MAİ ve SİYAH-Halid Ziya Uşaklıgil

BİRKAÇ SÖZ

“Mai Ve Siyah.” için sadeleştirilmesi ve yeni yazıyla tekrar basılması hakkında ısrar edenler olduğu gibi eserin, yeni yazıyla basılmasına değil, fakat sadeleştirilmesine itiraz edenler de bulundu. Eser eski halinde mevcut olmakta devam ediyor, eğer ona genç nesil de rağbet edecekse yeni yazıyla tıasılması bir zaruret demek oluyor, bu takdirde de sadeleşmesine şiddetle lüzum var; mademki yeni nesle mahsus olacaktır, lisanını onun kabul edebileceği bir şekle sokmak teşebbüsün tabiî bir icabı demektir.

Ancak sadeleştirmek için ne yaptım : Terkipleri, menus olmayan kelimeleri, ağır cümleleri bugünün zevkine uydurmak istedim. Üsluba, ibarelerin inşa tarzına, velhâsıl eserin bünyesine asla dokunmadım. Aksine hareket, kitabı esas mahiyetinden soymak olurdu.

Terkipleri ve kelimeleri değiştirirken bunların hayale ait olan vasıflarını açık lisanla muhafaza ettim. Hattâ meselâ: “Bârân-ı elmas”, “Bârân-ı dürrisiyah” terkiplerini, sonra hikâyenin kahramanı şairin kendi şivesinde kullandığı tâbir ve terkipleri bıraktım. Bunlara dokunmak mümkün değildi. Kitapta kalan lügatleri yeni nesilden menus bulmayanlar olabilir, fakat itikadımca yenilik, lisanını, yeni kadar eskisini de bilmemek değildir. Hiçbir millet, hiçbir münevver genç yoktur ki, kendi lisanının geçmişine vâkıf olmasın.

Yapılan işe dair fazla izahata lüzum görmüyorum, vücu-de gelen eser işin mahiyetini göstermeye kâfidir.

İmlâ için birkaç söz ilâve edeceğim:

Görülecek ki imlâda kendimce muvafık bulduğum değişiklikler var. İçtihat kapısı kapanmamış olduğundan ben görüşüme ve söyleyişime göre yazdım, nitekim bir taşra çocuğu da kendi telâffuzuna göre bir imlâ kullanmaktadır ve kullanacaktır. Hiç kimseye “Beni taklit ve bu tarzı takip ediniz!” diyecek selâhiyete malik olmak iddiasında değilim, ancak kendi nefsime taallûk eden salâhiyetle kanaat ediyorum.

Sofranın etrafında yedi kişi idiler.

Birgün, Mirat-i Şuûn sahib-XİDatiyazL.Iiüseyin.Baha efendi, matbaaya ‘çehresinde bir başka sevinç parıldayarak girdiği zaman dört nüshadan beri devam eden “Dahilî sanatlar” makalesinin altına son kelimesini iri bir yazı şeklinde karalamakla meşgul olan başmuharrir-Ali -Sekib”© demişti ki:

—    Yarın değil öbür gün Mir’at~i Şuûn onuncu senesinin üç yüz altmış beşinci gününü ikmal ediyor. Çarşamba günü için…

Ali Şekib hemen cevap vermişti:

—    Hiç bir şey yazamam. Ziyafet verilmeyince bir satır yazı yok.

Bu gece işte, Tepebaşı bahçesinde yazı heyetine o ziyafet veriliyordu.

Davetliler “Mir’at-i Şuûn” ceridesi muharrirlerinden ibaretti. Bütün bu gençler dört saat hep içmişler, bir saat hep yemişlerdi. Şimdi parmaklarının arasında karnı doyduktan sonra yalnız meşgul olmak için oyalananlara mahsus gevşek bir eda ile yavaş yavaş yuvarladığı bir elmanın kabuğunu bir parçada çıkarmaya çalışan Ali Şekib’den başka, hepsi, sandalyelerinin vaziyetin tebdil etmişler; sofradan az çok çekilmişlerdi. Sofrada artık yemek sonuna mahsus bir dağınıklık hüküm sürüyordu; kahvenin gelmesine kadar unutularak bırakılıvermiş elma, portakal kabuklarıyle dolu son tabaklar, diplerinde kırmızı cür’alar görünen şarap kadehlerinin yanında duruyor; sofranın kenarında yer yer çıkan tütün dumanı bir müddet dalgalanarak lambanın etrafında dönen bir bulut teşkil ettikten sonra dağılıyor; beyaz örtünün üzerindeAyüksek yemiş tabaklarının, kadehlerin, oraya bırakılmış bir fesin şarap lekelerine karışan gölgeleri lambanın oynak ziyası altında kâh küçülüp kâh büyüyor… Şurada devrilmiş bir tuzluk… Ötede birisinin can sıkıntısıyle

üç çataldan teşkiline çalıştığı bir ehram… yer yer tabakların üzerine yahut şişelerin yanma bırakılmış peşkirler… düşmüş de kaldırılmasına üşenilmiş bir bardak… sofrayı baştanbaşa örten bir kargaşalık sanki yedi kuvvetli çenenin hücumundan yorgun düşmüş, melûl bir enkaz kümesi şeklinde serilmiş bir sofra.

Hepsi başka bir vaziyette idi: bir tarafta Ahmed Cemil — latif kıvrıntılarla bükülerek kulaklarında dolaşan uzun. san saçları ensesine dökülmüş bir genç — ellerini ceplerine sokmuş, bacaklarını uzatmış, ağzında sallanan sigarasının mini mini bulutlarına süzgün gözlerle dalmış düşünüyor; tâ öbür ucunda Sait, Raci — arkadaşlarının şaireyn diyerek alay ettikleri iki genç şair

—    diğer bir şairin ayağına ip takmış sürüklüyor; biri — kısa zayıf, kuru, öyle ki susuz bir yerde yetişmiş zannolunur — yanında boş kalmış bir sandalyeye eğilerek iki sandalye ötede sahib-i imtiyaz Hüseyin Baha’nın idare memuru Ahmed Şevki’ye tevdi ettiği dertlerini dinlemek için kulak kabartıyor; kafaları buharla şişmiş olan bütün bu adamlar geciken kahveyi bekleyerek orada, şu perişan sofranın kenarında yarım kalmış sözleri ikmal ediyorlardı. Herkes söylüyor, hiç kimse dinlemiyordu. Ahenksiz, vezinsiz aletlerden mürekkep bir musiki heyeti gibi mukaddimeşiz, müntehasız, kırık, dökük muhavereler, çok içilmiş/ çok yenmiş zamanlara mahsus bir serseri fikir ve lisan akışı…

Ali Sekip elmasını soymuştu, bozmayarak, sakatlamayarak çıkarmağa muvaffak olduğu kabuğu karşıda, şaireyn’in arasına fırlattı:

—    Raci! Seni çatlattım!… dedi.

Onlar lakırdılarını kesmediler, Raci diyordu ki:

—    Bak fikirlerimin neticesini söyleyeyim: Onda tek bir şey var: yalnız ben yazayım, benden başka kimse yazmasın diyor!

—    Demek: edebiyat inhisarı! Sahib-i imtiyazı; Hüseyin Nazmi.

Raci gülerek sustuğu zaman bir aralık arkadaşı – parlak siyah gözlü, derin kırkılmış gür sakallı bir genç – başıyla Ali Sekib’i işaret ederek sordu.

İkisi de onun şakasını anlamamıştı. Uzaktan vak’ayı takibeden, kısa kuru çocuk, — Saip — yanlarına yaklaştı, yere düşen elma kabuğunu bir ucundan tutarak gösterdi, nükteyi izah etti: onun rivayetine göre meyvaların kabukları öyle tamam soyulursa şeytan çatlarmış! O, Ali Şekib’in latifesini pek parlak buluyor, kırık kırık çirkin ve sinirli bir kahkaha ile gülüyordu. Şaireyn bundan zevk alamadılar, Raci:

—    Puf!… dedi. Soğuk!… Tahtessıfır 30… Şunu Mir’at-ı Şuûn’un bir sahifesinde imza koymadan neşretseler herkes Ali Şekib’in olduğuna yemin ederdi.

Baş muharrir işitmedi. Kendi kendine:

—    Şimdi de ötekim çatlatman; diyordu.

Ötede idare memuru — kısa, şişman; bıyıkları seyrek/o kadar ki yolunmuş zannolunur, yanakları kıpkırmızı, öyle ki berber sakalından nişane bırakmamak için derisini soymuş kıyas edilir; hiç bir sinne sığmaz bir yaşta; bir adam ki yürürken yuvarlanıyor, otururken gömülüyor denebilir — şairlerin fırkasına döndü, kendisiyle eğlenmişler zannıyle:

—    Ahmet Şevki efendinin burada olduğu unutulmamalı…

• Dedi. İşitenler güldüler, idare memurunun kendisinden bahsederken Ahmet Şevki efendi demesinden herkes hoşlanırdı.

Elleri ceplerinde düşünen Ahmed Cemil hafifçe dönerek dudaklarının arasından bir şey söyledi, fakat işitilemedi.

Bu aralık kısa, «zayıf, kuru çocuk şairlerin yanından ayrılmış, tekrar sahib-i imtiyazın sırlarına rağbet göstermişti. Bu sırada Hüseyin Baha efendi matbaa idare işleri memurundan bahsederek ve muhatabının bir sözüne cevap vererek diyordu ki:

—    Ne?… İstikamet ha?… Hay safderun hay! Elini versen parmaklarını eksik bulursun.

Bu aralık Ali Şekib:

— Kahve!… diye bağırdı. Kahve içmeyecek miyiz?… Kahve!…

O zaman, birden herkes birşey eksik olduğunu, onu bekleyerek burada kaldıklarını hatırladılar, yedi ses bir nakarat gibi tekrar etti:

—    Kahve!… Kahve!…

Sabih-i imtiyaz — Hüseyin Baha efendi kendi ismindenAi-yade sıfatının unvanıyle anılır — sahib-i imtiyaz parmağıyleA uzaktan kahve getiren uşağı gösterdi. Bütün bu çılgın çocuklar ayaklarını vurarak, çırpınarak, bağırarak nakaratı tekrar ediyorlardı:

—    Kahve!… Kahve!…

Eğlenmeğe, gülmeğe, bağırmağa vesile arayan bu gençler hep alkışladılar, güya bu gece neşvelerine şu bir fincan kahve ile güzel bir hatime vereceklerdi.

Fincanları kapıştılar, kimisi ayakta durarak, kimisi bir sandalyenin kenarına ilişerek kahvesini içmeğe başladı. Tepsinin üstünde yalnız bir fincan fazla kalmıştı. Uşak mütereddit bir nazarla etrafına baktı, tâ ötede hâlâ o vaziyette düşünen Ahmed Cemil’i gördü, yaklaşarak dedi ki:

—    Kahve sizin mi?

Ahmed Cemil, dalgın”, cevap verdi:

—    Zannederim.

Sonra birdenbire doğruldu, elini fincanına uzatarak biraz ötede hâlâ Hüseyin Nazmi’yi, refiki Said’le çekiştirmekte devam eden Raci’ye döndü, kuru bir sesle:

—• Demin Hüseyin Naznıi için bir şey söylüyordunuz? dedi; o burada bulunsaydı ne cevap verirdi, bilmem, fakat öyle zannediyorum ki sadece bir gülümseme ile susardı.

Ahmed Cemil’in ağzından bu söz bir çırpıda tereddütsüz çıkmıştı, Raci ilkönce bu tarzda muhatap oluşuna şaşırmış gibi göründü, sonra cevap vermek istedi

—    Gencine-i Edep başmuharririni — bu sıfatı istihfaf eden. “bir eda ile söyledi — herkesin sizin kadar takdir etmesi lâzım gelmez. Siz birbirinizin yazdığını anlarsınız, herkesin de sizin gibi anlamasına bir lüzum göremiyorum.

Şimdi herkes, sükût etmişti. Havanın içinde sanki bir şimşek çakmış, bir fırtınanın tutuşmak üzere olduğunu ihtar etmişti.

Said boş fincanını sofraya koydu. Ali Şekib sekizinci elmanın kabuğunu tam çıkarmaktan sarf-ı nazar etti. Hüseyin Baha efendi daha iyi dinlemek için burnunun üstünden daima düşen gözlüğünü büsbütün salıverdi… Kuru, kısa, zaif çocuk biraz daha yaklaştı. Herkes Ahmed Cemil’in jbaşlamasini bekliyordu, bu uzun sarı saçlı genç hepsince bir başka fıtrata, malik olmak üzere tanılır, o söze başlarken herkes bir hürmet hissiyle sükût ederdi. Fakat hepsi ümidlerinde aldandılar, o bekledikleri fırtına patlamadı; Ahmed Cemil hâlâ düşünmekte devam ediyormuşçasına tam bir lisan ve tavır itidali içinde dedi ki:

—    Bu muhakeme tarzı, bilmem makbul olabilir mi? Sizin edebî fikirlerinize – şu son kelime Ahmed Cemil’in ince dudakları biraz basılarak ancak farkedilen bir istihza ile telâffuz olundu -herkes gibi ben de vâkıfım. Buna şaşmak, garip bulmak şöyle dursun hattâ aksine delâlet edecek bir şey görsem, emin olunuz ki inanmak istemem. Sizi gücendirmek fikrine hizmet etmeyerek temin ederim ki, zaten size meslek değiştirmeye kalbimde küçük bir heves bile yoktur. Ne olur, varsın bizi iltifata lâyık görmeyen o kadar arkadaşlar içinde şair Raci

de bulunsun… Bugün Gencine-i Edeb’in iki bin nüsha satışına .Hüseyin Nazmi sebeptir diyor] ar.

Raci’yi hiç biri sevmezdi. Sârî bir tebessüm bütün dudakları dolaştı, herkeste bu sözlerden latif bir haz uyanıyordu. Raci istihfaf eden bir nazarla cevap vermeğe çalışıyordu.

Ahmed Cemil dinleyenlerin muhabbetine emin olan bir natuk imtinaniyle mütebessim dudaklarını fincana uzattı, sözünde devamda mahsus gecikiyormuşçasına kahvesinden uzun bir yudum içti, sonra dedi ki:

—    Hüseyin Nazmi’yi tahkir vesilesini arayanları anlayamıyorum. Hergün kucak kucak önümüze yığdığı o bediala-rı, edebiyat binasını o yeni esaslarını göstermek için insan gözlerini kapamak, bugün kaleminden taşan zafer sayhasını işitmemek için insan kulaklarını tıkamak lâzım gelir…

… Latifaierle onu tevkif etmek istiyorsunuz, boş fikir!

Görmüyor musunuz ki bugün dehasının pınarı tehevvüre gelmiş bir nehir gibi akıyor; ileriye, daima ileriye akıyor!!… Onun coşkun dalgalarına set mi çekebileceksiniz?… Anlamıyor musunuz ki mümkün değil! O en saf kaynaklardan kuvvet alarak, en yüksek tepelerden atlayarak, “en gönül okşayan vadilerde dolaşarak, en temiz kaynaklardan süzülerek büyüye büyüye yükseldi. Düşmanları biraz ağızlarını aç-salar boğulacaklar…

Saip — kısa, zayıf, kuru çocuk — hazzından ellerini ovuyordu. Said dayanamadı, arkadaşı Raci’den ayrıldı:

—    Evet! dedi.

Ali Sekip gizlice Raci’yi gösterdi; Raci kinden, hasetten mürekkep bir hisle sanki boğuluyordu. Ahmed Cemil ince parmaklarıyle yumuşak sarı saçlarını taradı; gözleri yarı kaybolmuş bir

saniha dalçasıyle tutuşmuş kadar parlak çehresi — lambanın ziyasıyle yarı gölgeli bir levha şeklinde, kendisini dinleyen, bütün sözlerine iştirak ettikleri gözlerinde okunan bu arkadaşların karşısında — Raci’ye yarı dönük, yarı muhatap bir vaziyette devam etti:

—    Siz şiirimizi bıraktıkları noktada sabit görmek istiyorsunuz, amma buna imkân olamayacağına bir türlü inanmak istemiyorsunuz..

Raci’nin dudaklarında sanki istihfaf tebessümü donmuş, orada yapışmış gibi ne dağılıp ne saçılıyordu.

Ahmed Cemil’in yanaklarına hafif bir renk çıkıyor, dudaklarına bir ihtizaz geliyordu. Fakat sadası saf bir ahenk kadar kulakları okşayan, ruha sıcaklık veren sadası — uçtukça pervaz kabiliyeti artan kırlangıçlar gibi — söyledikçe kuv-‘ vet buluyordu.

—    Şiirin nasıl bir yol takip ettiğini anlamıyorsunuz. Fu-zulî’nin saf ve samimî şiirine terceman olan o temiz lisanın üzerine sanat gibi, ziynet gibi iki belâyı taslit etmişler; lisanda onlardan başka bir şey bırakmamışlar, öyle şeyler söylenmiş ki sahiplerine şair demekten ziyade kuyumcu denebilir. Bir ucundan tutulsa da silkilse taş parçalarından başka bir şey dökülmeyecek… Lisanı camit bir kütle haline getirmişler. Bakîler, Nedim’ler, o deha perisinin nâsiyelerine ilâhî bir nur koyduğu adamlar, bu lisandan, bu camit kütleden ne çıkarabileceklerinde mütehayyir kalmışlar; lisanı — üstünü örten tezeyyün ve tasannu yükünün altında zayıf, sarı, artık görülemeyecek, belki yok denebilecek bir hale gelen ruhu — Vey-sî’lerin, Nergisî’lerin eline vermişler; o güzel türkçeye muamma söyletmişler. Bunu inkâr etmek mümkün d<v;il… Dert yüz sene emekle lisan üzerine yığılan bu kof şeyler nihayet zaman ile yavaş yavaş sıyrılıp savruldu…

Ahmed Cemil şimdi kendisini unutmuş; yalnız göğsünü şişiren, dimağında muttarit darbelerle vuran bir sabit fikirle söylüyorcasma kimseye bakmayarak; hattâ söylediğine vâkıf olmayarak devam ediyor; bütün etrafında bulunanlar — güya bu genç natuktan çıkan miknatısiyet nefesiyle tabiattan yüksek bir noktaya

çekilmiş bir halde, hareket etmi-yerek, gözleri dalarak, nefeslerini zaptetmek isteyerek, bir vaizin karşısında heyecandan uyuşmuş duranlar gibi — dinliyorlardı.

—    Bilseniz, şiirin nasıl bir lisana muhtaç olduğunu bilseniz! Öyle bir lisan ki.. Neye teşbih edeyim, bilmem?… Mü-tekellinı bir ruh kadar beliğ olsun, bütün kederlerimize, neş-velerimize, düşüncelerimize, o kalbin bin türlü inceliklerine, fikrin bin çeşit derinliklerine, heyecanlara, tehevvürlere terceman olsun; bir lisan ki bizimle beraber gurubun mahzum renklerine dalsın düşünsün, bir lisan ki ruhumuzla beraber bir matemin yesiyle ağlasın. Bir lisan ki asabımızla heyecanına refakat ederek çarpsın… Haniya bir kemanın telinde zap-tolunamaz, anlaşılamaz, bir kaide altına alınamaz nağmeler olur ki ruhu titretir… Haniya fecirden evvel afaka hafif bir renk imtizacıyle dağılmış sisler olur ki, üzerinde tersim olunamaz, tâyin edilemez akisler uçar;

nazarlara buseler serper… Haniya bazı gözler olur ki sonsuz karanlıklarla dolu bir ufka açılmış kadar ölçülemez, nerede biteceğine vukuf kabil olamaz derinlikleri vardır, hissiyatı yutar… İşte bir lisan istiyoruz ki onda o nağmeler, o renkler, o derinlikler olsun. Fırtınalarla gürlesin, dalgalarla yuvarlansın, rüzgârlarla sarsılsın; sonda müteverrim bir -kızın yatağı kenarına düşsün ağlasın, bir çocuğun beşiğine eğilsin, gülsün, bir gencin ümitle parlayan nazarına saklansın. Bir lisan…. Oh! Saçma söylüyorum, zannedeceksiniz, bir lisan ki sanki tamamiyle bir insan olsun.

Ahmed Cemil’in titreyen sesinde terennüm eden saf ahenk, dehanın sihir esasına temas etmiş zannediln çehresinde par-îayan bir saniha yıldızı; lambanın zayıf ziyası ve dalgaların tutun dumanları arasında yükseliyor görünen heyeti, ruhu ok-sayan bir nazım suretinde titrek dudaklarından dökülen bu sözler, sanki burada bulunanları bir cazibe dairesi içine almıştı.

Ahmed Cemil’i bir seneden beri tanıyorlardı, geçen sene mekteb-i mülkiyeden çıkıp da matbuat âlemine atıldığı zamandan beri… onu bir kere görmek, sevmek için kifayet etmişti, herkes severdi, daha doğrusu bir nevi hürmet ederdi.

Son söz üzerine Ahmed Cemil yorgun bir tavırla iskemlesine atıldı. O son kelimeden sonra öyle bir hale geldi ki, hiç söylememiş, deminden beri orada sakit, mütefekkir otu-ruyormuş zannolundu.

Raci, yüzü fena halde kızarmış olduğu halde yanına yaklaştı, ellerini sofranın kenarına dayayarak yarı istihza yarı tehdit karışık bir tavırla dedi ki:

— Bunlar öyle şişkin fakat öyle boş sözlerdir ki içinde birşey bulmak mümkün olamaz.

Ahmed Cemil cevap vermek istedi. Zaten sofrada umumî bir hareket olmuştu. Raci’nin mukabelesi kargaşalığa geldi, şimdi bahçenin musiki takımı gece faslına başlamak üzere idi; kemanlar hazırlanıyor, kırık dökük nağme parçaları işitiliyor, bahçe memurlarından biri elinde şem’alı değneğiyle dolaşarak halkın tekrar toplanmasına kadar idare maksadiy-le söndürülen gazları yakıyordu. Hep ayağa kalkmışlar, şöyie bir iki devir yaptıktan sonra — bahçenin böyle yan ve tenha bir yerinde pineklemektense — ortalarda bir yerde oturmak istemişlerdi. Hattâ Ali Şekib ziyafetin hiçbir tarafında eksik bırakmamak üzere bir nargile ısmarlayacağını sahib-i imtiyaza hemen imâ bile etmişti.

Ahmed Cemil müsaade istedi, o aydınlık ve kalabalık bir yere şu gizli ve yarı karanlık ciheti tercih ediyor, buradan ayaklarının altında serilen Halic’in ve İstanbul’un münevver bir sema altında manzarasına karşı düşünmek istiyordu.

Onlar ayrıldıkları vakit geniş bir nefes aldı, sanki büyük bir zahmetten kurtulmuş gibi kendisini

yalnız, ötede beride yemek yiyen birkaç kişiden, arasıra görünen iki üç sakit hizmetkârdan başka halktan; biraz ötede uyanmaya, harekete başlayan kalabalıktan uzak, düşünceleriyle yalnız kalmakta azîm bir vicdan istirahati duydu. Zaten mûtadı olan. perhizkârlığa rağmen bu gece şu ziyafet şerefine, biraz da arkadaşlarının ısrarına karşı — o da âdeti hilâfına olarak — biraz mikyası geçmiş, biraz tahammülünden ziyade içmişti. Şimdi yavaş yavaş beyninden süzülen bir şey: damarlarının içinden kemiklerinin arasından, hafif hafif raseciklerle akarak; sanki bütün cismaniyetini, iradesini çekerek ayaklarından doğru çekiliyor, gidiyor, vücudunu mukavemet mümkün olmayan bir kuvvetle erite erite dağıtıyor gibiydi. O vakit muvakkat bir cehtle kendisini toplar; bir uçuruma yuvarlanmıyor, toprakların arasından süzülüp akmıyor olduğuna emniyet kesbetmek istiyormuşcasma gözlerini açar, ayaklarını çekerdi.

Arkadaşları Ahmet Cemil’i böyle bir halde bıraktılar, onlar gider gitmez dudaklarının arasından: — Aman, bu Raci!… dedi.

Bu adamdan, ilk muarefe dakikasından başlayarak duyduğu nefreti şu üç kelime tamamen izah ederdi. Onu hiç sevmez, sevmemek mümkün olduğu kadar sevmezdi. Raci o adamlardan biriydi ki dünyaya hiç bir şey olmamaya mahkûm edilerek geldikleri halde herşey olmak isterler. Raci de en ziyade olamayacağı birşey olmaya yelteniyordu : Şair… Ahmet Cemil pek iyi bilirdi ki bu adam bilmem kimin bir gazeline nazire söylemek için bir gün Boğaziçinin tâ Kavak iskelesine kadar gidiş geliş seferini ihtiyar etmiş, on kuruş da masraftan çıkmıştı da ancak iki buçuk beyitle dört kafiye bulabilerek avdet etmişti. O vakit muzafferane matbaaya girdiği zaman Ahmed Cemil elindeki kâğıdın üzerinde yirmi otuz çizilmiş satır arasında sağ kalabilmiş altı mısra ile bir mısraın yalnız bir kısmını — evet, son kısmını — görmüştü. Aman Yarabbi! Şair Raci dedikleri işte bu idi!./. Bu kadar hiçliğiyle beraber her meziyet sahibine düşman… Bunun bir güzel şeyi beğendiği, muktedir bir arkadaşı takdir ettiği daha görülmemiş. Güya diğerlerinde bir meziyetin teslimi kendisinde bir noksan tevlit edecekmiş gibi bir küçük tahsin tebessümünü bile esirger. Bu adamın beğendikleri ölülerden ibarettir. Ölüler, onlar artık fevkalâdeleşmiş, şu edebiyat pazarından çekildikleri için rekabetten azade kalmışlardır. Ahmed Cemil bir gün bir garp edibinden naklen. “Mezar taşı iştihar heykelinin kaidesidir” dediği zaman orada bulunan Raci’ye dönerek “Al sana göre bir söz, öyle değil mi?” demişti. Bu yolda latifeleriyle Raci’yi kendisine düşman etmişti. Fakat ne beis var? Zaten Ahmed Cemil yalnız herkes tarafından takdir edilmiş olmakla onun husumetine hak kazanmış olmuyor muydu? Herkes tarafından takdir edilmiş olmak sözüne de Ahmed Cemil umumî bir vüsat vermez*

İnsanın olsa olsa kendi mesleği haricinde olanlarca, yani bitaraflarca takdir edileceğine şüphe etmez. Onu arkadaşları seviyorlardı, fakat o muhabbet içinde kimbilir nekadar, saklı kinler, ne derin hasetler mevcuttur! Bugün kendisini takdir edenler yarın — kendisini düşürmeye sebep olabilecek bir şey yazsın — bakınız nasıl gülerler. Ah! Bu matbuat âlemi! Bir seneden beri o âlemin az tecrüblerini mi görmüş, az acılıklarını mı tatmıştı! Mektepte iken nasıl hülya ederdi! Bugün kimbilir ne kadar gençler vardır ki o âlemde zevk tasavvur ederler, fakat bir kere o çirkin matbuat hayatına girseler… Ahmed Cemil kin ve haset dedikçe hep Raci aklına gelir. Bu adam matbuat âleminde bir cins mahlûkatm hususî nümu-nesidir. Tashihlere bakarken tertip yanlışlarına dikkat ede-A cek yerde ötekinin berikinin hatalarını bulmıya dikkat edery Birgün meselâ Ahmed Cemil’in bir makalesinde yanlış bir izafet cümlesi bulduğu için bir hafta alay geçer. Pek ziyade kaideşinaslıkla müftehirdir; arapça, acemce pek iyi bilmek istidadmdadır da bir kere arapça bir ceridenin üç satırını tercüme edememişti. Ceridede vazifesi muhbirlerin getirdiği havadisi tashihten ibaret kalır. Ne vakit bir makaleciğe filan ihtiyaç görülse kendisine havale olunmasından korkarak akşam ziyade kaçırdığından bahisle sersem olduğundan dem vurur. Matbaada onu kimse sevmez, hele idare memuru — o kendisine Ahmed Şevki efendi diyen yuvarlak adam — Raci’den bahsolunsa ateş püskürür; onun kadar mahsuben para alan, matbaada kimse bulunmadığı zamanlar tesadüf ederse gelen ilânların ücretini haczeden bir muharrir — işte matbaa işlerinde bulunalı on sene oluyor — hiç görmemişti.

Ahmed Cemil: “Aman bu Raci!” dediği zaman işte bütün bu tafsilât o üç kelimenin telâffuz tarzının içine sıkışmıştı.

Bakınız, başmuharrir Ali Şekib büsbütün başkadır. Raci ile tam bir tezad teşkil eder. İri boylu, geniş omuzlu, açık çehreli, ancak otuz beş yaşında olan bu adam, biraz safça — tâbirde zarafet iltizam olunmasa — biraz budalaca olmakla beraber “Mir’at-ı Şuûn” yazı heyetinde en ziyade malûmat sahibidir. Hukuka nisbeti vardır, çok kitap okumak sayesinde en çok her şeyden anlar, küçük yaşından beri matbuatta çalışmıştır, cihan siyasetinin en ehemmiyetten âri tafsilâtı bile ezberindedir, sanki bir kamusu ulûm gibi beyninin içinde yapraklar döndükçe malûmat tenevvü eder, hikmet-i tabiiyeye aid birşey yanında fen-i idareye aid bir mebhasa tesadüf olunur, maamafih gayet mütavazı’dır, bildiğinden emin olmayanlara mahsus bir korkaklıkla herkesten iyi konuşabileceği mebahisde sükûtu tercih etmek âdetidir. Onun için kendisini tanıyanlar ondan hiç korkmazlar, yanında en saçma şeylerden bahsederler de o tekzipten utanır, hattâ Raci’-nin gazellerini güzel bulmamaya bile cesaret edemez, zaten edebiyata kat’iyyen intisab iddia etmez. Bir gün bir fıkra yazmış idi de, arkadaşlarına okumak için matbaaya getirdiği hailde okuyamaksızın.: “Alay edeceksiniz! Neme lâzım? Bana siyasî makale yazmak ne güne duruyor.” diyerek yırtmış-tı. Onun için Ahmed Cemil de, bu bir küçük çocuk kadar utangaç adamın samimî bir dostudur. Ali Şekib o adamlardandır ki insan ellerini ellerine koyacak olur ise onlarda his-solunan satvet sıcaklığıyle hayatın birçok kötülüklerinden kalbte hâsıl olan buzların eridiğini duyar. Ahmed Cemil, Ali Şekib’in yalnız bir şeyini affetmez: O da bütün utangaçlı-ğiyle beraber bu adamın ara sıra latife etmek istemesidir. Bu saf yüreği incitmiş olmamak için Ahmed Cemil en tahammül olunmaz latifelerini bile hoş bulmuş gibi görünür. Onun latifeleriyle eğlenen bilhassa Raci ile Said’dir. Raci tab’an meftur olduğu hiyanete, Said de şahsî tabiata malik olmayıp da ötekinin berikinin yaptığına imtisal âdetine uyarak, Ali Şekib’e ağız açtırmazlardı. Said hakkında Ahmed Cemil’in vazıh bir fikri yoktur, çünkü Said’in vazıh bir varlığı yoktur. Said her suale “evet” diyen, her duyduğu fikre “benim de fikrim budur” cevabını veren, fakat bütün bu dönekliği esasen beyni gayet hassas bir mahrek üzerinde çevrilmeye mahkûm olarak yaratılmış olmaktan başka bir sebeple ihtiyar etmeyen bir gençtir ki, kötülük etmez, iyiliğe davet olunmazsa iyilik etmek aklına gelmez, şahsının mevcudiyetinden mefkudiyetinden şüphe edilir, hattâ şiirine de katlanılabilir bir adam olduğu için Raci ile ekseriyet üzere aynı duyguda çıkmasına Ahmed Cemil gücenmez.

Saib – kısa, zaif, kuru çocuk – Ahmed Cemil’in sinirlerine dokunan işte bu mahlûktur. Bunun manzarasından duyduğu soğuk ürpermeyi hattâ Raci hakkında bile hissetmez. Sa-ip; o, küçük kıt’ada yaratılmış, kemikleri vüs’at bulamamış, adelâtı kemiklerimin üstünde kurumuş, küçük gözlü, ufak yüzlü, daima ayakta, daima harekette, kulaklanyle gözleri, daima meşguliyette, bu dünyaya görülmeyecek şeyleri görmek ve işitilmeyecek şeyleri işitmek için gelmişçesine gözleri meselâ Ali Şekib’in bilmem nerede nahiye müdürü olan eniştesine yazdığı bir mektubu yandan okumakla meşgul iken kulaklarını odanın köşesinde idare memuru Ahmed Şevki’-nin — Ahmed Şevki efendinin — kâğıtçıyı az para ile savmak için sarfettiği belâgate vakfeder. Onun için meselâ çarşamba günü sahib-i imtiyaz Hüseyin Baha efendinin evinde uskumru dolması olacağını bilir, ıçünkü bir gün evvel mü-rettip yamağı Emin’e : “İki okka alacaksın. Dolmalık olacağını unutma! Geç kalırsan yarma yetişmez…” dediğini tamamiyle işitmiştir. Raci parasız kaldığı vakit Ahmed Şevki efendinin çekmecesinde para olup olmadığını Saib’den tahkik eder, çünkü behemahal çekmecesinin bir tarafına atılan bir ilân ücretini görmüştür. Meselâ bir kaç kişi arasında, lakırdı esnasında bir saz gürültüye karışsın da anlaşılmasın, Saib’den sorunuz, o mutlaka anlamıştır, size de anlatır. Ona her yerde tesadüf olunur. Matbaada herkesten ziyade işinin basma devam ettiği, bir kitapçının hesap defterini tuttuğu, sabahleyin mekteb-i hukuk derslerine gittiği halde, Babıâli caddesinden çıkarken bakınız, bir matbaa kapısının önünden geçen birisine meselâ o gün Ahmed Cemil’in bir manzumesinin iki beytini okurken, biraz ötede tütüncü dükkânına uğrayarak filân risalenin filân nüshasının ne kadar sürüldüğünü tahkik ederken; matbaaya giriniz, yazıhanenin kenarında “Selanik hususî muhabirimizden aldığımız mektuptur” diye başladığı bir kâğıda sun’î bir mektup, uydurmakla meşgul olurken görürsünüz. Matbaada herkesten ziyade o çalışır, mütenevvi makale yazar, ecnebi gazeteleri okur, tercüme eder, taşra mektuplarını hülâsa eder. Ahmed Cemil’in bu çocuk hakkında — çocuk diye mâruftur, çünkü yirmi yaşını herhalde geçmiş olmakla beraber çocukluktan kurtulmamıştır — duyduğu şey…

Bakınız, işte şimdi bile o aklına geldiği için vücudunda ürpermeye benzer bir şey duyuyor.

Ahmed Cemil’in sanki vücudunu iki kol tutmuş, sonu olmayan bir derinliğe çekiyordu. Kendisini toplamak istedi. Fakat fikrinin bütün iradesine malik olmakla beraber vücudunu istilâ eden o azîm keselâna mukavemet kabil değildi. O vakit nefsine bir cebir ile, sanki vücudundan yavaş yavaş uzanıp gidiyormuşcasına uyuşan bacaklarını çekti. Bahçenin bu yüksek noktasının önünde yayılan bütün manzarayı, bir rüyanın silinmiş şekillerine benzeten bulanmış gözlerinde kâfi bir kuvvet toplamak istedi. O aralık mızıkanın uzaktan gelen ahengini taklit ederek kendisine biraz metanet vermiş olmak üzere hafifçe, belirsizce ıslık çalmaya başla-di. Şimdi Ali Şekib, Raci,

Said, bütün bu çehreler beyninden silinmişti; bu çalınan şeye aşina çıkıyor, neydi? Neydi?… Her

vakit, bahçeye hemen her gelişinde dinlediği bir şey… O vakit aklına geldi. Waldteufel’in meşhur Valse’ini ne vakit dinlese bütün hayali inkişaf ederdi. Onun ismini kendine mahsus şive ile tercüme etmişti: Bârân-ı elmas! Ne güzel, ne hülyalar getiren, nasıl rüya âlemleri açan bir isim…

Bakınız, işte gözlerinin önünde gördüğü bu şeyler; gözlerinin önünde açılan bu semada, temmuzun şu sıcak gecesine mahsus bir buğ ile örtülü zannoflunan bu mailikler içinde titri-ycrmuş, dalgalanıyormuş kıyas edilen bütün bu yıldız alayları, bunlar bir bâfân-ı elmas değil mi?

Ahmed Cemil’in içkinin tesiri altında bunalarak süzülen gözlerinin önünde donuk mailikler üzerine avuç avuç sarı pullar serpilmiş sema sallanıyor, sallanıyor, şimdi karşısında tepelerin myuyan sırtlarına dökülerek; yahut denize doğru akan bu renkli levha yavaş yavaş yüksele yüksele yer ve gök birleşecek toprak ve gök gecenin aşk havası içinde azîm, medid, vücudu yaka yaka eritip dağıtan bir buse ile birbirine sarılarak tek bir vücut olacak zannediyordu.

Ah! Bu bârân-ı elmas… Bahçenin rakit havası içinde bir aşk nefhası, sıcak ve baygın bir nefes gibi sanki tâ göklerin sezilemeyen yüksekliklerinden dökülen bu nağmeler… Kâh kalbin en derin noktalarından geliyormuşcasına derunî, pest, sanki sakit; kâh bir teessür feveranından inikas etmişçesine parlayarak, feryat ederek; bazan bir şikâyet nalesi, bazan bir mahkuriyet iniltisi…

Şimdi Ahmed Cemil altından yer kaçıyor, başından sema uçuyor, vücudu bir boşluk içinde yuvarlanmaya başlıyor zan-nında idi.

Bârân-ı elmas!

İşte işte; sanki semalardan dökülen, karşısında şu bayırın eteğinde yer yer parıldayan, denizin siyahlıkları içinde şurada burada ışıldayan bu ziyalar; işte işte raksediyor; yağıyor; onlarda bir bârân-, elmas, fakat hayatta yüksek şeylere meftun olmuş gözler gibi aşağıdan yukarıya yağıyor; tâ o semalara, o üzerinde gülümseyen nurlar, çalkalanan mailiklere doğru yağıyor.

Bir rüya içinde yahut sihir âlemi karşısında idi; kemanların titreyen eninleri, filâvtanın kahkahaları, sanki bu aletlerden, bütün bu kirişlerle tahta veya bakır parçalarından sihirli bir nefesle canlanarak, kanatlanarak uçuşan küçük küçük nağmeler birbirine atlıyor, Birinden ötekine bir hicran sadası, ötekinden bir ıstırap enini, şundan bir tahassür nâlesi, diğer birinden bir ümit cevabı çıkararak, bütün o biçâre insan kalbine mahsus acılıkların, tatlılıkların hazinesini taşıyor, mai siyah kelebekler gibi uçuşarak, birbirleriyle dudak dudağa bir visal içinde dağılıyorlar, yükseliyorlar; sonra bunlar o parlak semanın mailiklerine, şu muzlim denizin siyahlıklarına serpiliyor; işte şu aşağıya süzülen sema nurları, şu yukarıya jıçu-şarak siyahlara bürünen sönük ziyalar! Bârân-ı elmas…

Son bir nağme tufaniyle nagihanî bir karar bütün bu ha-yalât silsilesine hatime çekti. Ahmed Cemil sanki bir rüyfadan uyandı, etrafına baktı. Şimdi her şey hakikata ricat etmiş oldu. Başını çevirdi, burada ne için bulunduğunu anlamak için düşündü, baktı, o vakit tahattur etti. Arkadaşları şüphesiz orada işte şuracıktan bir parçasını gördüğü bahçenin kalabalığı arasındadırlar. Onların yanına gitmeye ne lüzum var? Tâ ötede dönen bir levhanın yalnız bir kısmı şeklinde gözünün önünden akıp giden şu seyrancılara, ağaçların arasında küme

Benzer İçerikler

Öğrenme Öğretme Teknikleri ve Materyal Geliştirme Yrd. Doç. Dr. Çetin BAYTEK

gul

FAYDACILIK-WILLIAM JAMES

yakutlu

Alejo Carpentier -Bu Dünyanın Krallığı

gul

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy