Merhume | Murat Uyurkulak | Birazoku


ELDE ŞU KİŞİLER VAR: Evren Tunga: Müstakbel mevta… Ölmeden önce sevdiklerini kurtarmaya çalışıyor… Hilmi Şerbet: Huysuz bir hafiye… Zengin olmak istiyor… Davut Vahdet: Hilmi Şerbet’in yakışıklı ortağı… Âşık oluyor… Alper Kenan Kaldıran: Evren Tunga’nın abisi veyahut babası… Suna’yı çok özlüyor… Suna Kaldıran: Alper Kenan’ın güzel karısı… Kayıp… Gülsüm Tunga: Evren Tunga’nın annesi… Bir vakitlerin namlı fahişesi… Şevket Kara: Şerbet ile Davut’un dilsiz badisi… Cinsiyet değiştirmek istiyor… Kader Atmaca: Evren Tunga’nın genç sevgilisi.. Dansözlük ve falcılıkta mahir… Yusuf Sertoğlu: Eski yazar, yeni ayyaş… On bin lira bekliyor… ELDE ŞU İPUÇLARI VAR: Evren Tunga’nın doldurduğu on dört adet kaset… Yusuf Sertoğlu’nun yazdığı dört adet not defteri… Şevket Kara’nın tuttuğu bir adet günlük… ELDE ŞU SORU VAR: Yani, siz, hepiniz? Murat Uyurkulak’ın 2017 tarihli eseri Merhume, kahramanları yok sayılanlar, ezilenler, kenardakiler, katli münasip sayılanlar olan, ele aldığı ağır mevzulara karşın gürül gürül akan çok renkli, çok sesli bir roman. Bu toplumunun harcını karmış erkekliği, militarizmi, darbeleri, şiddet ve kırımı eşelerken çokkültürlülükten, cinsel özgürlükten, duyarlılıktan yana koyuyor tavrını; yani bizi dert ediniyor, hepimizi…

“…
Azımsanamayacak kadar ölmüşüm,
Azımsanamayacak denli ölüyüm
…”
Nilgün Marmara

İçindekiler

KASETTEN
1-A: Giriş Talimi ………………………………………………….. 19
1-B: Tanışma ……………………………………………………….. 28
2-A: Altı Kilo ………………………………………………………. 39
2-B: Notalar………………………………………………………… 46
3-A: Kaktüs…………………………………………………………. 54
3-B: Yüzük İzi ……………………………………………………… 61
4-A: Tık tık …………………………………………………………. 71
4-B: Timsahlar …………………………………………………….. 80
5-A: Taş………………………………………………………………. 88
5-B: Cila …………………………………………………………….. 96
6-A: Yengeç Yürüyüşü…………………………………………. 105
6-B: Gecenin Matemi………………………………………….. 111
7-A: Gülsüm……………………………………………………… 118
7-B: Mancınık ……………………………………………………. 126
8-A: Kolonya……………………………………………………… 136
8-B: Kenef…………………………………………………………. 143
9-A: Derya Deniz ………………………………………………. 153
9-B: Gülhane …………………………………………………….. 159
10-A: Aynştayn’ın Saçları…………………………………….. 167
10-B: Kaju ………………………………………………………… 174
11-A: Zehra ………………………………………………………. 184
11-B: Taçkapı …………………………………………………….. 191
12-A: Tebessüm …………………………………………………. 199
12-B: Park …………………………………………………………. 208
13-A: Bozuk Süt………………………………………………… 217
13-B: Mezaristan………………………………………………… 225
14-A: Fincan ……………………………………………………… 233
Koma ……………………………………………………………….. 243
DEFTERDEN
Birinci Defter: Şimdiki Zaman……………………………… 249
İkinci Defter: Geniş Zaman …………………………………. 263
Üçüncü Defter: Di’li Geçmiş Zaman …………………….. 275
Dördüncü Defter: Gelecek Zaman ……………………….. 294
GÜNLÜKTEN……………………………………………………….. 313

ELDE ŞU KİŞİLER VAR:
Evren Tunga: Müstakbel mevta… Ölmeden önce sevdiklerini kurtarmaya çalışıyor…
Hilmi Şerbet: Huysuz bir hafiye… Zengin olmak istiyor…
Davut Vahdet: Hilmi Şerbet’in yakışıklı ortağı… Âşık oluyor…
Alper Kenan Kaldıran: Evren Tunga’nın abisi veyahut babası… Suna’yı çok özlüyor…
Suna Kaldıran: Alper Kenan’ın güzel karısı… Kayıp…
Gülsüm Tunga: Evren Tunga’nın annesi… Bir vakitlerin
namlı fahişesi…
Şevket Kara: Şerbet ile Davut’un dilsiz badisi… Cinsiyet
değiştirmek istiyor…
Kader Atmaca: Evren Tunga’nın genç sevgilisi… Dansözlük ve falcılıkta mahir…
Yusuf Sertoğlu: Eski yazar, yeni ayyaş… On bin lira bekliyor…
ELDE ŞU İPUÇLARI VAR:
Evren Tunga’nın doldurduğu on dört adet kaset… Yusuf
Sertoğlu’nun yazdığı dört adet not defteri… Şevket Kara’nın
tuttuğu bir adet günlük…
ELDE ŞU SORU VAR:
Yani, siz, hepiniz?

KASETTEN

1-A
Giriş Talimi

Bir gün, öyle bir an geldi ki, kötü biri olmaya karar verdim. Taştan bir kalple kurtulurum sandım. Ama çok geçti artık, tüm vakitlerin sahibi silahına benden önce davranmıştı, şahane bir tebessümle bastı tetiğe, kurtulamadım, günaha girdiğimle kaldım. Şimdi önümarkamsağımsolumüstümbaşımyüzümgözüm tövbe… Sanskritin Uruguay lehçesinde bir bebeğin telaşlı, kuyruklu, muzaffer yarısı demek değil tövbe. Nice yoksula kamyon kamyon kamulaştırılmış sosis yedirmek manasına da gelmiyor, ki hatırlıyorum Gandicik, yıllar evvel, Taksim Otuzbir Şenlikleri sırasında çocuğu olmayan kadınlar, fişek misali oradan oraya uçuşan tövbeler altında ısırganotlarını çiğniyorlardı, ayaklarıyla değil ağızlarıyla, kıpkırmızı kabarmış dudaklarından çenelerine haki sular akıyordu, zira atadan şifacı meşhur bir çilingir, Taksim Meydanı’ndaki ısırganların kısırlık illetine deva olduğunu söylemişti. Viyana kapılarından kırık anahtarlarla dönüldüğü vakitler İstanbul’da kısır kadınları, boyunlarına demir tasma takıp sokaklarda dolaştırırlarmış, tasmanın anahtarını da tam Bebek mıntıkasından Boğaz’a atarlarmış, ezkaza doğum yapana dek kalırmış o tasma boyunlarında. Doğumdan hemen sonra muhitin çilingiri tasmayı açmaya çağrılırmış, para ödemezlermiş çilingire, onun yerine, lohusa safhasından sonra bahtiyar anneyle üç halvet hakkı verilirmiş, üç halvetin bir dahi veladete vesile olacağı düşünülürmüş. Taze canların kapısını açamazsa çilingirin ümmetten olmadığına hükmedilirmiş, açarsa olduğuna…

Boğaz’ın iki yakası içsavaşı müteakip dev duvarla ayrılmadan önce bunun gibi havalı hikâyeler döktüren kabası ay-yıldız, pazısı bismillah dövmeli bir şair vardı, Hak ile haz arasında kalmıştı, bir müddet tebdilikıyafet edip nice batakhane eşiği aşındırdı, cilveleşme esnasında bilumum muzaffer ecdadın felekfeza cenkleri zihninde sepya resimler misali resmigeçide başladığından bir defa olsun rahata eremedi, nihayet hazdan umudu kesip tövbe etti, bekârlık andı içti, köşe yazarlığı, televaizlik, vekillik, bakanlık, simsarlık derken karun kadar zengin oldu, kalan ömrünü çil çil cumhuriyet altınlarına attırarak geçirdi ki dört martı, üç güvercin, iki kuzgundan müteşekkil uçuk bir çete, şahdamarına vahşi bir gelincik musallat etmek marifetiyle canını almış diye anlatırlar, ben vefatını duyduğumda ellerimi antibakteriyel sabunla yıkıyordum, közlenmiş kırmızıbiberli pizza söylemiştik, beni severlerdi vaktiyle, mayhoş tuhafiye, küflü kırtasiye kokusu, sadak ve azim!

Azim demişken, diyorlar ki sevmek, sevilmek, bir de girmek! Diyorlar ki mevzu budur gerisi palavra. Hal böyleyken biz oturup bir kitap yazalım yine, ne lüzum varsa. Müptezel memleket dingili tosuncuklar için bir giriş deneyelim önce. Necip bir topluluk adına girdiğimize göre sapı sert başı dik olsun. Kurtlanmış nice cıvık Yaradan gayet iyi bilindiği üzere, bir bakmışsın kaplan kesilip el enseyle altına alan, bir bakmamışsın mahzun çocuk gibi salya sümük koyna giren bir güruhtur bu. O sebepten biraz muğlak biraz ağlak da olsun… Sevmeyeceksin, güvenmeyeceksin, delirmeyeceksin! Burada seveni çizerler, delireni düzerler, derviş değil berduş ederler, geberir gidersin. Uzaklarda koca koca şehirler delirip üzerine emekli maaşı bile alıyormuş. Hiç umutlanma, zifirî bir deliğe tıkarlar, marşlar çığıra çığıra düzerler. Büyük lafları da düzülürken edersin artık, hürriyetmüsavatuhuvvet, o olmazsa vatanmilletsakarya, o da olmadı hürteşebbüsserbestpiyasa, bu cennet topraklara şakır şakır yağmur yağmazken, yağma alışkanlığından miras kalaslığına lanet ederek, sıcak sulara varmak için kafalarını zehir gibi işleten gâvurlara sefil küfürler geveleyerek…

Lan oğlum, lan kızım, çocuksun sen, bücür ve ayısın lan, bütün bu boklu manzara senin iyiliğin için lan! Kapa çeneni oturduğun yerde otur. Oturduğun yer sertliği tuhaf ve ılık bir yurttur, ki arada bir kalkıp şanlı maziye bakarak inmeyi, kalkıp tekrar inmeyi, kalkıp tekrar inmeyi, inleyerek sevmeyi, severek ölmeyi, nihayet indiğin ve indirdiğin yerde hiç olmazsa yaşadığına şükretmeyi ihmal etme lan! İhmal demişken, az önce empidokuzpleyırımda merhum Münir Nurettin, “O daha genç yaşında, benimse geçmedi çağım!” diye değiştirdi, ya da kim bilir, bir nevi tamamladı merhum Necdet Atılgan’ın güftesini, billur sesli akıncı Selçuk, çağ değiştiren efradın torunu 1964 model İstanbullulardan azman bir alkış aldı. Memlekette canlı kaydı yapılan ilk konserdir bu. “Biraz Kül Biraz Duman”da mest eden, “Hatırla Maziyi” şarkısında hüzünlendiren, “Kalamış”ın gazelinde coşan, “Yeniçeriye Gazel”de etten kemikten bir kös olan, “Endülüs’te Raks”la kendinden geçen, “Kör Kuyular”a yuvarlanan, rindlerle beraber ölen Münir Nurettin Selçuk, vokalistlerinden birkaçına çağını göstermiş midir, merak ederim. Tabletimin ekranında eflatun bir mesaj belirdi: “Edepsiz!!!” “Ne oldu?” diye fısıldadım. Eflatun çoğaldı: “Olmadııı!!! Geeeçççç!!! Hadiiii!!! Yürrüüüü!!!” Hayalet köpeğimin burnu, firari kedimin kuyruğu,imhası zaruri yegâne mahluk olan insanın ruhu kadar kavurucu bir eflatun, tablet haklı, böyle giriş olmaz, olsa şaşardım. Zaten her şey, hep, her daim, fena halde tekrar, soru sesi ti, eski suda ab, insanyumun simgesi öd! Öyleyse geçip gelelim, dönüp varalım, çıkıp girelim tekrar. Sıradaki talim, eli kalem tutan plaza canavarları, sahte yalvaç tüccarları, eski mazbut günler tırlakları için gelsin.

Aşırı hızdan mustarip çağımızın onulmaz yaralarına, gözlerim doldu bak, merhem süresi bir asudelik, süratle kirlenen dünyamızın yatışmaz ağrılarına, ağlayacağım şimdi, yâr olası bir sadelik taşısın… Tam yedi eski hademenin geçim sıkıntısı sebebiyle müntehir istatistiklerini kabartmasına yol açan zalim robot Muhittin, bakımsızlıktan iyice kulak kemirici raddeye gelen dahilî cızırtıları eşliğinde çay kahve meşrubat dağıtıyor masaya. “Eklemlerinde kireçlenme var garibin,” diyor, spor servisi şefi Ali Murat, her zamanki psikopat sırıtışıyla.

Çinli Li Li Hu’nun 8.98’lik 100 metre dünya rekoru haberini, müteveffa Edson Arantes do Nascimento’nun üç bin sayfalık biyografisini okumaya dalıp atladığından beri her an kovulacağı korkusuyla yaşıyor ve korku onda daimi gevezelik hasıl ediyor. Ülkenin en haysiyetsiz, en alçak, en satkın gazetesinin gündem toplantısı… Şeytan gibi akıllı, yılan gibi tahsilli, zehir gibi kültürlü köleler sıfatıyla dizilmişiz masanın etrafına, genel yayın yönetmenini bekliyoruz, insanlıktan istifa etmek için hepimizin envai sebebi var, zerre şikâyetçi değiliz. Meydinindiya pabuçlarımın sol tekini masa altından ekonomi editörü sevgilimin ayak bileklerine sürtüyorum. Hoşlanmıyor bu tarz hareketlerden, ben bayılıyorum.

Onun hazzetmediği, benim bayıldığım milyon mevzudan biri. İmkânsızlıkla ve daim sıkıntıyla malulüz, penceremize her sabah bet sesli dev kargalar tünüyor,onları duymayalım diye kahvaltı masasında bağıra çağıra kavga ediyoruz, evden küs çıkıp servis otobüsünün radyosundan yükselen ikinci şarkıda barışıyoruz, dayanılır gibi değil, ama işte, sevgilim fıstık gibi, delirirse tonbalıklı salatadan delirecek… Bana dikiyor gözlerini, aynı sene içinde 27. Büyük Emekli Kıyamı Koşusu’nu, 16. Kalkedon Bağımsızlık Günü Yarışı’nı, 39. Levant-Kuzey Afrika Fetih Kupası’nı art arda kazanan, ismi kimseyi yanına yaklaştırmayıp her daim beyaz bayrak ayna yapmasından mülhem Sekteriyat gibi hülyalı bakıyor, önündeki kâğıda bir şeyler yazıp çaktırmadan önüme sürüyor: “Solgunsun çok, kireç gibi yüzün, hiç beğenmiyorum halini, görünsen mi bir doktora Evren?” Yazdıklarını tebessüm ederek okuyorum, bıraksam kendimi kahkaha atacağım, bu devrik cümle hastalığı alkolik vatanperver şairlere hayran Türkçe-Edebiyat öğretmeni annesinden miras sevgilime, ana kız, koca bir boeingyedibindokuzyüzseksenyediyi Atlantik’in on bin metre dibine çakmayı başarıp buharlaşan pilot babadan kalma dolgun maaşla salaklığın kitabını devrik cümlelerle yazmışlar yıllarca, şimdi benim başıma patlıyor kabak, ki kargalı kavgalı sabahlardan ve bu son kabaklı cümleden görüldüğü kadarıyla, salaklıkta aşağı kalır yanı yok şahsımın da.

Cevabı yazıp iade ediyorum, “Ekonomi Servisi Sabah Gündemi” başlıklı sayfayı: “Bütün gece rahat durmadın, yedin bitirdin, canıma okudun, ya ne olacaktı gülüm?” Milli yavşaklık imalatçısı ve aşkın aşkınlaştırıcılığı konulu pespaye pazar yazıları erbabı genel yayın yönetmenimiz teşrif edince derhal toparlanıp şak diye basıyoruz tabletlerimizin düğmelerine, masaüstümde pembe bulutlar, iki yavru penguen, merhum küçük İskender’den bir mısra:“De gülüm, de ki ela bir günde geleceğim…” Başım fır fır dönüyor, sabah multivitamin hapımı, çinko şurubumu, bağışıklık güçlendirici damlamı almayı unutmadım halbuki. Genel yayın yönetmeni anmaya tenezzül edilmeyecek kadar berbat esprilerinden birini masaya saçıp toplantıyı açıyor. Her zaman önce kültür sanat servisi sunar gündemini, başlıyorum okumaya: “Nobel bahisleri açıldı… Evvela ölüler listesi: Filip Rot bire otuz bir, Milan Kundera bire altmış dokuz…”

İki gün boyu yüzümdeki solgunluk bir türlü geçmeyip, başımdaki pervane bir türlü durmayınca, Özel Derman Deva Hastanesi’nde, eski sevgilim her daim doktorum Bahar’ın yanında alıyorum soluğu. Kan idrar kıl tüy tahliline yolluyor beni. Kesik ucu kaligrafi kalemlerini andıran iğne damarımdayken hemşirenin telefonu çalıyor, selviboylumalyazmalım, bir eliyle iğnenin devamındaki enjektörü tutuyor, diğer eliyle telefonu çıkarıyor önlüğünün cebinden, avucu kınalı, nikâh yüzüğü pırıl, belli, yeni evli, ekrandaki isme bakıp âşık âşık gülümsüyor, hastane özel, talimatlar sert, mesai saatlerinde konuşmak yasak, kırmızı tuşa basıyor, tekrar cebine koyuyor telefonu, birbirimizi süzüyoruz, Avrasya büyüklüğünde kara gözleri var, arzuyla ürperiyorum, “Sevgi emektir,” diyorum. “Siktir” diyor, enjektör doldu, bir parça pamukla bastırdığı iğneyi çekerken son damla kan yere süzülüyor, bir çocuk sureti halinde yayılıyor beyaz zemine, fazla emekten buharlaşıyor.

Gün var bir an kadar, gün oluyor asra bedel. Ertesi gün, neticeyi öğrenmeye giderken hastaneye, geçerken taksiyle Agora’nın önünden, cam kenarındaki masalardan birinde, rakı bardağını kafasına diken kadını Bahar’a benzetince, kendi kendime gülümsüyorum. Birlikteyken içki şişelerimin yerine bitki çayları koyarak beni mütemadiyen sağlığa davet eden eski aşkım, öğle vakti, dandik bir meyhanede rakı fondipleyecek değil herhalde.

Hastaneye vardığımda Bahar’ı odasında bulamıyorum. Sabah erken şöyle bir uğrayıp çıktığını söylüyorlar. Haberi vermek çömezine düşüyor ve meyhanedekinin Baharlığı teyit ediliyor böylece. Metin olmaya, dik durmaya, gözlerime hücum eden yaşları zapt etmeye çalışıyorum. Çömezin, “Elimizden geleni yapacağız, ama en fazla bir yıl,” cümlesini üzgün görünme gayretiyle kurarken yüzünde beliren ince tebessüm gözümden kaçmıyor. Kara haber vermekten zevk alan bir sapık mı acaba? Yoksa suretinden mi arızalı? “Hiç mi umut yok?” diye soracakken, önce davranıyor: “Eğer durum bu vahamette olmasaydı, yani beyninizdeki habis oluşum neredeyse bütün iç organlarınıza yayılmamış olsaydı belki daha serinkanlı bir beyanda bulunabilirdik… Fakat açık konuşmanın yerinde olacağına karar verdik… Zira, nasıl demeli, durum zor, bir hayli zor…” Susuyor, “beyan” kelimesine takılıyorum, en son ne zaman duymuştum bu kelimeyi, vaziyete bakılırsa bir daha da duymayacağım kesin gibi. Doğruca gözlerime dikiyor gözlerini, tebessümü silinmiş, yüzüne erken bir matem ifadesi yerleştirmeyi becermiş nihayet, midem bulanıyor, çenemin sol tarafında yeni zuhur eden kahverengi ben artık minyatür bir vefat mührü, acı acı kaşınıyor.

Devam ediyor: “Hayatınızı hiçbir sorun yokmuş gibi sürdürebiliyor olmanız bünyenizin sağlamlığına delalet… Keza belirtilerin bu kadar geç ortaya çıkması da… O yüzden hastalık daha yavaş seyredebilir ve terminal safhaya geçiş tahmin ettiğimizden uzun sürebilir… Ama bu sürenin büyük ihtimalle sekiz-dokuz ayı aşmayacağını, son safhanın da ıstıraplı olacağını bilmelisiniz…” Bu beyaz önlüklülerin kelimelerle ürkütücü bir ilişkisi var, şimdiki zamanda cereyan eden bir konuşma yapmıyorlar da, alelade, kadim bir ölümü sakız misali çiğniyorlar sanki.

Benzer İçerikler

Ah Bu Sevda! – Türk Edebiyatında “Öteki” Cinsellik Öyküleri 1872-1928 | Serdar Soydan

yakutlu

Arı Fısıltıları | Menekşe Toprak

yakutlu

Rüzgar Avı

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy