Mavi Gözyaşı

Ahmed Günbay Yıldız, bu eserinde değişik bir kompozisyonla karşınıza çıkıyor.

Yaratılışın tabii bir sonucu olarak, hiç karşılık beklemeyen, hep kendinden veren bir babanın sevgisi.

Ve kendilerini büyütene kadar üzerlerine titreyen bu babaya, yüreklerindeki sevgiden yeterince pay ayıramayan evlatlar…

Bir de, bir genç kızın sabrı nakış nakış işlediği, tertemiz sevgisi…

Ahmed Günbay Yıldız’ın bu eseri bir sevgi mozağiyi…

***

Eğri çizgileri düzeltemedim Dediğim yollardan yürütemedim Hayasız ellerin pörsümüş gülü Ah, seni gönlümce büyütemedim.

Sana uçmayı öğretemedim çocuk… Anaç bir kuş kadar olamadım doğrusu. Kendini nasıl koruyacak, nasıl beslenecek, nerelerde gezip dolaşacak, nerelerde ve nasıl kanat çırpacaktın?..

Antremansızdın seni kendi başına bıraktığım zaman. Kanatlarının daha gökyüzüne hasretini gidermeden kopartılacağını bilemezdim…

Niçin düyaya geldiğini, nelere karşı sorumlu olduğunu, neyi nasıl yapabileceğini, neye nasıl inanabileceğim veremedim sana…

Bilemedim çocuk… Haram helâl çizgisine çekilecek kesin çizgileri… Bu kavramlara âşinâ bile değildin seni uçurduğum zamanlarda… Hayat yollarındaki tehlikeli uçlara, göz alıcı renklerle parıldayan, dikkatini çekebilecek işaretler koyamamıştım… Uçurumlar, bataklıklar, insanı nasıl avlar, nasıl düşebilirdin tuzaklara? Suç benim öyleyse çocuk, katlanmam gerekecek senden gelecek bütün sıkıntılara. Çünkü; günün gelmeden, doğruyu yanlışı ezberletmeden, kahrolası bir acelecilik yüzünden, kanatların gelişmeden uçurdum seni.

Horlanışım, belki varlığımdan tiksinti duyuşun, fikir uyuşmazlığı yüzünden terk edilişim bir yana, kem yerlerde basit işlerin adamı oluşun; hatta yaşadığın toplumun bile başbelası oluşun, yanlış bir dünyagörüşünün macera seline kapılıp tersine akışın, o yasak hayatın zehrini içip çıldırışın, yüz karası bir suçla kurşunlanıp kimliğinden dolayı seni buluşum… Daha neler neler olabilir düşünceleriyle kararttığın dünyamı bir görsen…

Benim eksik dünya anlayışımın, toplumun despot değer yargılarının faturası sana çıktı. Çünkü bu hayatı hazırladık.

Bürokrasinin doruk noktalarında bir adamdı… Her imkânı vererek büyütmüştü çocuklarını…

Dört çocuğu vardı, bir kız, üç oğlan. Büyük oğlu Ekrem’le, onun küçüğü olan kızı Belkız’ı evlendirmiş, oturacakları dairelerini bile almıştı. İki oğlu kalmıştı yanında. Küçüğü Erkam, Ankara Ortadoğu Teknik Üniversitesi İnşaat Bölümü’nde okuyordu. Serdar, liseden sonra okumak istememişti… Gömlek değiştirir gibi iş değiştirmişti. Beğenmemişti babasının nüfuzunu kullanarak bulduğu işleri…

Sınırsız bir hürriyet anlayışı vardı Serdar’da. Emir altı, kölelik müessesesi gibi ağır bir yük vuruyordu omuzlarına…

Sınırsız tahayyüllerinin açtığı ufuklar, hep kolaylık ve maceradan yana bir dünya vaat ediyordu ona.

İmkânlarının daha iyi olduğu bir iş bulduğunu ve gideceğini söyledi babasına…

Ana, olumsuz bir fikirle yaklaştı, kaygılarını vurdu açığa:

– Neyin eksik senin? Babanın bulduğu işlerin suyu mu çıktı?

Havayi bir gönlü vardı:

– Sen ne anlarsın işin iyisinden? Hem ben de sorumluluklarımı tek başına göğüsleyecek yaştayım artık…

Baba, değişik yönden yaklaştı. İtirazlar, arzuları doğururdu:

– Tamam git gitmesine, fakat bana önce yapacağın işten anlat. Kimin yanında, hangi şirkette ve hangi şehirde?

Beklemiyordu, hazırlıksız yakalanmıştı anlaşılan. Kekeledi. Yüzündeki ifadeler değişti aniden:

– Şey, iş işte.

– İyi de, adı ne işin? Ya adres?

Bozuk bir asapla baktı babasına:

– İşte bu anlayıştan bıktığım için, açılmak, tartışmak istemiyorum sizinle. Şu yaşta çocuk muamelesi görmekten bıktım. İtimatsızlık, aşırı güvensizlik, bir şahsiyet sahibi oluşumuzu ispat etmeye fırsat tanımayışmız, sizlere karşı nefret kazandırdı bana… Bırakın da kendimizi ispat edelim bari.

Baba, tedirginlik yansıtan bir gözle inceledi Serdar’ı:

– Henüz yuvadan uçmak için kanatların müsait değil.

– Baba, ablam, ağabeyim uçtular. Başaramadılar mı sence uçmayı?

– Vaktin geldiği zaman sen de uçacaksın elbet.

Kesin bir tavır koydu, tansiyonu artıran:

– Ben vedalaşmak istiyorum, siz bunu kaçarak yap diyorsunuz.

Ananın soluğu derinleşti:

– Serdar, yapamazsın bunu.

– Neden? Babam, koskoca şehrin valisi… Bizler onun çocuklarıyız. Herhalde bunun için her iş bize göre değildir, yahut en iyi işi babamla sen bilirsin. Peki bir robottan ne farkımız kalıyor o zaman? Söyler misiniz bana? Bırakın da kendi seçimimizle bir iş yapmanın sorumluluğunu, zevkini tadalım.

Ilık bir sesle yaklaşmak istedi baba:

– Bunları yapabilmen için biraz daha beklemen gerekecek.

– Hayır, harcayabilecek başka zamanım yok artık.

– Serdar, seni seven insanlara karşı bu kadar katı ve taş kalpli olamazsın. Biz seni seviyoruz. Daha iyi bir hayat yaşamanı istiyoruz.

– O vakit bırakın da gideyim.

– Yanlış bir iş yapmandan korkuyorum. Biraz daha zaman, dedim sana.

İsyancı bir ruhla dolandı evin içinde:

– O halde iyi dinleyin beni. Ayrı dünyaların adamıyız biz baba. Senin dünya görüşünle benimki çok farklı. Değer yargılarımız, doğruluk anlayışımız, inanç yapımız farklı. Şunu söylemek istiyorum, aynı müzikle dans etmiyoruz dünyada. Evlat, baba ve annenin esiri değildir. Ben, hayatımı dilediğim gibi yaşamak hürriyetine sahibim.

– Bizim geleceğimiz geçmişimizdedir, istikbale de öyle bakmaktayız bunun için… İnsan, her akimdan geçeni yapabilmek hürriyetine sahip değildir yeryüzünde… Şayet hürriyetin anlamı o olursa, çok yanlış olur. Yeryüzü bir kan gölü, bir kargaşa çıkmazı haline gelir. Bunları konuşmak, doğruyu yanlıştan ayırmak zaman ister…

– Baba, bu düşüncelerinden bir an olsun vazgeç. Gerçeklere biraz da bizim açımızdan bakmaya çalış. Biz de kendi adımlarımızla yürüyelim hayat yollarında, tecrübe sahibi olalım biraz.

Derin bir nefes aldı Vali. Acı acı gülümsedi:

– Yanlışlardan tecrübe edinmenin ne anlamı olur, söyler misin?

– Henüz yanlış olduğunu bilmiyorsun ki.

Ana ve baba olmak, bıçağın sırtında yürümek gibi bir şey…

Çocukların bazı işler yapmasını yasaklarsınız, bu defa gizli gizli yapmaya başlarlar… Yalan söylerler, hesap verirlerken yasak olmayan bir işle meşgul olduklarını anlatırlar… Hemen ardından da onun suçluluğunu yaşamaya başlar, huzursuz olurlar. Ya çocukluk yaşının ötesinde kendisini görmeye başlayan yetişkin çocuklar?..

Onlara kolay kolay kabul ettiremezsiniz fikrinizi. Doğru, sadece kafalarında çakan şimşeklerdir…

Baba, bütün çabalarına rağmen engelleyememişti gidişini… Birkaç gün sonra vedalaşmadan çekip gitti Serdar… Arkasından neler bırakabileceğini, hiç ama hiç düşünmeden.

Önce “gecikti” dediler… Biraz sonra, sabırsızlandı baba ve anne… Daha sonra izi ve adresi olmayan bir yolculuk, evde istenilmese bile hissettirdi kendisini… Zaten rahatsız olan annenin kalbi daha fazla dayanamadı sıkıntıların kıskacına. Geçirdiği bir krizle hayatını noktaladı…

Vakitsiz çalınmıştı kapısı… O ihtişamlı evin dekorları arasında sadece Erkam’la baş başa kaldı Vali…

Yaşıyordu ama hayattan tat alamıyordu eskisi gibi. Kendisini suçluyordu, görevlerini yapamamış olmanın ızdırabıyla kıvranırken. Makamı, kıyafeti ve eski ihtişamı yerinde duran adam, eskisinden çok değişik bir manzara sergiliyordu şimdi… Hayat onu acımasız bir şekilde hırpalamıştı… O eskiden cıvıltılı kalabalık, neşeli ve ahenk örneği evde, şimdi sadece Erkam’la kalmıştı. Ona hem anne, hem baba olabilmenin mücadelesini veriyordu. Bir yandan da örümcek ağı gibi örmeye çalıştığı dünyayı avuçlarının içine almış gibi, etrafa isim, eşkâl bırakıp bir kayıp arıyordu…

Tam beş ay olmuştu aralarından ayrılalı. Bütün imkânlarına rağmen izine rastlayan olmamıştı…

Bir dostu vardı ziyaretine gelen… “Hocam” dediği… “Maneviyattan kırıntılar var yüreğimde” diye, inanç derecesini ele veren Vali, işte şu an, ziyaretinde bulunan insandan çok şey almıştı…

Yaşlı, kısa ak sakallı adam, Vali Bey’in gözlerine bakıp bir şeyler sormak için, belki de onu rahatlatabilmek için sorular soracaktı. Sormak sırasının hangisinde olduğunu biliyordu:

– Bir sıkıntısı mı vardı çocuğun?

Hafifçe kafasını önüne yıktı, kahırlandı, sesi kısıldı istemese de. Utanmıştı saydığı simadan. Suçu kendisinde hissetti yine:

– Maneviyattan yoksun yetiştirilen gençlik, kendisini yeryüzünde idamlık bir mahkûm gibi görmekte… Okuyup ne yapacağım?

Evlenirsem ne olacak?.. Bütün bu soruların cevabı karanlık bir manzara gibi durmaktalar. Kanaat eksikliği ve maneviyatsızlık… Evet, bunların hepsinin kaynağı manevî boşluktur…

– Çocukluk yıllarında ilgilenmedim mi demek istiyorsun?

– Yeni yetişen neslin kesin bir kabulü yok. “Neden?” diye soruyorlar artık. Ya, sebeplerini mantıklarının kabulü biçiminde onlara vereceksin yahut isyanlarına mani olamayacaksın.

İşte, bu iki şıktan birini kabullenmek zorundasın. Birincisine gücüm yetmedi anlaşılan.

– Estağfirullah…

Huzursuz bir gönlü vardı. Yine mânâ veremediği sıkıntıların adamıydı bu gün. Dostunu uğurlayıp makamına döner dönmez telefon çaldı. İsteksiz bir hareketle ahizeyi kaldırıp ses verdi:

– Efendim.

Sekreteriydi sesini aldığı:

– Cevat Bey telefonda Sayın Valim. Mutlaka görüşmesi gerektiğini söylemekte.

– Bağla.

– Tamam efendim.

Koyu bir hüzün tabakası kapladı yüzünü. Tetikte bir yüreği vardı aylardır… Oldukça yılgın bir sesi vardı karşıya ulaşırken:

—Buyur Cevat Bey.

Gür bir ses, oldukça heyecanlıydı kulaklarına hücum ederken:

– Sayın Valim. Şu an bir operasyon neticelendi. İki ölü, bir ağır yaralı var. Emniyet kuvvetlerinde zayiat yok. Çok önceden verdiğiniz bir talimat üzerine aradım sizi.

Gözleri alevlendi, daha dikkatli, daha keskin baktı eşyaya:

– Hayırdır.

– Sayın Valim, pek emin değilim. Üzerinde kimlik yoktu. Fakat bendeki resme çok benziyor.

Heyecanını karşıya hissettirmemek için çabaladı, fakat başaramadı:

– Nerede?

– Numune Hastanesi Acil Servis.

– Sağ mı?

– Sağ. Gereken, doktorlarca yapıldı, fakat yine de durumunun ciddiyetini koruduğunu söylemekteler.

– Tamam, hemen geliyorum.

Eli titredi ahizeyi yerine koyarken. Gözleri çakmak çakmaktı. Masanın gizli gözünde duran zile güçlükle çöktü parmağını. Kapının boşluğunda beliren polise kahırlı bir emir verdi:

– Arabamı hazırlayın!

– Emredersiniz Sayın Valim.

– Masanın üzerindeki kıymetli evrakları çekmecesine koyup, telâş içinde çıktı odasından. Etrafına aldırış etmeden yürüdü… Keder fazla hırpalamıştı onu. Derin derin soludu. Nefesi daldı ikide bir…

Yorgun bir şekilde bindi kendisine açılan kapıdan. Emir bekleyen şoföre:

– Numune Hastanesi’ne, dedi. Acil servis, diye ekledi.

Güvenlik bindi ön koltuğa, ayrıca bir eskort açtı trafiği…

Vilâyetten hastaneye darda kalmış bir gönülle gelmişti.

Desteksiz, çaresiz hissetti kendisini, neler olabileceğini düşündü geldiği yerde… Kayıplara karışan çocuk, böyle karanlık işlerde tüketmiş olabilir miydi kendisini?

Hastanenin bahçesine iner inmez, kalbi kendisini ikaz etmeye başlamıştı. Eskorta, korumalara baktı. Adeta bir moral desteği bekliyordu etrafındakilerden, yıkılmadan yürüyebilmesi için.

Korumasıyla birlikte yürüdü acil kapısına doğru. İçinde helezonlar çizerek derinleşen sessiz çığlığın Allah’a yakarışında neler vardı, neler…

Keşke bir yanlıştan, bir benzerlikten ibaret olsaydı hadise. Serdar olmasaydı, neler vaat etti Yaratıcıya.

Giriş kapısında kendisini bekleyen Emniyet Amiri’ne ilişti bulanık bakışları.

Toparlanıp selam verdi. Başını hafifçe eğerek aldı selamını. İlk sorusu dudaklarında çöl susuzluğuna dönüyordu:

– Yaşıyor mu?

– Evet Sayın Valim, fakat durumu ciddiyetini korumakta.

Emniyet Amiri’yle birlikte yürüdüler. Suskundu ve güçlükle

yutkunuyordu. Boğazını ıslamak için kesik kesik öksürdü.

Emniyet Amiri:

– Burası, dedi. İşte şu oda Sayın Valim.

Kapıyı koruması açtı. Kendisinde içeriye girebilme cesaretini yokladı. Yanındakilerden utanıp ani bir kararla kapının boşluğundan içeriye bir gölge gibi süzüldü. Emniyet Amiri, içeri girmemesi için korumaya işaret etti. Kapıyı açan aynı el, usulca kapadı… Yürürken bunun farkında bile değildi.

Tek yataklı bir odaydı. Buğulanan gözlerinin görüntüsüne, elinde yüzünde kan lekeleri kalmış bir çehreye ürpertili baktı.

Dudakları cılız bir titreyişe kapıldı önce… Yaralının başucunda beklerken, gözlerindeki buğular iri damlalara dönüştü birden. Titreyen elini, âdeta bir tüy hafifliğinde gezindirdi dağınık saçlarının üzerinde.

Karşılıklı baygın bakışlar oldu bir anda; sessiz, derin incelemeler başladı. Çok şeyler konuştu gözler, birbirlerine lisanın veremeyeceği sırlar verdi, aldı…

Vali tanıdı oğlunu. Fakat, ilk sessizliği bozan, mecalsiz bir teslimiyetle yatağında yatan yaralı oldu. Hayata küskün bakan delikanlı muzdarip ve aldığı yaralar kadar hassastı şu an:

– Baba!

Baba eğilip, kuru dudaklarını yanaklarının üzerine koydu. Hayatının en değerli busesiydi bu Serdar için. Hassas ve acılı bakıyordu baba, feri çekilmek üzere olan gözlere.

Kısık, cılız bir sesti hatır soran:

– İyisin ya?

Eğisli konuştu Serdar:

– Belli olmuyor mu halimden?

Doluktu, zor konuşabildi baba:

– Bir eksiğin mi vardı çocuk? Haksız kazançla hayat kurmaya mecbur olacak kadar mı darda kalmıştın ha?.. Kurulsa bile, iflah eder mi adamı haram mal?

Yalvaran, ezik bir sesle ikaz etti:

– Baba, utandırmaya çalışma beri. Artık her şey için vakit çok geç. Hasret giderelim. Az bir zaman var önümüzde. Onu değerlendirelim istersen. Tıpkı, uyumlu yaşamış bir baba oğul gibi. İsyanımı sil, o bitmeyen hoşgörülü kalbinde misafir et beni bir müddet daha. Çok ihtiyacım var buna.

Dudaklarını gevdi, zorlandı konuşabilmek için, sadece:

– Tamam! diyebildi. Tamam, dediğin gibi olsun…

-Yanlış yaşadığımın farkındayım, utancımı yüzüme vurma, ha!

– Vurmam!

– Annem nasıl? Haber verdin mi ona?

Hıçkırıklar dizildi boğazına, ağlamamak için direndi. Ne cevap verseydi? “Senin yüzünden kahroldu ve göçtü” deseydi neye yarardı sanki?.. Zor toparladı kendisini:

– İyi, seni bekliyoruz aramıza.

Acı bir tebessümdü dudaklarında beliren:

– Sen de beni mi aldatmak istiyorsun baba?

– Neden?

– Yoluna girdiğimin farkındayım.

– Hadi hadi, ümit kesme hemen.

– Hep böyle öğütlerdin bizi biliyor musun? Hem bir gerçeği daha söyleyim sana. Çocuklarının içinde en çok sevdiğin bendim değil mi? Oysa ben hep yanılttım seni.

Titreyen elini bir yaprak gibi salladı havada. Bu defa ağlıyordu. İstemese bile, fark ettirdi o bulutlu bakışlara:

– Aldırma, yanılgılar da hayatın bir parçasıdır, fakat tadı çok acı…

– Sen bakarsın ihtiyarladığımda, derdin.

-Hıhı!

– Orada da yanıldın, tutmadı işte.

– Unut bunları dedim ya.

– Çok üzdüm sizleri baba. Ben de çok seviyordum seni. Kulaklarımla duymak istediğim bir şey var. Yürekten gelen bir sesle söyle. Affedebilecek misin beni?

Derin bir “Ah” devleşti büzüşen dudaklarında:

– Affetmek ne ki evlat? Yetiştiremediğimiz, doğruyu öğreteme-diğimiz için sen affetmelisin bizi.

– Baba, elini dudaklarımın üzerine koyar mısın?

Parmaklarını hasretten çatlayan dudakların üzerine götürdü,

fersiz, candan bir buse ile öptü… Acı bir irkiliş ile sıçradı, dişlerini sıktı, gözleri açık kaldı delikanlının, boynunu bir garip büktü sağ kolunun üzerine.

Vali, kararsız bir sesle haykırdı:

– Doktooooor!..

Baba, ihtişamlı bir kalabalık, görkemli bir törenle Serdar’ı ebedi istirahatgâhma uğurladı… Can evinden bir direk daha, korkunç bir sarsıntının sonunda çok sesli bir gürültü çıkararak çökmüştü… O korkunç kalabalığı oluşturan insanlar kendisini teselli mi ediyordu, yoksa başka şeyler mi araştırıyordu pek kestiremedi… Bakışları, tavrı, en ufak hareketleri bile yakın takipte bulunduğu şu an, incinmiş bir yüreği vardı.

Üzerinde şimşek gibi çakan, rüzgâr gibi esen ve daha fenası anlamlı bekleyen bakışların sağanağı altında zor durumda kalmıştı.

Flaşlar patlıyordu zaman zaman. Basın ihmal etmemişti acılı gününde bile. El, göz ve mimik ifadeleriyle verilen mesajlar, lisandan daha keskin ve daha etkileyiciydi.

Elbisesinin içinde büzülmüş gibi duruyor, tavırlarındaki en ufak hareketinden yansıyan bütün gelişmeler, öz benliğine yabancı…

Varlığını, iradesi dışında idare eden, görünmeyen bir el tarafından yönetilen, zaman içinde zaman denilen müşkül bir ânı yaşıyordu…

Sinesinde yanan ateşin tahakkümü altında fersiz, buharlı gözlerle etrafındakilere kaçamak bakışlar atıyor, tekrar o, omuzlarının üzerinde dik durmayan başını hafifçe öne eğiyordu.

Acısını paylaşmak maksadıyla sırtını sıvazlayanlar,”Ben de buradayım” der gibi gözlerinin içine bakanlar, hemen arkasından başkalarına hissettirircesine kaçamak bir hareketle, belli bir hedefe nefretini taşıyanlar, birisi teselli konuşması yaparken, gözlerini fırsattan istifade edip başkasının görüntü alanına sokup dudak bükmeyi de ihmal etmeyenler, olumsuz manada el ve baş işaretleri vererek ikiyüzlülüklerini saklayamayanlar, gözünden kaçmadı Vali’nin…

Kötü bir iş yapmıştı Serdar, fakat iradesi kendi elinde birisi değildi. Bütün bunlara rağmen kendisini suçlayışı kahrını artırıyor, mecali çekilen bacaklarının üzerinde, yanında tıpkı bir baston gibi taşıdığı küçük oğlu Erkam’m üzerine ağırlığını gittikçe biraz daha hissedilir şekilde bıraktığını bildiği için kolundan çıkmıyordu… Yetiştirmekteki eksikliğinin ağır sorumluluk yükü vardı, çöken omuzlarının üzerinde. Doğruyu verememiş olmanın çekilmez ızdırabıydı onu desteksiz bırakan.

Dua’ya el açmıştı… Hoca efendi tıpkı bir şair gibi döktürdü hissiyatını. Çocukları, yakınları sarmıştı etrafını. Çömelmiş, ellerini Mevla’sına açmıştı o da…

Hazin bir törenle başlayan merasim bitti. Kalabalık yavaş yavaş çekildi mezarın etrafından… Hoca efendi son görevini de yaptı.

Arabaların motor gürültüsü, egzoz sesi, kalabalığın geriye çekiliş musikisinin senfonisini besteliyordu sanki…

Vedalaşmak için ayağa kalkmasının gerektiğini anlamıştı. Çö-meldiği yerde bile yanından ayrılmayan küçük oğlu Erkam’ın desteği ile kalktı. Göz göze geldi baba oğul. Buğulu göz bebekleri dertleşti kısa bir müddet. Erkam, içli bir seyir tutturdu önce, sonra koluna sıkı sıkı girip destek oldu.

Ruhundan zehirli bir okla vurulmuş gibiydi baba… Ayrılanlar birer birer el sıkıştı, baş sağlığı diledi… Gazeteciler, dostları, yakınları ve önemli kuruluşlardan, maharetli eller tarafından tıpkı bir gelin saçı gibi itina ile örülen çelenkler taşındı mezarın üzerine… İşte onlar, sadece o çiçekler kaldı Serdarla birlikte…

Her biri yıldan daha uzun koskoca iki gün, o sonsuz acıların potasında eriyip tükendi…

Kendisini kusurlu buluşun çilesini çekiyordu Vali. Bürokrasinin doruğuna tırmanırken, onlarla yeterince meşgul olamamanın sonucunu almıştı şimdi… Dünya hırsı ve rahatlığın verdiği vurdumduymazlıkla yazık etmişti çocuklarına… İçlerinde sadece Erkam vardı manevî değerlere meyilli. Diğerleri, içinde yaşadıkları toplumun değerlerini unutmuş, cemiyetlerin acımasız kurbanlarıydı, yaşadıkları ölçüsüz hayat anlayışlarıyla…

İki gündür göreve gitmemişti. Gelenler, gidenler, hatıralar ve kederler dolu, zaman içinde zaman olan iki gün…

Basını, incinmiş bir gönülle takip etti. “Vali’nin oğlu…” Sütunlarda rastladığı yazıları, zehirli oklar gibi beynine saplanan yorumları okudu. Gazeteler de onu suçluyordu…

Evin penceresinden sitem sitem dışarıya dökülen bakışlarını gök kubbeye çevirdi… Akşamın alacalanmışlığı, şehrin semalarını uçuk bir renge boyamıştı:

– Hürriyet, diye mırıldandı.

Hülyaları geniş ufuklar açtı beyninde… Hiç kimse sadece kendi için yaşamıyordu dünyayı. Bütün yanılgıların faturası, arada kan bağı olan kişilere de çıkartılıyordu. Tıpkı bir endam aynası gibi. Evet, hayat arada kan bağı bulunan insanların müştereklerini yansıtan bir ayna değil miydi?..

Kederi, kıvancı, doğruyu ve yanlışı herkese derece derece paylaştırıyor, herkes nasibini alıyordu içinden…

Müthiş bir hadiseydi bu… Bütün şecereyi iç içe halkalar halinde toplayan bir muamma… Halkalardan bir tanesinin kopuşu, bir namus meselesi, başka bir yanılgı, hangi sebeplerden dolayı olursa olsun, direkt etki alanının içine çekiyordu diğerlerini.

Hadise, bütün aileyi fena halde etkilemişti. En büyük miras da babaya düşüyordu…

Erkam’la baş başa kaldıkları evde kederli bir akşamı daha geceye bağlamışlardı. Yarın daha neler olabilirdi? Hep bunları düşündü yatağında…

Gökyüzünü koyu bulutlar istilâ etmişti. Amansız bir yağmur, sabahın erken vakitlerinden beri hiç ara vermeksizin yağdı…

Şehir, yağmura tutsaktı şu an… Caddeler, sokaklar, iş yerine yetişebilme çabası veren insanların perişan manzarasını, karmaşık bir dekor halinde sergiliyordu…

Arif Bey, penceresinin kenarında oturmuş, buharlı camın arkasından dışarıya gamlı bir bakış tutturmuştu.

Önce, eskortun üzerindeki renkli ışıkların ahenkle dönüşü çekti dikkatini. Onun arkasından caddede sel haline gelen suların arasından güçlükle gelen makam arabasını seçti, dışarıya puslu bir görüntü veren camdan… Giyinmiş, hazır vaziyette bekliyordu. Hemen sağ kenarında bekleyen evin tek simasına çevirdi gözlerini:

– Hazır değilsin hâlâ?

Hüzün vardı mahmur bakışlarında:

– Bugün gitmiyorum.

– Benimle gel.

– Yo, evde kalmak istiyorum.

– İyi ya, sen bilirsin. Dolapta hazırda bir şeyler de var.

– Tamam, merak etme sen.

Şemsiyesini aldı. Tekrar baktı Erkam’m gözlerine:

– Allahaısmarladık.

– Güle güle baba…

Bahar kocadı… Nefis bir hava vardı dışarıda… İçerisinin sıkıntısına karşılık, dışarının albenili manzarası onu kendisine çekmeye başlamıştı. Okula gitmeyi canı çekmedi yine. Kararsız bir düşünceyle evden ayrıldı… Otobüs durağına doğru yürüdü. Duraktaki ilk otobüse bindi… Günlerdir beynini kemiren bir sıkıntının tutsağı olmuştu. Annesi, hemen arkasından ağabeyinin bıraktığı acılar, ona gülmeyi bile unutturmuştu.

Yol boyu etrafıyla hiç ilgilenmedi. Bir ses böldü düşüncesini:

– Kızılay’da inecekler, hazır olun…

Doğru ya, Kızılay’a gelmişti… Toparlanıp, o da ineceklerle birlikte yürüdü. Otobüsün arka kapısından inip münhal bir yere çekildi. Etrafını muzdarip bir gönülle inceledi. Kızılay, korkunç bir insan seliyle çağlıyordu. Koyu gürültülerin arasında isteksiz adımlarla yürümeye başladı. Dümeni kırık bir gemi gibi, âdeta dalgaların çektiği istikamete doğru sürükleniyordu. Caddenin sağma iyice yaklaştı. Kendisine arpa boyu yol aldıran adımlarla, vitrinleri anlamsız bir şekilde seyrede seyrede yürümeye çalıştı… Aslında seyretmiyor, bakıyordu sadece. Şaşaalı akan insan selinin arasında nihayetsiz bir yalnızlık hissediyordu. Sıkıntılı bir yüzü vardı. Izdırabı dış dünyasına iyice yansımıştı… O arpa boyu atılan adımlar, onu bir gazete bayiinin önüne kadar getirmişti. Yorgun beyninde anî bir uyanma oldu. Durup gazetelerin başlıklarına göz gezdirdi.

Baygın bakışlarında anlamsız bir parlama meydana geldi. İnsafsız bir şimşek çaktı beyninde. Tunçtan bir heykel gibi hareketsiz bir şekilde nefes almadan bekledi çakılıp kaldığı yerde… Alevden bir el dolaştı bedeninde. Sıkıntı terleri söküldü yüzünden…

Gazetenin bir sütunundaki başlığı aşırı bir duyarlıkla inceledi. Ateşe düşmüş gibi irkildi, toparlandı. Boğulmamak için derin bir nefes aldı. Parmaklarının titrek uçlarıyla dikkatini çeken gazeteyi alıp, parasını uzattı bayiye.

Caddenin kenarında sıralanan akasya ağaçlarının bir tanesinin gölgesine çekilip sırtını yasladı. Bütün dikkatini toplayarak, gözlerinin önünde tuttuğu gazetenin sütununu okudu…

VALİ ARİF USLU İSTİFA ETTİ.

Kenarındaki resmin üzerinde tuttu yeise tutsak olan gözlerini… Sonra, gazeteyi katlayıp koltuğunun arasına sıkıştırdı. Oturmak istemedi başka.

Sırtını yaslayarak dibinde oturduğu ağacın dallarına dikti gözlerini…

Daha evden çıkarken imrendiği semalar şimdi yoktu. Hani o gökyüzünü bir gelin tülü kadar lekesiz kuşatan mavi çarşaf?

Sahi, gökyüzü bu kadar puslu muydu? Bu dallarını seyrettiği akasyalar, eskisinden değişik bir manzara mı sergiliyordu?

Onlar da sihirli bir yalnızlık içinde mi inliyordu başkentte? Dallarında cıvıldaşan yapraklarla cilveleşen kuşların yokluğuna bir yas tutuş muydu bu gariplik?.. Bu karınca yuvası gibi kaynaşan caddede, tek ıstırap yükü kendi omuzlarında değildi anlaşılan…

“Eve dönsem” diye düşündü. Sonra vazgeçti. Ani bir kararla otobüs durağına doğru ilerledi… Geç bile olsa okula gidecekti.

Üniversitenin bahçesi oldukça sakindi. Elinde ajanda, yahut bir-iki kitabı koltuğunun arasına sıkıştırmış dolaşan talebeler vardı ortalıkta. Anlaşılan ders saatiydi…

Giriş merdivenlerine kadar gelip, anî bir kararla durakladı. Fikir değiştirmiş olmalıydı. Yorgun bir hareketle geriye dönüp bahçeye doğru yürüdü. İleride, ağaçların gölgelediği kanepenin üzerinde bekletti gözlerini. Boş olduğu zamanlarda hep orada oturur, orada okurdu…

Yine aynı kanepeye oturdu. Saatine baktı, öğlen yakındı… Yemek tatili başlayacaktı birazdan. Elini midesinin üzerine bastırdı, iştahı yoktu. Gazeteyi koltuğun altından çıkarıp kanepenin üzerine koydu…

Yanılmamıştı. Koyu bir gürültü geliyordu kulaklarına. Çok geçmeden bahçe dolup taştı… Grup halinde talebelerin kaynaşmalarını seyretti. Aşina bir yüz aradı içlerinden… İşte Burhan geliyordu bile.

Kardeşi kadar kaynaştığı, yakınlık duyduğu bir arkadaştı. Çoğu vakit birbirlerine emrivakiler yaparlar, fakat kırılmazlardı.

Arkadaşlıklardaki vefa kavramını yakalamıştı ikisi de. Kumral, düz saçlı, atletik yapılı gençti Burhan. Erkam’ı görür görmez elâ gözlerinde bir sevinç kıvılcımı kaynaştı. Hızlı adımlarla kapadı aradaki mesafeyi. Kederli gözlerine dikkat kesildi önce, sonra elini hafifçe omzuna koyup hatır sordu:

– Nerelerdesin kaç gündür?

Açılmamış bir sesle cevapladı:

– Bilmem, toparlanamadım işte.

– Üzüntüne saygılıyım, fakat gerçekleri kabullenmekten başka bir çare olmadığını da bilmelisin. İnançlı bir insansın sen. Baban senden daha dirayetli gözükmekte.

Birbirlerine hep “ortak” diye hitap ederlerdi. Burhan, espriyle karışık tesellide bulundu:

– Toparlanmaksın artık ortak. İnsan dünyayı da bırakamıyor ki. İmtihanlar başlamak üzere. Babam, ayrı bir iş yeri kuracağını vaat etti. Kurulacak şirkete yüzde yirmi nişanlım Esra, yüzde yirmi senin ortaklığın kesinleşti. Haa, yüzde onu da Bahar’m.

– Sağ ol.

– Okul biter bitmez birimizin askerlik için karar aldırması gerekiyor. Arkasından da öbürümüz tabii…

– Önce ben karar aldırmalıyım. Senin düğünün var yakında.

– Tamam!

Arkadaşını başka dünyalara çekip kederini hafifletmek maksadıyla konuştu:

-Ne düşündüm biliyor musun?

– Bilmem.

Tam başlayacaktı, “şey” diye kesti. Misafirleri vardı başuçlarında. Tesettürlü iki kız, etraflarından habersizce konuşan iki arkadaşı seyrediyordu. Burhan farkına vardı önce.

Biri nişanlısı, diğeri nişanlısının teyzesinin kızıydı. İkisi de aynı üniversitenin Mimarlık Bölümü üçüncü sınıfında okuyorlardı.

Esra:

– Bu ne dalgınlık, diye mırıldandı.

Burhan ayağa kalkıp gülümsedi:

– Konuşuyorduk.

Kaçamak bir göz attı Esra Erkam’a:

– Başın sağ olsun Erkam. Allah kalanlara ömür versin.

– Sağ ol yenge.

Tesettür, Bahar’a ne kadar yakışmıştı. Utangaç bir çehresi vardı. Çekindi, sıkıldı, kendisini zorlayarak mırıldandı:

– Başın sağ olsun, kusurumuza bakma, karşılaşamadık daha önce. Ürkek bir bakış alışverişi oldu aralarında, gözleri irade dışı

bekledi kısa bir müddet. Sonra Erkam nazik bir dille cevapladı:

– Sağ ol.

Esra, Burhan’a mırıldandı:

– Yemeğe gidelim.

– Tamam.

Erkam’a baktı:

-Hadi!

– Şey, hiç iştahım yok.

– İyi ya, siz Baharla yiyin, gelirken bize de iki tost yaptırın. Esra anlayış gösterdi nişanlısına:

– Neden olmasın?

İki teyze kızı birlikte, kol kola ayrıldı yanlarından. Burhan, tekrar oturdu arkadaşının yanma:

– Gitseydin sen de?

– Biraz konuşalım istedim.

– Bir şey düşündüğünü söylemiştin.

Toparlandı:

– Ha, çok önemli bir mesele bu. Seni de içine alan bir yanı var da.

– Merak ettim doğrusu.

– Çok ileri gittin diyebilirsin, ancak bizim arkadaşlığımız bunu da gerektirir diye istemekteyim bunu.

– Sabırsızlandım doğrusu.

– Bahar’ı diyorum.

Hayrete düştü birden, şaşkın ve keskin baktı Burhan’ın gözlerine:

– Anlamadım.

– Beğenilmeyecek bir kız değil. İnançlı, iyi huylu, aradığın bütün vasıflar var onda. Öyle geçti aklımdan, istersen vakit geçmeden teşebbüse geçelim.

Derin bir nefes aldı. Olumsuz bir anlam taşıyordu tavırları:

– Çok geç! diye mırıldandı. Daha önceleri böyle bir teklifle karşılaşsam hiç düşünmeden “Tamam” derdim.

Şaşkınlık sırası Burhan’daydı:

– Ya şimdi?

– Senin de yakından tanıdığın birisi var dünyamda. O da Bahar’la ve yengeyle aynı sınıfta.

– Senem’den mi bahsediyorsun?

– Evet!

– Fakat Erkam, o senin dünyana çok yabancı bir kız. Bahar ve Esra çok ilgilendiler onunla. Allah’a bile inanmadığını söylüyormuş. Çelişkili, inadına zıt dünyalara sahip olan insanlar huzurlu yaşayamazlar.

– İkna ederim. Biliyorsun, hayatta en sevmediğim şey, kolay olandır. İnsanlar mücadele için yaratılmıştır.

– Yuva kurmaktan bahsediyorum ben. İnsan, bile bile kurduğu yuvanın temeline dinamit koymaz. İkna edemezsen, böyle bir kumar oynanır mı kardeşim?

– Seviyorum onu. Hiç beklenmedik bir anda gönül sarayımda oturduğunu gördüm. Hiç elimde olmadan, farkına varmadan, aşırı bir meyil başladı. Sonra, onu düşünerek rahatladım. Tesettürlü olarak hayal ettim, tesettür ona yakışacak.

– Erkam sen aşık olmuşsun. O da biliyor mu?

– Benim bildiğim kadar. Platonik bir aşk bu. Hislerin konuştuğu, özlerin başka şeylerden bahsettiği selamlaşmalar ve karşılaşmalardan ibaret beraberlikler. Ona İslam’ı anlatıp aydınlatmak istiyorum. Şimdi olmasa bile, evliliğin ilerlemiş yıllarında farkında olmadan eriyecek, aynı dünyayı benimle paylaşacaktır.

Müteessir bir yüzle baktı Erkam’a:

– Bunun tam zıttı da olabilir. Bir de bakmışsın, sen onun fikirlerinde farkında bile olmadan eriyip gitmişsin. İşte o zaman yazık olur sana.

– Burhan!

– Bak iyi dinle beni. Bu maceranın bataklığında boğulmuş çok delikanlı gösterebilirim sana. Hep öyle başlanır, fakat öyle sonuçlanmaz nedense. Çünkü, bizim dünyamızın kuralları vardır uyulması gereken. Oysa günah çekici ve rahattır…

– Sence inançsız bir insanın aydınlanması, İslam’dan haberdar edilmesi sevap değil mi? Bir de kapanır, yaşarsa?

– Ya bizim kapanmışlar? Onlar ne olacaklar? Bir inançsız da ona talip olup kendi dünyasına çekebilmek için direnmeyecek mi?

– Bilmem, düşünmedim hiç.

– Bence bir düşün istersen ha?

– Yarın bir yere sözün var mı?

– Hayır.

– Ya öbür gün?

-Yok.

– Unutma, iki akşam, üst üste yemeğe davetlisin. Babana haber ver, itiraz kabul değil.

– İyi ya. Öyle olsun.

Yeni başlamak üzere olan akşamın uçuk gökyüzünde vedalaşan güneşin parıltıları vardı. Güneş şu anda renksiz bulutların arşından ahenkli bir çekiliş stili ile batıyordu…

Bir Vali eskisiydi artık. Otoriteden, debdebeden ve şaşaadan çok uzaklarda bir hayatın kapılarını aralamıştı kendisine…

İstifasını verip doğru evlerine gelmişti. Heyecanlı, sabırsız, muzdarip bir gönlü vardı. Zamanı eritebilmek için mutfağa geçip akşam için bir şeyler hazırladı… Yine bir şeyler yapmış olmanın sevinci içinde pencerenin kenarına oturup dışarıları gözetledi.

Artık her akşam, işte böyle yuvaya dönecek olan bir yolcuyu bekleyecekti…

Çocuklar oynuyordu sokakta ve yavaş yavaş evlerine çekiliyordu herkes… Erkam’a ilişti gözleri. Biraz rahatlamış gibi kıpırdandı. Yalnızlık sıkıyordu insanı… Toparlanıp kapının arkasına yaklaştı. Daha zil çalmadan açtı kapıyı. Bir hasret, bir özleyiş, bir şefkat bekleyişiydi bu. Ayak seslerini duydu merdivenlerden. Sonra dalgalı saçları çıktı açığa, gözleriyle karşılaştı peşinden.

İçli bir soluk aldı, yüreği oynadı sanki yerinden. Gözleri doldu, hissettirmemek için çabaladı. Başaramadı, buharlanan gözlerini silmek zorunda kaldı. Hayretle baktı Erkam. Göz göze geldiler, durup incelemeye tâbi tuttu babasını. O da duygulandı. Hassas bir sesle mırıldandı:

-Ne o, ağlıyor musun sen?

Toparlandı, acı bir tebessüm geliştirdi dudaklarında.

Titrek bir ses güç konuştu:

– Yok canım, duygulandım birden.

Hassasiyetin uç noktasında bir gönülle bekledi karşısında:

– Seni böylesine duygulandıran şey ne?

– Kapıyı kapa!

Salona doğru yürüdü. İçeriyi aydınlatmak için lambayı yakıp en yakın bulduğu koltuğa oturdu. Erkam, gölgesi gibi takip etti

Benzer İçerikler

Altın Çocuk – Abigail Tarttelin

yakutlu

Ateş Ülkesi – Morgan Rice Online Kitap Oku

yakutlu

Eyvallah Kitap Özeti (Hikmet Anıl Öztekin)

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy