Kurt Seyt ve Shura
Hiç kimse Rusya’ya hasret yaşamanın ne demek olduğunu, anlayamaz; Benim gibi hasret çekenlerden başka…
Bu, gerçek bir öyküdür. Hayal gücümü yanıma alarak yaşanmışları yakaladığım serüven dolu bir yolculuktur.
Son cümleyi noktaladığım şu günlerde mutluluğu ve burukluğu bir arada yaşıyorum. Uzun zamandır kendilerine satırlarda ruh verdiğim karakterlerle o kadar kaynaşmıştım ki, onlardan ayrılmak bana çok zor geliyor. Onları çok özleyeceğim. Yeniden gerçek dünyama dönerken, bana ilham veren aşkların, hüzünlerin, hasretin zihnimde ömür boyu kalacak gölgelerini hissediyorum. Romanımın artık hayatta olmayan kişilerini sevgi, rahmet ve hüzünle anıyor, bunca acıyı, hasreti bağrıma gömüp direnen ve aramızda olan kahramanlarına saygılarımı gönderiyorum.
Teşekkürler
Sevgili anneannem, dedemin Murka’sı, anılarını ilk günkü tazeliği ile bana aktardığın, çok zaman, yaşadıklarını aslında unutmayı tercih ettiğin halde, geçmişte gösterdiğin cesaretle anlattığın,
Sevgili annem, Leman Ulus (Lemanuçka), endi anılarından verdiğin ipuçları,
Sevgili halam, Saniha Görgülü, tek başına bir roman bütünlüğü olan, anlattığın anıların arasından bir parçayı bu romanımda kullandığım,
Romanımın kayıp kahramanı Shura’nın izini, sayesinde bulduğum, sevgili Jak Deleon, gerçek bir araştırmacının heyecan ve coşkusu ile verdiğin destek,
Sevgili Zeynep Deleon, araştırmalarım sırasında benimle paylaştığın coşkulu anlar için, teşekkürler.
Sevgili Barones Valentine von Clodt Jurgenzburg,
(Valentine Taskina) anlattıkları ve verdiği fotoğraflar ile beni Shura’nın bebeklik yıllarına kadar geri götürüp, hayatıma yepyeni bir heyecan getirdi. Kendisini, maalesef, çok geç tanıdım. Ama, son bir kaç ay boyunca, çok yakın olan beraberliğimize doksan yılı sığdırmaya çalıştık. Büyük bir hasretle, dimağında biriktirdiği seneleri, unutamadığı sevdiklerini, sohbetlerimizde, tekrar tekrar, yaşattık. Shura’nın romanını büyük bir heyecanla bekliyordu. Kız kardeşinin hayatı ile ilgili, onun da merak ettiği, uzun, kayıp yıllar vardı. Maalesef, 1992 baharında, romanın baskıya hazırlandığı günlerde kendisini kaybettik. Ölümüne çok yakın bir zamanda tanışıp, her ikimiz için de bilmece olan parçaları bir araya getirmemiz, kaderin yine o anlaşılmaz mucizelerinden biri değil midir? Sizi çok özleyeceğim Barones.
Barones’in son kırk yedi senedir can dostu, hayat arkadaşı olan sevgili Todori (Theodor Negroponti), bizlerle paylaştığın nostalji dolu anları unutmayacağım.
Sevgili dostlar, Avukat Vassaf Arım, Mine Koyuncuoğlu, Lola Arel ve Leonid Senkopopowski, kendi mevzularınızı içeren detaylarda, değerli bilgilerinizi benden esirgemediğiniz için, teşekkürler.
Romanım baskıya girmeden evvel, kıymetli zamanından ayırıp okuyan ve gönül verdiğim edebiyat dünyasında çıkacağım yolculukta beni yüreklendiren büyük üstat Attilâ İlhan’a, şükran hislerimle.
Canım yavrularım, Pamira ve Cazım, çalışmalarım sırasında, yorgun ve gergin anlarıma büyük bir olgunluk ve anlayışla yaklaşımınız, bana ne kadar mükemmel iki çocuğum olduğunu bir kez daha gösterdi.
Canım kocam, Pamir, senin aşkın, bana duyduğun güvenin, inancın ve büyük desteğin olmasaydı, hayallerimin peşinde bu kadar inatla koşamazdım. Sana minnettarım.
“Kurt Seyt & Shura” yi, ilk basıldığı 1992 baharından bu yana, eksilmeyen bir ilgi, beğeni ve heyecanla paylaşmaya devam eden, kahramanlarımla beraber kurduğum dünyaya katılıp, roman ailemin, yaşattığım ruhlar dünyasının parçası olan, telefon, mektup, e-mail’leri ile beni el üstünde tutan, sadık, sevgili okurlarıma,
İlk romanımın kahramanları ile beraber okurumla buluştuğumdan bu güne, baskı-dağıtım koordinasyonunda büyük emekleri geçen Alp Doğan Yıldıran Bey’e gönülden teşekkürler. Ve… 2002 Eylülünde, 30. Baskı “Kurt Seyt ö”‘ Shura”yi okurumla buluştururken, öykümün, kahramanlarımın ve benim ruhlarımızı, bir ‘guru’ titizliği ile yakalayan, o ruhla, kapak desenini, mizampajını yeniden düzenleyerek, romanıma adeta yeniden can veren canım oğlum, Pamir Cazım’çığım, seninle san’atı ve mükemmelliği beraber yaşamak büyük bir mutluluk… Yüreğine sağlık, canım oğlum. Shura’ya Karlar üzerinde bir troykada giderken tanıdım seni, Uçarken kar taneleri sarı saçlarında Ve çanlar çalarken uzak kiliselerin birinde. Yortu zamanı olmalı, Papazlar yürümekte, ilâhilerle Ve ilk defa karşılaşıyorum sevgili Shura, senin hayalinle… Rüzgâr çalarken ıslıkla Ve karlar toz olurken atların ayaklarında Seni seyretmek istiyorum Dedemin anlattığınca… Dedem anlatmış yıllarca. Hiç unutmamış ki… İki kadehten sonra, mahzun kaybolup bir antik Rus şarkısında Özlem gidermiş, anılarla Hatıralar hızlı uçar, Binmişler troykaya. Dedem kovalarmış, elinde bir kadeh votka. Sonra, gözünde akmayan yaşlar, Bir tarifsiz özlem,
Rusya’ya ve sana… N.B.
Sevgili Dedeciğim,
Bu kitabımı sana adıyorum.
Seni şimdi daha iyi anlıyor ve özlüyorum.
Bir Petrograd Gecesi 1916
Gece uykusundan henüz uyanmamış şehir, lapa lapa yağan karların altında bembeyazdı. Alexander Nevski meydanından sola dönüp ağır ağır ilerleyen atlı arabanın koca tekerlekleri, bütün gece yığılmış karları zorlukla yarıyordu. Arabacı köşeyi dönüp üç katlı evin kaldırımına yanaştı. Gözlerini binanın pencerelerine doğru çevirmişti ki, bir ışık huzmesi içeriden dışarıya süzüldü.
Hafif bir rüzgârla savrulup pencere pervazlarında toplanmaya devam eden bir grup kar tanesi, cama yapışıp öylece dondu, kaldı. Arabacının bakışları ile sözleşmişçesine, aynı anda, odanın tülleri aralandı. Silueti görünen erkek, camın buğusunu sildikten sonra el sallayıp tekrar içeriye döndü. Yatağının başucundaki komodinin üzerinde biraz evvel yakmış olduğu gaz lâmbasının ışığında cep saatine baktı. Henüz dört olmak üzereydi. Daha epeyi vakti vardı. Yatakta derin derin uyumakta olan kadını uyandırmaktan çekinerek yorganı hafifçe araladı. Saat avucunda, kendisini yastığa bıraktı. Sonra kararlı bir ifade ile çarşaflan attı üzerinden, yataktan kalktı. Ellerini saçlarında gezdirip, ağır adımlarla tekrar pencereye doğru yürüdü. Perdeyi biraz daha yana çekip dışarıya baktı. Camların hemen önünden başlayan beyazlık, ay ışığı altında bahçeyi, parmaklıkları ve ardındaki geniş caddeyi kaplayarak devam ediyordu. Beyaz bir dünyaydı, bembeyaz. Kayıp giden bulutların arasından mehtap ışıldadıkça ortalık pırıl pırıl oluyordu. Her şey olduğundan daha haşmetliydi bu beyazlığın altında.
Kalın perdeler, camın diğer yanındaki dünyayı içeriye almıyordu. Odanın yarı karanlığında bir kadının varlığını anlatan parfüm ile bir kaç saat evvel biten geceyi hatırlatan votka ve çarşafların lavanta kokusu havayı sarmıştı. Genç adam, camın önünde olduğu yerde durup yatağa baktı. Süzülen mehtapla karın beyaz ışığı, yatakta uyumakta olan kadının beline kadar açılmış sırtına vuruyordu. Karanlıkta belli değildi ama, renginin kızıl kahve olduğunu çok iyi hatırladığı saçları dalga dalga yastığın üzerine kıvrılmıştı. Ensesinden başlayan çizgi, sırtının ortasında tatlı bir çukurluk yaparak çarşafın örttüğü kısma kadar iniyordu. Sağ omuzu yuvarlak ve dolgun bir mermer parçası gibi, oynaşan ışıkta parıldıyordu.
Pencerenin önünde, cama sırtını vermiş, çıplak vücudu ile duran genç adam, sanki havanın serinliğinden hiç etkilenmiyor gibiydi. Geçirdiği geceyi düşünerek gülümsedi. Şöminenin yanında duran yuvarlak orta masasına doğru ilerledi. Meyve tabağı, karaf ve kadehler bıraktıkları gibi duruyordu. Yarısı yenmiş, yarısı içilmiş… Ne kadar sabırsızdı şu Katya. Yoksa Lidya mıydı? Her neyse, isminin ne önemi vardı.
Kızıl saçlı dilber, gecesinin tadını çıkarması için elinden geleni yapmıştı.
Genç adam, akşamdan yarısı dolu bırakılmış kristal kadehlerin birini eline aldı, tek yudumda içti. Yutkunurken, alkolün boğazında bıraktığı yanma hissi ile başını salladı. Aynanın önünde duran opalin gaz lâmbasını yaktı. Pembe fanustan odaya yumuşak bir ışık yayıldı. Kanepede birbirine karışmış erkek ve kadın giysileri içinden kendisine ait olanları seçti. Konsolun çekmecesinden çamaşırlarını alıp banyoya doğru yürürken yataktaki kadının mahmur sesini duydu:
“Niye bu kadar erken kalktın sevgilim?”
Genç adam, elindekileri bırakmadan, yatağın kenarına doğru yürüdü. Yüzü şimdi ışıkta daha belirginleşen kadın, üşümesine rağmen, yuvarlak omuzlarını ve dolgun göğüslerini açıkta bırakacak şekilde, olduğu yerde kımıldandı. Bir kolunu kaldırıp saçlarını yastığın üzerine doğru toplarken, diğeri ile erkeğe doğru uzandı. Erkek ona iştahla bakmadan edemedi. Kolunu kaldırdığı zaman beliren tatlı çukurluk, pembe ışıklarla yıkanan iri göğüsleri kadar arzu kabartıyordu. Uzun kirpiklerin süslediği iri siyah gözlerinin mahmur bakışı, günün sırf bu saatine mahsus değildi. Erkekleri etkilemek için, onlara yatağı, çapkınlığı hatırlatacak her türlü bakışta ustalaşmıştı. Etli dudaklarını büzüp gözlerini kapayarak öpülmeyi beklediğini belirtirken, bir kolu hâlâ havada, erkeğe doğru uzanmış duruyordu. Genç adam, onun reddedilmekten korkmayan, pervasız, arsız âşık tavrına gülümseyerek, yatağın kenarına oturdu. Yatağın örtüleri arasından yayılan sıcak, aşk saatlerini hatırlatan koku, kadının iç gıcıklayan parfümü ile birleşmişti. Boynuna dolanan ateşli kollardan kurtulmak için bir çaba sarf etmedi. Kadın, yan araladığı gözlerinde şehvet pırıltıları ile onun gözlerinin içine ısrarla bakarken, tenlerinin temasını engelleyen örtüleri aradan çekti. Yorganın altından çıkardığı sıcacık, dolgun vücudunu, arzu ile erkeğin gövdesine dayadı. Onun başını kavrayarak, göğüslerini, dudaklarına doğru sundu. Bir yandan da diğer eliyle sırtını, kollarındaki adaleleri okşuyordu. Ufak tefek vücuduna rağmen, ustaca kullandığı elleri ve bacakları ile erkeği adeta esir almıştı. Genç adam, arzulu bir öpüşten sonra, kendini geriye çekti, ayağa kalkmaya davrandı.
“Artık hazırlanmam lâzım. Sen de istersen toparlan, evine bıraktırayım.”
Kadın, şımarık bir tavırla dudak büküp, omuzlarını kaldırdı.
“Biraz daha kalamaz mıyız?” “Benim yola çıkmam lâzım.” “Nereye gideceksin?” “Moskova’ya.”
“Ne zaman döneceksin? Beni arar mısın yine?” Sorularını ard arda sorarken, yataktan çıkmak üzere davrandı. Vücudunu iç gıdıklayıcı hareketlerle oynatırken, erkeğin etkilenip olumlu cevap vermesini ümit eder gibiydi. Ancak, cevabı, çapkın bir gülüşle yanağından alınan bir makas oldu. Genç adam, çoktan banyonun yolunu tutmuştu.
Yıkanırken düşünüyordu. Kadının adını hatırlayamıyordu. Fazla da mühim değildi. Bir gecelik maceralarından biriydi sadece. Çılgınlar gibi içilip eğlenilen bir partiden beraber çıkmışlardı. Kadının elbise ve mücevherlerinin şatafatına bakılırsa alelade biri değildi. Büyük bir ihtimalle davete bir başka erkekle gelmişti. Yine büyük bir ihtimalle, kendisine şatafatım sağlayan erkekle.
Tıraş olmaya başladığında, düşünceleri artık içeride bıraktığı kadından uzaklaşmış, çıkacağı seyahatle ilgili plânlar yapmaya başlamıştı. Bir saate kadar istasyonda diğerleri ile buluşması lâzımdı. Hareketlerini hızlandırdı. Havlusunu beline sarıp, yatak odasına geri döndüğünde, kadın çoktan giyinip hazırlanmıştı bile. Konsolun üzerinden aldığı şişeden avucuna döktüğü losyonu yanaklarına, boynuna sürerken sordu:
“Banyo yapmak istemez miydin?”
Kadın işve ile cevapladı:
“Yalnız başına banyo yapmak âdetim değildir.” Erkek, saçını tararken, gülümsemeden edemedi. Bu kadının kocası veya sevgilisi her kimse, çektiği vardı. Sanki odada yalnızmışçasına, rahat hareketlerle giyinmeye başladı. Kadın, yatağın kenarında oturmuş, hayranlıkla onu seyrediyordu. Alnına doğru perçemlerle düşen saçları ve bıyığı kestane rengiydi. Boyu çok fazla uzun olmamakla beraber, duruşunda, tavırlarında heybetlilik vardı. Adaleli, biçimli vücudunun iyi çalıştırıldığı belliydi. Çakmak çakmak bakan lacivert gözleri, kemersiz düz burnu, biraz mağrur, biraz müstehzi bir ifade taşıyan dudakları ve yüz hatlarını noktalarmış gibi çenesinde duran derin çukurluk, ilk göze çarpan hususlardı. Kadın, saçlarının lülelerini elleri ile düzenlerken içini çekerek, onunla tekrar buluşabilmek arzusunu kendi kendine düşünmeden edemedi. Bir şeyler sormak istiyordu ama üniformasını, çizmelerini giymiş olan genç adam, kendi düşünceleri ile ona karşı ilgisiz bir tavırla, odanın içinde bir dolaptan bir dolaba gidip geliyordu. Çekmecelerden aldığı bazı eşyaları, kitapları bir valize yerleştirdi. Kızıl saçlı kadın, şaşkınlıkla onu izliyordu. Akşam, yatağını paylaşıp, harika saatler geçirdiği adam, sanki aynı adam değildi. Onu, bütün numaralarına rağmen, tahmin ettiği kadar kendisine bağlayamamış olduğunu fark etti. Sıkıntılı bir tavırla, içini çekip arkasına yaslandı. Erkek, aynanın önündeki kutudan aldığı bir yüzüğü parmağına geçirip, saatini cebine yerleştirdi. Kadın, bir akşam evvel, hayran olup sormuştu. Safirli, elmas taşlı yüzüğün, genç adamın aile yüzüğü olduğunu, mineli, yakut taşlarla süslü altın saatin ise, Çar Nicholas tarafından armağan edildiğini öğrenmişti. Mücevherlere düşkündü ve her iki parçayı da imrenerek seyretmişti.
Az sonra, evden ayrılmak üzere hazırlardı.
Caddeden duyulan atlı araba sesleri üzerine camdan bakan erkek, paltosunu ve şapkasını alırken konuştu:
“Evet, artık çıkabiliriz. Aktem seni evine bırakır.”
Lâmbayı söndürüp sokak kapısına doğru yürüdü. Onu takip eden kadın, son bir defa öpülmeyi, kendisinden randevu alınmasını beklerken, erkeğin, sanki aralarında hiç bir şey olmamış gibi davranmasından şaşkın ve biraz buruktu. Kapının önünde, karlarla kaplı yolda, iki atlı araba duruyordu. Arabacılar, yerlerinden atlayıp, koşarak geldiler. Erkek, kadına dönerek, elini tuttu.
“Seni Aktem evine bırakacak. Kendine iyi bak güzelim.”
Hâlâ ismini hatırlayamıyordu bir türlü.
Kadın, şansını bir kez daha denemek istiyordu, sordu:
“Bir daha buluşabilecek miyiz?” “Neden olmasın?” Kadın, memnuniyetle öptürmek üzere, yanağını uzattığında, arabacılardan çekinmediği belliydi. Birden, ne zamandır sormaya cesaret edemediği şeyi sormaya karar verdi.
Gülümserken biraz utangaçtı. “İsmini tekrarlayabilir misin?”
Genç adamın gülüşü, sabahın karlı sessizliğinde, keyifle yankılandı. Demek, geceden hatırlanan fazla bir şey yoktu, her ikisi için de. Gecenin nasıl bittiği dışında tabi. Yeni tanışıyorlarmışçasına selamladı kadını. Ağır ağır konuştu:
“Eminof. Üsteğmen Seyit Eminof.”
Arabalar iki ayrı yöne doğru ayıldıklarında, genç adam gecesini renklendiren kızıl saçlı kadını çoktan unutmuştu.Moskova 1916
Krasnaya Ploshcad meydanının bir ucundan diğer ucuna hâkim olan Kremlin sarayı, pembe tuğlalı muhteşem duvarları, göğe yükselen kuleleri ile karların kapladığı meydanda, bir masal şatosu gibi azametli duruyordu. Lacivert gökyüzünden süzülen beyaz karların altında, pencerelerinden, büyük giriş kapılarından yayılan ışıklarla, sanki bir hayal âleminin parçasıydı.
Sarayın arka cephesinin komşu olduğu meydan, isminin hakkını veriyordu. Krasnaya Ploschad;
Güzel Meydan.
Meydandan, Mokhovaya Caddesi istikametinde yol alan troykanın çıngırak sesleri, atların karlarda çıkardığı tok seslere karışırken, Kremlin’in saat kulesinde ard arda vuran çan, akşamın sekizi olduğunu bildiriyordu.
Kürk şapkaları ve manşonlarının sıcaklığına gömülmüş olan genç kızlar, aralarında oturan babalarının birer koluna girmişler, kendilerini bu büyülü seslere ve ışıltılara bırakmışlardı. Alexandra, şapkasının altından alnına, yanaklarına düşen sarı perçemlerini ıslatan kar tanelerini, manşonundan çıkardığı eli ile silkeledikten sonra, gülümseyerek, kendisini seyreden babasına baktı. Ona aynı sıcak gülüşle cevap verdi. Julien Verjensky, küçük kızının elini okşarken, yüzünde yorgun bir mutluluk seziliyordu. Daha sonra, sol yanında oturan diğer kızı
Valentine’e döndü. Alexandra, etrafını çeviren güzellikleri bir an için bırakıp, belli etmeden babasını seyretmeye devam etti. Ne kadar yorgun ve tükenmiş görünüyordu sevgili babacığı. Kislovodsk’tan geliş sebepleri de buydu zaten. Aile doktorları muhakkak, bir de Moskova’daki hastanede kontrolden geçmesi gerektiğini önerdiği zaman, Julien Verjensky, iki kızını yanına alıp bu yolculuğa çıkmıştı. Ertesi gün ameliyat olmak üzere hastaneye yatacaktı. Genç kız, anlatılanları tam anlayamamakla beraber, babasının ciğerlerinde bir dert olduğunu biliyordu. Ameliyat ve hastalık sözlerinden çok korkuyordu. Babasını kaybedebilecek olma ihtimali aklına geldiği zaman, bütün keyfi kaçtı. Ağlamamak için kendisini zor tuttu. Baba Verjensky, kızlarına Moskova’nın ve Kremlin’in tarihi ile ilgili bilgileri anlatmaktaydı:
“Kremlin’in ilk duvarları 1367’de, Demetrius Donskoi’nin zamanında atılmış. Çan kulesindeki saat 1404’de Athos’tan gelen bir Sırp keşiş tarafından yerleştirilmiş…”
Sözünü keserek, kendisini hüzünlü bir ifade ile seyretmekte olan küçük kızına döndü:
“Ne var Shuruçka? Gözlerinde yaş mı görüyorum yoksa?”
Ailesi ve yakınları böyle çağırırdı onu. Shura, yakalanmaktan mahcup, hemen gülümsemeye çalıştı. Eli ile göz kapaklarının üzerinden bir şey siler gibi yaptı.
“Gözüme kar tanesi kaçtı galiba, ondan yaşlanmış olmalı.”
Sonra, tatlı tatlı güldü. Babasını rahatlatmak istiyordu.
Julien Verjensky ilgiyle sordu hemen:
“Üşüdün mü yoksa?”
“Yok, yok, hayır babacığım, çok iyiyim, inanın.” “Moskova’nın havası bizim Kislovodsk’a benzemez.”
“Ama yine de çok güzel.”
Shura, başını arkaya atıp, derin bir nefes aldı. Kar kokusunu ve akşamın serinliğini içine çekti. Babası, gülerek, onun elini okşadı.
Az sonra, Borinskyler’in malikânesinin kapısındaydılar. Ard arda büyük girişten bahçeye süzülen arabalar, sıra ile davetlileri eve çıkan geniş mermer basamakların önünde indirip gidiyorlardı. Birbirinden şık hanımlar, kürklerinde, manşonlarında uçuşan kar tanelerini silkeleyerek, bir elleri ile uzun kabarık elbiselerinin eteklerini tutarak, zarif kavalyelerinin kollarında merdivenlerden çıkıyorlardı.
Büyük bahçe kapısından girdikleri an, Shura içindeki heyecanı bastıramaz olmuştu. Bu, onun ilk defa danslı, büyüklerle beraber katılacağı bir akşam daveti olacaktı. Henüz on beş yaşındaydı. Ablası Valentine ondan bir yaş daha büyüktü ve o Kislovodsk’da, annesi ve babası ile daha evvel bunun benzeri davetlere gitmişti. Valentine’den dinlediklerine göre; böyle şık gecelerde, yakışıklı asil ve subay delikanlılar, genç kızları dansa kaldırmak için birbirleri ile yarışırlardı. Babasının yanında merdivenlerden çıkarken, kalbinin duracak gibi çarptığını hissetti. Sanki çok güzel, harika bir şeyler olacaktı. Bu neydi bilemiyordu, ama içinden bir ses bunu ona haber veriyordu.
Kibar reveranslarla kendilerini karşılayan hizmetkârlara paltolarını, şapkalarını teslim ettikten sonra, davetin verilmekte olduğu salona gitmek üzere, tekrar bir kaç basamak merdiven çıktılar. Müzik sesi salondan koridorlara, çıkışa kadar yayılıyordu. Girişte bekleyen teşrifatçı, görevini çok ciddiye aldığını gösterir bir ifade ile karşıladı. Sonra, salonun iç basamaklarına doğru bir adım öne çıkarak, elindeki bastonu yere vurarak isimlerini ilân etti:
“Mösyö Julien Verjensky, Matmazel Valentine, Julianova Verjenskaya, Matmazel Alexandra Julianova Verjenskaya”
Geri çekildiğinde, baba Verjensky, iki kızı iki yanında, kristal trabzanlı merdivenlerden salona inmeye başladı. İsimlerin ilânı ile bir an için sohbetlerini bırakıp kendilerini süzen diğer misafirler, yine kendi mevzularına döndüler. Ev sahibi Andrei Borinsky, kalabalığın arasından sıyrılarak, merdivenlerin başına geldi. Yeni gelen misafirlerine olan özel ilgisi, tavırlarındaki sıcaklıktan belliydi. Borinsky, Julien Verjensky ile aynı petrol şirketinde hisse sahibi idi. Çok sık görüşememelerine rağmen iyi bir arkadaşlıkları vardı. Arkadaşının elini dostça sıktıktan sonra, kızlara dönen Borinsky, şaşkınlık ve hayranlığını dile getirmeden edemedi:
“Aman Tanrım! Julien dostum, inanamıyorum, bunlar senin o ~^ küçük güzel kızların değil mi? Hâlâ çok güzeller. Hatta daha bile güzeller ama artık çocuk değiller. Nasıl da geçmiş zaman. Gelin, sizleri dostlarımla tanıştırayım.”
Genç kızlar, babalarının ardı sıra, ev sahiplerini takiben, diğer davetlilerin arasına karıştılar. Valentine, daha rahat ve kendinden emin tavırlarla yürürken, Shura, bütün gayretine rağmen, içindeki heyecanı bastıramıyordu. Etrafına çok dikkatle bakmaktan korkuyor, bakışlarla karşılaşıp, heyecanını belli s etmekten çekiniyordu. Ablasının kulağına doğru hafif bir sesle fısıldadı:
“Tinuçka, sakın yanımdan ayrılma, ne olur.” Valentine, gülkurusu tuvaletinin eteklerini zarif hareketlerle tutarak yürürken, kız kardeşine gülümsedi.
“Hiç merak etme. Ama, seni seyredenleri bir görsen böyle demezdin.”
Shura, ablasının sözleri üzerine, ürkeklikle, bakışlarını sol tarafına kaydırdı. Onun şaka yaptığını zannetmişti. Gözleri, onca insanın içinde, kendisini seyretmekte olan bir çift gözle karşılaştı. Aralarında bir elektrik akımı gidip gelmiş gibi oldu. Genç kız, yanaklarının daha da kızardığını ve kalp atışlarının hızlandığını hissetti. Başını hemen çevirip, gözlerini yere indirdi. Babası, o arada, kendisine tanıştırılan bir Baronla konuşmaktaydı. Valentine, Kislovodsk’taki davetlerden tanımış olduğu çirkince bir kızla sohbete dalmıştı. Shura, ablasının, kendisini tanıştırdığı arkadaşının isminibile doğru dürüst anlayamamıştı. Delikanlının bakışlarını, hâlâ, üzerinde hissediyor ama ondan yana bakmaya korkuyordu. Menekşe mavisi elbisesi ile aynı renk olan el çantasının ipek kordon sapını avuçları arasında sıkıca kavradı. Sarı, beline kadar uzanan saçları, ilk defa bu akşam, lülelerle başının üzerinde topuz yapılmıştı. Babası ve ablası, onu giyindikten sonra ilk gördüklerinde, ne kadar güzel olduğunu söylemeden duramamışlardı. O da kendisini her zamankinden daha olgun ve güzel bulmuştu. Ama, buraya gelinceye kadar. Şimdi ise, etrafta salına salına gezinen bu kadar güzel ve şık kadının arasında, çocukluğunu ve tecrübesizliğini hissediyordu. Daha, karşı cinsin uzaktan bakışlarından bile utanırken, nasıl bu kalabalığa karışıp, tanımadığı erkeklerle dansa kalkacaktı? Her halde, bunların hiç biri olamayacak ve bütün gece bir kenarda oturup diğerlerinin eğlenmesini seyredecekti. Hizmetkârın ikram ettiği şarap kadehlerinden birini, babasının göz işareti üzerine, aldı. Julien Verjensky, ev sahibi ve diğer bir iki erkekle, petrol şirketinin hisseleri ve grevler üzerine ciddi bir konuşmaya dalmışlardı. Valentine ise, kız arkadaşı ile Kislovodsk’da Kurzal’da beraber oldukları eğlenceli akşamlardan birini tekrar birbirlerine anlatıyorlardı. Shura, elindeki kadehten, önce ürkek, sonra büyük bir yudum aldı. Şarabın, kendisini daha cesaretli kılıp, utangaçlığını atacağını düşünüyordu. İçinde, kendisini bir bakışta etkileyen delikanlıyı tekrar görebilme arzusu ile başını hafifçe onu ilk gördüğü tarafa çevirdi. Sonra, hem yaptığından utandı, hem de aradığını orada bulamamaktan hayal kırıklığına uğradı. Bir yudum daha şarap içti. Biraz olsun, gevşediğini hissediyordu. Tchaikovsky’nin bir noktrününü çalan orkestranın durduğu tarafa doğru döndü. Birden, az evvel hissettiği elektriklenme ile yine gözlerini yakalayan bakışları karşısında buldu. Shura, şarabı fazla hızlı içtiğini düşündü. Zira müziğin sesi sanki uzaklardan bir yerlerden geliyor gibiydi. Üstelik yanı başında konuşulanları da net duyamıyordu. Ayaklan yerden kesilmişti sanki. Kalbinin çarpışlarını herkes anlayacakmış gibi geliyordu ona. Bu defa bakışlarını kaçırmadı. Delikanlı, kendisi gibi üniformalı bir kaç arkadaşının arasında, elinde kadeh dururken, arada sohbete katılıyor ama gözlerini menekşe elbiseli güzel kızdan hiç ayırmıyordu. Bir ara, bakışları karşılaştığında, gülümseyerek başıyla hafifçe selam verdi. Shura, mahcup bir gülümseme ile önüne döndü. Valentine’le arkadaşını dinler gibi göründü ama kalbi bir kuş gibi çarpıyordu. Kadehindeki son yudumlarımda bitirdiğinde, Valentine’in ikazı duyuldu “Shuruçka, bu hızda içersen, değil dansa kalkmak, ayakta bile duramazsın. Daha gecenin başındayız.”
Shura, ablasına gülümserken, yanaklarının alev alev yandığını, gözlerinin parladığını hissediyordu.
Polkanın çalması ile beraber, çiftler yavaş yavaş dans pistini doldurmaya başladılar. Aynen, Valentine’in anlattığı gibi, delikanlılar, birer birer, genç kızları dansa davet ediyorlardı. Shura, sıranın elbet kendisine geleceği korkusuyla, salondan çıkmak, yok olmak istiyordu. Ama buna imkân yoktu. Birden, mavi gözleri çakmak çakmak bakan genç adamı, ev sahipleri ile sohbet ederken gördü. Yanlarında bir delikanlı daha vardı.
Andrei Borinsky, yanındakilerle birlikte, onlara doğru yaklaştı. Yüzünde çok keyifli bir gülümseme ile genç kızlara dönüp konuştu: “Sevgili Valentine ve Alexandra, sizlere bu iki delikanlıyı tanıştırmak istiyorum. Oğlum Petro Borinsky ve yakın arkadaşı Seyt Eminof. Çarın muhafız alayında, çiçeği burnunda üsteğmenler.” Delikanlılar, kibar bir reveransla, tanışma törenini tamamladılar. Shura, ablasını taklitle, gülümseyerek başını hafifçe eğdi. Petro, Valentine’i dansa davet ettiği an, Shura kendisini çaresizlik içinde hissetti.
“Bana bu dansı lütfeder misiniz?”
Hayal meyal duyduklarına, cevap verecek gücü bulamadı kendisinde. Heyecanı bunu engelliyordu. Bu eve girerken, içinde duyduğu his gerçekleşiyordu işte. Hayatında hiç bir erkekten bu kadar etkileneceğini tahmin etmezdi. Karşısındaki yabancı erkeğin, sanki gözlerini delerek geçen, kendisini çıplakmış gibi hissettiren bakışlarının tesirindeydi. Göğsündeki madalyaları, merasim kılıcı, diz boyu gıcır gıcır çizmeleri ile öylesine haşmetli duruyordu ki, tanışmak için uzattığı elini tutup, Shura’yı dans pistine doğru yönelttiği zaman, genç kız itiraz edemedi. Halbuki daha, genç adamın sorusuna cevap bile vermemişti. Hiç bir şey söyleyemeden, kendini hiç tanımadığı bu erkeğin, kibarca fakat sımsıkı saran kollarına bıraktı. Shura, kalbinin sesi kulaklarında, yanakları pespembe, mavi gözleri heyecandan ışıltılar saçarak, onunla pistte dönerken güzel bir rüya gördüğünü düşünmeye başladı. Ancak, onun hep kendisini tetkik ettiğinin farkında, devamlı gözlerini kaçırıyordu. Bakışlarından heyecan duyduğu kadar, korkmuştu da. Zira, ona nasıl karşılık vereceğini ve bir şey sorarsa nasıl konuşacağını kestiremiyordu.
Bu tatlı işkencenin ne kadar devam ettiğini bilmiyordu. Sanki artık, her düşüncesini, her hareketini yönlendiren bu yabancıydı.
Diğer çiftler defalarla eş değiştirdikleri halde, onlar hâlâ beraberlerdi. Genç kız, pistten ayrıldığı takdirde, belki de bir daha hiç göremeyeceği delikanlıyı kaybetmek istemiyordu. Bir eli, diz çökmüş erkeğin avucunda, diğeri ile eteğini tutarak onun etrafında dönerken, gözleri ister istemez buluşuyordu. Erkeğin derin mavi gözlerindeki müstehzi, şakacı, vakur, ihtiraslı, âşık, munis bakışların birleştiği ışıltılar, genç kızı sarhoş etmişti. Küçük, narin eli, onun avucunun kuvvetli, sıcak, emniyet veren teması içinde, sanki elektriklenmiş gibi, bileğine, oradan bütün vücuduna titreşimler gönderiyordu.
Polka bütün keyfi ile devam ederken, genç adam, yavaş yavaş, dans halkasının arasından onu çekerek dışarıya çıkardı. Shura, o güne dek duymadığı bir heyecan ve macera hissi ile dolu, konuşmadan, sormadan sadece onun yönlendirmesine itaat ederek, eli erkeğin sımsıkı kapalı avucunun içinde, ardından yürüdü. Daha ismini ilk defa duyduğu yabancı, onu salondan çıkarıp vestiyerden aldığı mantosunu sırtına verdi. Birbirine zincirleme bağlanan bir sürü odadan geçip evin arka cephesindeki verandalardan birine çıktılar. Shura, babasının ve ablasının kendisini görüp görmediğini, veya merak edip etmeyeceklerini düşündü, bir an. Bütün bu olanlara ve cesaretine inanamıyordu. Kim bilir, görenler arkasından neler düşünmüşlerdi. Gözleri, korku ve telaşla, veranda kapısından içeriye kaydı. Kendilerini takip eden hiç kimse olmadığı belliydi. Odanın rüzgârla salınan tül perdelerinden süzülen hafif bir ışıktan başka, kendilerine seyirci hiç kimse yoktu. Nefesini tutarak bekledi. Karşısındaki genç adamın kendisini yanlış anlamasından, partilere ve flörte alışkın bir kız olduğunu sanmasından korkuyordu. Ama, aksini izah etmek için yapabileceği bir şey de yoktu. Aralarında en ufak bir konuşma geçmemişti henüz. Heyecan ve utanç hissi ile titredi. Başını kaldırıp karşısındakine bakmaya cesaret edemiyordu. Birden, onun kendisine uzanan ellerini fark etti. Nefesini tutup bekledi.
“Üşüdün mü?”
Genç adamın sesi kısık, yumuşacık ve sıcaktı. Adeta, duyulsun istemiyordu. Genç kızın sırtındaki paltosunu biraz daha sarıp yakalarını boynunda birleştirdi. Shura, boynuna ve çenesine değen ellerin teması ile kalp atışlarının hızlandığını hissetti. Ellerini ne yapacağını bilemiyordu. Boynuna doğru götürüp, paltonun yakasını tuttu. O an, parmakları birbirine değdi. Havanın ayazına rağmen, genç kıza sanki ateşi varmış gibi geldi. Yanakları yanıyordu. Bir türlü, yüzünü kaldırıp onunla gözgöze gelmeye cesaret edemiyordu. Seyit, karşısında, bütün güzelliği ve mahcubiyeti ile gözlerini indirmiş duran genç kıza baktı. İçini bir sıcaklık kapladı. Bu kız, bugüne kadar karşılaşıp beraber olduklarından çok farklıydı. Kendisinden oldukça küçük olmalıydı. Onun kalbinin hızlı atışlarını, paltonun ardından bile hissedebiliyordu. Şakaklarına, alnına uçuşan sapsarı lüleleri, uzun kumral kirpiklerin gölgelediği iri, çekik, mavi gözleri, muntazam, ucu kalkık burnu bütün uysallığını, mahcup güzelliğini resimliyordu. İçinden, bir an için, onu alıp geriye salona dönmek geçti. Bu küçücük kızla yaşayabileceği bir macera olamazdı. Tecrübesizliği, saflığı her halinden belli bu güzelliğe bir zarar vermek, onu kırmak korkusuyla, düşüncesini gerçekleştirmek üzere bir adım attı. Niyeti, onu bahçeye çıkardığı gibi geriye götürmekti. O an bakışları birleşti. Seyit, bugüne kadar yaşadığı bunca macera, beraber olduğu bunca kadından sonra, kendisinden yaşça oldukça küçük, kendi halinde bir kızdan böylesine etkilenmeyi beklemiyordu. Gecenin başından beri, ilk kez, yakından birbirlerine bakıyorlardı. Aralarındaki müthiş elektriklenmeyi Seyit de hissetti. Shura’nın pırıl pırıl yanan gözleri, heyecandan al al olmuş yanakları, inip kalkan göğsü, konuşmak ister de utanır gibi duran dudakları, Seyit’e hiç tanımadığı güzellikleri ve yumuşacık bir sevgiyi sunar gibiydi. Bütün yalnız anlarında özlediği gibi bir sıcaklığın benliğini sardığını hissetti. İnanamıyordu. Hiç tanımadığı, küçücük bir kız kendisine bu hissi veriyordu. Bir kaç saniye evvel düşündüğünden vazgeçti. Onu geriye, kalabalığın arasına götürmek değil, burada, herkesten, bütün diğer insanlardan uzakta, baş başa kalıp tanımak istiyordu. Karşısında duran, sanki, onun kaderiydi. Büyük kalabalığın içinden, onunla buluşmak üzere, çıkıp gelmiş olan kaderiydi.
Seyit, birdenbire son derece yakın hissettiği genç kızın omuzlarına dokunarak yaklaştı. Onu ürkütmekten, kırıp kaçırmaktan korkuyordu. Shura, gözleri genç adamın gözlerinde, büyülü bir gece yaşadığına inanmaya başlamıştı. Karlar altında, evden dışarı taşan müzik ve mehtap ışığı ile masal bahçesinde gibiydi. Bir cesaret, kendisini esir alır gibi dans salonundan sürükleyip buraya getiren erkeğin yüzünü daha yakından tanımak istercesine, başını kaldırdı. Yaklaşan nefeslerinin soğuk havadaki buğuları birleşti. Genç kız, artık, kendini geriye çekemeyecek kadar geç olduğunun farkında, dudaklarını erkeğin öpüşlerine teslim etti. Süslü gaz lâmbalarının önünden uçuşan kar taneleri, balalayka ve piyanonun geceye karışan hüzünlü sesleri, sanki her şey, ama her şey harika bir rüyanın parçasıydı. Shura’nın, ayaklarının yerden kesilip kendini uçmak üzere gibi hissettiği bir andı ki, dudaklarını alev alev tutuşturan öpüş durdu. Genç kız, başı arkaya kaymış, heyecandan yarı baygın, yarı sarhoş, nefesi kesilmiş vaziyetteyken, yarım yamalak bir şeyler duydu. Erkek, yüzünü, avuçları ile sararak, ondan burada kalmalarının bir mahzuru olup olmadığını soruyordu. Shura, rüyada konuşur gibiydi. Kendi sesini bile duymuyordu. Belki de hiç konuşmamıştı zaten, bilemiyordu. Sadece, başını iki yana sallayarak, erkeğin endişesine cevap verdi. Şu an içeride olması gerektiğini, abla ve babasının onu arayacaklarını biliyordu. Ama vücudunu saran kollar, yüzünde, boynunda gezinen dudaklar, kendisini esir almış gibi mütehakkim fakat sevgiyle bakan gözler, onu verandanın karlar, mehtap ve müzikle kaplı güzelliğinde hapsetmişti. Ve o, gönüllü bir esirdi. Buradan kurtulmak, kalabalığa karışmak istemiyordu. Hiç bir yere gitmek istemiyordu artık. Yıllarla böyle kalabilirdi. Gözlerini kapayıp bekledi. Etrafını saran muhteşem büyünün bitmesinden korkuyordu. Ama, bu ıssız köşede, yabancı bir erkekle yakalanmak korkusunu da duymuyor değildi. Kısık bir sesle mırıldandı:
“Artık içeriye dönmem lâzım… Merak ederler…” Seyit, onun çenesinden kavrayarak dudaklarına uzun bir öpüş kondurdu ve geri çekildi. “Tekrar görüşebilecek miyiz?”
Shura, onun davetten ayrıldığını sanarak irkildi.
“Gidiyor musunuz?”
“Hayır, hayır, bu gece buradayım. Ben, daha sonra, demek istiyorum. Nerede kalıyorsunuz? Buluşabilir miyiz?”
Genç kız, kulaklarına inanamıyordu.
Karşısındaki yabancı erkek onunla buluşmak istiyordu. Ama bunu nasıl “… Babam… babam yarın hastaneye yatıyor. Bilemiyorum. Otelden yalnız ayrılabileceğimi sanmıyorum.”
“Ya hafta sonunda? Borinskyler’in davetine gelmiyor musunuz?”
Shura’nın ümitsizliği, yerini sevince bırakmıştı.
“Operadaki davete mi? Evet, evet, Andrei amca babama öyle bir şeyler söylüyordu. Sanırım, Valentine ile beraber katılmamız hususunda konuşuyorlardı. Bilemiyorum… Babamın durumuna bağlı. Belki de gelebiliriz.”
Seyit, gülümseyerek, onun yanağını okşadı.
“Çok iyi, o zaman görüşebileceğiz demektir. Şimdi sizi dans salonuna geri götüreyim.” Shura, bir rüyadan uyanır gibi, kendini toparlamaya çalışarak, verandanın kapısına doğru yürüdü. Gözlerine her bakanın, olanları anlayacağından korkuyordu. Mümkün olduğu kadar soğukkanlı ve rahat olmaya gayret etmeliydi. Loş, sakin odanın kapısından koridora çıkmak üzereyken, erkeğin, omuzlarına dokunmasıyla durup ona doğru döndü. Seyit, onu tekrar kollarının arasına almamak için kendisini zor tutuyordu. Kapıyı açıp genç kıza yol verdi.
Az sonra, içki ve müzikle çakır keyif kalabalığın arasına karışmışlardı. Shura, yokluğunu fark edip arayan kimse olmamasından büyük bir rahatlama duydu. Ama bu defa da içinde sebebini anlayamadığı bir huzursuzluk başlamıştı. Yıldırım aşkı ile tutulduğu genç adamı kaybedecek olması fikrinin verdiği huzursuzluğu yenemiyordu bir türlü. Gece boyunca, başka delikanlılardan da dans davetleri alan Shura, polkada eş değiştirirken Seyit’le bir kaç kez tekrar bir araya geldi. Onun her yaklaşışında, kalbi yerinden çıkacak gibi atıyor, uzaklaştığı an heyecanı yerini burukluğa ve biraz da kıskançlığa bırakıyordu.
Her rüya gibi, bunun da sonu gelmişti. Gece yansı henüz olmuştu ki, Julien Verjensky artık davetten ayrılmaları gerektiğini söyledi. Kızlar, akılları orada kalmasına rağmen, hiç nazlanmadılar. Babalarının ne kadar yorulmuş olabileceğini ve ertesi gün önlerinde uzun ve endişeli saatlerin onları beklediğini biliyorlardı. Borinsky ile vedalaşırlarken, Shura, gözlerini kalabalığın arasında dolaştırıp, onu son bir kez görüp göremeyeceği merakı ile bakındı. Delikanlı görünürlerde yoktu. “Kim bilir hangi kızla çoktan yeni bir flörte başlamıştır bile.” diye düşündü genç kız. Bu kadar ümitlenip, olayı önemsediği ve çocukça heyecanlara kapıldığı için kendine kızıyordu. Kendini aptal yerine koymuştu. Artık, babası ısrar etse de orada kalmak istemezdi zaten. Bir an evvel, oteldeki odalarına dönmek ve ağlamak istiyordu. Gözleri, hafiften, yaşlarla buğulanmaya başlamıştı bile. Çantasının kordonunu bileğine geçirmeye çalışırken manşonunu yere düşürdü. Eteklerini toplayıp eğilene kadar genç adamın sesini duydu. İşte yine oydu. Ellerinin teması, kürk manşonun sıcaklığından bile daha sıcaktı. Genç adam, yine, gözlerini derinliklere bakar gibi, onun gözlerine dikip, tatlı bir gülümseyişle mırıldandı:
“Cumartesi gecesini heyecanla bekleyeceğim.” Shura, teşekkür etmekle vedalaşmak arası bir şeyler mırıldandı ve kalbi kuşlar gibi çarparak, koşar adımlarla, babasıyla ablasını takiben merdivenlerden indi. Şimdi de sevinçten ağlamak istiyordu. Demek aldanmamıştı. Demek ki, erkeğingösterdiği yakınlık geçici değildi. Onu tekrar görecekti.
“Tanrım! sen bana yardımcı ol, onu tekrar göreyim, ne olur!” duaları arasında birden babasının ertesi gün olacağı ameliyatı hatırladı. Otele dönerken, yol boyu, hem babasının sıhhati, hem de yıldırım aşkı ile tutulduğu gençle buluşabilmek için Tanrı’ya ve Meryem Ana’ya dualar etti.
Büyük Kaluzhskaya Caddesindeki Golitsyn Hastanesinin bekleme odasında, iki genç kız, sessizlik içinde, ameliyat odasından gelecek haberi bekliyorlardı. Birbirlerinden kuvvet almak için, el ele tutuşup oturmuşlardı. Babalarını, en son, ameliyata alınmadan az evvel görmüşler, öpüşüp ayrılmışlardı. Aradan dört saatten fazla zaman geçmesine rağmen hâlâ bir ses yoktu. Endişeleri yerini yavaş yavaş korkuya bırakmıştı. Sessizce dua ederken, konuşmaya çekmiyorlardı. Bekleme odası, bir hastane odasından çok, şık bir evin salonu görünümündeydi. Hastane duygusunu hatırlatan tek şey, koridorlardan içeriye sızan dezenfektan kokuşuydu. Kapının açılmasıyla, kızlar oturdukları kanepeden fırladılar. Gelen, Andrei Borinsky idi. Ondan bir haber alabilecek olmanın ümidi ile kapıya doğru koştular.
“Andrei amca! Ameliyat bitti mi?” “Babam nasıl?
Ne olur söyleyin.”
Andrei Borinsky, gözlerinde yaş, heyecanla, babalarından bir haber bekleyen kızların omuzlarına kollarını sararak onları yatıştırmaya çalıştı:
“Sakin olun, sakin olun. Eminim her şey yolunda gidiyordur.”
Valentine, ikna olmadığını gösteren bir sesle, ağlamaklı mırıldandı:
“Ama çok uzun sürdü Andrei amca. Babama bir şey olmadığından emin misiniz?”
“Eminim yavrum, eminim. Doktorun verdiği habere göre; her şey yolunda gidiyormuş. Unutmayın ki, kolay bir ameliyat geçirmiyor babanız. Biraz zaman alacak. Ama, inanın bana, her şey yolunda gidiyor. Ben de, burada, sizinle beraber bekleyeceğim, hiç merak etmeyin. Sevgili Julien ameliyattan çıkar çıkmaz haber verecekler. Haydi sakinlesin şimdi. Gelin, oturun. Biraz Kislovodsk’u anlatın bakalım bana. Hayat nasıl oralarda? Moskova’daki kadar canlı mı? Valentine, Borinsky’nin sorularına cevap verirken, Shura, pencereden, Hastanenin bahçesini seyretmeye başladı. Genç kız, nefesinin buğulandırdığı camı silerek alnını pencereye dayadı. Sağ elinin işaret parmağı ile camın dışında beliren kar tanelerini takip etti. Her şey ne kadar sakin ve sessizdi dışarıda. Gözleri yaşlandı. Babasının öleceği ihtimâlini düşünmek bile istemiyordu. Boynuna asılı altın zincirin ucundaki haçı, avucunun arasına alıp sıktı. Başını gökyüzüne kaldırdı. Gri kar bulutlan ile kaplıydı. İçindeki sıkıntının arttığını hissetti. Şu an, hayatta istediği tek şey, babasının kurtulmasıydı. Bir gece evvel ettiği dualardan utanç duyuyordu. Tanrı, eğer, dualarını kabul edecekse, bu dualar sadece babası için olmalıydı. Halbuki o, ilk) defa tanıdığı bir erkeği tekrar görebilmek için, bütün gece yakarıp durmuştu. Eğer babasına bir şey olursa, kendisini asla affetmeyecekti.
Nihayet, bir saat sonra, baş hekim odaya girdiğinde hepsi nefeslerini tutarak haberi beklediler.
“Gözünüz aydın, her şey yolunda gitti. Doktorunuz kendisi de şimdi gelip, sizi aydınlatacak. ”
Kızlar sevinçle birbirlerine sarıldılar. Hemen babalarını görmek istiyorlardı.
“Henüz değil. Şu an, henüz derin bir uykuda. Ama, emin olun, çok iyi. Bence en iyisi sizler de gidip dinlenin biraz. Sabaha gelirseniz kısa bir görüşme yapabilirsiniz.
Doktor kararlı görünüyordu. Israr etmelerinde fayda yoktu. Borinsky, kızları oradan uzaklaştırmakta doktora yardımcı olmaya karar verdi.
“Haydi bakalım, şimdi bize gidiyoruz… Hiç itiraz istemem. En sevgili arkadaşımın kızlarını, otel odasında, yapayalnız bırakacağımı sanmıyordunuz her halde.”
“Ama, Andrei amca, her şeyimiz otelde.”
“Hiç problem değil. Önce otele uğrarız. Eşyalarınızı alırsınız. Sonra doğru bize gidiyoruz. Nasılsa, sabah geleceğiz. Babanıza da söyleriz, bizde olduğunuzu. Bunu nasıl daha önce akıl etmedik zaten bilmem.”
O gece, Borinskyler’in malikânesinde, kendilerine ayrılan odalarda sabahı dar ettiler. Babalarını görecekleri anı sabırsızlıkla bekliyorlardı. Ancak, görüşmeleri hiç de hayal ettikleri gibi olmadı. Odaya girmelerine izin verilmedi. Zira, hasta henüz kritik dönemdeydi. Kapının camı ardından babalarına bakış atıp el sallayabileceklerdi. Shura, babasının yorgun, bitkin yüzünü tanımakta güçlük çekti. Senelerdir yüzünü saran sakalı, bıyığı tıraş edilmişti. Gözleri iyice küçülmüş, avurtları çökmüş gibiydi. Boynundan, sargılar arasından hortumlar çıkıyordu. Kızlar, şaşkınlık ve korku içinde, babalarına baka kaldılar. Yanı başındaki doktorun, bir şeyler söylemesi ile Julien Verjensky başını onlara doğru döndürmeye gayret etti. Doktor, yastığını ve boynundaki hortumları tutarak ona yardımcı oldu. Bedbin, bembeyaz yüzü, kızlarını görünce biraz aydınlanır gibi oldu. Bütün gayreti ile onlara sıcak bir tebessüm gönderdi. Kızlar, göz yaşlarını zapt ederek, el sallayıp gülümseyişle karşılık verdiler. Bu kadarcık hareket bile adamcağızı yormaya kâfi gelmişti. İnleyerek gözlerini kapadı. Doktoru, yeniden eski durumunu almasını sağlarken, dışarıya bir işaret gönderdi. Borinsky ve diğer doktor, kızları yavaşça oradan uzaklaştırdılar. Shura ağlıyordu. Valentine isyankâr bir sesle sordu: “Ne oldu babama? Hani iyileşecekti?”
Doktorun sesi gayet sakin ve emniyet telkin ediciydi:
“Babanız gayet iyi küçük bayan. Yalnız, geçirdiği ameliyat hiç de kolay değildi.”
Borinsky araya girdi:
“Onlara her şeyi anlatsanız doktor. Kafalarındaki sorulardan kurtulsalar.”
Doktorun söylediklerinin bir kısmını anlamaları imkânsızdı. Bir sürü tıbbi terim ve izahlar arasında, Shura’nın tek anlayabildiği, babasının bundan sonra gırtlağında bir boru ile nefes alıp yaşayacağı oldu. Belki, Valentine, kendisinden daha fazla bir şeyler anlamıştı ama sormaya cesaret edemedi. Konuşmadan eve döndüler. Borinsky, onların bedbinliğini ve üzüntüsünü dağıtmak için çabalıyordu. Kocaman bir kahkaha atarak, ellerini çırpıp konuştu: “Haydi, toparlanın bakalım, ne oluyorsunuz? Babanız kurtuldu artık. Bir kaç gün sonra ayağa kalkıp sonra da aramıza katılacak. Şimdi burada böyle somurtup oturduğunuzu görse, eminim, çok üzülürdü. Kendinize gelin bakalım. Hem, cumartesi akşamı, yanımda iki asık suratlı genç kız istemiyorum, tamam mı?”
Cumartesi gecesinin hatırlatılması, Shura’nın kalbini hoplattı. Nasıl unutmuştu. Aslında, o gece Bolşoy’daki davete gidebileceklerinden emin değildi. Babalan Hastanede iken nasıl eğlenebilirlerdi? Valentine de aynı düşünce ile ağzını açmak üzereydi ki, Borinsky itiraz kabul etmeyeceğini gösterir bir şekilde elini kaldırdı. Başını iki yana salladı.
“Çık, çık, çık… Duymak bile istemiyorum. Burada oturup yapabileceğiniz bir şey yok. Üstelik, babanız sizin o gece davette olmanızı istiyor. Hem bu hüzünlü havanızdan kurtulmazsanız, ona nasıl moral vereceksiniz? Merak etmeyin, sizi her gün Hastaneye götüreceğim. Babanızı her gün göreceksiniz. Doktoru müsaade ettiği kadar onunla beraber olursunuz. Ama o arada kendi hayatınızı da yaşayacaksınız. Anlaştık mı?”
Andrei Borinsky’nin canlı, keyifli ve ümit verici sesi, kızları kasvetli havalarından kurtarmıştı. Ona hak verdiler. Teşekkür ederek odalarına çıktıklarında kendilerini çok daha iyi hissediyorlardı.Ertesi günkü görüşmelerinde babalarını daha iyi buldular.
Julien Verjensky’nin yüzü biraz daha renklenmiş, bakışları canlanmıştı. Ama, henüz, yanına girilmiyordu ve konuşması imkânsızdı. Doktor, zamana ihtiyacı olduğunu söylemişti. Kızlar, bir gün evvelden daha büyük moralle Hastaneden ayrıldıklarında, Andrei amcanın ne kadar haklı olduğunu düşündüler. Babalarının, en çok, onların güler yüzüne ve desteğine ihtiyacı olacaktı. Kislovodsk’a geri dönünceye kadar, ona, annelerinin eksikliğini de hissettirmemeleri lâzımdı.
Cumartesi günü, sabah erkenden yapılan Hastane ziyaretinden eve dönülür dönülmez, akşam için hummalı bir hazırlık başladı. O gün doktor, kızların, babalarının yanına kısa bir müddet için girip, bir iki kelime konuşmalarına müsaade etmişti. Babalarının iyileşmekte ve bir haftaya kadar Hastaneden taburcu olacağı haberi ile mes’ut, geri dönmüşlerdi. Şimdi, akşamki eğlenceye huzur içinde gidebilirlerdi. Shura, öğleden itibaren, midesinde kramplar hissetmeye başladı. Ama bunlar hastalık belirtisi kramplar değildi. Aynı zamanda, başında bir hafiflik, yüreğinde bir çarpıntı, bacaklarında bir kesiklikle beraber kendini gösteren aşk ağrılarıydı. Hiç kimseyle bir şey konuşmak istemiyor, düşüncelerini hep o esrarengiz yabancı üzerinde yoğunlaştırmak istiyordu. Böylelikle, sanki onunla buluşmuş gibi hissediyordu. Arada bir, akşam yine o kadar kalabalık içinde onunla karşılaşmalarının bir mucize olacağını, genç adamın belki de bir başka kadınla beraberlik ihtimâli aklına geliyordu. O zaman da yüreğindeki sevinç çırpıntısı, yerini kırgınlığa, hayal kırıklığına bırakıyordu. Kafası, akşamla ilgili çelişkilerle dolu, dolabındaki elbiseleri tekrar tekrar gözden geçirdi. Ne giyeceğine bir türlü karar veremiyordu. Galiba, sonunda, Valentine’e danışması gerekecekti. Kendisine en yakıştırdığı elbisesi menekşe mavisi olanıydı ama onu daha geçen gece giymişti. Yakası, omuzlan ve etekleri beyaz çiçeklerle işli sarı elbisesini askıdan aldı. Üzerine giyip aynanın karşısına geçti. Beline kadar inen saçlarını iki eli ile toplayarak başının üzerinde tuttu. Çevresinde dönerek aynadaki aksini seyretti. Gördüğünden memnun olmayan bir tavırla, dudaklarını büktü ve elbiseyi çıkarıp yatağın üzerine attı. Kumaşın rengi, gözlerinin mavisi ve saçlarının buğday rengi ile rekabete girmişti. Bir an, pembe organza olanını giymeyi düşündü. Valentine, nasılsa bu akşam pembe renk bir şey giymezdi. Ama, daha üzerine tutar tutmaz, kumaşın ışıkta parıldayan pembe renklerinin kendisine mavi kadar yakışmadığına karar verdi. Bu akşam, her zamankinden farklı ve daha güzel olmak zorundaydı. Sonunda, türkuaz rengi ipek tafta tuvaletinde karar kıldı. Daha evden çıkmalarına dört saat vardı.
Zaman geçmek bilmiyordu adeta.
Saat sekizde, aşağı kattaki büyük salonda buluşup yola çıkılacaktı.
Valentine, hazırlanmış olarak, yedi buçukta) Shura’nın odasına geldiğinde, kız kardeşini çoktan giyinmiş; mendili avucunda, odayı arşınlarken buldu.
“Shuruçka, ne kadar güzel olmuşsun, bir masal prensesi gibisin.”
Shura, pembe ipek şeritlerle süslenmiş beyaz elbisesi içindeki ablasına hayranlıkla bakarken, aynı şeyleri onun için düşünüyordu. “Ya sen Tinuçka, sen kendine baksana. Tanrı’m! Harika olmuşsun.”
Kızlar, heyecan içinde sarılıp, öpüştüler. Son dakikaları, birbirlerinin topuzlarını, eteklerindeki kıvrımları düzeltmekle geçirdiler. Heyecanları son haddindeydi. Evin holündeki saatin gongu sekizi vurduğunda, aşağıya inmelerinin zamanı gelmişti. Aynadaki görüntülerine son bir dikkatli bakış attıktan sonra odadan çıktılar.
Valentine önde, Shura hemen ardında, merdivenden bir kaç basamak inmişlerdi ki, geniş holün başında bekleyenleri gördüler. Shura, nefesinin kesildiğini hissetti. Göğsü, elbisesinden adeta fırlayacak gibi atmaya başladı. Bütün yüzünün al al olduğunu fark edebiliyordu. Bir an, olduğu basamakta kaldı. Sağ elinin üzerinde olduğu kristal trabzanı iyice kavradı. Ateş ve ter basmış avuçları, buz gibi camın üzerinde yanıyordu sanki. Sol elini göğsüne doğru götürdü. Kalbinin atışını önlemek ister gibiydi. Holde, Andrei Borinsky, iki üniformalı delikanlı ile beraber durmuş, onların inmesini bekliyordu. Delikanlılar, Petro Borinsky ve Shura’nın buluşmayı dört gözle beklediği gençten başkası değildi. Genç kız, basamakları ne kadar ağır inerse o kadar kendisini toparlamaya fırsatı olacağını düşündü, ama bakışları üzerinde hissettiğinden Valentine’i aynı süratte takip etmeye mecbur oldu. Baba Borinsky, hayranlık dolu bir ifade ile seslendi:
“Tanrım! Ne şanslıyız bu akşam, değil mi?”
Bu arada, delikanlılara hafifçe göz kırparak, sözü onlar için söylemiş olduğunu gösterir bir işaret verdi.
“Bu akşam Bolşoy’daki en güzel ve zarif genç kızlar bizim yanımızda olacak. Ne mutlu bana.” Baba Borinsky, ilerleyerek, merdivenin son basamağındaki kızların ellerinden birer birer tutup ortaya getirdi. Delikanlılar, reveransla onları selamladılar.
“Sevgili gençler, hemen çıkmamız gerek. Bu davetin sahibi olmasaydım, sizlere birer kadeh içki ikram ederdim. Ne yazık ki herkesten evvel orada olmamız lâzım.”
Gülerek kapıya doğru yürüyen baba Borinsky’i takip ettiler. Kapıdaki arabalardan öndekine Andrei Borinsky, yanına kızları alarak bindi. Delikanlılar arkadaki arabaya yerleştiler. Shura, yol boyu, başını arkaya çevirip bakmamak için kendisini zor tuttu. Valentine, yine her zamanki rahat, konuşkan tavrında, ev sahipleri ile sohbetteydi. Kumral saçlarla çevrili yüzünde keyif pırıltıları uçuşuyordu.
Bütün gün yağan kar, yerini sakin bir sessizliğe bırakmıştı. Rüzgâr durmuştu. Mokhovaya ve Herzen Caddelerinin ışıltıları arasından geçerek Teatralny Meydanına geldiklerinde, arabalar yavaşladı. Gecenin beyaz karanlığı içinde, ışıklarla donanmış muhteşem bina karşılarındaydı. “İşte, bizim meşhur Bolşoy’umuz.” dedi, Borinsky.
Shura, uzun zamandır tuttuğu nefesini, hayranlık dolu bir sesle bırakıverdi:
“Ne kadar güzel! Tapınak gibi sanki.” Andrei Borinsky keyifli bir kahkaha attı. “Evet sevgili Shura, aynı tapınak gibi.”
Sekiz kolon üzerinde yükselen girişte arabalar durdu. Shura, arabadan inmek üzere hazırlanıyordu ki, kendisine uzanan eli fark etti. Sağ eli ile eteklerini toplarken, sol elini Seyit’in avucu içine bıraktı. Elini sıcacık bir temasla, kuvvetle ve o derece nazik kavrayan genç adamın yanında, binanın merdivenlerinden çıkarken, geçen gece yaşadığı rüyanın devamını görmeye başlamış gibiydi. Delikanlının kendisini devamlı seyrettiğinin farkında, başını ondan yana çevirmeye korkuyor ama bu kaçamak bakışlardan bir o kadar da derin haz duyuyordu. Ancak, onu beğendiğini ve ilgisini istediğini gösterecek bir işaret de vermesi gereğini hissediyordu. Bir bakıştan ne çıkardı. Belki de bundan sonra hiç görüşemeyeceklerdi zaten. Tam salona girmek üzereydiler, başını bir cesaret çevirip, ışıldayan gözlerle erkeğe baktı. Genç adamın gözlerindeki parıltı daha farklı değildi. Belki bir daha görüşmeyeceklerdi ama bakışları ile onu bir ömür boyu kendisine ait olacakmışçasına esir etmişti bile. Shura titrediğini hissetti. İçinden gelen bir ses, çaresiz, sonu gelmeyecek bir aşka tutulduğunu ve büyük bir acı yaşayacağını söylüyordu.Az sonra, Andrei Borinsky’nin davetlileri girişteki fuayeyi doldurmuştu bile. Shura ile Seyit, birbirlerini, arada bir, kalabalığın arasından görüyorlardı. Genç kız, her defasında, kaçamak gülümsemelerle, ürkek bakışlarla, Seyit’le göz göze gelirken, erkek de bu ürkek güzelliği daha yakından tanımak, beraber olabilmek için neler yapabileceğini düşünüyordu.
Fransız şampanyası ve havyar ikramı ile başlayan bir kokteylden sonra, davetliler yerlerini aldılar. Shura ve Valentine, sahneye en yakın localardan birindeydiler. Işıklar sönmek üzereyken, Andrei Borinsky sessizce locaya girip arkalarındaki koltuğa oturdu.
“Umarım, yerinizden memnun kalırsınız. Benim kusuruma bakmayın olur mu, arada diğer locaları da ziyaret edip misafirlerimin gönlünü almam lâzım. Özellikle, oyundan sonra eve davet etmemiş olduklarım kırılabilirler. Ama, temsil bitmeden sizinle buluşacağız. Sakın meraka kapılmayın, ve burada bekleyin olur mu?”
Andrei amcanın locayı ziyareti, cümlesinin uzunluğu kadar sürmüştü zaten. Sözlerini, oturduğu koltuktan kalkarken tamamladı ve kalın kadife perdelerin ardında kaybolup gitti. Kızlar, birbirlerine bakıp, gülümsediler. Shura, yandaki ve karşıdaki localara baktı. Birbirinden şık elbiseler içindeki hanımlar, ağır makyajları, göğüslerinin her hareketini gözler önüne seren dekolteleri, ve açık gerdanlarını süsleyen kıymetli mücevherleri ile Bolşoy’un bütün şaşaasını, dekorunu ikinci plânda bırakıyorlardı. Boynunu süsleyen altın haçı ve sade türkuaz elbisesi ile seyrettiği hanımlara hiç benzemiyordu. Yandaki locada, işveli işveli konuşmakta olan genç kadına gözü kaydı. Kadının saçları kömür rengiydi. Aynı renk gözlerini süzerek bakıyordu. Konuşurken gözlerini, dudaklarını, ellerini, omuzlarını, bütün vücudunu konuşturuyordu sanki. Yanındaki erkeğin, onun ağzının içine düşecek gibi dinlemesine bakılırsa, muvaffak da oluyordu. Siyah saçlı kadın, erkeğe her ne anlatıyorsa, bir yandan parmaklarını hafif dokunuşlarla gerdanında dolaştırıyordu. Shura, onun derin dekoltesinden taşacak gibi duran dolgun göğüslerinin hareketlerini görünce, inanamayarak, kendininkilere baktı. Ne kadar derin nefes alırsa alsın, göğüsleri elbisesinden o kadar fırlamazdı. Bu kadın başka türlü nefes alıyor olmalıydı. Birden, Valentine’in sesiyle bakışlarını geriye çekti.
“Shuruçka, bak kim var orada?”
Başını, ablasının gösterdiği tarafa çevirdi. İki yandaki locada pek tanıdık kimseyi göremedi. “Bak, Lola Polianskaya burada. Geçen akşam Andrei amcanın davetindeydi. Kislovodsk’tan gelen arkadaşım. Annesi, babasıyla beraber. Bak, bizi çağırıyorlar, haydi gel gidelim.”
Shura, zaten tanımadığı ve hiç de sevemediği kızın yanında bütün bir geceyi geçirmeye niyetli değildi.
“Yerimiz çok iyi Valentine. Hem, şimdi neredeyse perde açılacak. Ben gitmek istemiyorum.” “Haydi Shura, haydi canım, iki loca ötedeler, hemen geçeriz. Bak çağırıyorlar bizi.”
“Sen git. Hem Andrei amca gelirse bizi burada arayacak, bulamazsa ayıp olur. Ben kalıyorum.” Valentine, bir an tereddüt ederek, ayakta kaldı. “Ama, seni burada yalnız bırakamam.” “Saçmalama Tinuçka, bana hiç bir şey olmaz. Sen git, arkadaşının yanına. Çabuk ol, şimdi başlayacak, kalacaksın burada.”
Valentine, locanın koridora açılan perdeleri arasında kaybolmuştu ki, orkestradan Tchaikovsky’nin Kuğu Gölü uvertürü yükseldi. Shura, ellerini kucağında birleştirip, kendini müziğin sinirine kaptırdı. Ağır ağır açılan perdenin ardında, sahne bütün ihtişamı ile ortaya çıktı. Shura, kendisini, konusunu çok iyi bildiği balenin akışına bıraktı. Dekorda yer alan şatonun önünde,
Prens Siegfried’in yaş günü kutlanmakta, genç prens, neşe içinde, kendisini kutlamaya gelenleri karşılamaktaydı. Bir balet ve iki balerinin gerçekleştirdikleri “Pas de trois”, sahnenin sihirine uyacak kadar mükemmeldi. Shura, az sonra kendisini sahnedeki masalın içinde kaybetmişti. Hayalleri, heyecanları ile beraber, kuğuların kanatlarında uçmaya başlamıştı. Kendini Ödet’in yerine koyuyor, onun çaresiz aşkını hissedip, yaşıyordu. Gözlerinden inen yaşları kontrol edemedi. Sadece, kimselerin görmediğini ümit ediyordu. Bütün ruhu ve benliği ile sahnedeki aşkı yaşıyordu ve locasında yapayalnız olduğuna çok memnundu. Kendini kuğu Ödet ve Prens Siegfried’in aşkına öyle kaptırmıştı ki, locanın perdeleri arasından sessizce içeriye gireni fark etmedi bile. Kucağında birleştirip birbirine kenetlemiş olduğu ellerine değen temasla irkilip, başını çevirdiğinde, yaşlı gözleri, bir arkasındaki koltukta, karanlıkta kalan silueti gördü. Gölgedeki erkek, avuçları arasına bir mendil tutuşturdu ve onun bir elini yine sıkı sıkı tutmaya devam etti. Shura, sahnedeki masalla kendi hayallerinin karıştığını, derin bir rüyada olduğunu düşündü. Ama zaten, bu yabancıyla ne zaman bir arada olsa, yaşamı rüyaya dönüşmüyor muydu? Her rüyanın bir sonu vardı ve bu da er geç bitecekti. Onun için, yaşadığı anda rüyasının tadına varmak istiyordu. Avucundaki mendili yanaklarına götürüp göz yaşlarını sildi. Sahneyi seyretmeye devam etti. Ne yapması gerektiğini bilemiyordu. Yine, tüm bakışların odak noktası olmuş, seyrediliyormuş hissine kapılmıştı. Kucağında, kabarık eteklerinin üzerinde duran sağ elini, erkeğin elinin sıcak kavrayışına teslim etti. Geçen gece olduğu gibi, yine bileğinden tüm vücuduna yayılan sıcaklık ile sarhoşlamıştı.
Sahnede şafak vaktidir. Ödet’in sevgili Prensinden, diğer kuğuların da avcılardan ayrılma zamanı gelmiştir. Mutlu anlar bitmiştir. “Artık ağlama, çünkü şimdi perde kapanacak.” Perde kapanırken yanındaki erkeğe döndüğünde, hâlâ gözlerinde yaş, dudaklarında gülümseme vardı. Seyit’in sesi alkışlar arasında kayboldu: “Tanrı’m! ne kadar saf ve ne kadar güzelsin!” Daha fazla yalnız kalamadılar.
Perdenin kapanmasıyla birlikte, Valentine, yanında arkadaşı, arkadan Petro Borinsky yanlarına geldiler. On beş dakika arada yine içkiler dolaşıyordu. Shura, Seyit’in, eline tutuşturduğu şampanyayı alırken onunla göz göze gelmekten kaçınmadı, ilk defa olarak.
Tam aksine, gecenin sonuna yaklaştıkça, onu daha fazla görmek istediğim, ondan az bir zaman sonra nasılsa sonsuza dek ayrılacaklarını düşünüyordu. Aralarındaki ilişkinin sadece romantik, uzak bir hayranlık ilişkisi olarak kalacağı muhakkaktı. Kendisi bir kaç hafta sonra evine dönecekti. Hiç tanımadığı bu genç adam da Moskova’da sadece bir kaç günlük misafirdi. Birdenbire kafasında bir şimşek çaktı. Hayatının geri kalan kısmında ne olursa olsun, bu genç adamla yaşayabileceği bir macera varsa yaşayacaktı. Bir an, kafasından geçenlerden ve aptalca cesaretinden ürktü, ama kalbindeki ses mantığına üstün geliyordu. Kuğular kraliçesi Ojit’in aşkından daha beter bir aşka tutulmuştu. Temsilin ikinci yarısında, her nasıl olduysa, locanın bütün koltukları doldu. Valentine, Petro ve Andrei Borinsky, hepsi, s bulundukları diğer yerlerden geriye döndüler. Shura’nın Seyit’le baş başa olma şansı, o gecelik sona ermiş gibiydi.
Bolşoy’un çıkışında bekleyen atlı arabaların bir kısmı, yolcularını aldıktan sonra, Borinskyler’in malikânesine doğru arka arkaya yola çıktılar. Aşağı yukarı yirmi araba dolusu beyler, hanımlar, gecenin devamını yaşamak üzere, eve davet edilmişlerdi. Kuğu Gölü’nün balerin ve baletleri de misafirlerin arasındaydı.
Shura ve Valentine’e, çıkışta, Seyit ve Petro eşlik ediyorlardı. Petro Borinsky, ortada göründüğü zamanlarda, Valentine’in yanında yer almasına rağmen, Shura, onun, kendisini kaçamak bakışlarla süzdüğünün farkındaydı. Bu çocuktan fazla hoşlanmamıştı. Bir çok genç kız için, ilk bakışta yakışıklıbulunabilecek bir delikanlı olabilirdi. Ama, kısık bakan gözleri, bir erkek yüzü için çok kısa ve kalkık olan burnu, her nedense, karşısındakine emniyet hissi telkin etmeyecek bir ifade yaratıyordu. Shura, sebebini tam anlayamamakla beraber, onun varlığından rahatsız olduğunu hissediyordu.
Dört genç, aynı arabaya bindiler. On dakikadan fazla sürmeyen dönüş yolunda, konuşmalar daha ziyade Valentine ve Petro’nun arasında geçti. Diğer iki genç ise, hayran bakışlarla birbirlerini süzmeye devam ettiler. Shura, bakışmalarından ilk anlardaki kadar utanç duymuyordu artık. Ayıp bir şey yapmadığına inanmaya başlamıştı. Eve vardıklarında, daha önce gelen misafirleri, çoktan, geniş müzik odasında içkilerini içmeye başlamış buldular. Kat kat perdelerin ayırdığı yemek salonunda, masanın üzeri donatılmıştı. Gece, sanki daha yeni başlıyordu. Kısa zamanda, müzik ve kahkaha sesleri evi sardı. İçki, su gibi içiliyordu. Salonun bir köşesinde, bir arada duran Bolşoy ekibi, gecenin odak noktasıydı.
Yaşlı, genç erkekler, az evvel sahnede izledikleri ve hayran olup gözlerine kestirdikleri balerinlere açıkça kur yapıyorlardı. Shura, kızların işveli kahkahalar ve zarif hareketlerle etraflarındaki bütün erkekleri nasıl idare ettiklerini hayretle izliyordu. Birden, aynı grubun içinde Seyit’in de bulunduğunu fark etti. İçi burkuldu. Artık orada kalmasa da olurdu. Kimseye hissettirmeden, odasına çıkıp, ortadan kaybolmayı düşündü. Ama düşündüğünü gerçekleştirmesine fırsat kalmadı. Zira, Seyit ve genç bir erkek daha, aralarına balerinlerden birini almış, kendisine doğru geliyorlardı. Seyit’in her ikisi ile de yakınlığı olduğu tavırlarından belliydi. Shura, yerinden kıpırdayamadan, bekledi. Seyit’in tanıştırması ile Shura’nın içine su serpildi. “Sevgili Tatiana, seni bu güzel genç hanımla tanıştırmak isterim. Alexandra Julianova Verjenskaya.”
Sonra, Shura’ya dönerek, diğerlerinin isimlerini söyledi:
“Bolşoy’un en gözde balerinalarından Tatiana Tchoupilkina ve sevgili dostum Teğmen Celil Kamilof.”
Shura, bu kısa tanışma seremonisi sırasında, karşısındakileri süratle inceledi. Tatiana kendisinden epeyi büyük olmalıydı.
Hatta delikanlılardan da daha büyük görünüyordu.
Hareketleri, hep sahnede imişcesine, alımlı, kıvrak ve zarifti. İri, siyah gözleri, halen sahnedeki ağır makyajı taşıyordu. Belki de bu kadar büyük gözükmesine sebep yüzündeki boyaydı. Cildi, adeta, bir porselen gibi, beyaz ve duruydu. Sahnede bir kuğuyu canlandırmak için daha ince ve uzun bir boyun olamaz, diye düşündü Shura. Göğsü neredeyse küçük bir kız çocuğunki kadar düzdü. Ama simsiyah gözlerindeki ışıltıları uzun kirpikleri ile gölgelendirerek bir bakışı vardı ki, her halde bu, erkekleri etkilemeye yetiyordu. Dudakları ise, hep davetkâr bir tebessümle aydınlıktı. Bütün artistik hareketlerine rağmen, davranışlarının içten ve kendisine ait olduğu belliydi. Gösterdiği yakınlıktan, Tatiana’nın, Seyit’ten ziyade diğer erkekle ilgisi olduğunu anladığı an, içine su serpildi. Shura, onu sevdiğini hissetti. Celil ise, aydınlık yüzündeki güleç çekik gözlerle, yanındaki kadına ne kadar âşık olduğunu, bariz şekilde belli ederek bakıyordu. Değişik bir tipi vardı ama oldukça yakışıklıydı. Kısa bir müddet sonra Shura, Seyit’in dostlarıyla kaynaşmıştı. Onlardan yaşça ne kadar küçük olduğunu bile unutmuştu. Bir ara, delikanlılar içkileri tazelemek üzere yanlarından ayrıldıklarında, Tatiana ile baş başa kaldılar. Genç kadın, büyük bir samimiyetle, elini onun elinin üzerine koyarak konuştu:
“Sevgili Alexandra Julianova, keşke burada daha uzun kalabilseniz. inanın hep beraber ne kadar eğlenirdik.”
Shura, aynı içtenlikle, konuştu: “Tahmin edebiliyorum Tatiana Tchoupilkina…” “Yakın arkadaşlarım bana sadece Tatya der.” “Pekiyi, Tatya.”
“Ne yazık ki, Celil ile Kurt Seyt de yakında ayrılacaklar Moskova’dan.”
“Sık sık gelirler mi Moskova’ya?”
“Pek sık sayılmaz. Aslında, ne zaman, nerede olacakları belli olmaz. Genellikle, Çar Nicholas nereye gidiyorsa beraber giderler. Renkli bir hayatları olmadığını söyleyemem.”
Keyifli bir kahkaha attı. “Biliyor musun sevgili Alexandra…” “Bana da yakınlarım Shura derler.”
Tatiana gülerek devam etti:
“Evet sevgili Shura, biliyor musun eğer balerin olmasaydım, erkek olmak ve onların yerinde olmak isterdim.”
Shura, erkekleri etrafında döndüren meşhur ve güzel bir kadının, niye erkek olmak isteyebileceğini anlayamamıştı. Soru sorar gözlerle baktı. Tatiana’nın o bol kahkahalarından biri daha duyuldu. “Hayatlarının ne kadar renkli olduğunu bir bilsen, eminim, sen de onların yerinde olmak isterdin.”
Genç kız, başını iki yana sallarken, gülmeden edemedi. “Hiç, erkek olmak isteyeceğimi sanmıyorum.”
Tatiana, ellerinde içki kadehleri, kalabalığın arasında kendilerine doğru ilerlemeye çalışan Celil’le Seyit’i gösterdi. “Şunların haline bir baksana, sevgili Shura. Yakışıklılar, asiller, paralan var, Çar’ın maiyetindeler, ve etrafları her an, güzel ve asil kadınlarla dolu. Yaşadıkları maceralar daha bu yaşlarında kitap olur, inan.”
Shura, keyif ve soğukkanlılıkla konuşan genç kadını, hayretle dinliyordu:
“Celil’in maceralarını biliyor musunuz Tatiana?”
“Tabi, tabi ki biliyorum. Bu kadar şaşırma Shura. St. Petersburg, Moskova, Livadia arasında mekik dokuyan yakışıklı bir subayın hayatında tek kadın olacağımı düşünmem bile, her halde, çok yanlış ve aptalca olur. Üstelik benim için, benimle beraber olduğu anlar mühimdir. Her şeye rağmen, en çok da beni sevdiğinden eminim. Bu da bana yeter.”
Sonra birden susup, kendisini şaşkınlıkla dinlemekte olan genç kıza baktı.
“Üff, aman Tanrım! ben neler söylüyorum. Seni çok şaşırttım değil mi sevgili Shura? Bir an, karşımda gencecik bir genç kız olduğu unuttum. Sahi, yaşın kaç?”
“On beş.”
“Aman Tanrım! On beş mi? Halbuki, daha büyük gösteriyorsun. Ben yaşımı söylemezsem kızmazsın değil mi? Emin ol, senden epeyi büyüğüm. Kusura bakma, konuştuklarımla seni utandırmadım, umarım. Beni yanlış anlamanı istemem. Ama inan, eğer sadece on beş olduğunu bilseydim…”
Shura, karşısındaki genç kadının ard niyeti olmadan konuştuğunu biliyordu. Onun, kendisini hem yaşından büyük görmesine, hem de özel konularını konuşacak kadar yakınlık göstermesine çok memnun olmuştu. Yaşları ve tarzları farklı da olsa, kendisine iyi bir arkadaş bulduğunu düşündü. Gülümsedi.
“Lütfen Tatiana, şaşırmadığımı söyleyemem ama inanın sizinle sohbet etmek çok keyifli.” O arada, erkekler yanlarına gelmişlerdi. Tatiana, içki bardağını alırken, Seyit’in kulağına fısıldar gibi konuştu:
“Seyt Eminof, senin hiç aynı gecede bir hanımla bu kadar uzun zaman bir arada olduğuna şahitolmamıştım. Bu küçük kızda seni çeken bir şeyler olduğu muhakkak. Ama seni uyarayım. Daha çok küçük. Şimdiye kadar beraber olduğun kimseye benzemiyor. Onu üzme.”
Seyit, göz ucu ile Celil’le konuşan Shura’ya bakarken, içinin ılındığını hissetti. “Onu sevmiş gibisin sevgili Tatya.”
“Evet, çok sevdim.”
Seyit, göz kırparak, gülümsedi.
“Kim bilir? Belki ben de severim.”
Sonra, Shura’ya yaklaşarak, onun dirseğine hafifçe dokundu.
“Eğer üşümezseniz bahçede bir gezinti yapabilir miyiz Alexandra Julianova?”
Shura, genç adamın konuşmasındaki bütün resmiyete rağmen, bahçenin loşluğunda baş başa kaldıkları takdirde neler olacağını pek alâ seziyordu. İçi heyecanla titredi. Yalnız, diğerlerinden utanmıştı. Durumunu hafifleteceğini düşünerek, Tatiana’ya sordu: “Siz de gelmez misiniz Tatya?”
Tatiana, koluna girdiği Celil’in yüzüne sıcak bir gülüşle baktı.
“Siz keyfinize bakın, bizim Celil’le konuşacak şeylerimiz var. Bizi arayınca yine burada bulabilirsiniz.”
Ve onların bir şey demesine fırsat bırakmadan yanlarından ayrıldılar.
Evin arka tarafındaki verandaya çıktıkları vakit, Shura, hayretle, yine, dilinin tutulduğunu fark etti. Onunla ne zaman baş başa kalsalar ne yapacağını bilemez oluyordu. Bahçeye inen basamakların başında durdular. “Üşümeyeceğinden emin misin?”
Shura, Seyit’in sorusunu başını iki yana sallayarak cevapladı. Hakikaten de üşümüyordu ama bilemediği bir sebeple içinin titremesine engel olamadı. Seyit, ona yaklaşarak, kolundan hafifçe tuttu.
“Bana üşümediğini söyleme, baksana titriyorsun.”
“Üşümüyorum, inanın.”
Yabancı ama sanki yıllardır tanıdığı erkek, onu dirseğinden tutarak merdivenlerden aşağıya, bahçeye doğru indirirken konuştu:
“O zaman evini özlemiş olmalısın. İnsan evinden uzaklarda olunca gelen histir bu.”
Shura, başını kaldırıp onun yüzüne baktı. Genç adamın ses tonunda beliren hüzün, yüzünde de okunuyordu. “Yalnız kaldığını hissedince üşür insan. İyi bilirim o hissi.” Genç kız, birden, kendini daha rahat hissetti. Çekingenliği yerini, yanındaki erkeğe karşı şefkat ve ilgiye bıraktı. Hafif bir sesle konuştu: “Eviniz çok mu uzak?” Seyit, yumuşak bir gülüşle, cevapladı: “Evim? Evlerim? Evet, şu anda hepsi çok uzak.” Bir an için havuzun kenarında durdular. Suyun tam orta yerinde yükselen mermer kaidenin üzerinde, sırt sırta vermiş dört kupidin tombul ellerinde tuttukları taslardan akan suyun şırıltısını dinlediler. Su sesi, evden yayılan müziğin notalarına uyar gibi ahenkliydi. “Her şey ne kadar güzel.”
Shura, cümlesini bitirmeden, elini erkeğin avucunda hissetti. Göz göze geldiler. “Sen daha da güzelsin.”
Genç adam bunları söylerken onun elini dudaklarına doğru götürüp, avucunun içine bir öpücük kondurdu. Shura, ateşli dudaklardan avucuna yayılan sıcaklıkla sarhoşlamıştı. Bundan sonra nasıl bir tavır taKırıması gerektiğini bilemiyordu. Nefesini tutarak gözlerini bir an için kapamıştı ki, kendisini erkeğin kollarında buldu. Seyit onu ürkütmekten korkuyordu. Bir müddet, ince zarif bedenini sımsıkı sarıp kollan arasında tuttu. Shura, kalbi çarpıntı içinde, başını onun göğsüne dayadı.Şimdiye kadar bilmediği, hayal dahi etmediği bir hisle, itirazsız, kendini âşık olduğu erkeğin güçlü sarışına teslim etti. Onu tanımıyordu ama hayatı boyunca yanında olmasını istediği erkek bu olmalıydı.
Birden, yorgun ve tembel parçalar halinde düşmeye başlayan karı fark ettiler. “İstersen artık içeri girelim.”
Shura, başını kaldırıp Seyit’in gözlerine bakarken, oldukları yerden ayrılmak istemediği belliydi. Gecenin loşluğunda bile erkeğin gözlerinin parıldadığını görebiliyordu. Seyit, kollan arasındaki bu harika güzelliğe daha fazla, sadece bakmakla yetinemeyeceğini hissetti. Onun alnına uzun bir buse kondurdu. Saçlarının kokusunu derin derin içine çekerken, yüzünü avuçları arasına aldı. Gerideki ağaçların altına doğru yürürken onu kollan arasında beraber sürükledi. Sırtını ağaçlardan birine dayayıp genç kızı, sıkı sıkı, kendisine çekti. Çenesinin altından tutup başını yukarı kaldırdı. Dudaklarına doğru eğildi. Soğuk, ayaz gecenin mehtabı, gaz lâmbalarının titreşen ışıklan, müzik, havuzun şırıltısı, sanki onları aşka davet etmekteydi. Shura, gözlerini açarak onun yüzüne baktığında, bu genç adamın, hayatında isteyebileceği tek erkek olduğundan emindi artık. Ama beraberlikleri ne kadar sürebilirdi ki? Belki, ancak, bir iki kez daha bir araya gelebilirlerdi. Ondan sonra, herkes kendi yoluna gidecekti. İçindeki coşkunun yerini, derin bir hüzün aldı. Hayır, onu kaybetmek istemiyordu. Seyit, onun yanaklarını, boynunu öpücüklere boğarken sözlerini tekrarladı:
“Küçük Alexandra’m benim. Ne kadar güzel ve ne kadar tatlısın.”
Shura, kulağının dibindeki öpüşlerin ve nefesin içini gıcıkladığını hissetti. Erkeğin yakınlığından duyduğu bu tarifsiz hazdan, bir an, korkuya kapıldı ama artık tabiat onları kontrolüne almıştı. Daha fazla dayanamadı. Kollarını kaldırıp, Seyit’in boynuna doladı. Genç adam, onun vücudunu, kolları arasında hapsederken dudakları tekrar birleşti. Genç kızın yapmacıktan, her türlü oyundan uzak, saflık ve tecrübesizlik içinde sunduğu sevgi, Seyit’i şimdiye kadar tatmadığı sıcacık bir duygu selinin içine itmişti. Kolları boynunda, kendisini büyük bir teslimiyetle ona bırakmış olan bu küçücük kızı buralardan alıp kaçırmak, baş başa kalmak arzusunu duydu. Ama bütün bu heyecan ne kadar sürecekti? Beraberlikleri ne kadar gerçek olabilirdi? Sonu gelmeyecek bir başlangıcı yaşıyorlardı. Kendisine hakim olması lâzımdı. Başını genç kızın saçları arasına gömerek konuştu:
“Alexandra,”
Shura’nın sesi neredeyse duyulmayacak kadar hafif çıktı. “Efendim?”
Seyit, birden, söylemeyi düşündüklerinin tam tersi dudaklarından dökülürken kendisine inanamadı.
“Seni tekrar görmek, seninle baş başa kalabilmeyi isterdim.” Sonra, aklına gelen bir şeyle devam eti:
“Yarın… yarın istersen seni alayım sabahtan, bütün pazar gününü beraber geçirebiliriz, ne dersin?”
Genç kız, kollarını erkeğin boynundan çekmeden cevapladı. Sesi hâlâ kısık ve titrekti: “Yarın sabah babamı ziyarete Hastaneye gideceğiz. Sonra da… bilemiyorum… evden nasıl izin alıp ayrılabilirim, bilemiyorum.” Seyit, onun yanaklarını avuçları içine alarak okşadı. “Ama sen de benimle beraber olmak ister miydin?”
Shura bu soruya direkt cevap vermekten, nedense, utandı. Gözlerini erkeğinkilerden ayırmadan başını aşağı, yukarı salladı.
“Bunu gerçekten istediğine emin misin? Duymak istiyorum.””Evet…evet istiyorum.”
“O zaman bana bırak, yarın için bir şeyler düşüneceğim. Belki sizi Hastaneye ben götürürüm. Sonra da Moskova’yı gezdiririm sana.” “Ama… Andrei amca?”
“Merak etme. Andrei Borinsky beni çocukluğumdan tanır. Onunla aramızda problem olacağını sanmıyorum.”
Sözlerini bitirdikten sonra onun saçlarına, alnına düşen karlan eliyle sildi. Kar hızlanmaya başlamıştı.
“Haydi artık içeri girelim. Seni hasta etmek istemem.”
Ne kadar zamandır oradalardı, Shura bir tahmin yapamıyordu. Ne kadar uzun yıllardır beraberlermiş gibi hissediyordu ama aynı zamanda da, her şey, birden bire başlayıp bitivermiş gibiydi. Sanki, bir perinin sihirli değneği ile hayal alemine gidip geri gelmişti. Biraz ileride, merdivenlerin ve kapının diğer yanında gerçek hayatı onu bekliyordu. Seyit’ten ayrılacak olması fikri içini burktu. Bir müddet, el ele yürüdüler. Adımları olabildiğince yavaştı. Havuzun yanından geçerlerken Seyit kupidleri göstererek konuştu:
“Biliyor musun, şunların yerinde olmak isterdim. Sen kollarımın arasındayken, seni öpüyorken böyle donup kalmayı isterdim. O zaman sonsuza kadar kollarımın arasında, benimle öpüşüyor olurdun.”
Shura, erkeğin sözlerinin, parmaklarını saran elinin sıcaklığı kadar içine ılıklık ve heyecan verdiğini fark etti. Duydukları karşısında mahcubiyetle gülümsemeden edemedi.
“Ama o zaman sonsuza kadar karlar altında üşürdün.” Seyit durup onu omuzlarından kavradı.
O da gülümsüyordu.
“Benim küçük sevgilim, sen kollarımdayken mi?
Yok, hayır, hiç sanmıyorum.”
Eve girdikleri an, Shura dışarıda ne kadar üşümüş olduğunu fark etti. Ama hiç bir şey umurunda değildi. Sevinç ve heyecandan uçuyordu. Paltosunu çıkarıp, eteklerindeki karları silkeledikten sonra, âşık olduğu erkekle beraber, diğer misafirlerin yanına döndüler. Tatiana ve Celil’le tekrar buluştuklarında, Seyit, bir an için, yanlarından kayboldu. Shura, göz ucu ile onu kalabalığın arasında izledi ama sonra anlaşılacağından utanarak başını çevirdi. On beş dakika kadar sonra, Seyit yine yanlarındaydı. Onun geriye gelmesiyle, Shura, damarlarına yeniden bir sıcaklık yayıldığını hissetti. Aşk dedikleri bu olmalıydı. Ve o âşık olmuştu. Genç adam son derece neşeliydi. “Yarın için harika bir programımız var.” Hepsi merakla baktılar.
“Sevgili Alexandra Julienovna,
Andrei Borinsky ile konuştum. Yarın, senin için izin aldım. Hastaneden dönüşünüzden sonra gelip seni alacağım. Celil ve Tatya ile s beraber sana Moskova’yı gezdireceğiz.”
Genç kız, duyduğuna inanamıyordu. Her şey nasıl kolay hallolmuştu. Ama…
“.. .Ama, Valentine… onu yalnız bırakamam.”
“Öyle sanıyorum ki, Valentine, Borinskyler’le beraber, bir başka dost ziyaretinde olacak yarın.”
Tatiana, neşe taşan bir kahkaha attı.
“Harika! Harika! Çok güzel bir gün geçireceğiz, eminim.”
Shura, o andan itibaren, ertesi günün hayali ile yaşamaya başladı. Gecenin geri kalan kısmı nasıl geçti, anlamadı bile. Sabaha karşı bir saatte, Borinskyler’in daveti dağıldığında, evi en son terk eden Seyit oldu. İki genç, birbirlerinin gözlerine manâlı bakışlarla bakarak vedalaştılar. Shura, Valentine’le öpüşüp iyi geceler dilediğinde, bir an, bu gece yaşadıklarını anlatmayı düşündü, sonra vazgeçti. Ablasının kendisini ayıplayacağından, tasvip etmeyeceğinden korkuyordu. Üstelik, ertesi günün programı da suya düşebilirdi. Bir an evvel yatağına girip, hayalleri ile baş başa kalmayı istiyordu. Lâmbasını söndürüp, yorganına sarındıktan sonra, uzun müddet, Seyit’le bahçede beraber oldukları anları, tekrar tekrar, yeniden yaşadı. Konuştukları her şeyi yeniden hatırladı, her öpüşü, her dokunuşu yeniden hissetti. Uykuya daldığında, Seyit’in, dudaklarına dokunan, vücudunu saran teması, rüyaları kadar yakınındaydı.
Ertesi gün, ev halkı ancak öğleye doğru toparlanabildi. Zengin bir kahvaltıdan sonra, Andrei Borinsky, kızları alıp, Hastaneye götürdü. Julien Verjensky, ameliyat olduğundan bu yana, en iyi günündeydi. Bir kaç gün sonra Hastaneden çıkabilecekti. Kızlar, babalarının yanında her zamankinden fazla kalabildiler. Baba Verjensky, yatağının iki yanına oturan kızlarının güzelliğini, enerji ve neş’e taşan yüzlerini uzun uzun keyifle seyredip, onların büyük bir heyecanla anlattıkları “Borinsky malikânesindeki yaşam”ı dinledi. Konuşamıyordu, ancak, başını sallayarak, göz kapaklarını kapayarak, onların anlattıklarını takip ediyordu. Aşağı yukarı yarım saatlik bir ziyaretten sonra, doktor, hastanın artık dinlenmesi gerektiğini söyleyerek onları dışarıya çıkardı.
Seyit’in söylediği gibi, hakikaten, Valentine,
Andrei ve Petro Borinsky ile beraber, uzaktan akraba oldukları bir çiftin evine gidecekti. Shura, yine de ablasının kendilerine katılması için teklifte bulundu. Ancak, Valentine, gidecekleri evdeki davetin, buz gibi havada Moskova’yı sokak sokak gezmekten daha keyifli olacağını düşünüyordu.
Shura, yine midesinde kramplar, başında bir sarhoş hafifliği ile hazırlandı. Krem rengi dantelle süslenmiş lacivert elbisesini giydi. Saçlarını da aynı renk kurdele ile sarıp ensesinde topladı. Tam hazırdı ki, kapısı vuruldu. Evin hizmetkârlarından biri kapıdaydı.
“Matmazel Alexandra Julianova, Üsteğmen Eminof geldi efendim.”
Shura, gerisini dinlemedi bile. Paltosunu, manşonunu ve minik kadife çantasını kaptığı gibi, Valentine’in odasına daldı. Onunla acele bir öpüşle vedalaştı ve merdivenlerden aşağıya, neredeyse koşarak, indi. Basamakların yarısına vardığında, holde beklemekte olan Seyit’i görünce yavaşladı. Daha sakin ve ağırbaşlı olması lâzımdı. Ancak, dudaklarındaki gülümseyişi örtmedi. Genç adam, nazik bir tavırla, onun elini dudaklarına kadar götürdü. Paltosunu giymesi için yardımcı olurken, kulağına doğru eğilip fısıldadı:
“Ne kadar güzelsin.”
Tatiana ve Celil, kapıdaki arabadaydılar.
Shura’yı neşe içinde karşıladılar. Genç kız, Seyit’in yanında yerini aldığı zaman, hayatında ilk olan bir güne başladığını düşündü. Kar, sabahın erken bir saatinden beri lapa lapa yağmaktaydı. Araba, iki ve üç katlı şık evlerin çevrelediği yollardan şehri dolaşmaya başladı. Krasnaya Ploshchad’ı geçerken Shura bir kez daha karların örttüğü meydanı, Kremlin sarayını, katedrallerin göğe yükselen parlak, renkli kubbelerini, çan kulesini hayranlıkla seyretti. Seyit, işaretle gösterdiği bazı yerler için, arada bir izahat veriyordu:
“Şu Hint tapmağı gibi kubbeleri olan bina, Uspenski Katedralidir. Çarların taç giyme töreni burada yapılırmış. 1472’de yıkılmış, sonra 1475-1479 arası Bolonyalı bir sanatçı tarafından yeniden inşa edilmiş. Bina Bizans mimarisinde ama bana sorarsan, bu Hint işi kubbelerin ne işi var Moskova’da hiç anlamam.” “Bak, şu tarafta gördüğün Blagoveshcenski Katedrali. Dokuz kubbeliolan. O da 1489’larda bitmiş. Pskov’lu mimarlar yapmışlar. Andrei Rublev’in meşhur kutsal resimleri bu katedralde. İvan Kahta’dan Beşinci İvan’a kadar bütün Çarlarımızın kemikleri de Arkhangelski Katedralinde gömülüdür. Boris Godunov hariç.”
Shura, genç adamın, bir tarih öğretmeni edası ile anlattıklarını keyifle dinliyordu. Bu saydığı isimlerin çoğu, ona yabancı geliyordu.
“Burası Spasskie Voroto. Meydan’ı Kremlin’e bağlayan üç girişten ortada olanı. Meydanın hemen ardındaki bölge, eski Moskova’nın merkez yaşam bölgelerinden biriymiş. Kıtai Gorod, ne demek biliyor musun?”
Shura başını salladı.
“Tatarcada kale demek. Kıtai Gorod, tüccarların yaşadığı bölgeymiş. Moskva nehrinin kuzeyinde kalıyor. Şehrin diğer bölümleri de Byely Gorod (Beyaz Şehir) ve Zemlyanov Gorod (Doğu Şehri) olarak adlandırılırmış. O da nehrin güneyinde kalan kısım.
Rusya’nın ilk üniversitesi de 1755’de Moskova’da kurulmuş…”
Yeniden, Mokhovaya ve Herzen caddelerinin kesiştiği yere gelmişlerdi. Shura, bir an için, gezintinin bittiğini ve eve dönmekte olduklarını sanarak, hayal kırıklığı duydu. Ama, araba tekrar dönüş yaparak Moskva nehrinin güneyi istikametine saptı. Geniş bahçeler içinde, birbirinden uzak mesafelerde seyrekleşerek yerleşmiş olan şık evlerin önünden geçiyorlardı. Kar, neredeyse, tipiye çevirmek üzereydi. Gençler, neş’e içinde, havadan sudan konuşmaya devam ettiler. Az sonra araba durduğunda, Tatiana, Shura’nın eline dokunarak ağaçların ardında, bahçenin ortasındaki evi gösterdi: “İşte, burası da benim evim. Haydi, gelin, hemen şöminenin karşısına yerleşmek için sabırsızlanıyorum. Tam zamanında geldik.” Tatiana’nın evi, çok büyük olmamakla beraber, son derece şık, zevkli ve pahalı döşenmiş bir evdi. Evin her odası, salonu adeta bir tiyatro sahnesi dekore edilir gibi yerleştirilmişti. Bir başkasının evi olarak garipsenebilirdi ama her şey Tatiana’nın şahsiyeti ile o kadar bağdaşıyordu ki, Shura bu evi de, sahibesi kadar sevdiğini düşündü.
Şöminenin çatırdayarak yanan ateşi karşısında birer kadeh içki içip, aynı odada hazırlanan masada yemeğe oturdular. Shura, artık, diğerleri ile olan yaş farkını unutmuş, çekingenliğini yenmişti. Yemek boyunca birbirlerini daha iyi tanımak fırsatını buldular. Shura, Kislovodsk’daki yaşantısını ve ailesini anlattı. Kendi hayatını anlattıkça rahatlıyordu. Şarap kadehlerini, adeta su içer gibi, boşaltan diğerlerine ayak uyduramamakla beraber, içtiği iki kadeh dahi, başını bir hoş etmeye yetmişti. Kislovodsk’daki baba evi, annesi, kardeşleri, Hastanedeki babası ve Valentine, sanki, şimdi, ondan yıllarla uzaktaydılar.
Yemekten sonra müzik odasına geçtiler. Şöminenin iki yanında, karşılıklı yerleştirilmiş bordo kadife kaplı yüksek arkalıklı kanepeler ve orta sehpasında gümüş semaverde hazır çay, misafirlerini beklemekteydi. Tatiana, fincanları doldurduktan sonra, piyanosunun başına geçti. Alexander Borodin’in Prens İgor adlı eserinden bir temayı çalmaya başladı. Tatar Hanı Kontchak ile Prens İgor’un hırslı, gözü kara mücadeleleri, Asya ve kuzey steplerinin kum ve kar fırtınaları, Tatar kızlarının Prens Ugor’u etkilemek için yaptıkları dansların oryantal kıvraklığı, savaşçıların Barbar vahşiliği ile at sürüşleri, sanki, piyanonun tuşlarında canlanmış, odanın içini doldurmuştu. Tatiana parçasını bitirdiğinde, arkadaşları hararetle alkışladılar. Shura, beğenisini yüksek sesle dile getirmeden edemedi. Celil, çekik gözleri iyice çekilene kadar gülümsedi.
“Biliyor musunuz, Tatya bu parçayı bana âşık olduğu için bu kadar iyi çalıyor.”
Keyifle güldüler. Genç kadın bu defa ‘Çupçik’ adlı hareketli ve oynak bir parça ile dinleyenlerini coşturdu. Celil ve Seyit, kendisine şarkıda eşlik ettiler. Müziğin kıvrak ritmi, piyanoyu çalanın kişiliğine uymak için bestelenmiş gibiydi. Nihayet Tatiana, Kuğu Gölü’nün dördüncü ve son sahnesini seslendirmeye başladığında, odaya derin bir sessizlik çöktü. Shura, henüz bir kaç gece evvel seyrettikleri oyunun hüzünlü akışını yeniden yaşamaya başlamıştı. Piyanonun arkasından dolaşıp, bahçeyi odanın içine alan geniş cam kapının yanında durdu. Gökyüzündeki kar bulutlan, yüksek ağaçlar olmasa yere inecek gibiydi. Henüz erken olmasına rağmen, akşamın ilk saatleri kadar karanlıktı. Tipiden, ağaçların ardı gözükmüyordu. Camın hemen dışındaki demir bahçe takımları, geniş mermer saksılar, minik havuz, karların altında kaybolmuştu. Shura, görüntüden ve müziğin hüznünden titreyerek, kollarını kavuşturdu. Omzundan kendisi saran kolun teması ile başını çevirdi. Alnına dokunan Seyit’in dudaklarındaki sıcaklık ile kendini yeniden güvende hissetti. Hiç itirazsız, başını onun göğsüne bıraktı. Onunla ilk karşılaştığı gece olduğu gibi, yine içinde garip bir his belirmişti. Midesindeki kramp, kalbinin atışları, sebebini anlayamadığı bir heyecan, işte, yine aynı şeyler oluyordu. Hayatını değiştirecek, yepyeni bir şeylerin olacağı hissiydi bu.
Tatiana ve Celil’in, sessizce, odadan ayrıldıklarını fark etmediler bile. Birbirlerinin kollarında, bahçeyi süratle doldurmakta olan kan seyrederken, her ikisi de bir diğerinin bundan sonraki tavrının ne olacağını düşünüyordu. Shura, hayatında ilk defa bir yabancı erkekle yapayalnız kalıyordu. Onu kaybetmekten korktuğu kadar, kendisini hafif bir kız sanmasından da çekiniyordu. Yapacağı bir hareketin, söyleyeceği bir sözün davetkârlık olarak anlaşılmasından ürküntü ile erkeğin kollan arasında, hiç kıpırdanmadan bekliyordu. Seyit, dudaklarını onun sapsarı kalın örgüyle toplanmış saçlarında gezdirirken, ne kadar tecrübesiz ve munis bir güzelliğe sarıldığının farkında, onu ürkütmek veya ters bir tepki almak korkusundan, öylece beklemeyi tercih ediyordu. Epeyi bir müddet, birbirlerinin sıcaklığı içinde, sessiz kaldılar. Genç adam, bugüne kadar böylesine sakin bir beraberliği olmadığını düşünerek, kendi kendisine şaşıyordu. Bu küçücük kızdan ne beklentisi olabilirdi ki? Ancak, onunla yakın olduğu anlar duyduğu huzuru ve heyecanı da daha evvel hiç kimseyle hissetmiş değildi. Birden bire, onu daha sıkı tutmak, saçlarını, yüzünü öpücüklere boğmak isteğiyle doldu. Bir eli ile yavaşça, onun çenesinin altını okşayarak başını kaldırdı. Onun iri mavi gözlerindeki titrek pırıltıları görebiliyordu. Genç kız, erkeğin yüzündeki arzu dolu bakışlara daha fazla dayanamayacağını hissetti. Gözlerini kapadı. Teslimiyeti ifade eden bu davranış, Seyit’e cesaret verdi. Onun yarı aralık duran dudaklarını, dudakları ile kapadı. Genç kızın öpülmeyi bekleyen ama henüz karşılık vermekten çekinen, boyasız, körpe, dolgun dudaklarındaki lezzet, arzusunu arttırmıştı. Onu şefkatle saran elleri, şimdi kumaş yığınları arasından, narin bedeninin gizli kalmış kıvrımlarını keşfetmek için sabırsızlanıyordu. Shura, erkeğin, belini saran ellerinin kıskacı içinde, ayaklarının yerden kalktığını hissetti. Onun boynuna kollarını dolayarak, başını omzuna bıraktı. Gözlerini açıp bakmaya korkuyordu. Kanepenin üzerine uzandıkları an, hâlâ birbirlerine kenetlenmiş vaziyetteydiler. Shura, sadece, erkeğin vücudunu kolları ile * sımsıkı sarmakla, onun ateşli öpüşlerine ve okşayışlarına tamamen kayıtsız kalmadığını belli ediyordu. Boynunda, kulaklarında, gerdanında dolaşan dudakların ılık nefesi, içtiği şarap kadar sarhoşlatıcıydı. O an, takınabileceği bir tavırla, kendini bu tatlı esaretten kurtarabilir, erkeği durdurabilirdi. Bu düşünceyi zihninde bir iki saniyeden fazla tutmadı. Kendisine bu tarifsiz heyecanı veren yabancıyı kaybetmek istemiyordu. Onu daha yakından tanımalı, verebileceği bütün aşkı tatmalıydı. Şöminede çıtırtılarla yanan ateşin sıcaklığı, vücutlarından yayılan ateşi daha da hararetlendiriyordu. Shura, bir kısa aniçin, gözlerini aralayıp, Seyit’e baktı. Onun niyetinin ne olduğunu anlamak, kendisine nasıl baktığını tekrar görmek istiyordu. Loşlukta belirginleşmeye başlayan ateşin gölgeleri, genç adamın yüzüne vurmuştu. Shura, onun gözlerinde yine kendisini çıplak hissettiren bakışı fark etti. Müthiş bir utanç hissetti ve başını yana çevirdi. Seyit, dirseği üzerinde doğrularak, avucunu genç kızın yanağına koydu.
“Güzel sevgilim benim, bana bak. Bana bakmam istiyorum. Kaçırma gözlerini benden.”
Shura, onun arzulu fakat o derecede şefkatli sesine cevap olarak, istediğini yaptı. Kendisine sevgili olarak hitap edilmesi de, erkeğin gözlerindeki arzulu bakış kadar yanaklarını kızartıyordu. Yine de bu sihirli kelimenin yüreğinde arttırdığı çırpınışın da farkındaydı. Seyit, onun avucunun içini öperken, gözlerini gözlerinden ayırmadı. Sonra, dudaklarını bileğine doğru kaydırdı. Shura, tepeden tırnağa titremeğe başlamıştı. Çekinerek, sağ elini, yavaş yavaş, erkeğin başına doğru uzattı. Parmaklarını onun düz kumral saçları arasına daldırdığında, temasının her ikisi için de ne kadar heyecan verici olduğunu fark etti. Genç adamın avucunda duran diğer elini de, onun alevlerin aksi ile rengi değişen yüzüne dokundurdu. Parmak uçlarını, ürkek hareketlerle, onun alnında, belirgin elmacık kemikleri üzerinde dolaştırdı. İşaret parmağını, çenesindeki derin çukurluğun üzerinde bir müddet tuttu. Onun yüz hatlarını ezberlemek ister gibi, yine alnından başlayarak okşadı. Seyit, yirmi dört yaşında, ilk kez, bu kadar yıl aldığından çok değişik bir haz duyuyordu. Yumuşacık, sıcacık, sakin bir aşktan da heyecan duyabildiğini hayretle fark ediyordu. Kendisinden sekiz yaş küçük, hiç erkek tanımamış bir genç kızın saf, tertemiz, sevgi dolu okşayışları ona yıllardır özlediği, eksikliğinden içini üşüten şefkati tattırmıştı. O, bütün tanıdığı kadınlardan çok başkaydı. Biraz evvel birbirlerine sarılarak vücutlarının temasına alıştıkları gibi, şimdi de dudakları, elleri ile yüzlerini, bedenlerini daha iyi tanımaya çalışıyorlardı. Bir müddet sonra Seyit, kollarının arasında yatan bu tarifsiz sevgiye, ruhuyla ve bedeniyle sahiplenmek arzusunu duyduğunda, kendinden ürktü. Genç kızı saran kollarını gevşeterek, kendini geriye çekti. Shura, sorar gözlerle, ona baktı. Genç adam, onun alnına düşen sarı saç lülelerini okşayarak konuştu. Sesi, bütün kontrolüne rağmen, arzusunun sınırsızlığını belli ediyordu: “Shura, seni çok istiyorum… hiç kimseyi istemediğim kadar.
Ama dürüst olmalıyım… Sana verebilecek bir sözüm yok.”
Shura, onun çakmak gibi parıldayan gözlerine ilk defa bu kadar rahat bakabiliyordu. Sanki, bu genç adam yıllardır hayatındaydı. Ona karşı hiç bir çekingenliği, korkusu kalmamıştı. Tam aksine, onun kendinden emin, çapkın, aşkı hatırlatan bakışlarının arkasındaki hüznü, yalnızlığı görebiliyor ve ona bu yalnızlığını unutturmak istiyordu. Bir gün, nasılsa, bunu yaşamayacak mıydı? Niye bu kadar âşık olduğu bir adamla yaşamasındı? Seyit onun kaderinde yazılıydı. Kaderin onları ayıracağı ana kadar da onu mesut etmek istiyordu. Sonra, yalnız kalınca, ne olabileceğini, hayatının nasıl değişebileceğini düşünmek istemiyordu. Erkeğin sorusuna karşılık, kollarını onun ensesinde kenetleyerek gözlerini kapadı ve başını boynuna gömdü. Bu, Seyit için uzun bir cümle, süslü kelimelerle verilmiş bir cevaptan daha öz ve daha anlamlıydı. Ayağa kalkıp, Shura’ya elini uzattı. Genç kız, artık dönüşü olmayan bir beraberliği yaşayacaklarının farkında, elini onun avucuna koyarak, kanepeden kalktı. Hiç bir şey konuşup bu sihirli anın büyüsünü bozmak istemiyordu. Genç adamın elini tutarak arkasından yürüdü. Odada sadece yanan odunların sesi ve genç kızın eteklerinin hışırtısı duyuluyordu. Shura, bir an için, Tatiana ve Celil’in nerede olabileceklerini düşündü. Eve mutlak bir sessizlik hakimdi.
Yemek servislerini yapıp, şömineleri yakan hizmetkâr da görünürlerde yoktu. Bütün bu düşünceleri, Seyit’in kendisini kucaklamasıyla son buldu. Merdivenlerden yukarı kata çıkarlarken, yeni evlenmiş bir gelinin hislerini taşıyordu. Gözlerini kapadı. Olanları bir hayal, bir rüya gibi yaşamak istiyordu. Sonradan, her gözünü kapayışta, aynen hatırlayacağı rüyalar gibi. Shura, vücudunun yumuşacık yatağa bırakıldığını hissettiği an, buradan çıkışında, artık, aynı genç kız olmayacağının farkındaydı. Ama uzaklaşmak, kaçmak için en ufak bir arzusu yoktu. Daha ötesi, bir an evvel, yabancı olduğu bu beraberliği yaşamak ve zamanı âşık olduğu erkekle beraber geçirmek istiyordu. Bütün utangaçlığına rağmen, ruhunda ve bedeninde var olan bir ses, ona bu macerayı yaşaması için yol gösteriyordu. Kapı kapanmıştı. Shura, hiç kıpırdamadan, pencerenin dışındaki gri beyazlığa baktı. Kar, camları tokatlar gibi, süratle, pervazın önünde yığılmaya devam ediyordu. Rüzgârla bir gözüküp bir kaybolan çam ağacının dallan, üzerindeki karlarla beraber cama değdiğinde iç ürpertici bir ses çıkarıyordu. Yatağın bir yanında, oda kapısının soluna gelecek tarafta, ağzı çinilerle kaplanmış bir şöminenin epeyidir yanmakta olduğu belliydi. Odunlar kömürleşmiş, ateş korlaşmıştı.
Shura, sakin hareketlerle ceketini çıkarıp, ateşin önünde, bir dizinin üzerinde çöken Seyit’i izledi. Genç adam, mermer tezgâhın üzerindeki kütüklerden bir tanesini korların üzerine atıp, küçük çam dalları ile besledi. Taze dallar ateşi yakaladığı an, kuru kütük onların ortasında yanmaya hazırdı. Avuçlarını birbirine sürtüp, ayağa kalktı. Aynı, sakin adımlarla yatağa doğru yürüdü. Önüne geçilemez arzusuna rağmen, kendini frenlemeye çalışıyordu. Yine de bütün bu gayretinin, olacakları sadece biraz daha geciktirmekten başka işe yaramayacağının farkındaydı. Yatağın kenarına oturup, Shura’nın ellerini avuçlarına aldı. Parmakları birbirlerine kenetlendi. Onun vücuduna dokunmamaya gayret ederek, dudaklarına eğildi. Genç kızın, her an, ani bir kararla, korkup kendisinden kaçmak isteyeceğini düşünerek, temkinli davranıyordu. Büyük bir sabırla, daha yeni buluşmuşlarcasına, onu yanaklarından, boynundan öperek, sevişmeye arzulu olduğunu hissettireceği anı bekledi. Yatağın yumuşak çukurluğunda birbirine sarılan vücutları, artık, birleşmelerinin engel tanımayacağını biliyordu. Seyit yine de onu, kendinden emin olduğunu bilecek şekilde yavaş yavaş, aşka hazırlamak istiyordu. Elbisesinin en üst düğmesini açarken onun yüzüne baktı. Shura’nın göz bebekleri, şöminenin ateşi kadar parıltılıydı. Mahcup fakat arzulu bakışlardı gözlerindeki. Genç adam, onun elbisesini tamamen çıkardığında, o güne dek, ablasından ve dadısından başkasına iç gömleği ile görünmemiş olan genç kız, ellerini göğsünde kavuşturdu. Seyit, onun tedirginliğini anlayarak, yatağın önünde yere oturdu. Göğsünü kapayan ellerinden birini alıp avucunu öptü. Sonra, yüzünü ateşe dönerek, mırıldandı:
“Sonradan pişman olacağın bir şeyi yapmanı istemiyorum. Kendini veya beni suçlamanı da istemem.”
Olduğu yerde dönerek ona baktı.
“Seni çok arzuluyorum, ama bu sana sahip olmam demek değildir. Sen benim için çok özelsin küçük Shura’m benim. Anlıyor musun? Sen herkesten farklısın. Seni bir daha hiç görmesem bile, benim için hep en güzel olarak kalacaksın.”
Shura, dizlerini karnına doğru çekerek, sağ yanına doğru döndü. Diğer kolunu erkeğin saçlarına uzattı. Bir daha görüşemeyecek olmaları sözü, ona gerçekleri hatırlatmıştı. Belki de buradan ayrıldıktan sonra hiç karşılaşmayacaklardı artık. Bu genç adamın aşkını kaçırmak istemiyordu. Başını öne eğerek, dudaklarını ona uzattı. Seyit, onun vücudunu kavrayarak kendine çekti. Bu kez, vücutlarının ayrılmamak üzere birleşeceğini hissediyorlardı. Erkeğin, örgüsündeki firketeleriçıkarmasıyla saçları beline kadar dağılan Shura’nın çıplak vücudu, şöminenin ışığında kâh parıldıyor, kâh yer yer gölgede kalıyordu.
“Tanrım! ne kadar güzelsin.”
Seyit, onun çıplak ve utangaç bedenine tekrar sarıldığında titrediğini hissetti. Yatağın üzerindeki örtüyü çekerek etraflarına sardı. Bir yandan da onu öpücüklere boğuyordu.
“Benim güzel, küçük sevgilim, canım benim, canım, canım…”
Çıplak gövdeleri ilk kez değdiğinde, her ikisi de ruhlarının ve bedenlerinin birbirini ne kadar istediğinin farkındaydılar. Genç kız, vücudunun o güne dek hiç bir göze gözükmeyen taraflarını, en mahrem kıvrımlarını, erkeğin öpüşlerine teslim ederken, onun adaleli, sıcacık kolları arasında bütün utancını unutmuş, kendini havalanmış, uçuyor gibi hissediyordu. Yavaş yavaş, onun aşk davetine temkinli fakat sevecen okşayışlarla karşılık vermeye başladı. Erkek, sevdiğinin artık hazır olduğuna inandığı an, tüm vücudu ile onun vücudunu örttü. Yine göz göze geldiklerinde, Shura, onun gözlerinde, karanlıkta saklanan ama yine de tesir eden parıltıyı gördü. Bütün yabancılıklarına rağmen, sanki hep birbirlerininmiş gibiydiler. Karanlık odanın ışık oyunları içinde kenetlendiler. Seyit, genç kızın halının üzerinde dağılmış saçlarına, göğsünün çukurluğuna, yuvarlak mermer beyazı omuzlarına buseler kondurdu, onun vücudundan yükselen tazelik, saflık kokusunu içine çekti. Shura, artık, bir bebek olmadığını hissediyordu. Sevdiği erkeğin kollarında, vücudunun ve ruhunun bütünlüğüyle onu istiyordu. Onu kabul ettiğini ve beklediğini göstermek istercesine, kollarını erkeğin boynuna dolayıp, bedeninin ağırlığını kendi üzerine çekti. Her ikisi için de ilk olan bir şeyi yaşıyorlardı. Shura’nın, neredeyse duyulmayacak kadar hafif çıkan çığlığı, aşk sarhoşluğunu yaşamalarına mani olmadı. Üzerlerindeki örtü çoktan kenara atılmıştı. Çıplak vücutları, sadece, bir diğerinin teması ve ateşten gelen sıcaklıkla sarılıyordu. Yıllardır ayrı kalıp özlem çekmiş âşıkların tutkusu ile sevişmeye devam ettiler. Seyit, büyük bir sabırla, kendini kaybetmeden, genç kızın gözlerini, vücut hareketlerini, nefes alışlarını seyredip dinleyerek onu kolları arasında tuttu. Aşkı ilk kez tadan sevgilisinin doyuma ulaştığını görene kadar, onu arzu ve şefkatle sevmeye devam etti. Shura, hayatının anlamının bu erkekle tamamlanacağına inanıyordu. Seyit de vücudunun kayıp bir diğer yansını bulmuş gibi hissediyordu kendisini. Genç kızı kollarının arasında sıkı sıkı tutmaya devam ederken mırıldandı:
“Seni hiç bırakmak istemiyorum, küçük sevgilim benim.”
Ama bunun imkânsız olduğunu ikisi de biliyorlardı. Sarılıp, hiç konuşmadan ateşin karşısında yattılar.
“Keşke seni Petrograd’a götürebilseydim.”
Ama bu fikrinin de bir çare olmayacağını kendisi herkesten iyi biliyordu. Devam etti:
“Gerçi bu da bir şeyi halletmezdi.”
Shura’nın ilk aklına gelen, genç adamın evli olduğuydu. Susup bekledi.
“Avusturya cephesine gitmemiz yakındır. Seni kime bırakırdım Petrograd’da?” “Ne zaman gidiyorsun?”
Shura, uzun zamandır, ilk defa konuşuyordu. Neredeyse kendi sesini kendisi unutmuştu. “Bilemiyorum ama çok yakındır.” “Ne zaman dönersin?” Seyit zoraki güldü. “Onu hiç bilemem.”
Shura, artık, sahiplendiğini hissettiği erkek için ağlamak istiyordu. Onun uzaklaşacağını düşünürken şimdi bir de harbe gideceğini duymak daha zor gelmişti.
“Sana niye bir söz veremediğimi anlıyor musun küçük sevgilim?”
Shura, gözündeki yaşları göstermek istemedi. Birden, kendini tutamadı. Seyit’in bedenine sımsıkı sarılarak başını onun kolunun altına gömdü. Sessizce ağlamaya başladı. Genç erkek, onun başını kaldırarak dağılmış saçları arasından yaşlarla ıslanmış yüzünü avuçları arasına aldı. Ona baktığı an, içi parçalanır gibi oldu.
“Tanrı’m! Seni bırakıp nasıl gideceğim ben buralardan.”
Tekrar kucaklaştıklarında, artık her ikisi de, bunun yeniden arzu dolu sevişmenin başlangıcı olduğunu biliyordu. Shura’nın içinde yine bir his belirmişti. Sanki, hayatının, bundan böyle, hep hüzünle dolu olacağı gibi bir histi bu. Ve o kadar kuvvetliydi ki, genç kız hem sevişti, hem sessizce ağladı.
Âşıklar, gerçek anlamda birleşmelerinden bir gün sonra ayrılmak zorunda kalmışlardı. Önce Seyit, Celil ile birlikte, St.Petersburg’a döndü. Bir hafta sonra da Shura, ablası ve babası ile beraber, Kislovodks’a doğru yola çıktı.
Julien Verjensky, eski sıhhatine hiç bir zaman kavuşamayacak olmakla beraber, hiç değilse hastalığının seyri yavaşlatılmıştı.
Shura, artık, eski Shura değildi. Seyit’le geçirdiği öğleden sonrasında yaşadığı değişiklik, sanki vücudundan ruhuna yayılmıştı. Rüyada gezer gibiydi. Daha ayrıldıkları andan itibaren, büyük bir özlem içine düşmüştü. Birbirlerinin adreslerini almış, yazışmaya söz vermişlerdi. Ama, Rusya’nın yaşamakta olduğu keşmekeş içinde, Shura, sevdiği erkeğin kalbinde ne kadar yer tutabileceğinden emin değildi. Mesafeler o kadar uzak ve cephe öyle karışıktı ki, son bir senedir cephede olan iki ağabeyinden dahi zoraki haber alıyorlardı.
Kislovodsk’daki hayatına yeniden alışmaya çalışan Shura’nın, gecesinde, gündüzünde Seyit vardı. Bir yandan okuluna gidiyor, bir yandan da, ailesi ile beraber günlük yaşamını sürdürüyordu ama en çok özlediği saatler, akşam yemekten sonra odasına çekilip hayalleri ile baş başa kaldığı anlardı. Ard arda mektup yazıyordu. Önce çekingen bir âşık ifadesi ile başlayan mektuplarında gittikçe rahatlamaya, daha cesur sevgi sözcükleri kullanmaya başladı. Genç adamdan henüz hiç bir cevap alamamıştı.
Nihayet, beklediği haber ulaştı. Mektup,
Tatiana’dan geliyordu. Moskova’da tanıdığı bir kız arkadaşından mektup gelmesi, evde kimseyi şüphelendirmeyecek kadar masum bir şeydi. Shura, yüreği yerinden çıkacak gibi çarparak, odasının mahremiyetine koştu. Yalnızlığından emin olunca zarfı açtı. İçinden, hakikaten Tatiana’nın bir mektubu ile ona ek, bir sayfa daha çıktı. Genç kız, kağıttaki imzayı okuduğu an, sevinçle küçük bir çığlık atarak, mektubu göğsüne bastırdı. Yatağına oturup okumaya başladığı zaman, Seyit yanındaymış da ellerini tutuyormuş gibi, içi ısındı. Genç adam, Karpatlara, cepheye yola çıkmadan evvel yazdığı mektubu, postalaması için, Tatiana’ya teslim etmişti. Aşk ve özlem sözcükleri ile dolu satırların sonundaki ‘Seyit’ ismine uzun uzun bakan Shura, onu temelli kaybettiğini düşündü. Zarfın postalanış tarihine bakılırsa, kendisinin yolladıklarını hâlâ almadığı kesindi. Sevdiği erkeğin, onun yazdıklarını okuyamadan harbe gitmiş olmasından sonsuz bir üzüntü duydu. Onunla irtibata geçebilmek, bir haber ulaştırabilmek arzusu ile içi içini yiyordu. Sonra, hakkında çok az şey bildiği bu genç adama, nasıl böyle güvenip bağlandığını düşündü. Yaşadıklarından pişman olup olmadığını, kendi kendisine sordu. Hayır, hiç pişman değildi. Bugün, yine aynı şeyleri yaşasa, aynı karan verirdi. Mektubu, bir kaç kez, tekrar tekrar okudu. Kelimeleri neredeyse ezberledi. Yatağa girdiğinde mektup hâlâ elindeydi. Kalbindeki sancıyı atlatamıyordu. Sevgilisinin yazdığı kelimelere bakarkengözlerine dolan yaşlan tutamadı. Kağıtları göğsüne dayayıp gözlerini kaparken mırıldandı: “Ben de seni çok seviyorum Seyt Eminof. Hem de çok seviyorum.”Eminoflar Aluşta, Yalta, 1892
Yüksek dağların, kuzeyin sert rüzgârlarından koruduğu Kırım toprakları, Azak Denizi ile Karadeniz arasında, bütün verimliliği ile uzanmaktaydı. Kestane toprağı örtülü kuzey stepleri, hafif meyille, yerini Krymskiye Gory’e bırakırken, yamaçların denizden yüksekliğine bağlı olarak, selvi, zakkum, meşe, kayın, gürgen ve akağaç toplulukları, Kırım yanmadasının tepelerinden Karadeniz’i seyrederlerdi. Yer yer düzlüklerde san buğday başakları dalgalanır, uçsuz bucaksız ormanlarla denize inen kayalar arasında set set bağlar şaraplık üzümleri beslerdi. Bütün Rus Çarlık toprakları içinde, yıl boyu en uzun güneş gören topraklar Kırım yarımadasındaydı.
Topraklan ile iftihar ederdi Mirza Mehmet Eminof. En iyi buğday onun tarlalarında yetişirdi. St. Petersburg’un, Moskova’nın en iyi şarapları, onun bağlarındaki zabel ve misket üzümlerinden yapılırdı. İki sıra teller üzerine sarılı yetiştirdiği üzümler, neredeyse, toplanmağa hazırdı. Bağ arasında ürünlerinin kalitesini kotrol ederek dolaşırken, Allah’ına şükran dualarında bulunuyordu. Ne güzel topraklardı bunlar, ne bereketli tarlalar, bağlar. Ama az cefasını da çekmemişlerdi hani. Mehmet Eminof, babasından dinlediği kadarı ile ailesinin çok uzun zaman önce Kırım’a yerleştiğini biliyor, ancak kaç göbektir ordalardı, onu kestiremiyordu. Dedesinden dinlediği hikâyeler ise çok gerilere gidiyordu.
Kırım, 1475’de Osmanlı Türklerinin eline geçince, daha evvel o bölgeye yerleşmiş olan Tatar Türkleri, Osmanlılara bağlanarak, Kırım Hanlığı’nı kurmuşlardı. Başkentleri Bahçesaray’dı. Üç aşıra yakın bir zaman, Karadeniz bir Türk gölü olmuştu. Osmanlı’nın gücü, Kırım’ın huzurunu sağlarken, Kırım Hanlığı da, Osmanlı’nın Rusya cephesinde gözü, kulağı olmuştu. Ancak, Karadeniz’den ve Osmanlı ülkelerinden bir türlü vazgeçemeyen Ruslar, her fırsatta bu arzularını gerçekleştirmek için uğraşmışlardı.
Birinci Petro’nun Çar olması ile bu istekleri daha da şiddetlenmişti. Hollanda’da denizcilik öğrenimi gören Petro, kuvvetli bir donanma kurmuştu. Osmanlılara karşı kurulan Kutsal İttifak’a katılarak Azak kalesini almış, Karadeniz’e inme hayallerinin ilk adımını gerçekleştirmişti.
Petro, Baltık Denizi kıyılarını da ele geçirmek üzere İsveç’le savaşa girmiş, harbin başında Rus ordusu çok büyük yenilgilere uğramıştı. Ancak, sonradan, harbin kaderi değişmiş, İsveçliler, Rusya içlerine kadar ilerlemiş olmalarına rağmen, galibiyete ulaşamamışlardı. İsveç kralı Demirbaş Şarl, yaralı olarak, Osmanlı İmparatorluğu’na sığınmıştı.
İsveç Kralını kovalayan Ruslar, Türk topraklarına girip, yakıp yıkmışlardı. Kırım topraklarında meydana gelen bu olaylar neticesinde, Osmanlı ordusu, Rusları Prut bataklığında kuşatmıştı. Birinci Petro’nun, harbi büyük yenilgiyle kaybetme korkusundan istediği barış anlaşmasını, Rusya’nın içlerine yapılacak daha büyük akınların macerasından korkan Sadrazam Baltacı Mehmet Paşa, hemen kabul edince, 1711′ de sadece Azak kalesinin Ruslardan geriye istendiği bir anlaşma ile Prut harbi bitmişti. Kısa bir müddet sonra, 1736’da Avusturyalılarla birlikte, tekrar Osmanlılara savaş açan Ruslar, Kırım’a girerek Azak kalesini yeniden ele geçirmişler, Bahçesaray’ı yakıp, yerle bir etmişlerdi. Osmanlıların her iki devlete karşı sağladıkları galibiyetlerle, 1739’da yeniden anlaşmaya oturulmuş, Rusların Kırım’dan çekilmesi sağlanmış, kalelerini yıkmaları şartı ile Azak kendilerine bırakılmıştı.
Ard arda yaşanan harpleri, kanlı mücadeleleri takiben, otuz yıl gibi bir süre, Kırım sakin yaşamıştı. Ta ki, Çariçe Katerina’nın Kırım ve Kafkasya üzerindeki hayallerine, Boğazları, Balkanları ilâve edip, ihtiraslanmasına kadar. Osmanlılarla doğrudan harbe girmekten çekinen Katerina, önce Balkanlarda Rus egemenliğini kurabileceği düzenler peşine düşmüştü. Lehistan’a yaptıkları bir saldırı sonucu, Leh milliyetçilerinin direnişi ile karşılaşan Ruslar, onları Türk topraklarına kadar kovaladıktan sonra, sığındıkları Türk kasabasını basarak, kasaba ahalisi ile birlikte öldürmüşlerdi. Osmanlıların savaş açması kaçınılmaz olmuştu. Ancak, bu savaş, gerileme devrini yaşamakta olan Osmanlı İmparatorluğu’nun orduları için ağır bir yenilgi olmuş, Ruslar, Eflak ve Boğdan’ı aldıktan sonra, Tuna’yı geçip Kırım’a girmişlerdi. Baltık Denizi’nde üslenen Rus donanması, Cebelitarık Boğazı’ndan Ege’ye inmiş, Anadolu yarımadasının Ege kıyısı üzerinde bulunan Çeşme limanında demirli Osmanlı donanmasını yakmıştı. Barış istemek zorunda kalan Osmanlıların imzaladığı
şartlar çok ağır olmuştu. 1774’de Küçük Kaynarca anlaşması ile Ruslar savaşta aldıkları yerleri geri vermekle beraber, Karadeniz’de donanma bulundurmaya, Osmanlı topraklarında yaşayan Ortodokslar üzerinde söz sahibi olmaya hak kazanmışlar ve Osmanlıların, Kırım’ı bağımsız bir devlet kabul etmeleri şartını da anlaşmaya ilâve ile esas amaçlarını uygulama fırsatını yaratmışlardı. Kırım’ın, bağımsızlık adı altında, Osmanlı İmparatorluğu’ndan idari yönden ayrılması, Rus donanmasının da Karadeniz’de adeta kale görevi üslenmesi,
1783’de kaçınılmaz sonucu getirmiş ve Rusya, Kırım’ı Çarlık topraklarına katmıştı. O tarihe dek çalkantılarla dolu olan Kırım ve Kırımlı’nın kaderi, o tarihten itibaren Rusya’nın eline teslim olmuştu.
Kırım’ın tamamını ele geçirmek Katerina’yı rahatlatmamış, aksine, Karadeniz’in karşı kıyısında uzanan, ebedi düşman gördüğü Osmanlıların toprakları, onu yeni hayaller kurmaya itmişti. Yakın Doğu’da kurmayı ve torunu Konstantin’le beraber yönetmeyi plânladığı geniş bir Ortodoks Hükümdarlığı, rüyalarını süslemeye başlamıştı. Zapt ettiği topraklardaki etki ve gücünü Rusya’da görevli batılı diplomatlara ispat etmek için düzenlediği Kırım seyahati, altı ay sürmesine karşın, programlanması dört yıl almıştı. İlk Türk-Rus harbinden general olarak dönüp, Çariçe’nin dikkatini çeken sonra da sevgilisi olan Gregory Alexander Potemkin, bu seyahatin, başından sonuna, mimarlığını yapmış, Çariçe’sinin, yabancılar gözünde istediği etkiyi yaratabilmesi için, her şeyin kusursuz olmasına büyük gayret göstermişti.
1787 Yılının ocak ayında, St. Petersburg’dan yola çıkan üç bin kişilik kafile, içleri adeta saray yavruları gibi döşenmiş troykalarla güneye doğru inmiş, Mayıs ayında Dinyeper nehrinde kendilerini bekleyen seksen parçalık filo ile gezide görülmesi esas amaç olan Kırım kıyılarını dolaşmaya başlamışlardı. Misafirler, gördükleri karşısında şaşkına dönmüşlerdi. Yol boyunca, kıyılarda, bayramlık kıyafetleri içinde şarkılar söyleyip, dans eden gençler, neşeli neşeli kaval çalan çobanlar, pırıl pırıl üniformalarıyla talim yapan Kazak ve Tatar askerleri, yapma şelâlelerin yamaçlarında düzenlenmiş İngiliz bahçeleri, geceleri havai fişeklerin ışığı altında köylülerin korolarla söyledikleri şarkılar, akıllarını başlarından almıştı. Sivastopol ve Bahçesaray’da Don kazakları ve Tatar birliklerinin büyük bir disiplin içinde gerçekleştirdikleri savaş oyunları, misafirlerin hayranlığını kazanmıştı. Katerina, bu seyahat boyunca istikbale yönelik emellerini, Batılı dostlarına sezdirmek için de bilhassa özen göstermiş, Dinyeper’i eski Yunan’daki adıyla,
“Borysthenes” olarak belirtmiş, Kerson limanında demirli savaş gemilerine Yunanca, “Bu yol Bizans’a gider” ibareleri yazdırtmıştı. En nihayet, Poltova’da sergilenen, İsveç Kralı XIII. Charles’in, Büyük Petro’ya hezimetini, adeta hakiki imişcesine yaşatan savaş oyunu, Sivastopol’da Karadeniz’edizilmiş donanma gemilerindeki askerlerin “Çok yaşa imparatoriçemiz!” haykırışlarının üzerine, muhteşem bir kapanış olmuştu.
Bütün bu görüntülerin, Kırım’ın hakiki görüntüleri olması ihtimâli oldukça azdı. Dört sene boyunca, Potemkin’in kocaman bir tiyatro sahnesi yarattığı söylenmişti. Geziyi yaşayanlar, bu şatafatın ve hayal dünyasının muhasebesini yapa dursunlar, gerçeği yalnızca, Gregory Alexander Potemkin ve o günleri yaşayan Kırım Türkleri bilecekti. Kırımlıların, Çariçe ve misafirlerini böylesine coşkulu karşılamaları da akıllara takılan diğer bir konuydu, onca acı yeni yaşanmışken… Potemkin’in, sevgili Katerina’sını mutlu etmek için başlattığı Kırım’ı sahiplenme projesi, zamanla tutku halini almış, kendi kurduğu şehirlerden Sivastopol’da 1784’de büyük bir donanma üssü gerçekleştirmişti. 1794’de de Odessa’da kurduğu deniz üssü ile Rusya’yı Karadeniz’e her an açılmaya hazır güce getirmişti. Savaşçılıklarına ve at üzerindeki maharetlerine hayran olduğu Don Kazakları ve Kırımlılardan Çarlık ordusuna bağlı alaylar teşekkül ettirmişti.
Böylece, Orta Asya’dan nesiller süren göçlerden sonra Kırım’a gelip yerleşen, uzun yıllar Moskova’ya yaptıkları akınlarla Rus Prensliğinin korkulu rüyası olan bu Türk kavmi, bir müddet, kendileri ile aynı topraklardan kopup gelmiş diğer bir Türk boyunun devamı olan Osmanlılarla kader birliği etmiş, fakat sonunda, Rus toplumunun bir parçası olmuşlardı.Kurt Seyit Aluşta, 1892
Yalta’daki Türk asıllı toplumun, en eski yerleşmiş ve ileri gelen ailesinin oğlu olmasından dolayı, Mehmet Eminof küçük yaşta Moskova’da askeri eğitime alınmıştı. Kırım, Azerbaycan ve Kafkas Müslümanlarının ileri gelenlerinden oluşturulan “Polk” denilen İslâm alayının süvari birliğinde görev yapmış, Çar’ın maiyet subaylığına kadar yükselmişti. İzinli olduğu devrelerde Aluşta’ya gelir, aileden kalan bağları, bahçeleri gezer, ürünün ne miktar olacağını, nerelere satılacağını plânlar, mal satılmışsa, yeni senenin ekimi için talimatlarını verir, görevine dönerdi. Moskova, St. Petersburg, Livadia arasındaki yolculuklarda, oldukça keyifli vakit geçirmesine rağmen, Yalta’daki topraklarını özlerdi Eminof. Çınar ağaçlarının gölgesindeki evlerini, üzüm bağlarını, Karadeniz’den gelen tuzlu su kokusunu özlerdi, ta ki evlenene kadar. Evlendikten sonra ise, en çok dünya güzeli küçük karısını özler olmuştu.
Eminof, hareketli bir bekârlıktan sonra, uzaktan akraba olan Parterofların kızı Zahide ile evlenmişti. Parteroflar, Poltova’da geniş arazi sahibi, Prusya asıllı, köklü bir aileydi. Zahide, ailenin dördüncü ve tek kız çocuğu olduğundan, el üstünde tutulurdu. Yazlan, Yalta’daki evlerine kalmaya gelirlerdi. Zahide, Aluşta’dan hiç ayrılmak istemezdi. Bembeyaz teni, ince, uzun endamı ve pırıl pırıl yanan mavi gözleri ile bütün Yalta delikanlılarının gönlünü çalmıştı. Ama o, çocukluğundan beri beğendiği Eminof a yanıktı. Ancak, yakışıklı delikanlının hayatı daha çok St. Petersburg’da geçiyor, bayram, seyran için arada Aluşta’ya dönüyordu. Alnının ortası beyaz benekli, simsiyah atının üzerinde meydanda göründüğü vakit, Zahide’nin yüreği duracak gibi olurdu. Genç kız, bu aşkın tek taraflı, çaresiz olduğunu düşünür, bazen, için için, ağlardı. Mehmet’in Moskova’da kim bilir kaç Rus metresi vardı, kim bilir nasıl bir hayat yaşıyordu oralarda. Ne yapsındı kendisi gibi küçücük, tecrübesiz, beceriksiz bir kızı.
Ama yanılıyordu. Mehmet, iki sene önce, bir akraba düğününde gördüğü Zahide’nin endamına hayran olmuş, gözlerinin maviliği uzun zaman aklından çıkmamıştı. Babasına danıştığında da, “Biraz bekleyelim, kız daha çok küçük.” olmuştu cevabı. Ancak, o da Zahide’nin etrafında dönenenleri biliyordu. Bir çoğu da arkadaşı idi. Biraz daha beklerse, onu başkasına yâr etmekten korkuyordu. Halbuki, güzel kız, her eve gelen görücü için, annesine babasına ayrı bir bahane uydurup, hayalindeki prensini bekliyordu. Ona rağmen, Eminoflar kendisini istemeye geldiklerinde, inanamamıştı bir türlü. Anne, baba Parteroflar, kızlarının uzun zamandır gizli aşk çektiğinin farkında, hiç nazlanmadan “Evet” dediler. Ayrıca Mehmet’ten daha iyi damat da bulacak değillerdi. Zahide de on altısını doldurmuş, serpilmişti. Hemen söz kesildi, kısa süren bir hazırlık devresinden sonra da evlendiler.
Olgun üzüm salkımlarının yanında diz çökmüş, bir tutam toprağı avuçlarından süzdürürken, geçen yıllan düşünüyordu Mehmet. Sevgili Zahide’si de bu topraklar kadar bereketliydi. Düğünlerinden hemen dokuz ay sonra, nur topu gibi bir kız çocuk doğurmuş, daha bebek bir yaşına basmadan ikinciye gebe kalmıştı. Bugün, yarın da onu doğuracaktı. Daha, çok çocuk istiyordu Eminof. Daha, tarlalar dolusu buğday, tütün, bağlar dolusu üzüm yetiştirecek, ormanlardaki kayın ağaçları gibi kök salacaklardı onun çocukları, bu topraklara. Şimdi onun avuçladığı gibi, torunları avuçlayacaktı bereketi. Avuçlarını birbirine vurarak, ellerindeki toprağı döktü, ayağa kalkarken.
Üzüm salkımlarına takılan kalpağını düzeltti, yavaş adımlarla ilerledi. Bağın bulunduğu meyilli tepe, birdenbire dikleşip sert kayalarla denize iniyordu.
“Karadeniz, çılgın deniz” diye düşündü Mehmet.
Aniden, bağın öbür ucundan kasketini sallayıp, bağırarak gelen kâhyanın sesi, onu düşüncelerinden ayırdı. Nefes nefese koşan kâhyasına doğru yürüdü. Yüreğini korkular sardı. Yoksa Zahide’sine bir şey mi olmuştu.
“Çabuk söyle, ne oldu?”
Kâhya, bir yandan kendine çeki düzen vermeye çalışırken, cevapladı:
“Hayır oldu, efendim, hayır oldu. Tosun gibi bir oğlunuz oldu.”
Eminof, derin bir nefes aldı.
“Allah’ıma şükürler olsun. Nasıl? Karım nasıl?” “Zahide Hanım da çok iyiymiş, oğlunuz da, Hacer öyle dedi.”
Hacer, kâhya Cemâl’in karısıydı. Ebelik yapardı. İlk çocukları Hanife’yi de o doğurtmuştu. İşini bilir, etrafı telaşa vermeden sakin çalışır, hem anne adayını, hem de onun evi doldurmuş yakınlarını rahatlatırdı. Mehmet, ikinci defa baba olmanın verdiği mutlulukla, cebinden çıkardığı parayı, Cemâl’in gömlek cebine sıkıştırdı. Gözlerinde minnet ifadesi vardı.
Onun omzuna vurarak, “Sağ ol…Sağ ol.” dedi ve hızla evinin yolunu tuttu.
Kırk gün sonra, Sadovi caddesindeki iki katlı, büyük taş evde bir müezzin, bebeğin kulağına ismini okuyordu:
“Seyit Mehmet, Seyit Mehmet, Seyit Mehmet”. Seyit bebek o kadar çok ağlıyordu ki, adına dualarla bir de “Kurt” lâkabı ilâve edildi. Kırım’da yüzyıllardan kalan bir inanışa göre; bebekler uzaktan uzağa kurt seslerini duydukları için, korkudan ağlarlardı. Ancak, Kurt ismi ile anıldıklarında, bu korkuyu yenebilirlerdi. Her ne hikmetse, o günden sonra Seyit’in hırçınlıkları bitti ama ismi Kurt Seyit kaldı.Akışta 1904
Çınarların gölgelediği büyük evde, Eminoflar, birbiri ardı sıra doğan çocukları ile dünyanın en mutlu çiftiydiler. Seyit’ten iki sene sonra Mahmut, altı sene sonra Osman doğmuştu. Çocukların hepsi sıhhatli fakat son derece zarif yapılıydılar. Seyit’in gözleri aynı annesininkiler gibi, lacivert menevişliydi. Kardeşleri arasında idareciliği, yaşından umulmadık akıllı davranışları ile Seyit’in ayrı bir yeri vardı babasının gözünde. Çocukları dizlerinin dibinde oynarken onları seyredip, iftihar ederdi, Mehmet Eminof.
Yaşlandığı vakit, Seyit onun yerini alacaktı. İçi rahattı. Büyüyen ailesini, topraklarını idare edebilecek bir oğlu vardı. Bir gün, onun bu hayallerini yüksek sesle tekrarladığını duyan Zahide, şaka yollu takıldı kocasına:
“Aşk olsun Eminof. Bacak kadar çocuk için yaptığın plânlara bak. Hem, kardeşleri arasında kıskançlık yaratacaksın. Sanki, diğerleri bizim çocuklarımız değilmiş gibi konuşuyorsun.” Mehmet, karısının hassasiyetini anlamıştı. Elinden tutup sedirde yanına oturttu ve şöminenin önünde konuşup gülüşen çocuklarını birlikte seyrettiler. Hanife, Mahmut ve Osman, Seyit’in anlattığı bir masalı, kâh gözlerini kocaman açıp, kâh kahkahadan tıkanıp dinliyorlardı. Hanife, Seyit’ten bir yaş büyük olmakla beraber, onu sanki ağabeyi gibi görürdü. Mahmut ve Osman ise, adeta hayranlıkla bağlıydılar ağabeylerine. Evin dışına çıkıldığı vakit, hemen iki yanına geçer, ellerinden tutarlardı Seyit’in. Onlara emniyet hissi verirdi bu. Aralarında hiç kardeş kavgası olmamıştı o güne dek. Evin dışında da, evdeki oyunlarında da, idare hep Seyit’in elindeydi ve bunu zorlama ile yapmıyordu. Hem ablası, hem kardeşleri, onun üstünlüğünü, büyük bir istekle, kendileri yaratmışlardı adeta.
Anlattığı hikâyenin sonunda, Seyit üç kardeşine birden sarılıp, yanaklarından öptü.
“Haydi, şimdi uyku vakti.”
Hanife ile oğlanlar, itaatkâr bir şekilde, anne ve babalarına “İyi geceler deyip, Seyit’ in önü sıra, yukarıya odalarına çıktılar. Eminof, karısının yanağını okşadı.
“Görüyor musun ne demek istediğimi? Onlar,
Seyit’i kıskanmak bir yana, kendilerine han seçmişler bile. Kimsenin hakkını yemez, kalbini kırmaz bu çocuk. Malı mülkü o idare ederse, bütün kardeşlerini de kollar, rahat ettirir.” “Galiba haklısın Eminof.” dedi Zahide. “Ben boşuna kuruntu edinmişim. Senin düşüncen tamamdır. Velev ki, Allah kötü yazı yazmasın.” Babalarının uzun süren Petersburg, Moskova görevleri esnasında, çocukların yetişmelerini Zahide üstüne almıştı. Mehmet, özellikle Seyit’in çok iyi at binmesini istediğinden, kâhya Cemâl’e talimat vermişti. Bazen bir kaç ay süren hasret dolu ayrılıklardan sonra, geri döndüğünde, muhakkak Seyit’in at üzerinde bir kaç yeni numarasını izler, ümitlerinin boşa çıkmadığını görüp oğluyla iftihar ederdi. Eminof, kısa süreli gelişlerinde, başkentteki bir takım karışıklıklardan söz etmeye başlamıştı. Ama, Yalta’da hayat öylesine asude, öylesine mutluluk dolu idi ki, Zahide beşinci çocuğunu da büyük bir istekle doğurdu. Havva doğduğunda, Hanife on bir, Seyit on, Mahmut sekiz, Osman ise altı yaşlarındaydılar. Havva, bembeyaz teni, kocaman derin mavi gözleri ile çocukların içinde annelerine en çok benzeyeni idi.
Zahide, henüz yirmi yedi yaşma basmıştı. Beş çocuk doğuran sanki o değildi. Hâlâ, on beş yaşının saf, temiz, çocuksu bakışlarına, fildişi kadar beyaz pürüzsüz cildine sahipti. Mehmet Eminof, deliler gibi âşıktı karısına ve bir tek o biliyordu, o çocuksu güzelliğin altında saklı olan sıcacık, olgunlaşan kadınlığını.
Aynı senenin yazında, Seyit’le Mahmut’un sünnet düğünlerinin yapılması kararlaştırılmıştı. Mahmut, sünneti, bol bol hediyeler alacağı bir tören olarak düşünürken, Seyit büyümekle, erkeklikle bağlantılı gördüğü bu olayı heyecanla bekliyordu. Evde büyük bir hazırlık başladı. Giriş katındaki büyük odalardan birine, kocaman bir karyola kuruldu. Beyaz iş, kolalı yastıklar, çarşaflar ve ipek saten kaplama yorganlar döşendi. Zahide önde, üç, dört hamarat emektar arkasında, evin bir yanından bir yanına temizliğe giriştiler. Törene uzaktan gelecekler için misafir odaları açıldı. Bahçeye masalar, iskemleler dizildi, lâmbalar ayarlandı. Zahide, her şeyin eksiksiz olmasını, geldiğinde Eminof a koşuşturacak fazla bir şey kalmamasını istiyordu. Nitekim, Mehmet, törenden bir gün evvel, gece yarısı gelebildi. Merak içinde kendisini bekleyen Zahide, uzaktan yaklaşan at seslerini duyar duymaz, feneri eline alıp kapıya fırladı. Gelen Mehmet’i miydi, yoksa uğursuz bir haber mi? Şalına sarınıp, akşamın serininde bekledi. Yolun aşağısında, ana girişte, seyisle konuşan atlıyı tanımakta gecikmedi. Gece karanlığı da olsa, sesini duymasa da, at üzerindeki heybetinden tanırdı kocasını. Yüreği sevinçle doldu. Çınarların arasından yola doğru yürüdü. Mehmet, atını mahmuzlamış geliyordu. Lâmbanın ışığında, sırtında uzun beyaz geceliği ve şalı ile yürüyen karısını fark eder etmez, dizginleri sıktı, atladı atından. Meraklanmıştı.
“Zahide! ne işin var bu saatte yollarda, ne oldu?”
Korkulan geçmiş olan genç kadının yüzünde, mutluluk ve sevinç okunuyordu. Eminof, hayranlıkla bakmaktan kendini alıkoyamadı. Hafif akşam rüzgârı ile uçuşan saçları, sevgi parlayan gözleri, narin vücudu, elindeki fenerin ışığında sanki perileştirmişti Zahide’yi. Birbirlerine özlemle sarıldılar, bir müddet konuşmadan.
“Üşümüşsün,” dedi Zahide, onun tıraşı uzamış yorgun yüzünü okşayarak. Karısının elindeki lâmbayı alıp söndürdü Eminof, bankın üzerine bıraktı. Çevik bir hareketle atına atlayıp, elini uzattı. Zahide, onun güçlü elini yakalarken, bir ayağı ile de çizmesine merdiven gibi basıp, bıraktı kendini. Göz açıp kapayana kadar, atın terkisindeydi. Sarıldı kocasına kolları ile başını sırtına dayadı. Mehmet, atını ağır ağır eve doğru sürmeye başladı. Bir ara durdu ve başını çevirip karısının alnını öperken mırıldandı:
“Senin geldiğin yer oldukça sıcak olmalı. Belki beni de ısıtırsın.”
Zahide’nin Çanakları, gecenin karanlığına rağmen al al olmuştu.
Sanki, yeni gelin gibi heyecanlıydı. Tarif edemeyeceği bir mutlulukla yaşlanan gözlerini kapadı, tırısa kalkan atın üzerinde evlerine doğru yollandılar.
O geceyi uykusuz geçirdiler. Birbirlerine tekrar kavuşmanın heyecanı ile ertesi günün büyük olayının telaşı, kan kocayı sabaha dek uyanık tuttu. Sabahın ilk ışıkları odaya girdiğinde, Mehmet yeni dalmıştı. Zahide, ses etmeden, sevecenlikle, onu alnından öpüp, üstünü örttü. Aralık perdeleri kapayıp odayı iyice kararttıktan sonra, üstüne acele bir şeyler geçirip parmak ucunda çıktı odadan. Ebeveynlerin yatak odasının hemen yanında, Havva’nın odası vardı. Zahide, bebek karyolasında mışıl mışıl uyuyan minik kızına baktı. Taş bebek kadar beyaz tenli, pembe yanaklıydı Havva. Yüzü koyun uzanmış, bir elinin baş parmağı ağzında, öyle derin uyuyordu ki, onu rahatsız etmekten korkarak, yavaşça kucağına aldı. Kanepeye oturup, bluzunun düğmelerini açtı. Sütle dolmuş göğüsleri zonklamaya başlamıştı. Bebeğinin ağzını, göğüs başına doğru yanaştırdı usulca. Havva bebek, uyanmamasına rağmen, anne memesinin kokusuyla, ağzını kocaman açtı. Başını sağa, sola vura vura, annesinin yardımı ile memeyi buldu. Zahide, sonsuz bir iştahla memesini emen kızınıseyrederken fısıldadı: “Tanrım, seni de iyi ki doğurmuşum, ne güzel şeysin sen öyle.”
Karnı iyice doyan bebeği yerine yatırıp, kapısını kapadı. Sonra, oğlanların odasına girdi. Seyit uyanmış, kardeşini de derin uykusundan kaldırmaya uğraşıyordu.
“Haydi Mahmut, uyan, bugün sünnet düğünümüz var, haydi kalk sabah oluyor.”
Mahmut, iğne batırılmış gibi süratle fırlayıp, yatağında oturdu. Gözlerini ovuşturarak sordu: “Ne zaman sünnet olacağız? Hemen şimdi mi?” Zahide gülmekten alamadı kendini.
“Hayır, hemen şimdi değil. Ama daha çok işimiz var. Yıkanıp, babanızla sabah namazına gideceksiniz.”
Annelerinin kapıda durduğunu gören oğlanlar koşup, sarıldılar heyecanla. Seyit, soru yağmuruna tuttu annesini.
“Babam geldi mi? Ne zaman geldi? Hemen gidip göreyim…”
“Yavaş ol bakalım biraz. Babanız gece yarısı geldi ve çok yorgun. Biraz uyusun. Zaten, az sonra kaldıracağım, camiye gideceksiniz. Bari bırakalım o arada uyusun.”
“Babam da sünnet olmuş mu?” diye sordu Mahmut. “Tabi, şapşal” diyerek yanağını sıktı, Seyit kardeşinin, “Bütün erkek olanlar sünnet olur.”. “Peki, sünnette ne olur?”
Seyit, adeta bir öğretmen edası ile cevapladı:
“Sünnet olanın, pipisinin ucu kesilir.”
Mahmut’un uykulu gözleri kocaman açıldı, dehşetle annesine baktı.
“Yalan, değil mi, anneciğim? Ağabeyim yalan söylüyor değil mi?”
Ve Zahide’nin toparlanmasına fırsat kalmadan, yatağa kapanıp hüngür hüngür ağlamağa başladı. “Ben pipimi kestirmem! Ben pipimi kestirmem!… Zahide, Mahmut’a sarılıp yatıştırmaya çalışırken, büyük oğluna çıkıştı:
“Gördün mü yaptığını Seyit, aşk olsun, insan kardeşini böyle korkutur mu?”
Mahmut, annesinin kucağında tam sakinleşmek üzereydi ki, Seyit yine o büyük adam edası ile konuştu:
“Niye korkuyormuş, erkek olan korkar mı? Hem ben yalancı değilim. Pipisi kesilirken anlar, yalancı olmadığımı”.
Yeniden çığlığı basan Mahmut kucağında, şaşkındı
Zahide. Bir an evvel, Eminof un, oğullarıyla konuşması gerekiyordu. Onlara ne anlatacağını, nasıl anlatacağını bilemiyordu Zahide. Kendi ağabeylerinin de sünnet düğünleri olmuştu ama bu mevzular, âdet olarak, babalarla oğullan arasında konuşulur, anneler karışmazdı. Seyit, kardeşinin ağlamalarından etkilenmiş, onu rahatlatmak için lâf arıyordu.
“Hiç de o kadar kötü bir şey değil Mahmut, sus Allah aşkına…
Kardeşinin göz yaşından ıslanmış yanaklarını okşayıp, yumuşacık bir sesle teselli etmeye çalışıyordu:
“Hem, bak, ne hediyeler gelecek. Biliyor musun, sünnet olunca, aynı büyük erkek gibi oluyorsun.” Zahide, Mahmut’un bir an için de olsa oyalandığını görüp, odadan çıktı, koşarak kendi yatak odalarına döndü. Kocasının uyanıp duruma el koyması lâzımdı. Mehmet, yataktan kalkmak üzereydi. Karısını görünce keyifli bir sesle sordu: “Bu ne patırtı Allah aşkına? St. Petersburg bile daha sakindi.” “Eminof, halletmen gereken bir durum var.” Zahide, ciddileştiği zaman, kocasına soy ismi ile hitap ederdi: “Bu çocuklarla bir an evvel konuşman lâzım.” Eminof un keyfi yerindeydi.
“Hangi çocuklarla? Kızlarla mı, oğlanlarla mı,
üç büyükle mi yoksa besiyle birlikte mi?
“Hiç komik değilsin Eminof, sünnet düğünleri geldi çattı ve oğullarına henüz ne olacağını anlatan olmadı. Seyit az buçuk bir şeyler öğrenmiş, onu da ne kadar, kimden öğrenmiş Allah bilir.”
Mehmet birden ciddileşti. Karısına sarılıp, özür diler bir ifade ile konuştu:
“Haklısın, başlarında olamıyorum çocukların. Onlarla daha sık, daha çok şey konuşmam lâzım. Merak etme, şimdi hallederim. Sonra da banyomuzu yapar, camiye gideriz.”
Zahide rahatlamıştı. Mehmet oğlanların odasına girerken, o da evin hamamını kontrol etmek için aşağıya indi.
Kısa bir zaman sonra, evin erkekleri yıkanmış, giyinmişlerdi. Babaları her ne anlattıysa, Mahmut artık ağlamıyordu. Üstelik, son bir saat içinde büyümüş gibi edalar taKırımıştı. Günler önceden hazırlanmış sünnet kıyafetlerini giydiler. Beyaz pantolon, gömlek, bir omuzlarından bellerine doğru inen kırmızı saten kuşak, diğer omuzlarında nazarlıkları ile babalarının iki yanında el ele tutuşup evden çıkan oğullarını gururla seyretti Zahide. “Tanrı’m” dedi kendi kendine, “Ne çabuk büyüdüler.”
Öğleden sonra, evde heyecan son haddini bulmuştu. Mutfakta hizmetkârlar harıl harıl davetin yemeklerini hazırlıyorlardı. Börekler, zeytinyağlılar, helva, zerde, pilav, şuruplar sabahtan pişmeye konmuştu. Mehmet oğullarını oyalarken, Zahide mutfakla kiler, misafir odaları ile bahçe arasında koşuşturup hazırlıklara nezaret ediyordu. Havva bebeğin, süt saatleri dışında, bakımını Hanife üslenmişti. Fırsattan istifade, annecilik oynuyordu minik kardeşi ile. Her şeyin yolunda gittiğinden emin olunca, kendisi de hazırlanmaya karar verdi Zahide. Banyosunu yaptı. Beline kadar uzanan saçlarını kurutmasına vakit kalmamıştı. Dolaptan, uçuk mavi şifon emprime bir elbise seçti. Mehmet’in en beğendiği elbisesiydi bu. Nemli saçlarını örgüler halinde ayırdı. Beline, düğün hediyesi, kalın Kafkas kuşağını taktı. Saçlarını arkaya atıp, örgülerini bir kez gümüş kemerinin üzerinden döndürüp uçlarını bıraktı. Aynada kendine çabuk bir bakış attı. Evet, artık büyük koşuşturmaya hazırdı. Kendine daha fazla vakit ayırmasına imkân yoktu. Koşar adımlarla merdivenden inerken, giriş holünde kâhya Cemâl’in sesini duydu.
Kocası, kapıda, Cemâl’in yol gösterdiği hoca efendi ile sünnetçiyi karşılamaktaydı. Misafirler büyük salona alındı. Limonatalar ikram edildi. Oğlanlar, yan odalardan birinde, heyecan içinde bekliyorlardı. Mehmet, onların ellerinden tutup hocanın önüne getirdi. Seyit’le Mahmut, hocanın elini öptüler. Bembeyaz saçlı, uzun, beyaz sakallı hocanın yumuşacık, sakin bir sesi vardı. Onları yanına oturttu.
“Maşallah, maşallah! Aslan gibi oğullar maşallah!”
İltifatları ile önce, Seyit’e doğru döndü. Mahmut, büyük bir merakla, oturduğu yerden öne doğru uzanıp olanları seyretmeye başladı. Hoca efendi, bir avucunu dua için açmış, diğer avucunu Seyit’in başına koymuş, gözleri yan kapalı, mırıldanarak bir şeyler söylüyor, ara sıra da, kendi başını şöyle bir döndürüp, Seyit’in yüzüne doğru üflüyordu. Hocanın her üfleyişinde de, Seyit’in alnındaki perçem uçuşuyor, gözlerini kırpıştırıyordu. Mahmut, bu işi müthiş eğlenceli bulmaya başlamıştı. En nihayet, hocanın sarığı üzerinde uçuşan sineği görünce, kendini tutamayıp kıkırdadı. Ancak, babasının uyarıcı bakışları ile toparlanmak zorunda kaldı. Seyit’in duası bitmişti. Hoca, derin bir “Amin”le beraber, elini Seyit’in başından çekti.
“Hayırlı bir evlat, güçlü kuvvetli bir erkek olasın inşallah!”
Seyit, büyük imtihanın yarısını geçmiş gibi hissediyordu kendini. Babasının yanındaki koltuğa yerleşip, Mahmut’un nazardan arınıp, hayır dualarla donanışını seyretmeye başladı. Sünnetiyapılacağı odada, sünnetçi, aletlerini hazırlamış, bekliyordu. Ufak tefek, sessiz bir adamdı. Onun bu telaşsız, munis hali, çocukların heyecanını biraz olsun yatıştırmıştı. Böyle bir adamdan kendilerine kötülük gelmeyeceğine inanmışlardı.
Gömleğini dirseklerine kadar sıvamış, ellerini ilâçlı sularla yıkamış olan sünnetçi, oturdukları odanın kapısında belirdi.
“Evet beyefendi, ben hazırım. Önce hangisi olacak?
Mehmet, küçük oğlunun korkusunu bildiğinden, bir an evvel bu işkenceden onu kurtarmak gerektiğini düşündü. Ancak, Mahmut, çoktan, Seyit’in arkasına geçip, onun gömleğine sıkı sıkıya yapışmıştı. Seyit öne atıldı:
“Önce ben” derken, sesinin titremesini önlemek için, nefesini tuttu. Mahmut, şükran dolu bakışlar gönderdi ağabeyine. İşte, her zaman olduğu gibi, yine kollamıştı Seyit onu. Eminof, sevgi ile büyük oğlunun omzunu kavradı ve sünnetçinin ardından odaya girdiler. Kapı kapandı. Mahmut dışarıda kalmıştı. Halbuki Seyit’i sünnet olurken seyredip, kendi başına da neler geleceğini öğrenmek niyetindeydi. Sünnetçi de, aynı sebepten, çocukların ikisini birden odada istemiyordu. Birinin yaygarayı basmasının ardından, diğerinin de korkup, ortalığı çığlıkları ile savaş meydanına çevirmelerinden çekiniyordu.
Cemâl kâhya, Mahmut’u elinden tutup, koridorla odalar arasında dolaştırmaya başladı.
Seyit odaya girince, köşedeki masada, havlu üzerinde yayılmış aletlere bakmamaya çalıştı. Biraz sonra, vücudundan bir parçanın kesilecek olması düşüncesi başını döndürdü, mide bulantısı geldi ama kendini çabuk topladı. Kimse onun korktuğunu zannetmemeliydi. Babasının iki elini omuzlarında hissedip başını kaldırıp baktı.
“Aferin benim oğluma, seninle iftihar ediyorum oğlum. Haydi gel, yavaş yavaş hazırlan artık.” “Nasıl hazırlanacağım?”
“Gel şöyle, soyunup divana uzan.” “Sünnet yatağına yatmayacak mıyım?”
“Sünnet bitince, süslü yatağına geçeceksin.” Seyit, babasının kulağına eğilerek fısıldadı: “Bu yabancı adamın yanında mı soyunacağım?” “Eh, sünneti o yapacağına göre öyle olacak” “Sen niye yapmıyorsun baba?”
“Neyi ben niye yapmıyorum?
“Bizim sünnetimizi.”
Mehmet, kendini tutamayarak, güldü. “Çünkü, ben sünnetçi değilim, askerim.” Seyit, babasının yardımını reddederek, kendi kendine soyunmaya devam ederken konuştu:
“Ben de asker olacağım, değil mi baba?”
“Tabi, sen de asker olacaksın. Onun için şimdiden böyle küçük acılara alışman lâzım. Hem göreceksin, öyle çabuk olup bitecek ki, sen de şaşacaksın.”
Seyit’e, o ana kadar, adeta yıllar kadar uzun gelen zaman, sünnetçinin önüne oturması ile duruvermişti sanki. Adama ve elindeki alete hiç bakmadan nefesini tutarak bekledi. Bağırırım korkusu ile dişlerini öyle sıktı ki, yanak etlerine dişlerinin geçtiğini hissetti. Babasının sıkı sıkıya tuttuğu eli ter içindeydi. Diğer eli ile de gömleğinin eteğini kavramıştı. Adamın döktüğü ilâçlı suyun kokusunu duydu, bacaklarına doğru inen ıslaklıkla ürperdi. Her ne olursa olsun, sesini çıkarmayacaktı. Dışarıda bekleyen kardeşi için bunu yapmalıydı. Kulakları uğulduyordu. Uzaktan uzağa sünnetçinin “Bismillah” diyen sesini duydu. Son gelmiş olmalıydı. Ellerini daha bir sıktırarak güç topladı. Derin bir nefes alıp gözlerini kapadığı anda olan oldu. Önce bir acı, ardından sızlama duydu. Sanki uyuşmuştu. Sünnetçi konuşuyordu: “Oldu da bitti, maşallah! Haydi bakalım geçmiş olsun”.
“Gördün mü işte bu kadar.” dedi babası. “Şimdi, o büyük yatağa geçebilirsin artık. Geçmiş olsun benim cesur oğlum. Darısı kardeşinin başına.” Babasının yardımı ile sünnet geceliğini giyen Seyit, yatağa yatırıldı. Mehmet eğilip öptü oğlunu, saçlarını okşadı, sordu:
“Acıdı mı?”
Başını salladı çocuk. Sonra daha inandırıcı olmak için konuştu:
“Hayır, hiç fazla acımadı.”
Mehmet, onu tekrar öpüp, küçük oğlunu almak için kapıya doğru yürürken kendi kendine gülümseyerek mırıldandı:
“Küçük yalancı.”
Ağabeyinin hiç bağırıp ağlamadan sünnet olduğunu gören Mahmut rahatlamıştı. Ancak, iş ona gelince biraz patırtılı bir kaç dakika yaşadılar. Seyit, kardeşine yardım edememenin üzüntüsü ile onun yanı başına getirilip yatırılışını bekledi. Zahide, çocuklarını kucaklamak için odaya geldiğinde, Seyit yattığı yerden, Mahmut’un yaşlarla ıslanmış yanaklarını silerken konuşuyordu:
“Hiç yakışmıyor Mahmut, bak bitti işte. Hem sen asker olmak istemiyor musun?”
Mahmut, birden susup, başını ağabeyine çevirdi: “Olucam ama büyüyünce olucam.”
“İyi ya, asker olunca da, her canın yanınca böyle ağlayacak mısın?”
Zahide kendini tutamadı, kapının dışına geri çekildi. Kocası, sünnetçiyi geçirmiş, geri geldiğinde onu kapının eşiğinde hıçkırarak ağlarken buldu.
“Hayırdır, ne oluyor?”
“Hiç bir şey.”
“Hiç bir şey için mi ağlıyorsun?”
“Bilmiyorum, her halde mutluluktan. Allah bana çocuklarımın acısını göstermesin Eminof, inan kahrımdan ölürüm.”
“Eh, sen çok yaşa Zahide. Mutlu olduğun gün aklına bunlar eserse, mutsuz gününde senin yanında durmamalı. Haydi, toparlan da oğlanların yanına gidelim.”
Misafirler doluşup, yatağın etrafı hediyelerle kaplanmaya başlayınca, oğlanlar ağrılarını sızılarını neredeyse unutmuşlardı. Omuzları, göğüsleri altınlarla, rublelerle bezenmiş, içlerinde ne olduğunu merak ettikleri koca koca paketler odayı doldurmuştu. Her gelen, öncelikle onları ziyaret ediyor, sünnetin nasıl geçtiğini soruyordu. Mahmut da, ağabeyinden öğrendiği gibi, “Hiç acımadı” cevabı ile takdir topluyor, “Maşallah, hayırlı olsun” dilekleri arasında memnun, mesut yatıyorlardı. Acıyla başlayan bir işin ardından, böyle şımartılıp, keyif alacaklarını, doğrusu, ikisi de düşünmemişti. Bahçedeki çınarların altında hazırlanmış masalar, yemeklerle donatılmış, yakılan ateşlerde kuzu ve oğlaklar çevrilmeye başlamıştı. Zahide, arada, bebeğini emzirmek için yukarı kata çıkmıştı. Gece boyunca, Cemâl kâhyanın büyük kızı bebeğe göz kulak olacaktı. Bebeğini yatağına yatırdıktan sonra odanın balkonuna çıkıp bahçeye bir göz attı. Ilık, durgun bir yaz akşamı çökmekteydi, Aluşta’nın üzerine. Bahçedeki lâmbalar çoktan yakılmıştı. Girişteki verandada, müzisyenler kendilerine ayrılmış bölüme yerleşiyorlardı. Mehmet, bu gece içilecek şarabı, özellikle kendi bağlarının üzümlerinden hazırlatmıştı, daha yıllar önceden. Büyük fıçılarda ne zamandır dinlenmekte olan şarapların muslukları açılmış, kadehler bir boşalıp, bir doluyordu. Daha eğlencenin başıydı ama çok kişi çakır keyif olmuştu bile. Kalabalığın arasında, gözleri ile kocasını aradı Zahide. İşte ordaydı. İki kolunu, iki erkek misafirinin omuzlarına atmış, kahkahalarla gülüp, konuşuyordu. Mutluluk akıyordu kahkahasından. Âşık âşık seyretti Zahide, kocasını bir müddet.
Bahçedeki onca kalabalıktaki en yakışıklı erkekti kocası. Çok mutluydu, çok. Ellerini balkon demirlerine yasladı, derin bir nefes aldı, gözlerini kapayıp. Karadeniz’den gelen tuzlu su kokulu rüzgâr, bağlardaki asmaların taze yeşil kokusu ile birleşip, bahçelerine kadar geliyor, asırlık çınarların yapraklarını hafif hafif oynatıyordu. Minnet hisleri ile “Çok . şükür Allah’ım.” dedi. İçeride bebeğin bezlerini hazırlamakta olan Cemâl’in kızı Leyla sordu:
“Bir şey mi dediniz hanımefendi?” Zahide, gülümseyerek, balkondan içeriye girdi. “Harika bir akşam, dedim.”
Aşağı kata iner inmez, sünnet odasına uğradı.
Oğlanlar, yatağın içinde, sırtlarını kabartılmış yastıklara dayamış oturuyorlar, etraflarındaki kalabalıktan memnun görünüyorlardı. Küçük Osman, onların saltanatına imrenerek bakıyor, kendi sünnet düğününü yaşamak için sabırsızlanıyordu. Zahide’nin varlığı, misafirlere odadan çıkmaları gerektiğini hatırlattı.
Ziyaretçileri güler yüzle odadan çıkarttıktan sonra, yatağın kenarına oturdu genç kadın. Çocukların yüzleri yorgun, ama mutluydu.
“Nasıl, iyi misiniz? Bir istediğiniz var mı?” “Ben çok iyiyim.” dedi, Mahmut. “Seyit de çok iyi. Değil mi Seyit?”
Zahide, küçük oğlunun, telaşlı bir şekilde, acısını umursamaz görünüşüne güldü.
“Peki, peki anladım, herkes çok iyi demek. Çok memnun oldum. Babanız da bu habere çok sevinecek.”
“Babam da yine yanımıza gelecek mi?” diye sordu,
Seyit. “Tabi, sıra ile gelip sizi yoklayacağız.” Yatağın tam karşısındaki geniş pencereye doğru yürüdü. Perdeleri, tülleri kenara doğru çekti, kepenkleri iyice dışa itti.
“İşte, bütün eğlence şimdi odanızın içinde, uyuyuncaya kadar seyredersiniz.”
Bahçenin ışıkları, sesleri, müziği odanın içine doluvermişti aniden. Oğlanlar, oldukları yerde, biraz daha dik oturmaya çalıştılar.
Zahide, onların yastıklarını düzenleyip, yattıkları yerde rahat ettirdi ve her ikisini de öpüp çıktı.
Yaşadıkları heyecan, korku ve telaş, her ikisini de oldukça yormuştu. Annelerinin, yanlarından ayrılmasından bir müddet sonra derin bir uykuya daldılar.
Ertesi sabah, Seyit, kardeşinden önce uyandı. Büyük bir gayretle, yerinden doğrulup yataktan inmeğe uğraşıyordu ki, aralanan kapıdan babasının girdiğini gördü.
“Dur, dur bakalım, kendi kendine nereye kalkıyorsun ilk günden?” diye sordu, babası. Seyit, tuvalet ihtiyacını belirttiğinde, ona yardımcı olarak yataktan indirdi ve banyoya doğru yürüttü. Seyit, ayak bileklerine kadar uzanan gecelik entarisinin içindeki çıplak gövdesinde, belinden aşağıda bir sızı hissetti, yürümeğe çalışırken. Yarasını daha fazla acıtmaması için, iki yana açtığı bacaklarını, adeta tahta bacak taşırcasına, sürüye sürüye ilerledi. O arada, babasının masanın yanına bırakmış olduğu büyük, çok şık bir paketi de göz ucu ile inceliyordu. Mehmet, oğlunun merakını fark etti. “Yatağına geri dönünce açabilirsin.”
Seyit, bu en sona kalan hediyenin kimden geldiğini ve ne olduğunu öğrenmek için sabırsızlanıyordu. Az sonra, yine babasının yardımı ile pencerenin önündeki kanepeye yerleşmişti. Gözlerinin içi gülerek, yerden kaldırmadan, iki eli ile ağır olduğu belli paketi kanepeye doğru sürüklerken sordu Mehmet: “Kimin hediyesi olduğunu sormayacak mısın?” Seyit, ayak ucuna bırakılan hediyenin parlak süslü kağıdı ile kocaman renkli saten kurdelesine hayranlıkla bakarken düşündü; Bu kadar ağır ne olabilirdi içinde?
“Açabilir miyim?” diye babasına sormak üzereydi ki, Mehmet oğlunun yanına oturup tekrarladı: “Kimin hediyesi olduğunu sormayacak mısın?” “Sen kimin gönderdiğini bilmiyor musun?”
“Bilmez olur muyum? St. Petersbug’dan buraya kim taşıdı zannediyorsun?”
“St. Petersburg’dan mı getirdin?”
“Tabi ya. Ama özelliği olduğu için diğer hediyelerinin yanına koymadık. Bunu tek başına vermeği tercih ettim.”
Seyit, artan merakını bastırmak için, sormağa devam etti: “Bana bir hediye daha mı aldın?” Babasının her ikisine de birer at hediye ettiğini dün akşam zaten öğrenmiş olduklarından, kardeşinden farklı olarak bir armağan daha almasının sebebini anlayamamıştı Seyit. Onun için, sorusunu sorarken, yatakta hâlâ mışıl mışıl uyumakta olan Mahmut’un konuştuklarını duymaması hususunda elinden gelen dikkati gösteriyordu. Böyle bir ayrıcalık yapılmışsa bile, küçük kardeşinin bunu bilip kalbinin kırılmasını istemezdi.
“Hayır” dedi babası, “Bu hediye daha da özel.
Özelliğini anlaman için de açman lâzım. Aslında, içinden ne çıkacağını inan, ben de senin kadar merak ediyorum doğrusu.”
Seyit, St. Petersburg’da oturup, kendisine ve de özellikle bir tek ona sünnet hediyesi gönderen kişinin kim olduğunu bir türlü çıkaramıyordu. Kurdeleyi ve parlak kağıtları açmağa başladı. Merakı, ona, paketi yırtarak açmasını söylerken, içindeki bir his bu keyifli sürprizin tadını çıkarmasını, onun için de elinden geldiğince heyecanı uzatmasını söylüyordu. Zaten, bu güzel kağıtları da yırtmağa kıyamazdı. Ancak, hediyeyi gönderen, sanki onun sabrını denemek ister gibi paket yaptırmıştı. Kağıtların altından kalın bir karton kutu ortaya çıktı. Seyit, bu defa acele ile kutunun kapaklarını açınca da içinde hâlâ ne olduğunu anlayamadığı hediyesinin, bu defa da bembeyaz ince kağıtlarla sanlı olduğunu gördü. Mehmet de, en az oğlu kadar, meraklı gözlerle bekliyordu. Seyit’in çocuk ellerinin, çocuksu acelesi ile buruşturularak açılan kağıtların arasından, nihayet, sürpriz göründü. Mehmet, hayretten gözleri açılmış oğluna yardımcı olmak üzere, yerinden kalktı ve karton kutuyu oluşturan son parçaları da yana çekelerken, hayranlığını ifade eden uzun bir ıslık çalmadan edemedi.
Ortada, aşağı yukarı Seyit’in yarı boyu yükseklikte, küçük bir sandık duruyordu. Ancak, alelade bir sandık değildi. Siyah lake gövdesinin üzerini çeşitli manzara resimleri renklendiriyordu. O” kadar ince ve zarif işlenmişlerdi ki, pırıl pırıl siyahın üzerinde, neredeyse gecenin içinden çıkacakmış gibi duruyorlardı. Ama, bütün bu manzaralardan daha güzeli, sandığın kapağındaki bronz horozdu. Yine bronz olan kilit bölümünün tam üstüne gelecek şekilde yerleştirilmişti. İbiği, tüyleri, minik çubuğun üzerinde kıvrılmış pençeleri ile öylesine canlıydı ki, Seyit daha fazla sessiz kalamadı:
“Ne kadar güzel, neredeyse ötecek, sanki canlı gibi, değil mi baba?”
“Doğru, ama zaten ötecek de…”
Oğlunun kendisine bakışını görünce, gülerek, elini cebine attı ve çıkardığı san parlak bir anahtarı ona uzattı. Seyit, siyah ipek kordona bağlanmış olan anahtarı eline alırken, gözleri hayretten açılmış, sordu:
“Bu harika bir şey babacığım! Böyle bir şeyi kim hediye edebilir ki?”Mehmet, oğlunu daha fazla merakta bırakmak istemiyordu, cevap verdi:
“Anahtar sende artık, neden açıp öğrenmiyorsun?” Seyit, oturduğu yerde öne doğru kayıp, heyecandan titreyen parmaklan arasındaki anahtarı kilide yerleştirdi ve çevirdi. Çevirmesiyle, kapağın üzerindeki bronz horoz, tutunduğu bronz çubuğun üzerinde dönmeğe başladı. Dönerken de, aynı canlı bir horoz sesi ile ötüyordu. Üç turdan sonra, horoz durdu ve sustu. Kilit açılmıştı. Babası sandığın kapağını arkaya doğru yavaşça kaldırdı ve latalarını oturttu.
Seyit, o zaman, kapağın iç tarafında bronz harflerle ahşabın içine oyulmuş yazıyı fark etti. Anında, sevinç çığlığını bastırmak için, elini ağzına götürdü. Çar Nicholas’nın iyilik ve başarı dileklerini belirten zarif yazının başında ve altında muhtelif arma ve damgalar da, aynen yazıda olduğu gibi bronzla, ahşaba gömülmüştü.
“Çar Nicholas’dan gelmiş! Babacığım inanamıyorum! Bu müthiş bir şey! Beni nereden tanıyor? Sünnet düğünümü nasıl öğrenmiş? Herkese böyle hediye gönderir mi?…”
Seyit, nefes almadan, sorularını ard arda sıralıyordu. Mehmet, gülerek, oğlunun omzunu okşadı ve onun biraz olsun yatışmasını bekledi. Seyit, ağrısını falan unutmuş, oturduğu yerden kayarak yere çömelmişti. Dizleri üzerinde, bir sanat şaheseri olan sandığın etrafında dönüp duruyordu. Parlak lake zeminini okşuyor, neredeyse burnu değecek kadar yaklaştığı resimlerini yakından inceliyordu. “İznimi almak için sizin sünnet düğününüzün ehemmiyetini açıklamıştım. Gelen hediyeye bakılırsa, sanırım, durumu iyi izah etmişim. Çar’dan böyle bir armağan almak büyük bir şeref, Seyit oğlum. Üstelik, on iki yaşında bu gururu duyabilecek fazla insan olduğuna inanmıyorum. Bunun kıymetini bil. Eminim, hayatın boyu gözün gibi koruyup, çocuklarına, torunlarına iftiharla hikâyesini anlatacaksın.”
“Arkadaşlarıma da anlatabilir miyim? Yani,
çocuklarım olana kadar demek istiyorum.”
Mehmet, büyümüş erkek pozlarına rağmen, ruhundan çocukluk taşan oğluna, keyifli bir gülüşle cevap verdi:
“Tabi, tabi, * çocukların olana kadar arkadaşlarına anlatabilirsin. Ancak, bu iş için şimdilik fazla vaktin olmayacak.”
“Neden? Sünnet düğününden sonra hemen mi evlenilir?”
“Hayır canım oğlum. Daha evlenmene çok var. Ancak buralarda pek fazla vaktin yok.”
Seyit, bir an için, dikkatini görkemli hediyesinden ayırıp, ciddiyetle babasına döndü. “Neden, nereye gidiyoruz?”
“Önce benim Livadia’da biraz işim var. Sonra da yazlık sarayda Çar ile ailesini karşılayacağım. Ancak, üç hafta sonra dönüp seni de alacağım ve beraber St. Petersbug’a yollanacağız.” “Yaşasın! Sahi mi baba? Ben de artık seninle mi geleceğim?”
“Evet oğlum. Artık, hayatının bundan sonraki kısmı için gerekecek tahsili alma zamanın geldi. Bu arada, kendine çok iyi bak. Üşütüp hastalanmağa falan kalkma. Nekahat döneminden sonra at talimlerini eksik etme. Ben dönünceye kadar çok iyi beslenip, her gün muntazam ata bineceksin. Çılgın denemeler yapmağa kalkmak yok. Numaralarını ileriye saklarsın. Anlaştık mı?” Seyit, heyecandan gözleri neredeyse yaşlarla pırıldayarak, anladığını göstermek için başını salladı. Babası, onu alnından öperek, odadan çıktıktan sonra uzun müddet sandığının başında, dizleri üzerinde oturmuş kaldı. Resimlerden birinde, kırmızı pelerinli, çok şık giyinmiş bir delikanlı, dalları kıvrım kıvrım yere inen söğüt ağacının altında, çok güzel yüzlü genç bir kıza çiçek veriyordu. Genç kızın başındaki altın tacın altından uzanan saçları, aynen ağacın dalları gibi, dalgalarla omuzlarından inip, örgü ile toplanıyordu. Ne kadar güzeldi! Acaba St. Petersburg’da böyle güzel kızlar görecek miydi büyüyünce? Kendisini çiçek veren delikanlının yerine koyarak hayallere daldı.