Tümü heyecan yüklü, hızlı olay akışı ve eğlenceli diyaloglarla, fantastik öğelerle, bazen de hüzün ve korku dolu olaylarla bezenmiş bir roman bu. Belirsiz bir zaman aralığında, Deccâle iki adım kala, tüm hayatı mezarlıklar içinde geçen bir toplumdaki insanların yaşamlarından kesitler bulacaksınız bu romanda. Alışılagelmiş roman okumasındaki olay örgüsü, zaman, mekân, karakter yapısı ve üstün özne bütünlüğü, bu romanda, yerini, olay akışının parçalanmasına, zaman ve mekân olgularının kırılganlığına, karakter ve öznelerin paramparçalanmışlığına bırakmaktadır. Kitap, bireyselden toplumsala, toplumsaldan siyasala doğru genişleyen bazen de tam tersi yönde, siyasal ve toplumsaldan bireysele doğru daralan bir yapıya haiz. Bu romanın en önemli özelliklerinden biri de okunmaya hangi bölümden başlanırsa başlansın, son bölüm en son okunmak kaydıyla, anlatılanların anlaşılabilirliğinde yatmaktadır. Özellikle günümüz toplumsal alt yapısının ve iktidarın uygulanma biçimlerinin hangi koşullar altında devam edebildiğinin bir analizi gibi roman. Kitap, içerik ve biçim tartışmaları, dil-anlatı-söylem-özne-iktidar analizleri ışığında okunursa, pekçok açıdan yeni değerlendirilmelere de tabi tutulabilir. Romanı bitirdiğinizde, Hegel, Marx, Althusser, Lacan, Zizek’in söylediklerinin Türk toplumsal yaşamını anlamak için değerlendirilebileceğini, fakat, toplum yapımızı anlamak için, bu düşünürlerin çok ötesine geçilmesi, yeni düşünce biçimlerinin geliştirilmesi gerektiğini de hissedeceksiniz. Kitabın tüm öznelerin, tüm iktidar ve direniş odaklarının, kendilerini ve diğerlerini bir yeniden okumaya tabi tutmalarının yolunu açması ümidiyle.
——
Elimde balyoz, mezarın üstüne çıkmışım. Kaldırdım balyozu, indireceğim tam; -yan tarafında oturan Faik’i göstererek- bu, arkamdan, “Yahu bak hele bir dakika, dur hele bir…” diye mızıldanmaya başlamaz mı? Döndüm; “Birisi falan görmesin bizi, ne yaptığımızı falan anlamasın,” diye sayıklamakta. Sayıklamak dedimse; herif göz göre göre, içinde bütün bir Hitit milletinin üstelik de bunların koskoca ordusunun ve de krallarının da yattığı bir mezarlığı boka boyayacak diyeyim de sen anla artık nasıl bir sayıklamakta. Balyozu kaldırdım tekrar, tam indireceğim, bizimki yine “Şişşt” demez mi!.. Tekrar döndüm buna, zaten can boğazıma gelmiş; tam “Ne var ulan, madem bu boku yiyemeyecektin, ne işin var burada?” diyeceğim; yutkundum bir, içime attım. Neden dersen, herif zaten direksiyonun başından hiç inmemiş; geri dönüp bastığı gibi toz olacak, bizi de orada tohum gibi ekecek. Ondan sonra da kök sal, yeşer artık orada; polis mi gelir ilk önce güzelim filizlerini budamaya, yoksa Hitit kralı askerleriyle mezarından kalkar da “Güzel ağaçmış, alın ulan bunu, o benim güzelim saray bahçeme ekin, budayın sonra da şunun dallarını, devletlû cananımla bahçe gezintileri sırasında gölgesinden faydalanırız” der de onlar mı budar bilemem…
***
…Emre cevap vermek için tam ağzını açmak üzereydi ki, arabanın kendi tarafındaki camında kopan gümbürtü ile zihninde devam eden diyalog ve hazırladığı cevaplar bütünüyle tuzla buz oluverdi. Oturduğu yerde kendisiyle birlikte zıplayan Murat’a bakmayı bile akıl edemeden cama döndü. Bir el… İşaret parmağıyla havada arka arkaya yuvarlak daireler çizerek, aracın yarı açık camını tamamen aşağıya indirmesini buyuran bir el.
Emre, Murat’a baktı. Arkadaşı “aç bakalım” anlamında başını sallayınca, camı yavaş yavaş aşağıya indirdi.
– Selamün aleykum. Birader ne yapıyorsunuz burada bu saatte? Hayırdır?
Emre gülümsedi. Murat, arkadaşının cevabını beklemeden, diğer taraftan Emre’nin dizlerine yaslanarak boynunu iyice uzatıp hemen cevabı yapıştırıverdi sorunun sahibine:
– Yahu ne yapacağız birader? Bizi buraya kazık gibi çakıp bir saattir bekleten vicdansız bir avukat arkadaşımızla bir dava ile ilgili görüşecektik de onu bekliyoruz biz.
– Ulan! Siz beni öküz mü sandınız? Gecenin bir yarısı ne buluşmasıymış, ne davasıymış bu? Benimle dalga mı geçmektesiniz? Atacaksanız, biraz adı sanı belli bir yalan atın da biz de inanalım. Hırlı mısınız, hırsız mısınız aslanım siz? Doğruca bir cevap verin de anlayalım biz de.
Emre artık dayanamadı. Murat’ı omzundan bastırıp yerine geri oturttuktan sonra, camdakine cevap verdi:
– Arkadaş, kusura bakma. Sen ansızın ortaya çıkıp bizi böyle ardı ardına sorularla sıkıştırınca, arkadaşım heyecanla yalan söylemek zorunda kaldı. Biz avukat mavukat beklemek derdinde değiliz. Biz, aslında şu gördüğün mezarlığın yeni bekçileriyiz. İşte onun için buranın başını beklemekteyiz.
Camdaki:
– Hadi canım sen de. Nasıl bekçilikmiş bu böyle? Ne mezarlığı ne de mezarlıktakileri korumakla bir alakanız varmış gibi gelmedi bana. Sakın siz bekçiyiz diye yutturup bize, kendi cebinizi doldurmak derdinde olmayasınız… Yoksa şuraya yeni defnedilmiş cenazeleri soymak için falan mı zulalandınız böyle buraya?
Emre hiç tereddüt etmeden gülerek cevap verdi:
– Abi, tabii sen de haklısın. Bekçiyiz demişsem, eski türden bekçilerle karıştırma bizi. Biz yenilikçi bekçileriz ağabey. Bizim işimizin gelenekçi bekçilerinkinden ayrılan en ince tarafı da, işte bu belirttiğin ayrıntıda gizli ya zaten. Biz, işte böyle mezarın dışında, mezarlıkla hiç alâkadar değilmişiz gibi durup, kendimizin burada olduğunu hiç belli etmememe yöntemiyle soyguncuları buradan uzak tutmaktayız.
Cama dayanmış, arabanın dışında dikilen Onur, arkadaşının cevabı çok hoşuna gittiği için yüzündeki ciddi ifadeyi bıraktı, sözde tartışmaya son verdi artık:
– Emre, kıyakmış, iyi zanaatmış vallahi bu yenilikçi mezar bekçiliği. Sen mi buldun? Senin icadın mı bu iş? Yalnız azıcık bir aklı olan vatandaş bile anlar be kardeşim yenilikçi sıfatından ne anlaşılması gerektiğini. Yenilikçi bekçilik, yenilikçi cepçilik he… Öyle mi?..
***
… – Allah’ım ne… Ne olmuş burada? Doğal afet mi, deprem mi, sel mi? Ne yaşanmış acaba? Nasıl olur, nasıl haberim olmadı? Binlerce… Binlerce… Cenaze, ama nasıl?
Çıldıracakmış gibi oldu. Dudaklarının kuruduğunu, alıp verdiği nefesin kendisine yetmemeye başladığını hissetti. Etrafına bir daha bakındı. İnsanlar… İnsanlar ama binlercesi… Hepsi ama istisnasız hepsi birden… Şu koskoca mezarlığın içinde… Bu kadar insanın ne yaptığını bir türlü anlayamıyor… Bu kadar insanın mezarlıkta neden toplandığını, bir günde, nasıl, ne sebeple bu kadar cenazenin olabileceğini havsalası bir türlü almıyordu. Sanki şu insanların hiçbiri başka hiçbir iş görmüyor, hiçbir işle ilgilenmiyor, hepsi, dünya var olmaya başladığı günden bu yana bu işle meşgullermiş, dünyanın yok olacağı güne kadar da yalnızca bu işle meşgul olacaklarmış gibi ve dünya denilen şu koskoca mekân yalnızca bu mezarlığın içinden, bunun içinde yaptıkları işten ibaretmiş gibi davranıyorlardı. Bazılarının ellerinde kürek, bazılarınınkinde kazma, hiç aralıksız mezarların duvarlarını genişletmeye uğraşıyorlardı. Arada bir ellerindeki kazma küreği yan tarafa, kazdıkları mezarların içinden çıktığı anlaşılan topraktan tümseklerin üzerine bırakıyorlar, sonra da oldukları yerde dikilip telâşla, elleriyle kollarıyla, acayip bazı hareketler yapmaya başlıyorlardı.
Emre, kalabalığın tümünü birden bir bütün olarak gözlemleyerek, şunların “ne halt ettiklerini” anlamanın imkânsız olduğu kanısına varınca, ne yapmaya çalıştıklarını anlamak için, içlerinden kendisine yakın tarafta bulunan bir tanesini seçip, bunun el kol hareketlerini pürdikkat izlemeye koyuldu. Herif, önce, dikildiği yerde kollarını iki yana açıp, önündeki mezarlığın hem baş ve ayak tarafındaki, hem de yan tarafındaki kenar duvarlarını göz kararı bir ölçtü. Sonra, avuç içlerini belinin iki yanına dayayıp mezarın içine doğru eğildi ve birden doğrulup ellerini belinden yukarı doğru, göz hizasına kadar kaldırdı. Bunu yaparken, halen elleriyle belini tutmaya devam ediyormuş gibi, iki eli arasında kalan mesafeyi hiç bozmadan ellerini hareket ettirmeye özen gösteriyordu. Beline ve iki avucu arasında kalan mesafeye dikkatlice baktı. Sonra tekrardan, mezarı tam karşısına alarak iki kolunu yanlarına doğru açıp, bir mezarın genişliğine bir de kolları arasındaki mesafeye baktı. “Deli midir nedir? Herhalde göz kararı ile vücudunun kalınlığını ölçüp mezarın genişliği ile vücudu arasında bir kıyaslama yapıyor,” diye düşündü Emre. Herif gerçekten de mezarın genişliğini ölçmeye çalıştığını iyice göstermek istermiş gibi, bu sefer de mezarın etrafında hızlı adımlarla bir tur attı; sonra da tekrar döndü, biraz evvel kollarını ve belini kullanarak yaptığı ölçümü bir kez daha tekrar etti. Sonra birden sağ elini aşağıya uzatarak mezarın içine doğru iyice eğildi.
Şaşkınlığı bir kat daha artmıştı Emre’nin. Çünkü mezarın içinden yukarıya doğru ansızın uzanan bir başka el, herifin elini yakaladı. Bu mezarın içindeki elin sahibi, toz toprak içinde kalmış bir başka herif, sanki hortlamış gibi, yukarıdakinin elinin de yardımıyla, ıkına ıkına kendini yukarıya, mezarın dışına çekmişti. “Bu da nedir yahu?” diye söylendi kendi kendine…