile çevirmeden cevap verdi: “Devam etmek zorundayız. ”
Tahmin edilen ortalama büyüklüğün neredeyse 4 katı mesafe katedilmişti. Herkes imparatorun hâlâ neden durmadığını merak ediyordu. Bu kadar büyük kent planının nasıl hazırlanıp hayata geçirileceğini düşünüyor, işin içinden çıkamıyorlardı Şaşkınlık içinde imparatoru takip edenlerden biri dayanamayarak sordu:
– Efendim, ne zaman duracağız?
İmparator en az onun kadar şaşkın halde cevap verdi:
-Önümüzde yürüyen durduğu zaman!
MEHMET’İN DÜŞLERİ
EDİRNE -MAYIS 1438
Saray kapısından girip çıkanlar azalmış, nöbetçiler kapıları kapatma hazırlığına başlamıştı. Geniş metal çemberlerle kaplı dev ahşap kapı kanatları, birkaç askerin oflayıp puflayarak itmesiyle birbirine yanaştırılmış, aralarından sadece bir at ya da Öküz arabası geçebilecek kadar aralık bırakılmıştı. Sarayda gecelemeyerek son insanların çıkması bekleniyordu.
Kaim bahçe duvarlarının dışında devriye gezen nöbetçilerden başka kimse kalmamıştı. Bahçıvanlar başta olmak üzere, saraya yakın yerde tezgâh açmayı tercih etmiş çerçiler yolları ve civardaki arazileri boşaltmıştı. Yer yer sapsarı, yer yer yemyeşil tarlaların ötesindeki tepelerin üstünde güneş bakır tepsi gibi kıpkızıl varlığını gözler önüne sermişti.
Günün son ışıkları, ulu çınarların gölgelerini devleştirerek ufukta soluyordu. Saray duvarlarının içindeki insanların hareketleri hayli yavaşlamış, gündüz yaşanan koşuşturmaca ve gürültüden eser kalmamıştı.
Saray bahçesinde bağdaş kurmuş çizim yapan çocuk, kendisini çizdiği şekillere o denli kaptırmıştı ki havanın karardığının farkında bile değildi. Işık azaldıkça, karaladığı deftere biraz daha yaklaşarak çalışmasını sürdürüyordu. Âdeta dış dünyayla ilişkisini kesmiş, karaladığı defter yaprağının içindeki dünyaya gömülmüştü. El hareketleri gittikçe hızlandı. Çizdiği şekillerin onu oldukça heyecanlandırdığı belliydi. Nefesini tutmuşçasına sessiz çalışıyordu ama heyecandan kalbinin atarken çıkardığı sesi bahçenin öbür ucundan dahi duymak mümkündü.
Neden sonra, derince nefes alarak kafasını kaldırdı. Çizdiği şekle, uzun uzadıya, dikkatlice baktı: “Allah’ın izniyle, bir gün bu halinle benim olacaksın” dedi. Gururla seyrettiği resme bakarken göz kapakları kapanmaya başlamıştı. Gözlerinden yorgunluk akıyordu. Gün boyu kucaklaştığı hayli zorlu rakibini güç bela pes ettirdiği güreş müsabakasından ayrılmışçasına halsiz hissediyordu şuan kendini. Defteri kucağına bıraktı ve ellerini yumruklaştırdı. Minik yumruklarıyla, yorgunluktan kapanmaya başlayan gözlerini ovuşturdu.
Kalın duvarların ötesindeki tepelerin ardında, gökyüzündeki kızıllığın yeryüzünün griliği ile kesiştiği çizgide, renklerin çengini seyretti bir müddet, Güneş, kor ateşin üstünde kalmış bakır tepsi gibi kıpkızıldı. Ateş topu şeklinde göğün ve yerin kesiştiği noktada santim santim alçalıyordu.
Yorgunluğun yavaş yavaş tüm bedenine yayıldığını hissediyordu. Batan güneşe bakarken iyiden iyiye mahmurlaşan gözlerinin kapanmasına engel olamıyordu. Ellerini çenesinin altında birleştirdi. Yanağını, sol elinin sırtına yapıştırdı. Uyumaya karar vermişti ki yan tarafındaki ağaçların hışırdadığını hissetti. Kafasını kaldırıp hışırtıların geldiği yöne bakmak istedi. Ama omuz kasları emrine itaat etmedi. Rüya gördüğünü düşündü. Sonra, “Rüya görüyor olsam, rüya gördüğümü düşünebilir miyim?” diye sordu kendi kendine. Uykuda mı yoksa uyanık mı olduğuna karar verememişti. Ağaçların arasında yaprakların hışırtısına karışan fısıltılar duydu. Kulak kesildi.
İki yaratık kendisine bakarak söyleşiyor gibiydi;
– Sence bizi görüyor mu?
– Hayır! Ama varlığımızın farkında.
– Çok zeki ve dikkatli! Her şeyi çabuk kavrıyor ve doğal akışa aykırı en ufak gelişmeyi seziyor.
– Baksana kalemi de kılıcı kadar mükemmel kullanıyor. Böyle mahir elleri az gördü dünya… Dili, kurdun kuşun dilini konuşacak kadar kıvrak ve şu yaşında dahi muhatabını safa sokacak kadar otoriter. O babasına, babası ona hayran.
– Öyle, dilinin tatlılığı ve zekâsı ile kendisini üvey anasına bile öz evlat gibi sevdirmeyi başardı. Despina Mara, onu öz oğlu gibi seviyor. Aşil’in, Hektor’un kahramanlıklarını anlatıyor, Yunan mitolojisinin maceralarından ibretlik öykülerle besliyor hayallerini. Geleceğin İskender’i olabileceğini telkin ediyor ona. Öz annesi ise Zaloğlu Rüstem ve Battal Gazi’nin hünerlerini anlatıyor, Hz. Ali gibi mert ve âlicenap olmasını öğütlüyor. İki farklı dünyanın kucağında büyüyen müstesna bir bilgi yumağı oldu. Cihanın tek hâkimi olabileceğine inanıyor şimdiden. Hayali ülkeler fethediyor, geçilmez geçitler aşıyor düşlerinde.
– Ne çizdiğini fark ettin mi?
– Elbette. En büyük hayalini şekillendirmiş. Yeni Roma’nın yeni imparatoru olmaya kararlı.
– Karanlık dağların eteklerinden gelen pir, onun aynı zamanda Siyah Kalem’in de efendisi olacağını söylüyor.
– Öyleyse, yalnız Yeni Roma’nın değil, bizim de tarihimizde yeni sayfalar açılacaktır.
Tam o esnada sarayın bahçesinde nalın sesleri yankılanmaya başladı. Tıkırtılar, konuşan varlıkların huzurunu kaçırdı:
– Hişsşşt, Despina Mara Hanım geliyor!
Saray kapısından bahçeye uzun boylu, sarışın, genç ve güzel bir kadın çıktı. Bir süre gezinerek, etrafı gözleriyle süzdükten sonra durdu, ellerini beline koydu. Uyuyan çocuğa bakarak tebessüm etti. Uyuyan masum güzelliği hayranlıkla seyretti uzun süre. Çalıların arkasından gelen fısıltı, ikilinin oluşturduğu manzarayı, “Sanki dolunay gökyüzünden yere inmiş, sarayın bahçesinde yatan yıldız parçasını kucaklamaya hazırlanıyor” şeklinde yorumladı,
Genç kadın, birkaç adım atarak eğildi. Uyuyan çocuğun başını okşayarak, alnından öptü: “Mehmet, uyan oğlum! Mehmet!” Çocuk gözlerini araladı. Ama saniye geçmeden tekrar kapattı. Kadın oııu omuzlarından hafifçe sarstı. Çocuk gözlerini tekrar açtı ve mahmur mahmur baktı. Analığının elini tutarak doğruldu.
Ayağa kalktığında, gözlerini ovuşturmasına bile fırsat vermedi kadın. Elinden tutup çekerek çocuğu içeriye yönlendirdi: “Acele etmelisin!”
“Molla namazdan sonra hemen derse başlamak için sîzi bekliyor” diye açıkladı acelesinin nedenini. Ve devam etti genç kadın: “Molla Gürani, ‘yine nereye kayboldu haylazlar! Benim ömrüm Mehmet ve Drakul haytalarını aramakla mı geçecek? Niye onlar da diğer çocuklar gibi dur denilen yerde durmuyor, hiç anlamıyorum! İkisi de çocuk değil, küçük birer cin parçası âdeta!’diye sitem ediyordu az önce abdest alırken,”
“Ama cicianne ” diye ayak diredi çocuk