“Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum.” Nobel ödüllü büyük yazarımız Orhan Pamuk’un üzerinde altı yıldır çalıştığı harikulade aşk romanı bu sözlerle başlıyor… Masumiyet Müzesi’ni okurken yalnız aşk hakkında değil, evlilik, arkadaşlık, cinsellik, tutku, aile ve mutluluk hakkındaki bütün düşüncelerinizin derinden etkilendiğini ve kitabın rengârenk dünyasından hiç ayrılmak istemediğinizi göreceksiniz. 1975’te bir bahar günü başlayıp günümüze kadar gelen İstanbullu zengin çocuğu Kemal ile uzak ve yoksul akrabası Füsun’un hikâyesi; hızı, hareketi, olaylarının ve kahramanlarının zenginliği, mizah duygusu ve insan ruhunun derinliklerindeki fırtınaları hissettirme gücüyle, elinizden bırakamayacağınız ve yeniden okuyacağınız kitaplardan biri olacak. Ülkemizde ve dünyada milyonlarca okurun sevgi ve hayranlığını kazanmış olan, kitapları elli sekiz dile çevrilen ve her yeni romanı büyük bir merakla bütün dünyada beklenen Pamuk, okurlarına unutulmaz rüyalar gibi, akıllardan hiç çıkmayacak sarsıcı bir hikâye anlatıyor. “Pamuk, Doğu’nun da Batı’nın da sahiplenmekten şeref duyacağı temel ve kalıcı bir yazar…” New York Times
içindekiler
1.HAYATIMIN EN MUTLU ANI
2.ŞANZELİZE BUTİK
3.UZAK AKRABALAR
4.YAZIHANEDE SEVİŞMEK
5.FUAYE LOKANTASI
6.FÜSUN’UN GÖZYAŞLARI
7.MERHAMET APARTMANI
8.İlk türk meyveli gazozu
9.F.
10.ŞEHİR IŞIKLARI VE MUTLULUK
11.KURBAN BAYRAMI.
12.DUDAKTAN ÖPÜŞMEK
13.AŞK, CESARET, MODERNLİK
14.İSTANBUL’UN SOKAKLARI, KÖPRÜLERİ. YOKUŞLARI, MEYDANLARI
15.BAZI NAHOŞ ANTROPOLOJİK GERÇEKLER
16.KISKANÇLIK
17.ARTIK BÜTÜN HAYATIM SENINKINE BAĞLI
18.BELKIS1N HİKÂYESİ
19.CENAZEDE
20.FÜSUN’UN IKI ŞARTI
21.BABAMIN HİKÂYESİ: İNCİ KÜPELER
22.RAHMİ EFENDl’NtN ELI
23.SESSİZLİK
24.NİŞAN
25.BEKLEME ACISI
26.AŞK ACISININ ANATOMİK YERLEŞİMİ
27.SARKMA, DÜŞERSİN
28.EŞYALARIN TESELLİSİ.
29.ONU DÜŞÜNMEDİĞİM DAKİKA ARTIK HlÇ YOKTU
30.FÜSUN ARTIK YOK
31.ONU BANA HATIRLATAN SOKAKLAR
32.FÜSUN SANDIĞIM GÖLGELER, HAYALETLER
33.KABA OYALANMALAR.
34.UZAYDAKİ KÖPEK GİBİ.
35.KOLEKSİYONUMUN İLK ÇEKİRDEĞİ
36.AŞK ACIMI YATIŞTIRACAK KUÇUK BlR UMUT tÇlN
37.BOŞ EV.
38.YAZ SONU PARTİSİ
39.İTİRAF
40.YALI HAYATININ TESELLİLERİ
41.SIRTÜSTÜ YÜZMEK
42.SONBAHAR HÜZNÜ.
43.SOĞUK VE YALNIZ KASIM GÜNLERİ
44.FATİH OTELt.
45.ULUDAĞ TATtU
46.İNSANIN NİŞANLISINI ORTADA BIRAKMASI NORMAL MIDIR?
47.BABAMIN ÖLÜMÜ.
48.HAYATTA EN ÖNEMLİ ŞEY MUTLU OLMAKTIR
49.ONA EVLENME TEKÜF EDECEKTİM
50.BU BENİM ONU SON GÖRÜŞÜM
51.MUTLULUK İNSANIN SEVDİĞİ KİŞİYE YAKIN OLMASIDIR YALNIZCA
52.HAYAT VE ACILAR HAKKINDA BtR FİLM SAMIMI OLMALI
53.KIRILAN KALBİN ACISININ VE KÜSKÜNLÜĞÜN KİMSEYE YARARI YOK
54.ZAMAN
55.YARIN GENE GELİN, GENE OTURURUZ
56.UMON FİLMCİLİK T.A.Ş.
57.KALKIP GlDEMEMEK
58.TOMBALA
59.SANSÜRDEN SENARYO GEÇİRMEK
60.HUZUR LOKANTASI’NDA BOĞAZ GECELERİ
61.BAKMAK
62.VAKİT GEÇSİN DİYE
63.DEDİKODU SÜTUNU
64.BOĞAZ’DA YANGIN
65.KÖPEKLER
66.NEDİR BU?
67.KOLONYA.
68.4213 İZMARİT
69.BAZAN..
70.KIRIK HAYATLAR
71.HİÇ GELMİYORSUNUZ ARTIK KEMAL BEY
72.HAYAT DA TIPKI AŞK GİBİ.
73.FÜSUN’UN EHLİYETİ
74.TARIK BEY
75.İNCİ PASTANESİ
76.BEYOĞLU SİNEMALARI
77.BÜYÜK SEMIRAMİS OTELİ
78.YAZ YAĞMURU
79.BAŞKA BİR DÜNYAYA YOLCULUK
80.KAZADAN SONRA
81.MASUMİYET MÜZESİ
82.KOLEKSİYONCULAR
83.MUTLULUK
Karakter Dizini
1. HAYATIMIN EN MUTLU ANI
Hayatımın en mutlu amymış, bilmiyordum. Bilseydim, bu mutluluğu koruyabilir, her şey de bambaşka gelişebilir miydi? Evet, bunun hayatımın en mutlu anı olduğunu anlayabilseydim, asla kaçırmazdım o mutluluğu. Derin bir huzurla her yerimi saran o harika alım an belki birkaç saniye sürmüştü, ama mutluluk bana saatlerce, yıllarca gibi gelmişti. 26 Mayıs 1975 Pazartesi günü, saat üçe çeyrek kala civarında bir an, sanki bizim suçtan, günahtan, cezadan ve pişmanlıktan kurtulduğumuz gibi, dünya da yerçekimi ve zamanın kurallarından kurtulmuş gibiydi. Füsunun sıcaktan ve sevişmekten ter içinde katmış omzunu öpmüş, onu arkadan yavaşça sarmış, içine girmiş ve sol kulağını hafifçe ısırmıştım ki, kulağına takılı küpe uzunca bir an sanki havada durdu ve sonra da kendiliğinden düştü. O kadar mutluyduk ki, o gün şekline hiç dikkat etmediğim bu küpeyi sanki hiç fark etmedik ve öpüşmeye devam ettik.
Dışarıda, İstanbul’da bahar günlerine özgü o pınl pırıl gök vardı. Sıcak, kış alışkanlıklarından kurtulamamış Istanbulluları sokaklarda terletiyordu, ama binaların içleri, dükkânlar, ıhlamur ve kestane ağaçlarının altlan hâlâ serindi. Benzer bir serinliğin, üzerinde mutlu çocuklar gibi her şeyi unutarak seviştiğimiz küf kokulu şiltenin içinden de geldiğini hissediyorduk. Açık balkon penceresinden deniz ve ıhlamur kokan bir bahar rüzgârı esti, tül perdeleri kaldırıp ağır çekimle sırtlarımıza bıraktı ve çıplak vücutlarımızı ürpertti, ikinci kattaki dairenin arka odasından, yattığımız yataktan arka bahçede Mayıs sıcağında hırsla küfürleşerek futbol oynayan çocuklan gördük ve birbirlerine söyledikleri edepsiz şeyleri, bizim kelimesi kelimesine yapmakta olduğumuzu fark edip sevişmemizin ortasında bir an durarak, birbirimizin gözlerinin içine bakıp gülümsedik. Ama mutluluğumuz o kadar derin ve büyüktü ki, hayatın arka bahçeden bize sunduğu şakayı, bu küpeyi unuttuğumuz gibi unuttuk hemen.
Ertesi günkü buluşmamızda, Füsun bana küpesinin tekinin kayıp olduğunu söyledi. Aslında, o gittikten sonra ucunda adının baş harfi olan küpeyi mavi çarşafların arasında görmüş, kenara kaldıracağıma, tuhaf bir içgüdüyle, kaybolmasın diye ceketimin cebine koymuştum. “Burada canım,” dedim. Sandalyenin arkalığına asılı ceketimin sağ cebine elimi attım. “Aaa, yok,” dedim. Bir an bir felaketin, bir uğursuzluğun belirtisini hisseder gibi oldum, ama sabah sıcağı fark edince, başka bir ceket giydiğimi hemen hatırladım. “Öteki ceketimin cebinde kalmış.”
“Lütfen yarın getir, unutma,” dedi Füsun gözlerini kocaman açarak. “Benim için çok önemi var.”
“Peki.”
Füsun, bir ay önceye kadar varlığını bile neredeyse unuttuğum on sekiz yaşındaki uzak ve yoksul akrabamdı. Ben ise otuz yaşındaydım ve bana herkesin çok yakıştırdığı Sibel ile nişanlanıp evlenmek üzereydim.
2. ŞANZELÎZE BUTİK
Bütün hayatımı değiştirecek olaylar ve rastlantılar, bir ay önce, yani 27 Nisan 1975’ıe ünlü Jenny Colon marka bir çantayı Sibel ile bir vitrinde görmemizle başladı. Yakında nişanlanacağım Sibel ile Valikonağı Caddesinde serin bahar akşamının tadını çıkararak yürürken, hafifçe sarhoştuk ve çok mutluyduk. Nişantaşı’nda yeni açılan şık lokanta Fuaye’de yediğimiz akşam yemeğinde, annem ve babama nişan törenimizin hazırlıklarından uzun uzun bahsetmiştik: Sibel’in Dame de Sion Lisesi’nden ve Paris yıllarından arkadaşı Nurcihan törene Paris’ten gelebilsin diye nişan Haziran’ın ortasında yapılacaktı. Sibel, o günlerde İstanbul’un en gözde ve pahalı terzisi olan ipek isme t’e nişan elbisesini uzun zaman önce sipariş etmişti. Annemin elbiseye vereceği incilerin nasıl işleneceğini, Sibel ile ilk defa o akşam tanışmışlardı. Müstakbel kayınpederim, tek çocuğu olan kızı için nikâh kadar şatafatlı bir nişan yaptırmak istiyor, bu da annemin hoşuna gidiyordu. Sorbonne’da okumuş -o zamanlar İstanbul burjuvaları Paris’te birşeyler okuyan bütün kızlara “Sorbonne’da okudu,” derlerdi- Sibel gibi bir gelini olacağı için babam da mutluydu.
Yemekten sonra Sibel’i evine götürürken, elimi onun sağlam omzuna aşkla atıp sarılmış, ne kadar mutlu ve talihli olduğumu gururla düşünmüştüm ki, “A, o ne güzel çanta öyle!” demişti Sibel. Şarapla başım iyice dumanlı olmasına rağmen vitrindeki çantayı ve dükkânı hemen mimlemiş, ertesi öğle hemen çantayı almaya gitmiştim. Aslında kadınlara sürekli hediyeler alan, çiçek yollamak için uygun bahaneler bulan, doğuştan ince, nazik, çapkın erkeklerden değildim; belki öyle birisi olmak isliyordum. O zamanlar Şişli, Nişantaşı, Bebek gibi semtlerdeki evlerinde canlan sıkılan Batılılaşmış istanbullu zengin ev kadın-lan “sanat galerisi” değil, “butik” açar, Elle, Vogue gibi ithal dergilerden kopya edip diktirdikleri “moda” elbiselerle, Paris ve Milano’dan bavullar içinde getirdikleri kıyafetleri, kaçak ıvır zıvır ve takıları, kendileri gibi canı sıkılan diğer zengin ev kadınlarına saçma denilecek kadar yüksek fiyatlarla satmaya çalışırlardı. Şanzelize Butik’in sahibi Şenay Hanım, yıllar sonra onu bulduğum zaman, kendisinin de tıpkı Füsun gibi, anne tarafından çok uzak bir hışmımız olduğunu hatırlattı bana. Yıllar sonra Şenay Hanımın, kapının üzerine asılı levha dahil Şanzelize Butik ve Füsun ile ilgili her türlü eski eşyaya gösterdiğim aşırı ilginin nedenlerini hiç sormadan bana elindekileri vermesi, yaşadığımız hikâyenin bazı tuhaf anlarının bile yalnız onun tarafından değil, sandığımdan da geniş bir kalabalık tarafından bilindiğini hissettirmişti bana.
Ertesi gün saat yanma doğru kapıya bağlı içi çift tokmaktı, küçük bronz deve çan, ben Şanzelize Butik’e girince, şimdi hâlâ kalbimi hızlandıran bir sesle çınladı. Bahar vakti, öğle sıcağında dükkânın içi loş ve serindi, ilk anda içeride kimse yok sandım. Füsun’u sonra gördüm. Öğle güneşinden sonra gözlerim hâlâ dükkânın karanlığına alışmaya çalışıyordu; ama yüreğim, nedense, sahile vurmak üzere olan koskocaman bir dalga gibi ağzımın içinde kabarmıştı.
“Vitrindeki mankenin üzerindeki çantayı almak istiyorum,” dedim.
Çok güzel, diye düşündüm, çok çekici.
“Krem rengi, jenny Colon çanta mı?”
Göz göze gelince, onun kim olduğunu hatırladım hemen
“Vitrindeki mankenin üzerinde,” diye fısıldadım bir rüyadaki gibi.
“Anladım,” dedi, vitrine yürüdü. Bir hamlede sol ayağındaki yüksek topuklu san ayakkabıyı çıkardı ve tırnaklan özenle kırmızıya boyanmış çıplak ayağıyla, vitrinin zeminine basıp mankene doğru uzandı. Önce boş ayakkabıya baktım, sonra uzun, çok güzel bacaklarına. Mayıs gelmeden, şimdiden güneşten yanmışlardı.Dantelli ve çiçekli san eteği, bacaklarının uzunluğu yüzünden daha da kısa duruyordu. Çantayı aldı, tezgâhın arkasına geçti ve çantanın fermuarlı gözünü (içinden krem rengi pelür kâğıt topaklan çıktı), iki küçük bölmesini (boştu bunlar) ve içinden üzerinde Jenny Colon yazan bir kâğıt ve bakım kılavuzu çıkan gizli bölmeyi becerikli ve uzun parmaklarıyla açıp bana çok mahrem bir şey gösteriyormuş gibi esrarlı ve aşırı ciddi bir havayla gösterdi. Bir an göz göze geldik.
“Merhaba Füsun. Ne kadar büyümüşsün. Beni tanımadın galiba.”
“Yok Kemal Ağabey, hemen tanıdım ama siz tanımayınca, ben de rahatsız etmeyeyim dedim.”
Bir sessizlik oldu. Az önce çantada işaret ettiği yere baktım. Güzelliği, o zamana göre aşırı kısa eteği ya da başka bir şey huzursuz etmişti beni, tabiî davranamıyordum
“Ee, neler yapıyorsun?”
“Üniversite sınavına hazırlanıyorum. Buraya da her gün geliyorum. Yeni insanlar tanıyorum dükkânda.”
“Çok güzel. Ne kadar şimdi bu çanta?”
Kaşlarını çatarak “Bin beş yüz lira,” diye çantanın altındaki üzeri elle yazılmış küçük etiketi okudu. (Bu para, o zamanlar genç bir memurun altı aylık maaşına denkti.) “Ama şenay Hanım eminim sizin için bir şey yapar. Ogle yemeği için eve gitti Uyuyordur, telefon edip soramam. Ama akşamüstü bir ugrar”Önemli değil,” dedim ve daha sonra gizli buluşma yerimizde Füsunun pek çok kereler abartılı bir şekilde taklidini yapacağı bir hareketle, arka cebimden cüzdanımı çıkarıp nemli kâğıt paraları saydım. Füsun çantayı bir kâğıda dikkatte ama acemice sardı, bir plastik torbaya koydu. Bütün bu sessizlikte bal renkli uzun kollarını, çabuk ve zarif hareketlerini seyrettiğimi biliyordu. Çantayı kibarca bana uzatınca teşekkür ettim. “Nesibe Hala’ya, babana (Tarık Beyin adı bir an aklıma gelmemişti)hürmetler,” dedim. Bir an durakladım: İçimden hayaletim çıkmış, bir cennet köşede Füsun’u kucaklamış öpüyordu. Hızla kapıya yürüdüm. Bu saçma bir hayaldi, üstelik Füsun aslında öyle çok güzel de değildi. Kapının çanı şıngırdadı, bir kanaryanın şakımaya başladığını işittim. Sokağa çıktım, sıcak hoşuma gitti. Hediyemden memnundum, Sibel’i çok seviyordum. Dükkânı, Füsun’u unutmaya karar verdim.
3. UZAK AKRABALAR
Gene de, akşam yemeğinde anneme konuyu açtım ve Sibel’e bir çanta alırken, uzak akrabamız Füsun ile karşılaştığımı söyleyiverdim.
“Aa evet, şurada Şenay’ın dükkânında çalışıyor Nesibe’nin kızı, yazık!” dedi annem. “Artık bayramlarda da uğramıyorlar. O güzellik yarışması kötü oldu. Dükkânın önünden her gün geçiyorum da, zavallı kıza bir merhaba demek ne içimden geliyor ne aklıma geliyor. Halbuki çocukken ben o kızı çok severdim. Nesibe dikişe geldiğinde bazan o da gelirdi. Dolaptan oyuncaklarınızı çıkarır verirdim, annesi dikiş dikerken o sessizce oynardı. Nesibe’nin annesi rahmetli Mihriver Halanız da hoş bir insandı.”
“Tam nemiz oluyorlardı?”
Televizyon seyreden babam bizi dinlemediği için annem Atatürk’le aynı yıl doğan ve yıllar sonra bulduğum buradaki fotoğrafların ilkinde görüldüğü gibi Cumhuriyetin kurucusuyla aynı ilkokula, Şemsi Efendi Mektebi’ne giden babasının (yani dedem Ethem Kemal’in) anneannemle evlenmeden yıllar önce, daha yirmi üç yaşına bile varmadan, alelacele evlendiği bir ilk karısı olduğunu ballandırarak anlattı. Boşnak kökenli bu zavallı kızcağızın (yani Füsunun anneannesinin annesinin) Balkan Harbi sırasında, Edirne boşaltılırken öldüğünü söyledi. Bu zavallı kadın, dedem Ethem Kemal’den çocuk doğurmamış; ama…