Mutluluk-ZÜLFÜ LİVANELİ

Van gölünün dibi kadar derin on yedi yaş uykularına dalmış İblan Meryem, düşünde kendisini çırılçıplak bedeniyle Zümrüdü-anka kuşunun boynuna binmiş uçarken görüyordu. Anka kuşu da kendi ince bedeni gibi bembeyazdı ve onu hiç sarsmadan, incitmeden bir tüy gibi uçuruyor, köpük köpük bulutların arasından geçiriyordu.
Kuşun boynuna tutunmuş olan Meryem’in içi mutlulukla doluydu; serin, tatlı rüzgârlar boynunu, omuzlarını, kuşa sıkıca tutunmuş çıplak bacaklarını okşuyor, içine tatlı ürpermeler salıyordu. ;
‘Ey kuş!’ dedi içinden, ‘Ey mübarek kuş! Ey kutlu kuş!’
Nenesinin anlattığı kuştu bu; o uzun boylu, kemikli, zayıf, güçlü kuvvetli ve bir bakışıyla herkesi korkutan nenesinin, geceler boyu övdüğü kuş. Sonunda gelmişti işte, uçsuz bucaksız gökyüzünde süzülerek evlerinin önüne inmiş; onca insanoğlu arasından Meryem’i seçerek boynuna bindirip yine göğe yükselmişti.
Nenesinin anlattığına göre kuşa, “Gak!” dedi mi süt verecektin, “Guk!” dedi mi de et. Meryem bunun böyle olduğunu biliyordu. Kuş seni kutlu boynunun üstünde o diyardan bu diyara uçurup dururdu ama gak dedi mi süt, guk dedi mi et vermeyi unutmayacaktın. Yoksa o mübarek kuş kızar, öfkelenir ve seni boynundan atardı. O zaman da insanların yaşadığı yere kadar düş Al ah düş, düş
Al ah düş! Meryem bütün bunları bilirdi, hepsini bilirdi.
Aşağıda masmavi Van gölü parıldıyor, yanında neye benzediği pek bel i olmasa da İstanbul dedikleri büyük şehir görünüyor, Meryem de bunları seyretmeye doyamıyordu.
Derken kuşun gak dediğini duydu Meryem; çirkin bir sesle gak diyordu.
‘Ben sana nereden süt bulayım ey mübarek kuş,’ diye geçirdi içinden. ‘Bin bir direk üstünde duran gökyüzünde, ben nereden süt sağıp da sana içireyim.’
Kuş bir daha gak dedi.
Meryem yüksek sesle, “Ben sana sütü nereden bulayım kurban olduğum,” diye söylendi. “Her sabah dolu memelerinden süt sağdığım sarı inek yok ki burada, sana süt bulayım.”
Koca kuş, bu sefer daha da yüksek sesle gak dedi ve Meryem’in içine büyük bir korku düşüverdi.
Çünkü üçüncü kere gak derken kızı da sırtından atıverecek gibi sal amış, ödünü koparmıştı.
“Kurban olduğum!” diye yalvardı Meryem Zümrüdüanka kuşuna, “Yere inince süt versem olmaz mı; sarı ineği sağar sana istediğin kadar mis gibi süt veririm.”Tam bu sırada aklına geldi Meryem’in: Sarı ineğin tombul memeleri varsa, kendisinin de ufak memeleri vardı. Memesinin birini sıkınca, tomurcuk ucundan süt damlalarının aktığını gördü. Öne doğru eğilmiş, memesini sıkıp kuşun başını sımsıcak sütüyle ıslatıyordu. Sütü de çoğalıvermişti birden; önce damlalar, sonra ince bir sızıntı derken şimdi bereketli bir çeşme gibi akıyordu.
Mübarek kuş başına süzülen ılık sütü içti, sakinleşti.
Meryem, gövdesini okşayan diri rüzgârlar arasından kayarak geçti, hiçbir ağırlığı kalmamış, sanki o köpük köpük ak bulutlardan birisi olmuş gibi ferahladı.
Sonra mübarek kuşun guk dediğini duydu.
“Ah kurban olduğum, ben sana yedi kat göğün üstünde nereden et bulayım da vereyim?”
Kuş bir kez daha guk dedi; Meryem yine yalvarıp yakarmaya başladı. Çünkü bu kez hiçbir çaresi yoktu. Kuş yeri göğü kaplayan çirkin bir çığlıkla öyle bir guk diye bağırdı ki Meryem dünyanın sonu gelmiş gibi korktu. “Güzel kuş, kutlu kuş, mübarek kuş!” diye yalvarmaya başladı. “Ne olur beni aşağı atma.” 9
Korktuğu olmadı, kuş onu aşağı atmadı. Meryem sipsivri, göğe külah gibi yükselmiş bir dağın tepesine doğru gittiklerini gördü. Öyle yüksekti ki dağ, bulutlar aşağısında kalıyor, dağın doruğu ak bulutların arasından sipsivri bir kaya gibi çıkıveriyordu. Kuş Meryem’i getirip bu en sivri tepenin, en sivri kayasına sırtüstü yatırdı. Kayanın ucu, Meryem’in beline batıyor, çıplak gövdesi soğuktan ve korkudan tir tir titriyordu.
Birden Anka kuşunun başının değiştiğini, biraz önce apak olan başın, zifiri, kopkoyu bir kömür karasına dönüştüğünü ve her tarafından siyah kıl ar fışkırdığını gördü. Gagası, kanlı bir kerpeten gibi uzamıştı. Yeri göğü inleten çirkin bir sesle guk diye bağırdı. Diğer kuşlar kaçıştılar. Guk diye bağırdı.
Et demek istiyor, diye düşündü korkuyla Meryem, et demek istiyor, benim etimi yemek istiyor; önce sütümü içti, şimdi de etimi yemek istiyor.
. Sonra kuşun kanlı gagasının, bacaklarının arasına, günah yerine, o olmaz olası, belalı, pis, çirkin yerine daldığını gördü ve o anda, “Düş görüyorum, bütün bunlar düşümde oluyor,” diye düşündü;
“Hepsi hayal!” ama bu düşünce onu rahatlatmaya yetmedi.
Var gücüyle kuşun kara başını itmeye, bacaklarının arasından uzaklaştırmaya çalışıyordu; ne var ki kuş çok kuvvetliydi; kendisinin küçük el erini hissetmiyordu bile. İçini oymaya, oradan parçalar koparmaya devam ediyordu.
Sonra kuşun başı bir insan başı oldu; kara kıl arla kaplı bir insan başı. Meryem kara sakal ı amcasını tanıdı. “Kopardığın parçaları bana verir misin amca?” dedi. İnsan başlı, kara sakal ı kuş parçaları geri vererek, gökyüzüne doğru süzülüp gitti.
Dağın başında yalnız kalan Meryem, kuşun kopardığı ve sonra geri verdiği parçaları alıp yerine koymaya başladı; her koyduğu parça yerine yapışıyor, o yer hemen iyileşiyordu.
Meryem birden uyandı ve tam o anda, “Uyanmak istemiyorum!” diye düşündü. “Hiç uyanmak istemiyorum.” _ıo Düşünden korkmadığı için değil, gerçek hayattan daha çok korktuğu için.
Gözlerini açtı; kasabada, Meryem’in gözlerinden çok söz edilir ve o, içinde eladan yeşile doğru bin bir ayrı tonun kırıldığı, kocaman, acayip, kimselerde görülmeyen gözler yüzünden kimileri ona hayran kalır, birçok kişi de düşman kesilirdi.
Nenesi ölmeden önce onu severken, “Bu kızın gözleri,” derdi, “güneşe, sen doğma da ben doğayım diyor.”
İki eliyle bacak arasını sıkı sıkı kavradığını fark etti, o kadar çok sıkmıştı ki gerçekten acıyordu.
Yine de uyandığı iyi olmuş, o delirtici korkudan biraz kurtulmuştu.
Artık amcası silinmişti aklından; şimdi sadece kuş vardı.
Ne kasabanın dışındaki bağ evine gidişini hatırlıyordu, ne amcasına yemek götürüşünü, ne iriyarı adamın orada üzerine çul anarak canını yakmasını, ne bayılmasını, ne de ayıldıktan sonra bağ
evinden kaçıp delirmiş gibi yol ara düşmesini. Bunların hepsi sislere gömülmüştü.
Mezarlığın orada kolunu bacağını dikenler dalamış, bacaklarında kanlar kurumuş ve neredeyse aklını kaçırmış bir halde yaralı kuşlar gibi çırpmırken iki delikanlı tarafından bulunup herkesin gözü önünde kasabanın çarşısından geçirilerek getirildiğinde eve büyük bir sessizlik çökmüş, olayı konuşmaktan ürken ailesi tarafından, izbe dedikleri loş ambara kapatılmıştı.
Bağ evindeki tecavüzden sonra kimse ağzından bir laf alamamış, bu nefret edilecek işi kimin yaptığını öğrenememişti.
Zaten Meryem de hayal mi gördü, yoksa gerçekten böyle bir şey oldu mu, çıkaramıyordu. Aklı karışmıştı; ayıldıktan sonra ne yaptığını tam olarak bilemiyordu. Her şey çok karışık ve akıl dışıydı; anlayamıyordu. Bir daha ‘amca’ diye bir kavram da gelmemişti aklına. Bu olayı, zihninin ulaşılamayacak kadar derin yerlerine itmişti ama herkes bilir ki insan düşlerine söz geçiremez.
Yere atılmış incecik şiltenin üzerine uzandığı izbe loştu, ancak eski kapının çatlaklarıyla, tepedeki küçük delikten avlunun ışığı sızıyordu içeriye. O cılız ışık, kullanılmayan semerleri, at eyerlerini, yularları, koşum takımlarım, köşede bırakılmış yabayı, tahta raflara dizilmiş torbaları, içinde kuru yufka ekmeklerinin saklandığı bohçayı, üzüm pestil erini, zahire torbalarını hayal meyal görmesine yetiyordu ama zaten o, bunların hepsinin yerini ezbere biliyordu.
Meryem’in ömrü, Van gölü kıyısındaki bu yan kasaba, yarı köy harap yerde geçmiş; her evi, her ağacı, her kuşu ve bu arada Ermeniler’den kalma iki katlı evlerinin ‘hayat’ denilen avlusunu, insanın sırtını kaşındıran zahirenin saklandığı ambarı, gusülha-neyi, tandırı, ahırı, tavuk kümesini, bahçeyi, kavaklığı en ufak ayrıntısına kadar ezberlemişti; öyle ki gözünü bağlasan, her şeyi eliyle koymuş
gibi bulabilirdi artık. Evin ahşap kapısına, biri büyük biri küçük iki tokmak konmuştu. Eğer eve gelen ziyaretçi erkekse büyük tokmağı, kadınsa küçük tokmağı çalıyor, böylece evdeki kadınlar duruma göre önlem alabiliyor, eğer erkek gelmişse kaçışacak ya da örtünecek fırsatı buluyorlardı.
Meryem kasabadan hiç ayrılmadığı, hep gözünün önünde duran tepenin arkasını görmediği için, dünyayı bilmediğini düşünürdü ara sıra ama bundan üzüntü duymamıştı hiç; nasıl olsa istediği zaman gidebilirdi İstanbul denilen yere. Çünkü insanlar arada bir, birilerinden söz ederken,
“İstanbul’a gitti, İstanbul’ dan geldi!” diye konuşuyorlardı kendi aralarında ve Meryem İstanbul’un o tepenin arkasında olduğunu biliyordu. Bir gün, oralarda yayılan sürüyle birlikte gidip de tepeyi aşıverse, İstanbul diye anlatıla anlatıla bitirilemeyen o altın şehir ayaklarının altına seriliverecekti.
Bu kadar yakın olduktan sonra gitmesi hiç de zor değildi ama birden hatırına düştü ki gidemezdi.
Değil o tepenin arkasındaki İstanbul şehrine, her zaman beklediği çeşme başına, çarşı ekmeği almak için gittiği fırına, büyüklerinin götürdüğü güzel güzel kokan kumaşçı dükkânına, haftada bir, gün boyu yıkandıkları ha-12
mama bile adım atamazdı artık. Çünkü burada hapisti; izbeye kilitlenmişti, üstüne kol demiri vurulmuştu. Ailesi onu buraya kapatmış, kendi içine almaz olmuştu.
Teyzeleri, halaları ve onların kız çocuklarıyla birlikte işemeye de gidemiyordu artık. Yaz akşamları yemekten sonra kadınlar toplanır, bahçenin bir köşesine gidip yere çömelerek çişlerini yaparlar, bu arada da konuşmalarına devam ederlerdi. Hatta bir keresinde teyzesi, herkes işini bitirdiği halde onun bir türlü kesilmek bilmeyen şırıltısını kastederek, “Bak, maşal ah genç ya, Meryem’in ne kadar çok çişi var!” demiş, yeğenine karşı duyduğu ama her zaman gizlemeye çalıştığı hafif nefreti, işerken bile ortaya sermişti. Kızı Fatma da bunun üzerine, “Amaaaan anne. Çişin gençlikle ne alakası var?” diye sözümona hem kendini, hem annesini savunmuştu.
Meryem’in annesi yoktu. Kadıncağız, onu doğurduktan birkaç gün sonra ölmüştü. Gülizar Ebe’nin bütün itirazlarına ve artık kurtulmaz demesine rağmen günlerce, ayaklarından asılma, hocalara okutulma, aklı eren ermeyen her kişinin söylediği kocakarı ilaçlarını içirme işkencelerinden sonra sakince can vermiş, kasabanın dışında, adam boyu otlardan girilmeyen, yılanlı çıyanlı mezarlığa gömülmüştü.
İki katlı taş evde öğleden sonraları teyzeleri, halaları ve üvey annesi, yatakların üzerine uzanarak, başlarına destek yaptıkları dirseklerini yatağa dayayıp saatlerce sohbet ederlerdi. Konuşmaları hiç bitmezdi bu kadınların. Annesinin ikizi olan teyzesi hariç hepsi şişman olduğu için gövdelerinin zapturapt altına alınamaz yuvarlaklıkları oraya buraya dağılır, belirli bir şekli olmayan cisimler ortaya çıkarırlardı.
Şimdi Meryem, ne o konu komşunun çekiştirildiği sohbetleri dinleyebiliyor, ne onlarla birlikte çişe gidebiliyor, ne de mutfakta onlarla yemek yiyebiliyordu.
Van gölünden gelen balıkları yemeye de hakkı yoktu. Göl sodalı olduğu için balık yetişmez ama nehrin döküldüğü yerde, Erciş’te çıkan inci kefalinin lezzetine de doyum olmazdı doğrusu.
Bu balıkları tenekelere basıp tuzlarlar ve yıl boyunca yerlerdi. Ama şimdi, bu dünyada eğlence namına bildiği ne varsa hepsi kesilmiş, tümünden mahrum kalmıştı. 13
Küçük üvey anası Döne, ona arada bir yemek getiriyor, sonra da tek başına, bahçenin kuytu köşelerinde ihtiyaçlarını gidermesine izin veriyordu. İşte hepsi bu kadar! Dünyayla başka ilişkisi kalmamıştı Meryem’in. Daha kendisini ne kadar burada tutacaklarını, ne yapacaklarını, hakkında ne gibi bir karara varacaklarını bilemiyordu.
Birkaç kere, yaşı kendisine yakın Döne’ye sordu ama o kara yürekli genç kadın, “Sen yaptığının cezasının ne olduğunu bilirsin!” diyerek onu daha da çok korkutmaktan başka bir yardımda bulunmadı; ertesi gün de İstanbul’dan söz etti.
Başına o iş geldiği ve günah yeri acıdığı günden beri babasını hiç görmemişti. Zaten sesi sedası pek çıkmazdı adamın. Evin içinde amcasının hükmü geçtiği için onun yanında kimse konuşamazdı.
Amcasını, sadece o evde, o kasabada değil her yerde sayarlardı. El erinde adaklarla, hediyelerle ziyaretçiler gelir, amcasının elini öper, ona büyük saygı gösterirlerdi. Bu sert, öfkeli ve herkesi korkutan amca onlara Kuranıkerim’den ayetler okur, peygamberin hadislerinden söz edip günlük hayatlarında yol gösterirdi. Tarikat şeyhi olduğu için, o tepenin arkasındaki İstanbul’ da bile müritleri vardı onun.
İzbede korku içinde titreyerek otururken bazen, “Kapatın şu rezil, namussuz, ahlaksız fahişeyi!”
diyerek kendisini buraya kapattıran amcasının öfke dolu sesi geliyordu kulağına; bu, daha çok titremesine neden oluyordu.
Döne’nin söylediği gibi, onun yüzünden “ailesinin şerefi iki paralık olmuş” ve kasabada insan içine çıkacak yüz kalmamıştı hiçbirinde.
“Başına bu iş gelen kızlara ne yaparlar?” diye sormuştu saf saf. Döne de, “İstanbul’a gönderirler!”
deyivermişti. “Daha önce de iki-üç kız İstanbul’a gitti.”
O zaman, içindeki korku biraz hafiflemişti; demek o tepenin arkasına gidecekti, cezası buydu. Ama bunları söylerken Döne’ nin yüzünde beliren o, “Sen belanı buldun kızım!” bakışı da ney- di öyle. Kendisini günahı kadar sevmeyen Döne’nin yüzündeki o yılan bakışı kanını dondururdu hep. Şimdi de öyle olmuştu. Döne ayrılırken, “Tabii kendini asanlar dışında!” diye ekledi. “Bir ip bulup bu işi kökten hal edenler de görüldü.”
Meryem, o gittikten sonra hep orada durduğunu bildiği örme iplere, kangal kangal öbeklenmiş
halatlara içi ürpererek baktı. Onu buraya, kendisini asması için mi kapatmışlardı acaba? İzbenin tavanındaki ahşap kirişler, hatıl ar ve yerde duran ipler, bu iş için biçilmiş kaftandı. Bir insan kendisini asacaksa, en uygun yer olmalıydı bu izbe.
Düşündükçe, Döne’nin yılan gülümsemesiyle bir araya gelen konuşmasındaki dehşetli gizli anlamı daha bir derinden kavrıyordu. Döne babasıyla da konuşmuş olmalıydı bu işi. Çünkü genç bir kadın ve yeni gelin olarak babası üzerindeki etkisi çok büyüktü. Üstelik kısır çıkan ikinci karısından sonra, ona iki de evlat vermişti.
Demek ki ailesinin ona uygun gördüğü ceza buydu, Meryem’ in izbede sessiz sedasız kendisini asıp bu işi temizlemesini istiyorlardı. Sonra da unutulur giderdi he/ şey. Zaten buralarda kim kalkar da ölen ya da intihar eden bir genç kızın hesabını tutardı ki. Daha önce kendisini asan iki kızın hikâyesini, sahte bir üzüntü maskesiyle ve bütün ayrıntılarıyla anlatır dururlardı her zaman.
Köşede kıvrılı duran halatı eline aldı. İp hışır hışırdı; eski ve çok kullanılmış bir halat olduğu için örmeleri yer yer sökülmüş, aralarından başıboş ip uçları fışkırmıştı. Başını kaldırıp izbenin, adı gibi kararmış, çatlamış kirişlerine baktı. Daha önce anlatıldığı için bu işin nasıl yapılacağını biliyordu.
Elindeki ipi atarak kirişten aşıracak, öbür ucunu çekiştirerek bağlayıp kütüğün üstüne çıkacak, ipin öteki ucunu bir ilmek yaparak başını geçiriverecek-ti. Sonra bir tek kütüğe tekme atıp düşürmek kalıyordu. Belki ilk anda biraz boğazı acırdı ama bir-iki dakika içinde her şey geçer-di. Biraz önce daldığı uyku gibi bir şey olmalıydı ölüm, hem de o korkunç Anka kuşunu hiç görmeyeceği bir uyku.
“Acaba ölüler de düş görür mü?” diye düşündü bir süre. Ölümden geri dönen olmadığına göre, hiç kimse bilmiyordu onların düş görüp görmediğini. Belki de rahmetli annesi şu anda onu düşünde görüyordu. Belki de kendisini asmak üzere olduğuna çok kızıyordu. Öyle ya; hangi anne, kızının kendisini öldürdüğünü seyretmek ister.
İpi bir süre elinde tuttuktan sonra bir yılan gibi yere fırlattı. “Defol!” dedi. Sonra birden içi ferahlayıverdi. Bilinçaltında bir şey onu o kadar ferahlatmıştı ki zaval ı ipe, “Defol!” demesine bile kıkır kıkır güldü.
“Üzülme anne!” dedi. “Bak işte kendimi öldürmedim.”
Sonra içini ferahlatan şeyin ne olduğunu anladı: İstanbul! Dö-ne’ye göre, kendisini asmayan kızlar İstanbul’a gönderiliyormuş. Demek ki o da ötekiler gibi, kıraç tepenin arkasına, o büyük ve ulu şehre gidecekti. ‘Bıraksalar da şimdi yürüyüp gidiversem İstanbul’a,’ diye düşündü bir ara. Akşama varırdı varmasına ama amcası karar vermeden gidemezdi. Hele kaçmayı hiç düşünemezdi. Çünkü onun, her şeyi bilen, bütün sırları kendisine haber veren cinleri vardı.
Amcasına göre insanların hepsi günahkârdı ama kadınlar iyice cehennemlikti. Bu dünyaya kadm olarak gelmek, cezalandırılmak için yeterliydi. Kadın şeytandı, pisti, tehlikeliydi, Havva anamız gibi, adamların başını derde sokardı; karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmemek gerekirdi; çünkü onlar, insan soyunun yüz karasıydı. Meryem bunları duya duya büyüdüğü için dişi olmaktan nefret eder ve, “Al ahım, beni niye kadın olarak yarattın?” diyerek kendisini boğazına kadar günaha sokacak sorular sorardı.
Kol arı bacakları sopa gibi kuru, zayıf bir çocukken her şey daha kolaydı. O da diğer çocuklarla birlikte, bu toza toprağa batmış, ortasından pis bir derenin aktığı, kerpiç ve taş evlerle dolu, bahçe duvarlarına kırık at arabası tekerlekleri dayanmış, köyümsü kasabada oynar, sabahtan akşama kadar at gibi koşturur dururdu.
Bazen de uçsuz bucaksız, masmavi gölün kıyısına gidip dizlerine kadar suya gömülerek birbirlerini ıslatmaya çalışırlardı. Kendisinden dört yaş büyük olan amca oğlu Cemal’le, onun en yakın arkadaşı Memo’yla, diğer kızlar ve oğlanlarla duvara patlak çamur yapıştırma oyunu bile oynardı.
Oraya buraya atılmış eski tel erden yapılmış otomobil iskeletlerini birbirlerinin elinden kapmak için yarışırlar, düz duvarlara tırmanıp kuş yuvalarını bozarlardı.
Ne zaman ki göğsünde iki tomurcuk belirip gövdesi yuvarlak hatlar edinmeye, bacaklarının arası kanlanmaya başladı, o zaman kendisinin hiçbir zaman Cemal ve Memo gibi olamayacağını kavradı.
Onlar insandı, kendisi ise suçlu. Saklanması, örtünmesi, hizmet etmesi, ceza görmesi gerekiyordu; bunun başka türlü olması mümkün değildi. Dünya ‘kadın’ denilen pis mahluklar yüzünden felaketlere sürüklenmişti.
Böylece Meryem’in basma bir örtü geçirdiler. Sıcak yaz günlerinde bile sırtından çıkaramadığı kalın giysiler ve başını kapayan örtü altında, el i derece güneşin altında zırıl zırıl terleyerek cezasını çekmeye başladı.
Kadınlığa adım attığı gün, neden annesi olmadığını anlamıştı artık. O da ceza görmüş olmalıydı ki bebek doğururken ölmüştü. Eğer Al ah onu cezalandırmasa kadın değil erkek olarak yaratırdı; böylece doğum yapmaz ve ölmezdi.
Şimdi kendisi de kadın olmanın cezasını çekiyordu işte. Kadınların başına bu işleri açan, onları bu hal ere düşüren hep o günah yerleriydi. Meryem bunu biliyordu. Orası yüzünden günaha giriyor, orası yüzünden cezalandırılıyordu. Günah yeri olmasın diye öyle çok dua etmişti ki, sayısını bilmiyordu artık. Bir sabah kalktığında orası kaybolmuş, günah yeri kapanıp gitmiş olsun diye durmadan yakarmış ama sabah baktığında, o çirkin şeyin yerli yerinde durduğunu görünce umutsuzluk kaplamıştı içini.
Küçüklüğünden beri teyzesi, yatağa çiş yaptığında orasını yakmakla korkuturdu onu. Hatta bir keresinde altına kaçırdığında kibriti yakıp orasına yaklaştırmış ama sonunda nedense yakmak-tan vazgeçmişti. Büyüdüğü zaman, keşke yaksaydı diye çok düşünecekti Meryem.
Küçücük bir çocukken işlediği günah, daha sonra başına geleceklerin işaretini de vermişti. Şeker Baba türbesinde yaptıkları yüzünden oluyordu bütün bunlar.
Şeker Baba’nın mezarı, o tepenin eteklerindeydi; herkes oraya ziyarete gider, derdini anlatır, dua eder, çaput bağlar ve derdine derman arardı. Küçücük bir kızken onu da yanlarında götürmüşlerdi; hem de yorulmasın diye eşeğin üstüne oturtarak. Dört A ya da beş yaşında olmalıydı o zaman.
Kıraç tepeye tırmanan eğri İ büğrü patikada, semerin üstünde sal ana sal ana saatlerce gitmişti.
Sonra Şeker Baba dedikleri bir mezarın başına gelince herkes toprağa oturmuş, el erini havaya açıp gözlerini yummuştu. Meryem ne yapacağını bilemediği için teyzesine sormuş, o da, “Şşşşş! Şimdi uyuyacağız,” demişti fısıltıyla. Gözlerini kapatmış dua edenleri göstererek, “Bak herkes uyuyor,”
demişti. “Sen de gözlerini kapat uyu.”
Bunun üzerine Meryem yere çömelip onlar gibi el erini göğe .¦doğru kaldırarak gözlerini kapatmıştı ama herkes gibi uyuyamı-yordu bir türlü çünkü çişi gelmişti. Çömeldiği yerde ıkınıyor sıkmıyor, çişini tutmaya, kaçırmamaya çalışıyor ama bir türlü ba-şaramıyordu bunu.
Tek gözünü açarak çevresindekilere baktı. Herkes gözü kapalı, kendinden geçmiş bir durumda uyuyordu. Kendisini daha fazla tutamadı ve ılık sıvının boşandığını, bacaklarını sırılsıklam ettiğini duydu. Yine yan gözle çevresine bakındı, fark edip fark etmediklerini anlamaya çalıştı; Al ahtan herkes uyuyordu da kimse görmemişti. Artık o da onlar gibi rahatça uyuyabilirdi. El eri gökyüzüne açık, gözleri kapalı hayal ere daldı.
Bir süre sonra teyzesi, “Hadi gidiyoruz!” dedi. O zaman gerçekten uyuyup uyumadığını hatırlayamıyordu ama dönüş yolunda onu yine eşeğe bindirirken teyzesi durumun farkına varıp,
“Kız bu ne?” demişti. “Çişini yapacak başka yer bulamadın mı?” Sonra ona uzun uzun, Şeker Baba ziyaretinde çiş yapanların nasıl
M2
çarpılacağını, nasıl bacaklarının arasında yaralar çıkacağını ve Al ah’ın böyle kişileri nasıl cezalandıracağını anlatmıştı. Dönüş yo- lunda semer sarsıldıkça bacakları yanan Meryem, teyzesinin söylediklerinden öyle korkmuştu ki evde de uzun süre kendine gelememiş, hep cinlerin kendisini çarpmasını, albastının gelip kendisini kaçırmasını, günah işleyen yerinde yaralar çıkmasını beklemekten ve ağlamaktan gözleri kan çanağı gibi olmuştu.
O günden beri biliyordu ki; o edepsiz, olmaz olası günah yeri yüzünden Şeker Baba kendisini cezalandıracak, başına çok büyük işler açacak. Sonunda da olmuştu işte. Günah yerini kuşlar gagalamış ve kendisini en büyük cezalara çarptırmak için evlerinin izbesine kilitlemişlerdi. Acaba ne olacaktı bu cezanın sonu? Günah yerleri gagalanan öteki kızlar gibi İstanbul’a gönderilmek mi, yoksa daha mı kötü bir şey? Hiç bilemiyordu. Her şey, evin reisi olan amcasının kararma bağlıydı.
Meryem’in çiftçilikle uğraşan ve halim selim, yumuşak başlı bir adam olan babası bile abisinden korkardı. Hem yaşça hem de dini mertebe olarak çok üstünde olan şeyh abisine tapardı babası; koskoca adam olmasına rağmen onun yanında sigara içmez, kazara elinde sigarayla yakalanırsa onu ya pantolonunun cebine sokmayı ya da avcunda söndürmeyi tercih ederdi.
Amcası, onu ziyarete gelen müritlerle ve din işleriyle uğraşıyordu. Bu yüzden ailenin pek de fazla olmayan birkaç tarlasının idaresi babasının sırtına kalmıştı. Yarıcılara verilen topraklardan çıkan mahsul evin ambarlarına dolduruluyor, hayvanlarıyla, çobanlarla, yarıcılarla, marabalarla hep babası Tahsin Ağa ilgileniyordu.
Ermenilerden kalan konak büyüktü, bu yüzden ailenin tümü bir arada kalıyordu. Eskiden, bütün kasabanın yardımına koşan ve herkesin çok sevdiği Ohannes adlı bir adama aitti bu ev.
Bir gün askerler gelmiş, bütün Ermenilere kasabanın aşağısında toplanmalarını, yanlarına taşıyabilecekleri eşyalarını da almalarını söylemişlerdi. Ermeniler ağlayarak, inleyerek çaresizce emre uymuş ve kasabaya son bir bakış atarak yürüyüp gitmişlerdi.
Bir daha da onları gören, duyan olmamıştı. Hiçbiri geri gelmemişti. Askerlerin onları çok uzaklara götürdüğü söyleniyor, bu konuda ancak fısıltıyla konuşuluyordu. Bazı Ermeniler giderken değerli eşyalarını Müslüman komşularına emanet ederek, sonra gelip alacaklarını söylemişlerdi ama aradan onyıl ar geçmesine rağmen ne gelen vardı ne de giden.
Bu konudaki bir başka gariplik de kasabadaki bazı yaşlı kadınların aslında Ermeni olduğunun fısıldanmasıydı. Teyzelerin ve halaların o bitip tükenmek bilmeyen mahmur öğleden sonra sohbetlerinde, kimi yaşlı kadınların aslında Ermeni kızı oldukları, o uğursuz günde Ermeniler kasabayı terke zorlandıkları zaman, başlarına ne geleceğini bilmeyen ailelerin, kızlarını Müslüman komşularına bıraktıkları konuşuluyordu. O aileler ise esas adları Ani ya da Anuş olan kızların adlarını Saliha’ya, Fatima’ya çevirerek onları kendi Müslüman kızları gibi büyütmüş, sonra da evlendirmişlerdi. Kasabadaki tartışmalara göre, bu kızlar din değiştirmediğine göre Müslüman âdetlerine göre evlenmeleri, daha da önemlisi namazları kılınarak Müslüman mezarlığına gömülmeleri doğru muydu, değil-mi? Çünkü namazda hoca cemaate soruyordu: “Merhumeyi nasıl bilirdiniz!” Hep bir ağızdan, “İyi bilirdik,” diye şahitlik ediyorlardı. Sonra imam, “Hatun kişi niyetine!” diye namazı başlatıyor, onlar da namazkılıyorlardı. Belki de Hıristiyan bir kadının namazını kılıyordu bu Müslüman erkekler. Hem kadın, hem Hıristiyan. Bu kadarına katlanılamazdı doğrusu.
Ermeniler gönderildikten sonra onlardan kalan evlere, tarlalara, işyerlerine Müslümanlar yerleşmişti ve Meryemlerin konağı o kasabanın en büyük evlerinden biriydi. Meryem o konağı, büyük dedeleri Pehlivan Ahmet’in bilek gücüyle kazandığı gibi bir yanlış inanca sürüklenmişti.
Çünkü bu yörelerde hep onun acı kuvveti konuşulurdu, efsaneye dönüşmüş hikâyeleri anlatılırdı.
Meryem’in en sevdiği, defalarca dinlemekten bıkmadığı hikâyede, Ahmet dedeleri çocukken, annesinin sütün kaymağını hep kardeşine yedirmesine çok kızarmış. Bu işe çok içerler ama bel i de etmezmiş. Bir gün annesi yokken ahırdan eşeği almış, iki koluyla havaya kaldırmış ve iki katlı evin damına çıkarıp koymuş. Babasıyla annesi tarladan dönünce bir de bakmışlar ki eşek dam-20 da duruyor. Bir türlü eşeği oradan indirmenin çaresini bulamamışlar. Annesi Ahmet’in gücünü bildiği için ona yalvarıp yakarmaya başlamış eşeği aşağı indirsin diye. Ahmet ise hem güler hem de, sütün kaymağını kim yiyorsa, eşeği de o indirsin, dermiş. Herkesi güldüren hikâye burada biter ve çocuk Meryem, eşeğin hâlâ damda durduğunu sanarak bahçeye her çıkışında evin damına bakar dururdu. Ancak büyüdüğü zaman anladı ki ev o ev değil, eşek de orada durmuyor.
Meryem bir gün bütün bunların doğru olup olmadığını teyzesine sormuş, o da özel ikle Ermenilerle ilgili bölümün uydurma olduğunu söylemişti. Onca Ermeni’nin bir günde yok oluşunu ise bir mucizeye bağlıyordu. Bir Şubat günü kasabada korkunç bir fırtına patlamış, çılgın gibi esen rüzgâr minareleri yıkmış, ağaçları kökünden sökmüş, çatıları uçurmuştu. Ama bu işin en anlaşılmaz tarafı fırtınanın Ermenileri de gökyüzüne uçurmuş olmasıydı. Al ah’ın hikmetinden sual olunmaz. Bu ilahi rüzgâr kasabadaki Müslümanlara dokunmamış ama kadın erkek, çoluk çocuk demeden ne kadar Ermeni varsa hepsini göğe uçurmuştu. Belki de onlar Al ah’ın sevgili kullarıydı ki peygamberleri İsa Aleyhisselam gibi gökyüzüne yükselmişlerdi.
Meryem’e, Ermenilerin gökyüzüne uçtuğu açıklaması daha hoş gelmişti. Güzel bir mucizeydi bu.
Gözünü kapatıp gökyüzünde dolaşan Ermeni kız çocuklarını hayal etmeye çalışıyor, sonunda bunu başarıyordu da. Anneleriyle babaları bulutların üstünde oturuyorlar ve göğün maviliklerinde sevinç içinde uçuşan çocuklara, “Hadi çocuklar geç oldu, artık bulutunuza dönün!” diyorlardı.
Ailenin çoğu Ohannes’in konağında kalırdı kalmasına ya, amcalarını gündüz vakti evde görmek mümkün olmazdı. İyi ki de öyleydi! Amcası kasabanın biraz dışındaki bağ evini, adaklarla gelen ziyaretçilerini kabul etmek, bazı günler de inzivaya çekilip kimseyi görmeden ibadete gömülmek için kul anıyordu. Böyle günlerde çocuklar ona, evden sefertası içinde yemek götürürlerdi. Babası Tahsin Ağa bile abisini ancak namaz vakitlerinde camide görebiliyordu.
Akşam namazından sonra yere kurulan ve kadınların hizmet ettiği sofrada sadece erkekler yemek yiyor, bu arada kadınlar ayakta bekliyor, onların yemeği bittikten sonra sofradan arta kalanları götürdükleri mutfakta yemeye başlıyorlardı. Amca, yemek sırasında konuşulmasına ve yemeğin uzatılmasına çok kızardı. Onun din anlayışına göre yemek de bir çeşit bedeni zevkti; bu yüzden, ölmemek için yapılması zorunlu olan bu iş, mümkün olduğu kadar kısa sürede bitirilmeliydi. Bu yüzden çorbalar sı- cak sıcak kaşıklanır, arkasından etle pilav anında gövdeye indirilir, üstüne yenen baklavaların ne zaman sofradan kaybolduğu anlaşılamazdı. Yemekten sonra sıra yatsı namazına gelirdi; amcası imam olur, babası Tahsin Ağa ile amcasının oğlu Cemal, arkasında saf tutarak namazlarını kılarlardı. Ramazan gecelerinde ise erkekler teravih namazına camiye giderlerdi tabii.
Babası Tahsin Ağa’nın karısı, ilk çocuğu olan Meryem’i doğururken öldüğü, ikinci karısı da kısır çıktığı için yıl ar boyunca başka çocuğu olmamıştı. Daha sonra evlendiği Döne ona arka arkaya iki bebe vermişti ama onlar da çok küçüktü daha. Amcasının ise üç kızı ve iki oğlu vardı. Büyük oğlu Yakup, iki yıl önce karısı Nazik’le iki çocuğunu alarak İstanbul’a göçmüştü. Kırk yılda bir gelen haberlerde durumunun çok iyi olduğunu, İstanbul denilen altın şehirde zengin hayatı sürdüğünü duyuyorlardı. Küçük kardeşi Cemal askerliğini yapmak için Güneydoğu’ya gittiği, büyük kız Ayşe ile ortanca Hatice de kocaya vardığı için ev iyice boşalmıştı.
Cemal’in Gabar dağlarında komando birliğinde olduğu ve Kürtlere karşı çarpıştığı biliniyor; o, babası tarafından “Al ahu te-alanın muhafaza buyurması” için ettiği dualarla korunmaya çalışılıyordu. Evde radyo, televizyon gibi ‘gâvur icatları’ yasak olduğu için de, günlük çarpışmalarda şehit olan erlerin adı öğrenile-mez, arada bir gelen mektuplar dışında hiçbir haber alınamazdı Cemal’den.
21
Profesör Ağlıyor
Meryem’in kendisini kara düşüncelere kaptırdığı saatlerde, Van gölü kıyısındaki tozlu kasabadan 1300 kilometre daha batıda, iki kıta üzerine kurulmuş İstanbul şehrinde, Profesör Dr. irfan Kurudal gibi şatafatlı bir isim ve unvan taşıyan, kırk dört yaşındaki adam hafif bir çığlık atarak uyandı; oysa uyuyalı daha yarım saat bile olmamıştı; uyanırken bunu biliyordu. Çünkü son zamanlarda böyle istem dışı, acayip bir alışkanlık edinmişti.
Ömrü boyunca uykusuzluk derdi çekmemiş olan Profesör, son aylarda yine her zaman yaptığı gibi, gece yarısını biraz geçe yatıyor, başı yastığa değer değmez huzurlu bir uykuya dalıyor ama daha aradan yarım saat geçer geçmez, korkuyla sıçrayarak uyanıyordu. Sanki göğsünün içinde kara kanatlı bir kuş çırpınıyordu o anda. Nereden estiğini bilmediği buz gibi bir iç rüzgârla yüreği üşüyor ve korkuyordu. İçki içtiği zaman da böyleydi bu, içmediği zaman da! Denemişti.
Eskiden yine aynı saatlerde yatar, sabah sekize kadar deliksiz bir uyku çekerdi ve bu yüzden de güne çok mutlu başlardı. Ama şimdi, yattıktan yarım saat sonra sıçrayarak uyanmak sinirlerini altüst ediyor, kendisini ne kadar zorlarsa zorlasın ancak sabaha karşı yeniden uykuya dalabiliyordu.
Görünüşte Profesör’ün hiçbir sorunu yoktu; karısıyla arası iyiydi, üniversitede ilgi görüyor, yorumcu olarak sık sık çıktığı televizyon programlarında sunucular, “Hocam, hocam!” diyerek ona duydukları derin saygıyı açığa vuruyorlardı. Eskiden de ekranda görünürdü ama haftalık sohbet programı başladıktan sonra, mahal e bakkalından, sokakta rastladığı yabancı kişilere kadar herkes onu tanıyordu artık. Bu iriyarı adamın kapkara saçları ile çenesindeki beyaz sakalın yarattığı kontrast, onu bir kez gören kişinin bir daha unutmamasına yarıyordu. Doğrusu hiç de silik birisi sayılmazdı Profesör.
Oysa şimdi bahçe lambalarından vuran ışıkla karanlığı biraz kırılmış olan odada, bir fare gibi korkarak yatıyor ve yanındaki karısını uyandırmaktan çekinerek kıpırdamamaya çalışıyordu ama bu işin de sonu yoktu. Diğer gecelerinden biliyordu ki yatakta yatmaya devam ederek korkuyu yenemezdi. İlaç almalıydı.
Yatağı sarsmadan kalkarak banyoya gitti. Aysel’le banyoları ayrıydı. Işıkları yakar yakmaz Vil eroy Boch, Geberit ve somaki mermer zemin üzerinde kırılan ışıkların parlaklığına gömülüver-di. Diğer gecelerde yaptığı gibi küvetin kenarına ilişip sal anmaya başladı.
“Sen sağlıklı bir adamsın,” diye tekrarlıyordu içinden. “Bir sorunun yok, korkman için bir sebep de yok. Korkma oğlum, korkma! Burası evin. Senin adın İrfan Kurudal. Yataktaki kadın, karın Aysel.
Akşam yemeğini kayınbiraderin Sedat ve karısı İclal’ le, Four Seasons Hotel’de yediniz. Çok güldünüz, çok eğlendiniz. Yediğin suşi harikaydı. Korkma! Yanında, ağzına limon dilimi sokulmuş iki şişe soğuk Corona birası içtin. Diğerleri Sancer-re şarabını tercih ettiler. Korkacak bir şey yok.
Yemekten sonra Sedat, Range Rover’ıyla eve bıraktı sizi. Beş-on dakika televizyonu açıp magazin programlarına baktınız. Uzun bacaklı, iri göğüslü kızlar her zamanki gibi çok hoşuna gitti. Bilirsin ki Aysel kızmaz böyle şeylere, anlayışlıdır, tatlıdır. Bak, korkacak bir şey yok işte.”
Bunları düşünüyordu ama ölesiye de korkuyordu; yüreği ağzında atıyordu. Sanki kendisi Profesör Dr. İrfan Kurudal değil de onun gövdesinde yaşayan bambaşka biriydi. Birkaç aydır kendi hayatını dışarıdan seyrediyor gibiydi.
Bütün bunlara, gördüğü o uğursuz rüya mı sebep olmuştu yoksa korkuları mı o rüyayı görmesine yol açmıştı bilemiyordu.
İrfan hocaya göre rüyaların en kötü yanı, insanın, o sırada rüya görmekte olduğunu bilmemesiydi.
24 Bir gece kendisini dar bir hastane odasında görmüştü. Bir hastayı ziyarete gitmiş, elindeki çiçekleri vazoya yerleştirdikten sonra hastanın tam karşısına oturmuştu. Birbirlerine değecek kadar yakındılar, kendisi bir sandalyede oturuyordu, pijama giymiş olan hasta ise yatağında doğrulmuş, ona bakıyordu. Ama bu işteki gariplik yataktaki hastanın kendisi olmasıydı. İrfan Kurudal kendisini ziyarete gitmiş oluyordu böylece. Karşısında kendisi oturuyordu ama o rüyayı gören, hasta İrfan değil, ziyarete giden İrfan’ di. Hiç konuşmadılar. Kendi solgun ve hasta yüzünü uzun uzun seyretti.
Sonra dehşet verici bir şey olmaya, yatakta oturan hastanın yanında başka bir şey belirmeye başladı. Birtakım şekil er oluştu ve ortaya bir ‘şey’ çıktı. Profesör’ün meraklı ve korkulu bakışları arasında o ‘şey’ yavaş yavaş bir biçime büründü, karşısına bir İrfan Kurudal daha çıktı. Yatakta oturan iki ve karşılarında oturan kendisi olarak üç İrfan Kurudal birbirlerine bakıyorlar, hiç konuşmuyorlardı.
Bir süre sonra yataktaki iki hasta İrfan, çok ağır hareketlerle, senkronize biçimde başlarını sağa çevirdiler. Şimdi ikisini de profilden görüyordu.
Sonra onu çok korkutan bir şey oldu: Profilden gördüğü iki yüz dökülmeye başladı. Önce yanakları döküldü, sonra ağızlan, çeneleri, alınları. En son kaybolan yerleri gözleriydi.
Profesör rüyanın burasında boğazlanır gibi bir çığlık attığı için karısı Aysel tarafından hafifçe omzuna dokunularak uyandı-rılmıştı; bu yüzden ona minnet duyuyordu.
Aysel hiç ses çıkarmadan uyurdu, nefes aldığı bile duyulmazdı. Kendisinin gök gürültüleriyle horladığı düşünülürse, geceleri şanssız olan Aysel’di, o değil.
Karısı kırk yaşını geçmiş olmasına rağmen, haftada altı gün yaptığı aletli jimnastik sayesinde sırım gibiydi; hiçbir yeri sarkmamış, bozulmamıştı doğrusu. Bazen birlikte Private DVD’leri izlerler, Tania Russof un, Sylvia Saint’in vücutlarına, gözlerine ve becerilerine hayran kalırlardı.
Sonra da Aysel, filmde gördüklerini tek tek uygulamak isterdi. 25
Bazen uyandığında karısının yüzüne bakıyor ve, “Bak, işte bu senin karın!” diye tekrar ediyordu içinden. “Bu senin karın. Adı Aysel!”
Aysel’in düzgün yüzündeki tek ameliyatlı yeri burnuydu. Aslında da pek büyük olmayan burnunu iyice küçülttürüp hafifçe havaya kalkık hale getirmişti. Çevrelerinde en az ameliyat yaptı- ran kadın oydu. Spor yaptığı, sürekli moda olan rejimleri izlediği, Pritikin, Scarsdale, tek gıda falan filan derken her yemekten önce fc aldığı Xenical haplarıyla, yağ emdirmeye gerek duymadan yaşayabiliyordu henüz.
Bir de şansı yaver gitmiş ve o sıralar İstanbul’u ziyaret edip sadece üç beş tanınmış kişiyle ilgilenen Brezilyalı bir estetik cerraha yaptırmıştı burun ameliyatını. Adam işinin ehli olmalıydı ki daha sonra ne nefes alışında, ne burun kıkırdağında hiçbir sorun çıkmamış, sargıları alındıktan sonra, birkaç haftamorluğa katlanmaktan başka bir güçlük yaşamamıştı Aysel. Ama arkadaşları arasında burnu çarpılanlar, nefes alamaz hale gelenler, dudakları arı sokmuş gibi kalanlar olmuştu: Hatta burnu kaybolanlar olduğu bile söyleniyordu.
“İşte bu senin karın!” diyordu İrfan. “Bu senin sevgili karın! Korkacak bir şey yok ki.”
İstanbul’daki sayılı armatörlerden birinin kızı olarak Aysel’in kendi kazandığı paraya hiç ihtiyacı yoktu ama kayınbiraderinin sağladığı televizyon sohbetleri sayesinde Profesör’ün de geliri epeyce artmıştı son yıl arda. Haftada bir gün ekranda arkadaşlarıyla buluşup sohbet ediyor ve bu sayede ayda yedi bin dolar para kazanıyordu. Maaşına ek olarak gelen bu parayı harcayamıyordu bile; dolarları yatırıldığı bankada birikiyor, üstüne üstlük yüzde yirmi beş de faiz kazanıyordu; hem de TL
değil dolar cinsinden.
Türk lirasına yatırım yapan ve kriz dönemlerinde çıkan hazine bonolarını alan arkadaşları daha çok kazanıyorlardı; Ameri-26
kan doları üzerinden yüzde el iye varan kârları oluyordu ya da borsada büyük vurgun vuruyorlardı ama Profesör kendisini bu işlerin dışında tutmaya özen gösteriyordu. Ne de olsa o bir bilim adamıydı, hocaydı; banker değil. Ama banka yüksek faiz veriyorsa almamazlık da edemezdi tabii.
Aslında kayınbiraderi Sedat onun bu tavrına hafifçe sinirleniyor ve çok değil, sadece akşam yemeklerinde gördüğü insanların konuşmalarına kulak kabartsa, parasını beş on katma yükseltebileceğini söylüyordu ama onu ikna etmesi mümkün değildi.
Akşam yemeklerini genel ikle dışarıda yiyorlardı: İstanbul’da son zamanlarda açılan güzel lokantalardan birinde toplanıyorlardı artık. Ya fusion mutfağında başarılı olan minimalist döşenmiş
Changa’yı, ya ‘gourmet’ yemekte üstüne olmayan Down Town’i ya da Circus’u seçiyorlardı. Bir ara Paper Moon çok rağbet görüyordu ama çevreleri, “artık oranın ayağa düştüğünü, herkesin oraya gittiğini”ni söyleyerek başka yerlere yönelmişti. Eskiden çok sık gittikleri, Boğaziçi’ndeki balık lokantalarına daha ender uğruyorlardı. Şehri kaplayan Japon lokantaları yüzünden hepsi saşimi ile suşiyi, lüfer ve kalkan ızgaraya tercih ediyorlardı artık.
“Çok mutluyum,” diye düşündü İrfan Kurudal ve ağlamaya başladı. Gözyaşlarının yanaklarını ıslattığını hissederek tekrar “Çok mutluyum!” diye tekrarladı. Çünkü herkesin elinde dolaşan ve karısının da ona zorla okuttuğu, nasıl yaşaması gerektiğini öğreten çeviri kitaplarda, olumlu düşünmek emrediliyordu. Uzakdoğu öğretileri, Zen budizmi, Tao felsefesi de öyle söylemiyor muydu zaten: “Bırak hayat bir nehir gibi aksın; olumlu düşünki her şey olumlu olsun; dünyadaki kötülüklerin kaynağı olumsuz düşünmektir.”
Aysel koleji ve Boğaziçi Üniversitesi’ni bitirdikten sonra Boston’da bir kursa gelmiş, o sıralarda Harvard’da bursla okuyan İr-fan’la tanışıp evlenmiş ve hiç çalışmamıştı.
“Dünyada İstanbul kadar eğlenceli şehir yok,” diyerek döndükleri bu Bizans ve Osmanlı başkentinde de hayatları sahiden çok eğlenceli geçiyordu.
İrfan, bir ay öncesine kadar, milyonlarca kişinin yaşadığı bu karmakarışık kentin dağınıklığında, kendine özgü bir çekicilik, bir ‘enerji’ olduğunu düşünüyordu; ‘aynen New York gibü’ydi. Şehri kuşatan milyonlarca Anadolulu göçmenin kaçak ve çirkin yapılarla dolu mahal eleri bile bir enerji kaynağıydı. Bütün gelişme model eri aynı olacak değildi ya. Hatta bu çirkin mahal elerin birinde
‘Goodfel as’ adlı bir lokanta açılmış, New York’un suç ve barbarlık dolu varoşlarıyla İstanbul arasındaki benzerliğin altını çizmişti.
Reklamcı kayınbiraderi sık sık diyordu ki, “Büyük bir metropol olabilmek için bel i sayıda cinayet işlenmesi gerekir. Burada yeterince cinayet yok. Tek eksiğimiz bu.” Sonra da keh keh keh gülüyordu.İstanbul bir Avrupa kenti gibi organik biçimde gelişmiyordu. Aynen New York gibi, her cins insanın harman olduğu, zengin ile yoksulun, rafine ile barbarın bir arada yaşadığı bir şehirdi. İstanbul’da açılan lokantalar da Aysel’le birlikte New York’ta her yıl gittikleri Nobu, China Gril , Aquavit, Asia de Cuba, Indochi-ne gibi lokantaları aratmıyordu artık. Hatta Afrikalı göçmenler sayesinde siyahları bile olmuştu şehrin.
Bu enerji, Türkiye’nin tümüne bedeldi doğrusu; kendisi de bu şehirdeki en başarılı, en saygın, en bilgili ve en incelmiş insanlardan biriydi. Yeni zenginler gibi görgüsüz bir para savurganlığı da yapmıyor, bol bol okuyor, sergilere gidiyor, her yaz İstanbul Festivali sırasında Aya İrini kilisesi ve Açıkhava Tiyatrosu’ndaki birbirinden enfes konserleri izliyordu. Berlin Filarmoni’den Pa-varotti’ye, Manhattan Transfer’den Nick Cave’e kadar.
Sabahları, Jean Pierre Rampal’ın flütüyle uyanmayı çok severdi. Daha sonra evin alt katındaki kapalı yüzme havuzunda, yarım saatlik yüzüşüne de bu sihirli müzik eşlik ederdi. Aysel klasik müzikten çok hoşlanmasa da kocasının zevkini paylaşır görünüyordu; ama yerel tadlar da yok değildi hayatlarında. Etiler’deki gece kulüplerini dolduran eşcinsel ve travesti şarkıcıları bu incelmişli-ğin içine dahil etmek, İrfan’da buruk ama müthiş bir doğu-batı 28
şamatası duygusu uyandırıyordu. Şarkta yaşayan bir garplı ya da kendisine garp dünyası kurmuş
bir şarklı gibi karşılıyordu hayatı. Snobluk yapmıyor, hiçbir alt kültüre burun kıvırmıyordu.
Geçen yıl arkadaşlarının, doğum günü partisini, ‘gırgır olsun’ diye böyle bir ‘mekân’da vermesi, bu dünyayı tanımasına yol açmıştı Irfan’m. (Son zamanlarda ‘mekân’ ve ‘keyif kelimelerini kul anmak bir statü sağlıyordu insanlara.) Üçüncü cins giysileri giymiş şişman gay şarkıcı (eskisi gibi ibne de denmiyordu artık), içki içtikleri masaların üstünde geziniyor ve eğilerek herkesi tek tek göbek atmaya kaldırıyordu. Bir süre sonra hemen hemen bütün kadınlar masaların üstüne çıkmış oluyor, darbukanın oryantal ritmiyle kalça kıvırmaya, göğüs titretmeye ve göbek atmaya başlıyorlardı.
Masalarda oturan erkekler de bu kadınları seyrediyor, derin yırtmaçlarından görünen şehvetli bacaklarına gözlerini dikiyorlardı.
İrfan bir yandan masanın üstünde kan ter içinde göbek atan Aysel’e bakarken, bir yandan da bunun bir tür ‘katharsis’ olduğunu düşünüyordu. Toplumun cinsel enerjisi böyle boşalıyordu işte; bir arınma ritüeliyle. Gündelik yaşamda bu insanların çoğu, karılarına yan gözle bakanla kavga ederlerdi ama burada karılarının yarı çıplak, başka erkeklere şehvet dansı yapmasından çok hoşlanıyorlardı. Nikos Kazancakis’in bir sözünü hatırlamıştı. El Greco’ya Mektup adlı otobiyografisinde Kazancakis, “Işık Elen’de kutsal, lyonya’da ise şehevidir,” buyurmuştu. Haklıydı da adam. Burası gerçekten bir şehvet iklimiydi. Darbukanın dört dörtlük arkaik şark ritmi ya da sadece bu bölgelere özgü olan 9-8’lik ritim, insanları kendinden geçiriyordu; başka bir müzik dinlerken birbirlerini soğuk soğuk süzen insanlar bu ritmin duyulmasıyla birlikte sanki bir anda çıldırıyor ve şehvet dansı yapmaya başlıyorlardı.
Demek ki, diye düşünüyordu İrfan, bir ülkenin bayrağından da önemli kavram, ortak ritim duygusu.
Melodi değil ritim. Kültürleri birbirinden ritim ayırıyor.
Bunu bir kez New York’ta, Times Square’deki Virgin Mega-
store’un alt katında da gözlemlemişti. Bu dev mağazada, insanların kulaklık takarak yeni CD’leri dinledikleri bir yer vardı. Latin, caz, klasik, Afrika, Ortadoğu, pop, rock diye ayrılmıştı bu bölüm-29_ ler. Her birinde, kulaklığı başına geçirmiş olan dinleyici, vücudunun farklı bir yerini kıpırdatıyordu. Kulaklarında gümbürdeyen müziğe kendilerini kaptıran cazcılar hafif kambur bir duruşla tık tık tık iki dörtlük ritme kendilerini kaptırıyor, Latinler bacaklarını oynatıyor, Ortadoğulular ise bel ve göbek çevrelerini kıvırıyorlardı. Onları dışarıdan seyretmek çok komikti doğrusu; çünkü bütün bunlar, seyirci açısından sessiz bir danstı.
İrfan ilaç dolabını açtı. Dolaba, bir eczane görüntüsü veren, dünyanın her yanından taşınmış
yüzlerce ilaç arasından bir Stilnox seçti. Bu ilaç, hiç olmazsa bir süre için de olsa uyumasını sağlardı.
Derken eskisinden de beter bir ağlama krizine tutulduğunu fark etti. İyi ki Aysel görmüyordu bütün bunları; iyi ki güvenli uyku limanlarına demirlemiş bir gemi gibi sakin sakin uyuyordu. Yoksa olan biteni ona açıklaması mümkün değildi; kendisine bile açıklayamadığı bir korkuyu Aysel’e nasıl anlatabilirdi ki.
Acaba açıklayamıyor muydu? Bu korkunun nedenini bilmiyor muydu? Yalan söyleme, dedi kendi kendisine, yalan söyleme. Aysel’in böyle bir durum için hazır çözümlerinden birini önüne koyacağından emindi: Psikologa gitmek. “Bir uzmanla konuş, rahatlarsın. Onların işi bu…” falan filan. Dünyanın birçok yerinde aynı anda tekrar edilen klişe sözler.
Oysa o, psikologun ne sonuca varacağını biliyordu. Aslında Profesör’ün umutsuzluğu, sorunu bilmemekten değil tam tersine bilmekten ve çözüm bulamamaktan kaynaklanıyordu. Düşünüp taşınıp sorunun ve korkunç rüyanın kaynağını anlamıştı. Hem de bir kitap okurken oluvermişti bu.
Meselenin ve korkularının özünü kavramasına yardım eden kitap, “Uyuyan Endymion”u anlatıyordu. Endymion bir çobandı ve ay tanrıçasına âşık olmuştu. Tanrılar bu yüzden onu cezalandırdılar. Cezası kendi kaderine yine kendisinin karar vermesiydi. Bu ceza Endymion’a çok ağır geldi ve sonsuza kadar genç olarak uyumayı seçti.
30 Bu mitolojik öyküyü okur okumaz sorun ortaya çıkmıştı. Profesör de Endymion gibi kaderini bilmekten korkuyordu. Hayat bilinmez olmalıydı; nasıl yaşayacağını, ne zaman kaza geçireceğini, hangi hastalıklara yakalanacağını, nasıl öleceğini bilen bir insan, Endymion’un kaderini paylaşıyor demekti ve dünyadaki hiçbir ölümlü, bu yükü taşıyamazdı.
Bu bakış açısı Profesör’ün hayatını altüst etmiş, çevresine bir kale gibi ördüğü güvenlik unsurları onu boğar olmuştu şimdi. Çünkü biliyordu ki ömrünün sonuna kadar aynı evde oturacak, aynı koltukta televizyon izleyecek, aynı lokantalarda yemek yiyecek, aynı kişileri görecek, aynı sözleri söyleyecek ve sonunda bir gün çılgın bir ambulansla her gün geçtiği sokaklardan geçerek hep gittiği hastaneye götürülüp orada ölecekti; ya da hastaneye gitmeye fırsat kalmadan, o Dunlopil o yatak ya da Ligne Roset koltuklardan birine yığılıp kalacaktı. Dolayısıyla evine onca severek aldığı yatak ve mobilya birer konfor ve zevk aracı olmaktan çıkıp, geçici bir tabuta dönüşüyordu. Aysel’le bir sorunu yoktu, hatta onu seviyordu da; ama kaderini görmeye dayanamıyordu.
Ve ağlıyordu.
Paris’teki bir konferans sırasında Kanadalı kadm Profesör’ den öğrendiği kavram, fırtınada kaybolmuş gemicinin gördüğü bir deniz feneri gibi yolunu aydınlatmaya başlamıştı son zamanlarda: ‘Metanoya’ kavramıydı bu. Daha önce duymamış olmasına şaşmıştı ama sonraları çok az kişinin bunu bildiğini öğrenip rahatlayacaktı. Metanoya, kendinin ötesine geçmek, kendini aşmak, kendi olmaktan çıkmak “gibi bir anlam içeriyordu.
Bütün sorun ‘kendi’ kavramındaydı zaten. Ne demekti kendi, kendisi, ben?
insan kendi adım on kez üst üste söylediğinde bile yabancıla-şıyordu da, doğumundan ölümüne kadar taşıdığı ‘ben’ bilincine, ya da ‘kendi’ damgasına niye yabancılaşmıyordu?
Profesör bu konu üzerinde kafa yordukça, aslında bu yabancılaşmanın en derin anlamıyla yaşandığını kavradı. Herkes yabancılaşmıştı, yabancılaşıyordu. Toplum kural arı ve çevremizde 3*tahkim ettiğimiz maddi dünya, bizi bu yabancılaşmadan koruyan gardiyanlardı âdeta. Yolumuzu şaşırdıkça, alışkanlık denilen ılık kaplıca sularının içine gömülüp rahatlıyorduk. Sonunda bize yol gösteren şey; evde her zaman oturduğumuz koltuğun aşina yumuşaklığı, gözü kapalı çevirebildiğimiz banyo musluğu ve başımızın yastıkta bıraktığı iz oluyordu. Kendi egemenlik alanını be-, lirlemek için ağaçların altına sidik fışkırtıp sonra kendini bu si-*İ diğin sınırları içinde güvenli hisseden köpeklere benziyordu insanlar da; aşina kokular ve aşina eşya arasındaki bir mutluluk formülü.
Dostoyevski Avrupa’dan Rusya’ya dönüşünü, “Eski pantuflalarıma ayaklarımı sokar gibi”
betimlemesiyle açıklamıştı. Eski pantuflalara ayaklarını sokmak… Güzel sözdü doğrusu ve insanlar böyle yaşıyorlardı. Eğer bu tanıdık dünya olmasa, kendilerini bir mahzende büyütülüp sonra birdenbire kent meydanına atılan Kaspar Hauser gibi hissedecekleri kesindi. Ama Profesör’ün özlediği de Kaspar Hauser olmak, aşina dünyanın kendisine mutluluk adı altında sunduğu kısıtlayıcı, iğdiş edici, bıktırıcı güvenlik duygusunu aşmayı başarmaktı. Bunun için bir metanoya geçirmesi gerekiyordu. Herkes hayatının bir döneminde kendi meta-noya’sına ulaşmalıydı.
Stilnox’un etkisiyle gözleri kapanır ve zihni hafifçe bulamkla-şırken yatak odasına gitti. Loş odada Aysel, her zamanki dingin haliyle sessizce uyuyordu; sanki ölmüş gibi. Bir bacağını yorganın üstüne atmıştı.
Profesör yatağa süzüldü, başını yastığa koydu; uykuya dalmadan önce, dumanlı zihnine yansıyan tek görüntü, engin bir deniz ve iki genç adam oldu. Kendisi kıyıda kalmıştı; Kavafıs’in şehrini görmek için İskenderiye’ye yelken açan arkadaşı Hidayet, ufuk çizgisi içinde eriyen solgun bir hayale dönüşüyordu.
Acaba varabilmiş miydi İskenderiye’ye? Yoksa yol üstünde bir yerlere takılıp kalmış ve kendisine değişik bir hayat mı kurmuştu? 32 Belki de Zeus’un bazen ters esen güçlü rüzgârları onu ve uyduruk yelkenlisini yutmuştu; kimbilir!
“Güle güle Hidayet!” diye mırıldandı ve yazgısını bilerek olu-me doğru ilerlemenin yarattığı korkudan kurtulamadan, tedirgin bir uykuya daldı.
Saf Gelin, Güzel Gelin
Profesör’den 1400, Meryem’den ise 100 kilometre daha doğuda, Gabar dağlarında kar altındaki bir tepenin eteklerine kurulmuş olan askeri karakolda Cemal büyük bir zevkle titreyerek uyandı.
Düşünde yine, kasabanın gençleri arasında bir efsane gibi kuşaktan kuşağa anlatılan Saf Gelin’i görmüştü. Saf Gelin, Cemal’ in yasak yerine bakarak, “Bu da üçüncüsü mü?” diye sormuştu. “Evet!”
demişti Cemal büyük bir mutluluk içinde ve bedeninin en kuytu köşelerini, saf kızın hayretle büyüyen gözlerinin, narin el erinin keşfine açmıştı.
Saf Gelin’in kim olduğunu bilmemelerine rağmen, kasaba gençlerinin, bir araya geldiklerinde ondan söz etmemeleri görülmüş değildi. Birbirlerine, sabah akşam, içleri gıcıklanarak Saf Gelin hikâyesi anlatırlardı.
Saf Gelin on beş yaşına kadar, dünyanın bütün kötülüklerinden korunarak ve evde nadide bir çiçek gibi saklanarak, hiçbir şeyden haberi olmadan yetiştirilen bir kızmış. Babasıyla anası onun diğer çocuklarla oynamasına, dışarı çıkmasına, böylece de kızlarla erkekler arasında geçen ayıp şeyleri öğrenmesine izin vermemişler.
Saf Gelin on beş yaşındayken onunla evlenme mutluluğuna eren çoban Hasan da bu durumu biliyor ve kızın dünyalara bedel safiyetini korumak istiyormuş.
Evlendikleri gece, “Sana bir sır vereceğim Saf Gelin!” demiş karısına. “Ben senin gördüğün diğer insanlara benzemem.” Saf Gelin merakla bakmış kocasının yüzüne.
M3
Hasan, “Bende, diğer insanlarda olmayan bir fazlalık var,” demiş ve açıp göstermiş. Saf kız, “Aaa!”
diye bağırmış, “Bu da ne _34 böyle?”
Hasan, “Ne işe yaradığını sana göstereyim!” demiş ve o geceyi sabaha kadar Saf Gelin’e, insan soyu içinde sadece kendisinde bulunan bu fazlalığın marifetlerini kanıtlamakla geçirmiş. O güne kadar salak salak gezinen Saf Gelin’in yüzüne, ertesi sabahtan itibaren, kurnaz bir gülümseme yerleşmiş.
Kocasının kendisine verdiği sırrı kimselerle paylaşmıyor, herkesi bilgiç bilgiç, hafif alaylı bakışlarla süzüyormuş.
Bir-iki yılı böyle geçirdikten sonra Hasan’ın askerlik çağı gelmiş. Gitmeden önce iki yıl ayrı kalacağı karısına sarılarak, döndüğü zaman kaldıkları yerden devam edeceklerini anlatmış. “O zamana kadar uslu uslu bekle beni!” demiş.
Hasan’ın askere gidişinden sonra Saf Gelin’in yüzü gülmez olmuş, gözlerine garip bir hüzün yerleşmiş. “Ne oldu sana?” diyenlere “Hiç,” diyormuş “Hasan’ımı özledim.”
Bir gün yine dalgın dalgın dolanırken Hasan’ın arkadaşı Mehmet gelmiş yanına. “Saf Gelin,” demiş,
“kocası askere giden ilk kadın sen değilsin ki! Niye bu kadar bitirdin kendini?” Saf Gelin, ona Hasan’ını hatırlatan Mehmet’e, “Ama o kimselere benzemez!” demiş. Mehmet bunun üzerine nesinin benzemediğini sormuş. Saf Gelin de saf ya; demiş ki, “Onun önünde, hiçbir insanda olmayan bir şey var.” Hasan’ın kurnazlığını anlayan Mehmet, “Saf Gelin,” demiş, “o dediğinden bende de var!”
Saf Gelin inanmamış, Mehmet’in yalan söylediğini düşünmüş, bunun üzerine Mehmet ispat etmek için Saf Gelin’ı ıssız tarlalara sürükleyivermiş. O günden sonra da Saf Gelin’le Mehmet’in geceleri, kaçamak buluşmalardaki bu kanıtlama çabasıyla geçmiş.
Derken askerlik bitmiş ve Hasan bir gün çıkıp gelivermiş. Bir de bakmış ki Saf Gelin’in suratı bir karış, kendisine hiç yüz vermiyor. “Ne oldu sana Saf Gelin?” diye sormuş. “Sen yalancısın!” demiş
Saf Gelin ona. “Hani o acayip şeyden yalnız senin önünde vardı.”
i İ
Hasan içinden “Eyvah!” diye geçirmiş. “Elden gitmiş bizim Saf Gelin!”
O “acayip şey”in başka kimde olduğunu sormuş. Saf Gelin ona Mehmet’i anlatmış.
Hasan ne yapsın; çaresizlikten hangi yalana başvuracağını düşünmüş düşünmüş ve, “Bende iki tane vardı,” demiş. “Birini ona verdim.”
Bunun üzerine Saf Gelin yüksek sesli bir ağlama tutturmuş; feryada figana başlamış. “Ne oldu?”
diye sormuş Hasan. “Niye ağlıyorsun?”
Saf Gelin, Hasan’ın koluna bir yumruk atmış ve, “Niye iyisini ona verdin Hasan’ım?” deyip kendinden geçmiş.
Cemal de kasabanın diğer gençleri gibi, Hasan’ın Saf Gelin’e ne cevap verdiğini ve ne yaptığını hiçbir zaman öğrenememişti; çünkü hikâyenin bu noktasına gelindiği zaman gülmekten hiçbir oğlanda can kalmıyordu artık. Hemen hemen her gün anlatılan hikâye burada sonlanıyordu ama geceleri yalnız kaldıklarında düşlerinde Saf Gelin’e olmadık hareketler yaptırıyor, kendi kendilerine hikâyenin devamını yaratıyorlardı. Saf Gelin’in yüzünü hiçbir zaman düşleyemiyordu Cemal.
Pembe beyaz bir ten görüyordu sadece ve bu, onun sık sık şeytan aldatmasına uğramasına yetiyordu.
Cemal, Saf Gelin’in yumuşak, sıcak hayalinden güçlükle ayrıldı; şeytan aldatması dedikleri utanç verici durumun ve önündeki yapışkan ıslaklığın farkına vararak bir süre kıpırdamadan gözleri açık yattı. Tepesinde yanan bir ampul koğuşu aydınlatıyor, uyuyan askerlerin horultuları, harıl harıl yanan kömür sobasının sesine eşlik ediyordu. Soba nöbetçisi kimseyi uyandırmamaya çalışarak ateşi beslemek için metal kapağı açmış, birbirine yapışmış kalitesiz kömürü sessizce boşaltmaya çalışıyordu. Cemal’in içine tatsız bir duygu yayıldı. Sık sık rüyalarına giren pembe tenli Saf Gelin iyiydi hoştu ve aldığı müthiş zevk uyandığı sırada da devam ediyordu ama bu işin bir de zahmetli bir sonu vardı; kalkıp cü-nüp aptesi alması gerekiyordu. Boyunca günaha battıktan sonra 35
vücudunun her noktasına su degdirmeli, saçlarından topuklarına kadar her yerini yıkamalıydı.
3″ Plastik Casio saatine baktı; ikiye geliyordu. 3’te nöbete kalkacağına göre, kalkıp yıkandıktan sonra yatsa bile uyumaya vakti kalmayacaktı. Beş-on dakikalık uykudan sonra uyanmak ise daha zordu. Kısacık bir an, sıcak yataktan ayrılmamayı, o dondurucu soğuğa çıkmamayı düşündü; iyice ısıttığı yorganın altında kıvrılıp yatar, yine Saf Gelin’in bal ı tenini düşünerek uykuya dalardı. Nasıl olsa 3 nöbeti için çavuş gelip omzundan kavrayacak ve kolunu koparmak ister gibi sarsacaktı onu.
Belki de nöbetten sonra bir çaresini bulup yıkanırdı.
Tam kendini bu rahatlatıcı düşünceye alıştırıyordu ki babası geldi gözünün önüne. Kara sakal arı ve sarığının altından bakan delici gözleriyle onu süzüyor, elindeki tespihi öfkeyle sal ıyordu. Cemal, çocukluğundan beri içine yerleşmiş olan müthiş korkunun verdiği itkiyle yerinden fırlayıverdi. Yine şeytana uymuştu, yine günah işlemek üzereydi. Hem Saf Kız’ı rüyasında görmek, hem de cünüp aptesi almadan uyumayı düşünmek gibi, cehennem kapılarını açan günahlara kapılmasına ramak kalmıştı. İyi ki babası uzaktan da olsa uyarıyordu onu. “İblis-i lainin kulun nefsini kandırmasından sonra hemen cünüp aptesi alınmalı ve iki rekât nafile namazı kılınarak şefaat dilenmelidir. Yoksa maazal ah…” Zaten her şey, bu ‘maazal ah’ kelimesiyle başlıyor, ondan sonra babasının mübarek sakalıyla bıyığının arasından zor görünen ağzı, bir azap ve işkence faslı anlatmaya girişiyordu ki sormayın gitsin. İnsanın o azaplara duçar olmasına gerek yoktu, dinlemesi yeterliydi kanının donması ve kadın denen aldatıcı, ifsat edici, insanın kanma girici, şeytanın, yeryüzünde iğvasına araç olarak kullandığı o zayıf mahlukun ne işler çevirebileceğini anlaması için.
Yüreğinin derinliklerindeki ufak bir kıpırtı, babasına rağmen sıcak yatakta kalabileceğini, gece ayazında iyice donmuş karlı dağlardaki bu uzak karakolda, zemheri soğuğunda buz gibi su dökünmek işkencesini sabaha bırakabileceğini fısıldıyordu; öyle yapmasına yapacaktı ama ertesi güne sağ çıkıp çıkamayacağı bel i miydi?
Ya bu gece karakol basılırsa? Ya yine baskına uğrarlarsa?
Kaç arkadaşı bu baskınlarında can verip gitmişti. Karlı tepenin eteklerinde dikilip tutacağı nöbette, bir Kalaşnikof mermisinin kafasını uçurması da güçlü bir olasılıktı aslında. Daha bir hafta önce Salih’e böyle olmamış mıydı! Ya ertesi günkü operasyon sırasında bir mayına basar da şehit olursa!
Kısacası ölmesi, yaşamasından daha büyük bir olasılıktı; ne kadar tembel iğe yatkın olursa olsun, Cemal’in imanı ve bu dünyadan cenabet gitme korkusu, her şeye baskın çıkıyordu.
Doğruldu. Üst ranzada yattığı için, sabaha kadar yanan lambanın ışığında ölü gibi uyuyan arkadaşlarını görebiliyordu; kimi yan dqnmüş, kimi yüzükoyun, kimi sırtüstü yatmış, kiminin ağzı açık, kimi derin hülyalara dalıp gitmiş, kimi konuşuyor, ne olduğu anlaşılmayan sözler mırıldanıyor, kimi kıracak gibi dişlerini gıcırdatmakta ve horultular kaplamış ortalığı.
Kaba kumaştan haki asker giysileri, zemheri ayazında geçirilen onca günün, gecenin ardından harlı soba ateşinde kuruyor, buharlaşıyor ve koğuşu sası sası kokutuyordu. Yıkandığı zaman yatakların çarşafları da üstlerinde kuruyordu zaten. Dışarıdaki dondurucu soğukta çarşaf kurutma olanağı yoktu. Hepsi anında kaskatı kesiliyor, kar altındaki Gabar dağlarının bu kaybolmuş tepesinde, acayip yelken bezleri gibi bembeyaz geriliyorlardı. Bu yüzden, çarşaflar yıkandığı zaman, onları, üstlerine örterek kurutuyorlardı. Çorapları kurutma yöntemi ise daha değişikti. Su çeken postal arın içinde renkten renge giren, çıkarıldıkları zaman katılaşan yün çorapları yıkadıktan sonra, fanilalarının içine yerleştiriyor ve delikanlı göğüslerindeki sıcaklıkla kurutuyorlardı onları.
Sabah kalktıklarında çorap kupkuru oluyordu.
Cemal doğruldu, ranzanın üst katından aşağı atladı ve çıplak ayakları, postal arın tanıdık sertliğini araştırdılar. O meşin parçalarını bulmak için yatağın altına bakmasına gerek yoktu. Nasıl olsa ayaklan buluyordu onları. Devamlı su çekip kurumaktan, son-37
ra yine su çekip yine kurumaktan ağaç kabuğu gibi sertleşmiş meşinden ağır postal ar, hayatlarının ayrılmaz parçalarından biriydi. 38 Özel ikle dışarıda, kar üstünde tutulan gece nöbetlerinde, dondurucu soğuğun köseleyi geçişini sonra ayaklarına ve bacaklarına doğru santim santim yükselişini çok iyi bilirlerdi. Bir süre sonra insan ayaklarını hissetmez olurdu ama sanki ayaklan kesiliyor da kendileri uyuşturulduğu için bunu duymuyor gibi bir hissizlikti bu. Sonra da soba başında karıncalanarak, sızlayarak uyanırdı bu ayaklar. PKK’lılar, kendileri gibi postal değil Mekap spor pabuç giyiyorlardı. Öldürdükleri militanların ayaklarında hep aynı spor pabucu görüyorlardı.
Bu dağlarda yürümek, koşmak, tırmanmak için belki daha elverişliydi bu spor pabuçlar ama acaba soğuğa karşı koruyor muydu? Bazen böyle küçük sanılan şeyler, ölmekten ve öldürmekten de daha önemli hale gelebiliyordu işte. Çünkü ölmediğin sürece yaşam devam edip gidiyordu. Ne yediğin, ne giydiğin, her yerde olduğu gibi dağ başında da önemliydi.
En derin uykularına gömülmüş yirmi yorgun genci kimse uyandıramazdı ama o yine de gürültü yapmamaya özen gösteriyordu. Çünkü kafasında, ertesi gün kimin sağ kalacağı, kimin şehit olacağı sorusu vardı. Ertesi gece o yataklardan bazıları boş olabilir, şimdi mışıl mışıl uyuyan, düş gören bu gençlerden bazıları, ya bir mayınla parçalanarak ya bir Keleş mermisiyle kafası dağıtılarak donmuş
toprağın üstüne bir daha kalkmamak üzere yığılabilirdi.
Kimseyi uyandırmamaya çalışarak postal arını giyerken, soba nöbetçisi Manisalı Ahmet, “Nereye?”
der gibi baktı.
“ishal olmuşum da!” dedi nöbetçiye. Arazide yedikleri konservelerden, yorgunluktan ve bazen de içtikleri sulardan sık sık ishal olurlardı zaten. “Cünüp aptesi almaya gidiyorum,” diyemezdi ya.
Parkasını sırtına aldı, uzun iç donu, fanilası ve çıplak ayakla-rmdaki postal arla koğuştan çıktı.
Dışarıda korkunç bir fırtınanın, çift başlı dev köpekler gibi uluduğu duyuluyordu. Vadilerden savrulan, karlı dorukların çevresinde dönen fırtına, her zaman bu korkunç sesi çıkarıyor ve ilk kez duyanların ne olduğunu anlayamadıkları insanlık dışı bir zebaniler dünyasının fon müziğini oluşturuyordu. İlk zamanlar Cemal de çok şaşırmıştı bu sese 39
ama şimdi her şeye alışmıştı; ne de olsa usta askerdi. İki yıla yakın bir süredir bu dağlardaki komando birliğindeydi.
Koğuşun dışına çıkar çıkmaz soğuk hava jilet gibi kesmeye başladı her tarafını. Tuvaletlerin olduğu bölüme attı kendini. Ana binadan çıkmamıştı ama sobanın etki alanı dışındaki koridor ve tuvaletin, dağdan hiç farkı yoktu ki. Titreyerek tuvalete girdi, par-A kasını, arkasından yün fanilası ile uzun donunu çıkardı. Bidon-İ daki yan donmuş suyu tepesinden boca ettiğinde, bir an çığlık atacak gibi oldu, yüreğine kadar buz kesti ama dudaklarını dişleyerek kendisini toparladı. Gövdesinden buhar tütüyordu. Suyla her yanını iyice ovuşturdu; özel ikle de şeytan aldatması sonucu ıslanmış
bölgelerini temizledi. Cünüp aptesi aldığında, vücudunun su değmedik yeri kalmayacaktı. Soğuktan dişleri birbirine vuruyordu ama vicdanı rahatlamaya başlamıştı. O muhterem, o ürkütücü babasının uygun görmediği bir şeyi yapmamış olmanın huzuru yayılıyordu içine; günahtan kaçmanın, İslam dininin emrettiği gibi yaşamanın huzuru. Babası evliya gibiydi; insan onun dediklerini yaparsa, bu dünyada da öteki dünyada da rahat ederdi.
Yanında getirdiği küçük havluyla kurulandı, uzun donunu, fanilasını, parkasını ve postal arını tekrar giyerek koğuşa yöneldi. Kapıyı açtığı anda yüzüne çarpan sıcaklık cennet gibiydi. Bu arada nöbetçi Ahmet yüzüne bakıp gülümsedi; saçlarının ıslaklığından durumu anlamış olmalıydı ama hiçbir şey demedi. Zaten hepsinin başına gelmiyor muydu böyle şeyler. Havluyu yastığın üstüne sererek tekrar yattı; uykusu iyice kaçmıştı. Nöbete de az bir süre kalmıştı aslında; uyuyup uyanması daha zor olurdu. Önceki gün çatışmada öldürdükleri üç militanı düşündü. Şalvarlı, o dağlar için çok ince giysili üç Kürt gencini. Ayaklarındaki Mekap pabuçları olduğu gibi duruyordu ama birinin yüzünde büyük bir delik açılmıştı. G3 mermisi açmıştı bu yarayı. Acaba kendi attık-larmdan biri olabilir miydi? Bunu bilmeye imkân yoktu ki; çatışmada herkes elinden geldiği kadar çok mermi sıkar, kimin mer-4° misinin kimi vurduğu çoğu.zaman bilinemezdi. Nişan alıp da birini indirirsen o farklıydı; o zaman bilirdin ama kendisi hiç böyle bir şey yapmamıştı.
Ömrünün son iki yılını geçirdiği uçsuz bucaksız mor dağlar, Cemal ile arkadaşlarının sonsuz cesaretinin ve sonsuz korkaklığının ölçüşüydü sanki. Uzun tırmanışlar sonunda, kan ter içinde bir dağın zirvesine ulaştıklarında yazın yemyeşil olan vadiler, gümüş nehirler, kışın da donmuş uçsuz bucaksız bir beyazlık ayaklarının altında uzanıyor ve kendilerini Tanrı gibi hissetmelerine yol açıyordu. El erinde G3 tüfekleri, roketatarlar, el bombaları, fişeklikler, palaskalarına takılı bıçaklar, telsizlerle donanmış ve silah arkadaşlarıyla çevrelenmiş olarak kendilerini dokunulmaz bir imha gücü gibi hissediyor, başları dik geziyorlardı. Bir kartal gözünün ulaşabileceği her yeri görüyor, en ufak bir kıpırtıyı bile fark edebiliyor ve kuşkulandıkları her şeyi yok edebilecek olmanın Tanrısal zevkini tadıyorlardı. Cesaretlerinin doruğa çıktığı anlardı bunlar; başları gökyüzüne değiyordu. Ama dağlardaki hayat her zaman bu kadar cömert değildi. Bazen de ovalarda dolaşırken, yüksek bir tepeden açılan ateşin altında kalıyorlar ve kurşunlar başlarının üzerinde vızıldarken, insanın yüreğini buz gibi donduran bir korkunun dehşetiyle ürperiyorlardı. Bir insanın başının birkaç santim üzerinden Kalaşnikof kurşunu ya da roket geçmesi, bu dünyadaki hiçbir şeyle kıyaslanamayacak kadar büyük bir dehşet duygusu uyandırırdı. Çünkü birkaç santimlik sapmayla o kurşunun gözlerine veya beyinlerine saplanabileceğim bilmenin, ölümle yaşam arasındaki o alacakaranlıkta sal anmanın ürpertisiydi bu. PKK’nm tepelere yerleştirdiği, zaten adına da ‘tepeci’
denilen keskin bir nişancı, onlarca askeri ilerlemekten alıkoyabilir ve timlere büyük zarar verebilirdi. Kısacası dağın tepesinde efendi oluyordun; aşağı inince ise tehlike başlıyor, bu kez tepeyi tutmuş olandan korkuyordun. Uzun menzil i Kanas suikast silahıyla da ateş ediyordu PKK’lılar. Bu silah, daha çok subaylar için kul anılıyordu. Bazen yirmi kişilik birliklerinin üstüne, çılgın gibi ateş açan, roketatar, el bombası, Kalaşnikof la saldıran on-on beş kişi birden geliyor, bazen onlar kıstırdıkları PKK
militanlarının canına okuyorlardı.
Dağların zirvelerinde hissettikleri geçici rahatlık ve üstünlük duygusu uzun sürmüyordu; çünkü operasyona çıktıkları zaman günler, geceler boyu açık arazide yağmur altında kalıyorlardı; miğferleri, parkaları, üniformaları, yün fanilaları, uzun donları, yün çorapları, postal arı sırılsıklam durumda, burunlarının ucundan şırıl şırıl soğuk yağmur suları akarken, kuru olmanın ne de-İ mek olduğunu unutuyorlardı. Gündüz yağmurunu yedikten sonra gece ayazında yavaş yavaş donan ıslak çamaşırın tene değdiğini hissetmek birçok işkence yönteminden daha etkili bir eziyet biçimiydi. Öyle günlerde, yağmurun hiç durmayacağını, ömürlerinin sonuna kadar naylonlarına sarılı ve ıslak yaşayacaklarını sanırlardı. Hele bir de başlarının üstünden geçen kurşunların hışmı yağmur sesine karıştığı zaman…
Cemal de birçok arkadaşı gibi göğsüne soktuğu bir naylon alışveriş torbasıyla çıkıyordu operasyona. Naylonu katlayıp fanilası ile üniforması arasına sıkıştırıyordu. Çünkü bir daha, Abdullah’ın kopan ayağını helikoptere atmak gibi bir dehşeti yaşamak istemiyordu.
Niğdeli Abdullah, dağlarda, ıssız karakol arda geçen dikenli hayatlarını şakalarıyla daha katlanılır kılan ve durmadan gülen bir çocuktu. Sanki bazı kişiler, çevrelerindeki insanların yaşamını kolaylaştırmak için dünyaya gelir ya, Abdullah da onlardandı işte. Terhisine üç ay kala bir akşamüstü, hava kararırken mayın döşeli olduğunu bildikleri karla kaplı bir arazide yürüyorlardı.
Üstüne bastıkları topraklara italyan yapımı sarı mayınlar gömülü olduğunu biliyorlardı bilmesine ama yapabilecekleri bir şey yoktu. Güneşte bile, toprağa gizlenmiş mayınları fark etmeleri zordu, kaldı ki şimdi bir de karanlık çöküyordu. Üstelik kar her yeri kaplamıştı. Attıkları her adımda yere basmaktan korkuyor sonra da bir şey olmadığını gördüklerinde geçici bir ferahlık duygusuna kapılıyorlardı. Ortalığa müthiş bir sessizlik çökmüştü; ta ki müthiş bir patlama yeri göğü inletene ve çevrelerindeki hava yırtılana 42. kadar. Düşünmeden kendilerini yere attılar, o sırada, Abdullah’ in, üstüne bastığı bir mayınla uçmuş olduğunu gördüler. En yakınında bulunan Cemal sürüne sürüne Abdullah’ın yanma gitti. Çocuk berbat görünüyordu. O anda kendisinin de bir mayına basabileceğini unutmuştu Cemal. Abdullah’ın başını kucağına aldı, şoka girmiş olan çocuk, “Gözüm, gözüm!” diye haykırıyordu. “Gözüme bir şey kaçtı! Çok acıyor!” Feryatları yeri göğü inletiyordu.
Cemal kendini zorlayarak Abdullah’ın kanlı yüzüne bakabildi ve tek gözünün yerinde olmadığını gördü. Sol gözü yok olmuş, yerinde kanlı bir oyuk kalmıştı. Abdullah, insan sesine benzemeyen bir sesle, “Gözüm acıyor!” diye çığlıklar atıyordu.
O sırada yanlarına, bölük komutanı ve diğer askerler de geldi. Komutan elindeki telsizle, “Şahin 3, Şahin 3!” diye yırtınıyor, merkeze ulaşmaya çalışıyordu. Telsizin mandalını bıraktığı anda karşı taraftan cevap aldı ve çabucak mevkilerini bildirip yardım istedi. “Ağır yaralımız var! Helikopter gönderin!” Telsizden gelen ses daha sakindi. Havanın kararmakta olduğunu, bu yüzden helikopter gönderemeyeceklerini, ertesi sabaha kadar beklemeleri gerektiğini söylüyordu. Cemal, “Geçmiş
olsun!” §diye başlayıp, ertesi sabahı beklemelerini tavsiye eden bu soğukkanlı ses karşısında dehşete düştü. Kucağındaki kafanın göz oyuğundan kan dalgaları fışkırı-yordu. O oyuğu çaputla tıkasa mıydı acaba? Ne yapması gerektiğini bilmiyordu; bildiği tek şey, Abdullah’ın sabahı çıkaramayacağı idi. Belki şu anda helikopter gelse bile yaşama şansı yoktu ama sabaha çıkmayacağı kesindi. Komutan kendini paralıyor, yaralının durumunun çok ağır olduğunu, sabahı bekleyemeyeceğini, açık arazide bulunduklarını ve havanın daha tam kararmamış olduğunu söylüyor, karşı tarafı söylediklerine inandırmak için olanca gücünü kul anıyordu. Geceleri helikopter kalkmazdı; kesinlikle yasaktı bu.
“Yalvarıyorum!” dedi komutan. “Daha tam kararmaya vakit var. Yalvarıyorum bu aslanı alın!”
Bulundukları yerin koordinatlarını veriyordu durmadan. Genç bir yüzbaşıydı. Karşı tarafta bir sessizlik oldu. Tam o sırada Cemal, Abdullah’ın bacağına baktı. Bacağın ucunda ayak yoktu; kopmuştu. İçine giderek yayılmakta olan dehşet ve panik duygusunu engel emeye çalışarak çevreye 43_ göz gezdirirken, kopmuş ayağı gördü. Parçalanmış olan postal parçalarıyla birlikte ayak, kanlar içinde alışılmadık bir nesne gibi duruyordu. Tek tesel i, Abdullah’ın bayılmış olmasıydı.
Bu kadar acıyı kaldıramamıştı demek ki.
Komutan ve erat endişe içinde birbirini süzyor ve ne yapacaklarını bilemeden çaresizce bekliyorlardı ki aniden bir helikopter sesi duydular. Demek ki helikopter çok yakınlardaydı, belki de
*J üsse dönüyordu. Başlarını gökyüzüne kaldırıp helikopteri araş- ,. tırdılar; hep böyle olurdu, önce sesi gelir, sonra da kendisi bir tepenin ardından çıkıverirdi. Bu sefer de öyle oldu; simsiyah Kara-şahin helikopteri arkalarındaki sivri tepenin ardından çıkıp kendilerine doğru yaklaşmaya başladı. Ayağa kalkıp el sal adılar. Helikopter bulundukları yere doğru alçaldı ve pervanenin yarattığı dehşetli rüzgârdan her şey uçuşmaya başladı. Karlar savruluyor, bir tipiye tutulmuş gibi göz gözü görmüyor, asker gözünü zor açabiliyordu. Biliyorlardı ki helikopter yere inmeyecekti; mümkün değildi böyle bir şey. Yere birkaç metre mesafede havada duracak ve yaralı karga tulumba yukarıya doğru, helikopterin açık kapısından içeri atılacaktı. Bu arada helikopteri gören PKK’lı tepecilerin ateş açması, pilotu vurması tehlikesi de vardı. O zaman ordu, bir yaralı için bir Karaşahin kaybetmiş, karşı tarafa da büyük bir propaganda kozu vermiş olurdu. Karları püskürterek ve sal anarak havada durmakta olan helikopterin açılmış kapısından sıhhiyeciler,
“Hadi hadi, hadi!” diye bağırıyorlardı ama sesleri helikopterin pat pat pat gümbürtüsü arasında işitilmiyordu bile.
Birkaç asker Abdullah’ı Cemal’in kucağından aldı, helikoptere doğru götürdü; “Haydi bir, iki, üç,”
diyerek çocuğu sal adılar ve hep birlikte yukarıya, helikopterin açık kapısına doğru attılar.
Sıhhiyeciler de yaralı eri tutmak için aşağıya sarkmışlardı ama çocuk el erinin arasından kaydı.
Abdullah yere, karların içine düştü, askerler onu tekrar kaldırdılar. Bu arada Cemal de Abdullah’ın kopmuş ayağını aldı yerden, henüz sıcak olan bu vücut parçasını helikoptere doğru fırlattı. Belki de hastanede ayağı yerine dikme-44 leri mümkün olabilirdi.
Abdullah bir kez daha yukarı doğru atıldı ve bir kez daha yere düştü. Üçüncü atışta sıhhiyeciler, yaralı gövdeyi tutup içeri çekmeyi başardılar; çocuğun daha yarısı içerde yarısı dışarıdayken helikopter havalanıp uzaklaştı.
Cemal, o kopuk, kanlı ayağı tutup helikoptere fırlattığının farkında değildi. Kendiliğinden yapmıştı bunu. Normal zamanda o ayağa değil dokunmak, bakması bile zordu ama demek ki koşullar insanlara en olmadık şeyleri bile yaptırıyordu. Ama o günden sonra, göğsünde bir naylon torba taşımaya başladı. Bir daha bir arkadaşı mayına basarsa, parçalarını bu torbaya koyacaktı. Herkesin de böyle bir torbası olduğunu biliyordu.
Akşamları konservelerini yer, duman çıkarmayan ilkel bir yöntemle çay demler ve ateşini göstermeden gizli gizli sigaralarını içerken, bir yandan da fısıl fısıl sohbet ediyor ve belki de yarın parçalarını naylon torbaya dolduracakları arkadaşlarıyla sırlarını paylaşıyorlardı.
Cemal gusül aptesi alıp rahatladıktan sonra kısa bir süre için yatağına uzandığında, telsizde duyduğu sesi düşündü. Cemal’in, zaman zaman PKK’lılarm kendi aralarında haberleşirken duyduğu, bazen de kendilerini hedef alarak yapılan ‘moral bozma’ konuşmalarında duyduğu tanıdık sesi. “TC askerleri,” diyordu ses. “Gelin yol yakınken teslim olun. îş işten geçmeden canınızı kurtarın. Başımzdaki subayın elini ayağını bağlayıp bize verin. Yoksa bu gece o karakoldan hiçbiriniz sağ çıkamayacaksınız. Size yazık değil mi TC askerleri!”
Bölgeye yeni gelmiş olan heyecanlı yedek subay teğmen hemen telsize sarılıyor ve, “Sıkıysa buraya gelip de söylesene bu sözleri, orospu çocuğu!” diye bas bas bağırıyordu.
Bunun üzerine karşı taraftan gevrek bir gülme duyuluyordu ve Cemal için için titreyerek, çok iyi tanıdığı bu sesin sahibini düşünüyordu…
Uğursuz Kızlar Acı Çeker
Meryem’in annesi ilk ve son çocuğuna hamile kaldığı günlerde, Meryem Ana’yı düşünde görmüş.
Elinde mumla gelen mübarek Meryem Ana, ona bir kız çocuğu doğuracağını ama kendisinin o kızı dünyada yapayalnız bırakarak öbür dünyaya, kendi yanına geleceğini söylemiş.
Annesinin ikizi olan teyzesinin anlattığına göre, annesi, bu düşü gördüğü gece korkuyla uyanmış, kız kardeşini de uyandırmış ve ona düşünü anlatmak için ısrar etmiş. Teyzesi ise, “Gece vakti rüya anlatmak uğursuzluk getirir. Sabah aydınlıkta anlatırsın!” diyerek onun düşünü aktarmasına izin vermemiş.
Annesi o gece kocasının yatağına dönmemiş ve kız kardeşine sarılarak sabahı sabah etmiş. Düş onu öylesine etkilemiş ki ulu şafaklar sökene kadar tir tir titremiş. Sanki bir düş görmemiş de gerçekten yaşamış gibi. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte uyuklamakta olan kız kardeşini dürterek uyandırmış, onun, “Işığa bakarak anlat! Al ah hayırlara getirsin!” demesi üzerine gözünü pencereden içeri süzülmekte olan ışığa dikerek korkutucu rüyasını anlatmış.
Bütün düşleri hayra yorma konusunda doğal bir becerisi olan teyzesi ise onu yatıştırarak,
“Herhalde,” demiş, “Meryem Ana, doğacak kıza kendi isminin verilmesini istiyor. Bu yüzden rüyana girdi.”
“Peki ama onu yapayalnız bırakıp gitmem konusu?” diye sormuş annesi. Teyzesi de onu, “Bu dünyaya kazık çakan mı var?” demiş, “Elbette hepimiz öleceğiz, Meryem Anamızın kendisi bile ölmedi mi?”
Sonra annesi gerçekten de onu doğurduktan sonra ölünce, bu rüyayı hatırlayıp, öksüz kalan küçük kıza Meryem adını koymuş- lar.
Meryem bu hikâye ve binlerce benzerini düşünürken, çevresinin hep büyülü olaylarla dolu olduğunu, herkesin, rüyalarına giren kutsal kişiler, konuşan hayvanlar ve dile gelen ağaçlarla çevrili bir dünyada yaşadığını ama nedense bunların hiçbirisinin kendi başına gelmediğini kavrıyor, buna çok üzülüyordu. Kendisi niye hiç mucizelere tanık olmuyordu acaba? Bir eksikliği mi vardı?
İlkokulda arkadaşları her gün mucizeler anlatırlardı. Bahçelerindeki dal ara tüneyen kuşlar konuşurdu; ailenin ölmüş büyükleri ya rüyada ya da alacakaranlıkta gelir ve dünyada kalanları kötülüklere, tehlikelere karşı uyarırlardı. Kendi evlerinde de durum böyleydi. Evliya olduğuna inanılan dedeleri bir keresinde gelip, “Eve sakın toplu sabun almayın! Yoksa yanarsınız!” diye uyanda bulunmuştu ama onu dinlemeyip pazardan kalıp kalıp sabun aldıkları için ev, görünmez el er tarafından tutuşturuluvermişti. Yangını zor söndüren babası ile amcası, herkesi bundan sonra büyük dedenin sözünden çıkmama konusunda uyarmışlardı. Bu yüzden dedenin, çarşamba günü hamama gitmeme uyarısına sıkıca uyuyor, bugünü hiçbir şey yapmadan, yağ bağlamış iri gövdelerini yatakların üzerine devirip sohbet ederek evde geçirmeyi yeğliyorlardı. Hamama gitme günleri ise perşembeye kaymıştı.
Meryem’in çocukluğundan beri çok sevdiği bu hamam günlerine uzun uzun hazırlanılır, yemekler pişirilir, havlular katlanır, bohçalar hazırlanır, daha önceden ısmarlanmış olan ve adına ‘yaylı’
dedikleri at arabasına doluşarak hamama gidilip, orada kadın kadına neşeli bir gün geçirilirdi.
Meryem, çıplak kadınların göbeklerine düşmüş göğüslerine bakıp bir gün kendisinde de böyle acayip şeyler çıkıp çıkmayacağını merak ederdi. Kubbesinden solgun gün ışığı süzülen bu tarihi hamamda, onu ve diğer çocukları, derilerini yüzmek istiyormuşçasına keseler, başlarına hamam taslarını vura vura kaynar sularla yıkarlardı. Bu temizlen-me ayini sırasında başına neler geldiğini ya da geleceğini görmek olanaksızdı; çünkü Meryem böyle bir girişimde bulunduğu anda gözüne sabun kaçıyordu. Hamamın arka tarafında peştemal arla kapatılmış bölmelerden keskin bir koku yayılıyor ve Meryem bunun ne olduğunu sorduğunda gizemli bir tavırla, “Hamamotu,” diyorlardı, “sen de büyüyünceöğreneceksin.”
Gerçekten de yaşı ilerleyip, tomurcuk göğüsleri belirmeye başlayan Meryem’in güzel ve biçimli gövdesini seyretmeye doyama-yan yaşlı kadınlar, ona bu işi öğretme görevini üstlerine almışlardı.
Bacaklarının arasında, koltuk altlarında belirmeye başlayan tüyleri yok etmesi için ona pis kokan bir karışım verip, peştamal-la kapatılmış bölmelere götürdüler. “Vücudunda hiç kıl kalmayacak,”
diyorlardı. “Günahtır. Her yerini bununla temizle.” İlk seferinde kendisine yardım eden ve bu işi öğreten kadının dokunuşları karşısında gıdıklanan Meryem, daha sonra kimseyi yanına yaklaştırmamayı, kendi işini kendi görmeyi öğrenmişti.
Hamam günlerinin en zevksiz tarafı bu hamamotu faslı, en güzel yanı ise öğlenleri soğukluğa çıkılarak yenilen dolmalar ve böreklerdi.
Meryem, kendilerine çarşamba günü hamamı yasak eden büyük dedeyi görmek için de çok uğraşmıştı. Ama ne Al ah’a yalvarmaları fayda etmişti ne de gözünü sıkı sıkı yumup, “Dede! Dede!”
diye sayıklamaları.
Pehlivan olan dede, annesinin babasıydı, ermiş dede ise baba tarafıydı. O yörede ona, Şeyh Kureyş
denilirmiş. Evde anlatıldığına göre, ortalığın buz kestiği ve kar fırtınasının göz açtırmadığı bir zemheri gününde dede, yalın ayak evden çıkmış, nereye gittiğini soranlara, “Horasan’a!” diye cevap vermişti. Ta Maveraün-nehir’e, Horasan’a kadar gidemeyeceğini, birkaç adım sonra çıplak ayaklarının karda donacağım söyleyenlere ise gülüp geçmişti. Onu izleyen köylüler, yoluna çıkan kurt sürülerinin, Şeyh Ku-reyş’i görünce değil saldırmak, ulumalarını bile kestiklerini anlatıyorlardı.
Şeyh, Horasan’a kadar yalınayak yürümüştü.
Bu kutsal kişiye hiçbir yaratık dokunmuyor, zehirli sürüngen-47
ler bile ona zarar vermiyordu. Herkesin, “Günden gölgeye iletmez!” diyerek ani öldürmesi nedeniyle korktuğu yılanlar onun 48 elinde geziniyor, kemikli akrepler boynunda dolaşıyordu.
Çünkü büyük dedeleri şerbetliydi. Bu şerbeti, yeni doğan çocukların ağzına tükürerek onlara da iletiyordu. Bu yüzden sülaleleri şerbetli ve her türlü tehlikeye karşı korunmalıydı.
Herkes, Kureyş dedelerinin geceleri evde dolaştığını anlatıyordu. Merdivenleri gıcırdatıyor, kapıları çarpıyor, mutfağa girip çıkıyordu.
Meryem, ev halkının geceler boyu anlattığı bu büyük dedenin onu kurtaracağından emindi ama ne kadar uğraşırsa uğraşsın dede falan görünmüyordu gözüne.
Şeker Baba ziyaretinde de herkes kimbilir neler görmüştü; kendisi ise altına işemekten başka bir şey yapamamıştı. Oysa o doğmadan yıl ar önce kasaba Rus işgaline uğradığı zaman, Şeker Baha’nın gökten nasıl yıldırımlar yağdırdığını, Rus askerlerini perişan eden ve her biri kurşundan daha büyük yara açan elma büyüklüğünde dolularla onları nasıl kahrettiğini herkes anlatırdı. Kasabanın erkeklerini dere yatağına indirip boğazlayan Rus askerleri de böylece helak olup gitmişti.
Kasabanın en büyük evi olan Gül Ağa konağında kalan Rus komutanının tabancasını şakağına dayayıp kendini vurmasını da Şeker Baba sağlamış olmalıydı. Bazıları 1917 Kasımında olup biten bu mucizeyi, Moskova’ dan gelen bir telgrafa bağlıyorsa da çoğunluk buna inanmıyordu. Hem böyle olsa bile, o telgrafı da Şeker Baba’nm göndertmediği ne malumdu!
Kasabada, Meryem dışında mucizelere tanık olmamış insan yok gibiydi. Kızlar havaya uçuyor, kümes hayvanları konuşuyor, yatırlara yapılan ziyaretler, orada ağaca bağlanan çaputlar, Hıdrel ez’de edilen dualar ve bahçeye yapılan çamurdan evler mutlaka sonuç veriyor, Kadir gecesi dilekleri kabul olunuyordu ama bir tek Meryem göremiyordu bunları.
“Herhalde ben lanetliyim!” diye düşünüyordu. “Bu yüzden mucizeleri göremiyorum.”
Zaten annesinin, gördüğü Meryem Ana rüyasından sonra korkunç acılarla kıvranarak ölmesi, geride bıraktığı bu iri gözlü tuhaf kızın ‘uğursuz’ olduğu inancına yol açmıştı. Uğursuz bir kızdı bu; annesi onun yüzünden ölmüştü ve gittiği eve de uğursuzluk getirirdi. On yedi yaşma kadar bir talibi çıkmaması, evde kalmış olması da bu uğursuzluk yüzündendi. Oğlan anaları, bu kızı gelin olarak evlerine sokmak istemiyorlardı.
Tanıdığı herkesin payına mutluluk verici mucizeler, kendisine ise korkutucu, saçma sapan rüyalar kalmıştı. Adını taşıdığı Meryem Ana da bir kere olsun rüyasına girmemiş, kendisine bir öğüt- te bulunmamıştı. Tövbe tövbe, nasıl Meryem Ana’ydı bu böyle!
Ona sadece korkunç düşler gönderen bir Meryem Ana olmalıydı bu. Belki de kendisini sınıyor, sabrının sınırına gelmesini bekliyordu.
Geceyle gündüzü karıştırdığı o soğuk izbede, yine korkunç bir düşten çığlık atarak uyanmıştı Meryem. Düşünde, uçsuz bucaksız bir uçurumun başındaydı. Hemen önünden aşağıya doğru, bir bıçakla kesilmiş gibi inen bir uçurumun kıyısmdaydı ve aşağı düşmekten o kadar korkuyordu ki ayağa kalkamıyor, yere sıkı sıkı yapışıyordu. Karşıda, çok uzakta, dev bir şehir görünmekteydi.
Meryem, “İstanbul bu herhalde!” diye düşünüyordu. “İstanbul dedikleri bu olmalı!” Öyle ulu bir şehirdi ki ucu bucağı görünmüyordu. Ayağa kalkıp o ulu şehre iyice bakmak istediyse de uçuruma yuvarlanmaktan korkuyordu. Bu yüzden el erini ayaklarını topraktan hiç ayırmadı. Tam bu sırada arkasından bir rüzgâr patladı. Başını çevirip baktığında, binlerce beyaz kuşun kafasının üzerinden geçtiğini gördü. Müthiş bir rüzgâr yaratıyordu kuşlar; kendisini uçuruma doğru itiyorlardı. El eri toprağa tutunamaz oldu. Kuşlar başının üstünden geçip gittiler, sonra dönüp yeniden geldiler; sonra bir daha, bir daha! Her gelişlerinde uçuruma biraz daha yaklaşıyor, tutunduğu topraktan biraz daha ko-puyordu.
Müthiş bir korkuyla uyandı Meryem. Başının üstünde o korkunç kuşları aradı; izbe soğuk, karanlık ve boştu. Herhalde çır-49
Ui.
pmmaktan battaniye üzerinden kaymıştı; bu yüzden de eli ayağı buz kesmişti.
5° Kulak verip çevreyi dinledi. Uzun süredir garip bir sessizlik vardı kasabada. Evden ses çıkmıyor, bazen fısıltılarla konuşuluyor, bazen telaşlı ayak sesleri duyuluyordu ama hepsi bu kadardı işte.
Haftada bir izbe duvarına bitişik bahçedeki tandırda ekmek yapan kadınların gürültülü sohbetleri bile duyulmaz olmuştu. O günün ekmek günü olduğunu zorlukla anlayabiliyordu Meryem. Oysa eskiden kendisi de ekmek yapma şenliğine neşeyle katılır, tandırın üstündeki saca serilen yufkaların kahverengi lekeler ve yanıklar oluşturarak pişmesini büyük bir zevkle izleyip o güzelim kokuyu içine çekerdi. Öğlene doğru yeni pişen yufka ekmeğini, büyük bir üçgen oluşturacak biçimde katlar, her katlayışta arasına tereyağı sürerlerdi. Tereyağı, sıcak yufkanın arasında cızz diye eriyerek, ortalığa dayanılmaz bir koku salardı. Meryem’in yaşamındaki en büyük lezzet, çoban böreği dedikleri bu üçgen yufkaydı işte. Yemeye doyamazdı. Ama küçük bir çocukken bir seferinde, samanlar üzerinde yürümeye çalışan sarı bir civcivin kayarak ocağın içine düşüp harıl harıl yanan ateşte kavruluverdiğini görmüş ve elindeki çoban böreğini bile yemeyi unutarak saatlerce ağlamıştı.
Şimdi, ekmek günlerinde bile dışarıdan ses gelmiyordu. Bir ölü evi gibi sessizliğe bürünmüşlerdi.
Yalnız evden değil, kasabadan da ses gelmediğini fark etti Meryem. Koskoca kasaba atlarıyla, eşekleriyle, horozlarıyla, tavuklarıyla, minibüsleriyle, insanlarıyla, çarşısı pazarıyla susmuştu. Arada bir duyulan bir-iki ses; kısık bir sesle ezan okuyan müezzin, bir traktör gürültüsü, bir at arabası şakırtısı dabu büyük ve koyu sessizliği artırmaktan başka bir işe yaramıyordu.
Meryem, kasabadaki bu büyük sessizliğin kendisiyle ilgili olduğunu seziyor ama ne olduğunu bir türlü çıkaramıyordu. Başına gelen o korkunç işten sonra bu izbeye kilitlenmesi ve günlerce ateşler içinde sayıklayarak yatmasıyla da bir ilgisi vardı bu tavrın. Ama neydi? Bütün kasaba, kendi gibi küçük bir kız yüzünden mi susmuştu?
İMeryem battaniyesine biraz daha sarındı ve o anda, kasabanın kendisinden ne beklediğini anladı.
Bir anda oldu bu; birdenbire zihni aydınlanıverdi: Yerine getirmesini bekledikleri bir görev yüzünden bütün kasaba susmuştu. Sadece evdekiler değil, bütün kasaba Meryem’in kendisini ortadan kaldırmasını bekliyordu. Onun intihar haberini alır almaz herkes yine gündelik işine gücüne dönecekti; çocuklar neşeyle koşturup çember çevirecek, patlak çamur oyunu oynayacak, büyükler alışverişlerine, ibadetlerine, kısacası normal hayatlarına döneceklerdi. Hepsi, Meryem’ in ortadan kalkmasına bağlıydı. Açık bir gerçekti bu. Daha önceki kirlenmiş kızlar gibi, Meryem’in de artık yaşamaya hakkı yoktu. Arada bir kendisine yemek getiren ve bahçeye çıkaran Döne de bunu bekliyordu işte. Yüzündeki soru soran ifade bunun içindi. Meryem bunu zaten biliyordu; evdekiler bu yüzden ses çıkarmıyor, ayaklarının ucuna basarak, fısıldaşarak bekliyorlardı ama bütün kasabanın kendisini düşündüğünü, ölümünü beklediğini keşfetmesi, onu iliklerine kadar titretti.
Tanıdığı herkesin onu ölümünü beklemesi, karşı koyamayacağı kadar ağır bir sorumluluk yüklüyordu Meryem’in omuzlarına. Bu dünyada gördüğü bildiği herkese; ailesine, babasına, amcasına, teyzelerine, kendisini doğurtan ebe Gülizar’a karşı bir borcu vardı ve bu borç nasıl olsa yerine getirilecekti.
Bir süre sessizce için için ağladı, sonra bir gün önce köşeye fırlatmış olduğu soğuk urganı tekrar aldı, tavandan geçen bir hatılın üzerinden aşırttı, bir ucunu paslı demir halkaya sıkıca bağlayıp öteki ucunu da ilmek yaptı. Kütüğün üstüne çıktı, ilmeği boynuna geçirirken soğuk ve kaba urganın sert liflerinin boğazını acıttığını hissetti.
Ve bekledi! Neyi beklediğini bilmiyordu ama içinden beklemek ve düşünmek geliyordu. Sanki ailesinin ondan beklediği görevin bir kısmını yerine getirmiş de kalanım sonra tamamlaya-cakmış
gibi garip bir sükûnet çökmüştü içine. “Şimdi şu kütüğü devireceğim; daha önce kendini öldüren kızların yaptığı gibi,” diye düşünüyordu. “Sonra ipin ucunda sal anacağım, urgan boy-numa oturup morartacak, dilim dışarı çıkacak ve öleceğim. Anlattıklarına göre insan, bir dakikaya kalmaz ölürmüş. Peki iki da-52 kika sonra nerede olurum?” Aklı bu noktaya takılmıştı, kendi kendine sorup duruyordu: “İki dakika sonra nerede olurum acaba? Nerede olduğumu bilir miyim?”
Bu o kadar merak ettiği bir şeydi ki, kendini bu konuyu düşünmekten alamıyor ve ayaklarının altındaki kütüğü yuvarlamadan bekliyordu.
Böyle ne kadar kaldığını, aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu ki anahtarın kilitte döndüğünü duydu ve kapının açıldığını fark etti.
Döne, elinde bir küçük tepsiyle kapıda duruyordu şimdi ve kendisine bakıyordu. Göz göze geldiler.
Boynu ilmeğin içindeki Meryem ile kapıda duran Döne bir süre birbirlerini süzdüler. Sonra Döne hiçbir şey söylemeden yavaşça çıkıp kapıyı sessizce kapattı. Tepsiyi de geri götürmüştü.
O anda Meryem’in içinde müthiş bir öfke patladı: “Kaltak!” diye mırıldandı “Pis kaltak!” Daha sonra da çok hatırlayacağı ve Dö-ne’ye şükran duymasına yol açacağı gibi onu kurtaran da bu öfke oldu.
İlmeği boynundan çıkardı; kaba urganı hatılın üstünden çekip köşeye fırlattı. “Bir daha sana elirnj sürersem ne olayım!” dedi. Döne’nin tavrına inanamıyordu. Herhalde şimdi içeriye müjde veriyor, kızlarının ipin ucunda döne döne can verdiğini anlatıyor olmalıydı. Onlara inat, sessiz bekleyen bütün kasabaya inat kendini öldürmeyecekti Meryem. İstanbul’a gidecekti. Nasıl olsa diğer kızlar oraya gitmemiş miydi! Madem kirletilen kızlar ya kendini öldürüyor ya da İstanbul’a gidiyormuş, o da İstanbul’a gitmeyi seçmişti işte. “Sen öldür kendini kaltak!” diye söylendi Döne’ye dişlerinin arasından ve öfkesinden yine ağlamaya başladı.
Bir kere daha gözlerini sımsıkı yumarak, Meryem Ana başta olmak üzere bütün ulu, kutsal kişileri, bütün yatırları yardımına çağırdı. Teyzesi hep, “Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez!” diyordu. İşte kendisi de sıkışmış, bunalmıştı; bundan daha fazla sıkışma nasıl olurdu ki!
“Ne olur,” diye yalvardı, “Kurban olduğum Hızır Aleyhisse-lam, ne olur mübarek yüzünü bana bir göster. Şu kapı açılıversin, içeriye Döne yerine Hızır Aleyhisselam giriversin. Hadi, desin, ki- 53_
zım gel benimle. Elimden tuttuğu gibi atının terkisine alıp İstanbul’a götürsün.”
Hızır Aleyhisselam’a yalvararak bildiği bütün duaları peş peşe okudu; üç kulhuvel ah ve bir elhamla dualarını bitirip, sımsıkı yumduğu gözlerini açtı ama ne gelen vardı ne giden. Bırak Hızır Aleyhisselam’ı, ölüp ölmediğini görmek için evdekiler bile gelmemişti henüz. Belki de kapının arkasına kulaklarını dayamış *j içeriyi dinliyorlardı.
“Keşke beni ağıla kapatsalardı!” diye geçirdi içinden. Çünkü orası hiç olmazsa daha sıcak olurdu.
Ağıldaki otuz iki koyun ile üç inek ortalığı sımsıcak yaparlardı. Bu izbe çok soğuktu; dişleri takırdıyordu artık ve bu takırtının kapının arkasındakiler tarafından duyulduğunu tahmin ediyordu Meryem.
Henüz kadın olmadığı günlerin mutluluğunu düşündü. İlkokula gittiği, küçük bir kız çocuğu olarak sokaklarda özgürce koşup oynadığı, Cemal ve Memo abilerle çember çevirdiği günleri.
Rus işgalinden kurtuluş yıldönümlerinde yapılan kutlamalar, kasabanın ve onun yaşamının en renkli günleriydi. Belediye bandosu kahramanlık marşları çalıyor, yürüyüşler yapılıyor, toplar gümbür gümbür patlıyordu. Diğer öğrencilerle birlikte siyah önlüğü, beyaz yakasıyla resmi geçide katılmaya bayılıyordu Meryem. Ona ve diğer öğrencilere, kol arını uzatıp arkadaşlarının omuzlarına dokunmaları talimatı veriliyor ve aralarındaki uzaklık böylece belirlendikten sonra, “Sağa dön!”
komutuyla birbirlerinin arkasına diziliyor, trampetler eşliğinde sokakta yürümeye başlıyorlardı. O
sırada, iki yana birikmiş insanların hepsi kendisine bakıyor gibi geliyordu Meryem’e. Başını gururla dikerek yürüyordu. Hele süslü zafer takının altından geçerken heyecandan bayılacak gibi oluyor ve kendisini, gökkuşağının altında yürür gibi hissediyordu. O sırada, kurtuluşun şerefine toplar patlamaya başlıyor, Şeker Baha’nın, Rus kâfirinin başına elma büyüklüğün-de dolu yağdırdığı günü hatırlıyordu herkes. Sonra okul arkadaşlarıyla birlikte meydanda kendilerine ayrılan yeri alıp kurtuluş 54 temsilini seyrediyorlardı.
Her yıl, Türk askeri ve Rus askeri kılığına girmiş kasaba gençleri aynı gösteriyi yapıyorlardı.
Kasabadaki sarışın, kumral ve iri-yarı gençler arasından seçilen Ruslar, esmer ve ufak tefek Türk askerlerine hücum ediyor ama sonra kahraman Türk askerleri Rusları altlarına alarak dövüyor, süngülüyor ve kaçmaya zorluyorlar, sonunda da ay yıldızlı Türk bayrağını göndere çekiyorlardı. Bu temsil sırasında patlamalar duyuluyor ve ortalığı bir duman kaplıyordu. Türk ordusunun zaferi üzerine müthiş bir alkış kopuyor, hoparlörden marşlar çalınmaya başlıyordu.
Cemal abisi de Memo abisi de her yıl katılıyorlardı bu temsile. Cemal abisi iriyarı ve kumral olduğu için Rus askerini oynuyor, esmer ufak tefek Memo ise Türk askeri kılığına giriyordu. Belediye bu temsile katılanlara para ödüyordu. Dayak atacak taraf oldukları için Türk askerleri daha az, dayak yiyecek Rus askerleri daha fazla para alıyorlardı. Böylece her temsilde Cemal abisinin eline, Memo’daniki misli fazla para geçiyordu ama Türk askeri olmanın şerefi vardı tabii. Para daha az da olsa, şeref daha önemliydi. Gerçi Memo zaman zaman Cemal’e, “Ulan ben Kürt’üm, sen Türksün ama temsilde Türk askeri olmak bana düşüyor,” diyordu ve buna herkes gülüyordu ama rol er değişmiyordu.
Ne var ki bir temsilde tatsızlık çıkmıştı. Kaymakamı, belediye başkanını, jandarma komutanını da öfkelendiren bir aksilik olmuştu bu ve şenlikler o yıl sönük geçmişti. Törenin temsil bölümüne gelindiğinde Rus askerleri saldırmış, Türkleri kovalamış, sonra dumanlar, top tüfek sesleri arasında Türkler Rusları altlarına alıp dövmeye, süngülemeye, tekmelemeye başlamışlardı. İriyarı Rus askerleri, daha ufak olan Türk askerlerinin altında dayak yiyor ama para için katlandıkları bu eziyetin bel i sınırlar içinde kalmasını istiyorlardı. O yıl Türk askerleri, çalınan askeri marşların ve herkesin sırtını ürperten top tüfek seslerinin etkisiyle kendilerini mil i heyecana o kadar kaptırdılar ki yere düşmüş arkadaşlarını gerçekten Rus askeri sayıp Al ah yarattı demeden dövmeye başladılar. Bir yandan, Al ah Al ah! diye bağırıyor, bir yandan çalman marşlarla, okunan kahramanlık şi rleriyle coşuyor, bir yandan da Rus düşmanı gebertmek için bütün güçleriyle vuruyor, tekmeliyor ve dipçik sal ıyorlardı.
Bir ara ortalık gerçek bir savaş görüntüsüne büründü. Rus rolü oynayanların burnu kanıyor, kaşları patlıyordu.
Meryem tam önündeki Cemal abisinin, kendisini neredeyse paramparça edecek olan Memo’ya,
“Vurma ulan!” diye bağırdığını duyuyordu. “Ulan oğlum acıyor, sen aklını mı kaçırdın!” Alta düşmüş bütün Ruslar böyle haykırıyor ve Türk askerini uyarmaya çalışıyordu ama ne mümkün! Bir kere gözü dönmüş olan asker zıvanadan çıkmış, vuruyor da vuruyordu.
Bunun üzerine sabrı taşan Cemal ve diğer Rus askerleri yerden fırlayıp Memo’ya ve diğer Türk askerlerine saldırdılar. Çok dayak yemiş oldukları için gözlerini kan bürümüştü, el erine geçeni parçalamak isteğiyle Türk askerlerine vurup duruyorlardı. Ruslar daha iriyarı ve çok öfkeli oldukları için, zor duruma düşen Türk askerleri çareyi kaçmakta buldular. Toz duman arasında bir koşu tutturdular, Ruslar da arkalarından. Böylece kurtuluş töreni, tarihte ilk kez Rus askerlerinin galibiyetiyle bitti ve kasabanın büyükleri bu işe çok ama çok kızdılar. O yıl tören erken kesildi; kalabalık dağıtıldı, kasaba yine sessizliğe gömüldü.
Cemal abisiyle, Memo abisinin öfkeden morarmış yüzleri ve birbirlerine sal adıkları yumruklar gözünün önüne gelince, Meryem kıkır kıkır gülmeye başladı. Ağlamaktan gülmeye çok kolay geçebiliyor ve bunu da hiç şaşırtıcı görmüyordu. Sadece kendisini kapının arkasından dinleyenlerin, ipte sal anan, dili morarmış bir ölünün kıkırtılarını duyduklarında ne düşünebileceklerini merak etti.
55
Şaka
İnsan kendi olmaktan çıkabilir mi, bambaşka bir kişiye dönüşüp başka bir hayat yaşayabilir mi?
İstanbul Boğazı’mn yakamozlanan sularında, kıyıya değecek-miş gibi yakın geçen yolcu vapurlarının ışıklarının yansıdığı bir balıkçı lokantasındaki gürültücü grup içinde oturur ve önündeki rakı kadehinden bir yudum daha alırken, kendi kendine bunu sorup duruyordu İrfan Kurudal.
Bahar gelmiş olmasına rağmen, nisan ayında henüz dışarıda oturulacak kadar ısınmış olmuyordu ortalık. Bu yüzden sahildeki balıkçı lokantasında yazın açık olan camlar kapatılmış, içeride ısıtıcılar yakılmıştı. Bir pazar öğle yemeğini dostlarla birlikte Boğaz balığı yiyerek geçirmek ve üç-dört saat sohbet ederek rakı içmek dünyanın en zevkli işlerinden biriydi ama Profesör için artık bu mutluluk günleri geride kalmışa benziyordu. Aslına bakılırsa hâlâ şakalara gülüyor, anlatılan fıkraların sonundaki ince esprileri kaçırmıyor ama içten içe de sorup duruyordu: İnsanoğlu yaşamını değiştirebilir mi?
Bu arada masada birisi bir fıkra anlatıyordu. Son zamanlarda Güneydoğu’daki çarpışmalar üzerine müthiş fıkralar uyduruluyor, ağızdan ağıza dolaşıp duruyordu. Profesör, bu fıkraları ardı ardına sıralayan arkadaşını dinlerken, daha önce duyduklarını bile ilk kez duyuyormuş gibi davranıyor, sonunda o da herkes gibi içten kahkahalarını patlatıyordu. Gerçekten komikti hepsi de. Bir grup PKK’lı yola pusu kurup her akşam saat yedide oradan geçen asker timini beklemeye başlamış.
Yarım saat geçmiş, tim-
den eser yok; bir saat geçmiş, yine yoklar. Bunun üzerine geril a grubunun lideri demiş ki, “Ula bizim çocukların başına bir şey gelmiş olmasın!” 57
Kah, kah kah.
Bankacı Metin bu fıkraları anlatırken özel ikle k harflerini genizden çıkarmayı ve Kürt şivesi kul anmayı ihmal etmiyordu.
PKK militanları bir köyü basıp herkesi öldürmüşler. Geride yaşlı bir kadınla, yaşlı bir adam kalmış.
Bir militan Kalaşnikof unu doğrultup nişan almış, kadını öldürmeden önce, “Senin adın ne?” diye sormuş. Zaval ı kadın titreye titreye, “Ayşe!” demiş. İ Bunun üzerine militan kendi anasının adının da Ayşe olduğunu söyleyip, “Anamın hatırına seni öldürmekten vazgeçtim,” demiş ve silahı doğrulttuğu yaşlı adama, “Peki senin adın ne?” diye sormuş. Adamcağız da titrek bir sesle, “Val ahi benim adım Ahmet ama köyde bana herkes Ayşe der,” demiş.
Daha fıkranın sonu gelmeden masadan öyle bir kahkaha koptu ki herkes dönüp bu neşeli gruba imrenerek baktı. İrfan bu fıkranın gerçekten zekice yaratılmış olduğunu düşündü, duymadıklarından biriydi.
Bu acı savaş fıkraları yaygınlaşmadan önce, Temel hikâyeleri ve hiçbir zaman tahtından inmeyen seks fıkraları anlatılırdı. Bunların bazılarını kadınlar anlatır, eğer çok açık saçık bir sonu varsa, özel ikle cinsel organ isimleri geçiyorsa kadınlar nazlanır ve ancak kocalarının, “Hadi anlat ama!”
ısrarı üzerine çekingen bir sesle fıkraya başlarlardı. Erkeklerin fıkra anlatışından tek farkı ise organ isimlerinin bir benzetmeyle ya da alçak sesle geçiştirilmesi olurdu.
İrfan Kurudal, cinsel iğin, Türkiye’deki bütün toplum katmanlarının bilinçaltına inanılmaz bir biçimde egemen olduğuna inanıyordu. Sigmund adlı Profesör hayatta olsa, teorisinin kanıtlanması için müthiş bir laboratuvar olabilirdi Türkiye.
Düşüncesinin bu noktasında, Freud çağrışımıyla aklına geliveren bir espriyi aktardı arkadaşlarına.
Tarih boyunca büyük Yahudi düşünürler dünyayı tek kelimeyle nasıl açıklamışlardı acaba? Musa, “Her şey Tanrı’dır,” demişti; İsa, “Her şey sevgidir”, Marx, “Her şey paradır,” Freud, “Her şey sekstir,” dedikten son-58 ra, Einstein, “Her şey görecedir,” deyivermişti. İrfan’ın Amerika’ da öğrenmiş olduğu bu entelektüel fıkra masada deminki kadar büyük bir kahkaha patlamasına yol açmadıysa da beğeniyle karşılandı.
Zaten fıkra anlatmayı beceremez ve insanları güldürmek için gerekli vurguları yerli yerinde yapamazdı. Taklit yeteneği de yoktu.
Masadakiler, tadı damaklarında kalan Kürt fıkralarına döndüler.
İrfan tekrar Kazancakis’in sözünü düşündü: “Işık îyonya’da şehevidir.”
Gerçi İstanbul İyonya sayılmazdı ama aynı kültürü paylaşıyorlardı. Bu toplumun itici gücü, davranışlarını belirleyen temel güdü, bastırılmış cinsel ikti. Sesinde ve tavırlarında cinsel çağrışımları olan şarkıcılar baş tacı ediliyor, halk gösteri dünyasında sadece cinsel kimliklerini öne çıkaran insanları beğeniyordu. Müzikhol erde assolist denilen erkek şarkıcıların hepsinin eşcinsel ¦olması rastlantı değildi herhalde. Bunlardan birinin ameliyatla kadın olması ve bu işlem sonucunda^halkın ona duyduğu sevginin artması da ancak bununla açıklanabilirdi. 17. yüzyılın büyük Osmanlı vakanüvisi Naima, köçek denilen genç oğlanların saçlarını uzatarak, göğüslerini açıkta bırakan giysiler giyerek, kıvırıp raksederek şarkılar söylediklerini, bunları seyredenlerin kendinden geçtiğini anlatıyordu. Aynı şeyler şimdi de oluyordu. Pop müziğine oryantal ritimler katan oğlan şarkıcılar yine aynı giysilerle, kadınca kıvırıyorlardı vücutlarını ve toplum bunlara bayılıyordu. Geçenlerde halk arasında yapılan bir ankette, yılın erkek şarkıcısı olarak bir eşcinsel, yılın kadın şarkıcısı olarak da cinsiyet değiştirerek kadın olan bir erkek seçilmişti. Profesör’ün incelediği Bahnameler ve Mercümek Ahmed’in kitapları Osmanlı’daki yaygın erkek eşcinsel iğini, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde anlatıyordu. Ünü dünyayı tutmuş Türk hamamlarında ça-lışan Anadolulu tel aklar için nice büyük paşa, bey varsa, atlı arabalarıyla gelip sıraya giriyorlardı.
Bu tel aklar, zengin müşteriyi keseledikten sonra bol sıcak su ve sabunlu liflerle yıkarken öyle 59
ustaca bir hava yaratıyordu ki iş kendiliğinden o noktalara kayıyordu. Eski kitaplar, bu işin yazılı olmayan kural arını, hatta tariflerini açıklıyordu.
Profesör, bu konuda çok okuduğu ve Türkiye toplumunun cinsel kodlarını çözmek istediği için birkaç makale yayımlamış ama her zaman olduğu gibi üniversitedeki meslektaşlarından epey darbe yemişti. Bir akrep üretme çiftliği olan üniversitede, herkes birbirine ölümüne düşmandı zaten. Yeminli düşmanları, bu konuda yazdığı makalelerin aşırma fikirlerle dolu olduğunu söylüyorlardı. Daha önce bunlar tekrar tekrar yazılmış hatta kitap haline gelmişti. Esas konusu tarih olmayan bir sosyolog, nasıl olur da bu basmakalıp bilgileri tekrarlamayı bilimsel ikle bağdaştırabilirdi! İşte yine o kutsal sözcük çıkıyordu ortaya: Bilimsel ik. Ara sıra kendisinin de yaptığı gibi, Türkiye’de herhangi bir düşünceyi savunabilmek için cümlenin başına, ‘bilimsel olarak’
klişesini yerleştirmek gerekiyordu. ‘Bilimsel olarak’ diye açıklanmayan görüşlerin hiçbir değeri yoktu bu toplumda. Ama bunu yapabilmek için de, kişinin adının önünde Profesör Dr. ya da Doçent Dr. gibi bir sıfatının olması gerekliydi. Bu yüzden, tekkeyi bekleyen çorbayı içer misali, üniversitede bel i bir yıl geçiren herkesin unvan sahibi olduğu bu ülkede profesörden geçilmiyordu.
İrfan Kurudal bir televizyon programında bu konuyu ele almış ve, “Ana dilini telaffuz etmekten aciz, son derece cahil profesörlerden söz etmek gafletinde bulunmuştu. Nâzım Hikmet’in Afrikalı Taranta Babu’ya yazdığı şi rde kullandığı, “Sen ki cahilsin herhangi bir hukuk-u düvel profesörü kadar” dizesini eklemeyi de unutmamıştı. Bunun üzerine kızılca kıyamet kopmuştu tabii. Kendisinin ne sahtekârlığı kalmıştı, ne ondan bundan aşırdığı fikirlerle makale yayımlaması, ne zengin karı parasıyla yaşaması, ne reklam şirketi sahibi kayınbiraderi sayesinde beleşten para kazanması.
Bazı günler üniversitedeki küçük odasında oturuyor, çok da uzun olmayan ömründe nasıl bu kadar düşman edinebilmiş ol-60 duğuna şaşıyordu. Bu kadar nefreti hak etmek için ne yaptığını da bilemiyordu ama kendi kendine acıma seansları olarak geçen bu saatlerden sonra, sorunun sadece kendisiyle ilgili olmadığını, bu ülkede herkesin birbirinden nefret ettiğini belki bininci kez düşünüyordu. Askerler sivil erden, sivil er askerlerden, havacılar karacılardan, karacılar denizcilerden, mülkiyeliler hukukçulardan, işadamları siyasetçilerden, siyasetçiler işadamlarından nefret ediyor, medyada ise herkes birbirinin kanma ekmek doğruyordu. Gazete köşelerinde her gün ağza alınmaz küfürlerin yayımlandığı tek ülkeydi burası. Aydınlar ise bir başka âlemdi. Sürekli gittikleri meyhanelerdeki nefret atmosferi sanki el e tutulur hale gelir, adı herhangi bir nedenle geçen herkes manevi neşterlerle kesilip biçi-lirdi. Alay ve nefret iç içeydi bu konuşmalarda.
Aslında Profesör bir ay öncesine kadar bunların hiçbirine aldırmıyordu. Daha doğrusu böyle bir ortamda yaşamak doğal görünüyordu gözüne. Başarılı olmak, her zaman kıskançlık çekerdi; mesele bu kadar basitti işte. Ne var ki son aylarda bu ortam onu boğuyor, o lokanta senin bu lokanta benim dolaşmalar canına tak dedirtiyor, İstanbul tarzı denilen, o sözümona elit ama aslında canavarlık abidesi haline gelmiş olan yaşam biçiminden boğulacak kadar sıkılıyor ve kendini de diğerleri gibi değersiz hissediyordu. Sürekli patinaj yaptığı duygusu çöreklenmişti içine. Hiçbir işe yaramayan, geveze, değersiz ve korkak bir adam olarak görüyordu kendini. Eskiden hiç aldırmadığı, hatta kıskançlık gösterilerinin kendi başarısının birer kanıtı olduğunu düşündüğü düşmanları canını daha çok yakıyorlardı şimdi. Belki de haklı olduklarını düşünüyordu. Kendisi de en az onlar kadar değersiz, ilkesiz, ucuz, olduğundan fazla görünmeye çalışan, kibirli ve korkak bir sıçandı.
Eskiden onu çok eğlendiren yurtdışı toplantılarında da garip bir iç burukluğuna kapılıyor ve bir köşeye çekilip etrafı seyretmeyi yeğliyordu. Çeşitli ülkelerden bilim adamlarıyla bir araya gel-

diğinde konuşmayı bîr süre götürebiliyor ama iş Latince ya da Eski Yunanca kavramlara dayanınca susmak zorunda kalıyordu. Çünkü bu kökten gelmiyordu. Toplantılara katılan Arap aydınla-rıyla da anlaşamıyordu; çünkü Doğu dünyasından da gelmiyordu. Dolayısıyla Latince, Yunanca ve Arapça’nın, birbiriyle ilişkili, yüzyıl ar içinde geliştirdiği ortak felsefi ve bilimsel terminolojiden yoksundu. Kelimesi olmayan kavramları yok sayıp hep beylik klişeleri tekrarlayan, gündelik, sığ ve köksüz bir kültür ortamından geliyor olmanın acısını hissediyordu Profesör. Bütün kök kültürlerle biraz ilişkisi vardı ama bu ‘biraz’, kendisine sağ- lam ve güvenli bir temel oluşturmasına yetmiyordu işte.
Geceleri göğsüne çöreklenen korku ve ağlama krizleriyle başlayan dönem, ağırlaşarak devam ediyor, o, bütün benliğiyle ‘ben’ kavramına yabancılaştığım hissediyordu. Bu ‘ben’den kurtulmalıydı. Kendisi için çizilmiş olan yazgıyı değiştirmenin bir yolunu bulmalıydı. İçine bir gün ansızın bir tohum gibi düşen ve giderek büyüyen ölüm düşüncesini yenmesi gerekiyordu ama bunu kendisine bir tabut olarak görünen, yazgısını simgeleyen o evde, o eşyalar arasında, o üniversite odasında yapamayacağını biliyordu. Uyuyan Endymion gibi kendi kaderini kendisi belirlemeliydi ve bu kader sonsuza kadar uyumak olmamalıydı.
Yüreği daralır ve içinden bin bir türlü çılgınlık yapmak gelirken uslu uslu oturmak, toplumda saygın bir hoca ve koca rolü oynamak, artık katlanamayacağı, devam edemeyeceği bir yük haline gelmişti.
Yıl ar önce Dostoyevski’nin, en büyük düşmanı Turgenyev’in evine gidip ona bir itirafta bulunmak istediğini okuduğu zaman çok şaşırdığını hatırlıyordu. Turgenyev de çok şaşırmıştı bu hiç beklemediği ziyarete. Dostoyevski ona, “Ben bir banyo küvetinde dokuz yaşında bir kız çocuğunu iğfal ettim,” diye bağırmış, arkasını dönüp yürümüştü. Hayretler içindeki Turgenyev, “İyi ama, bunu bana niye anlatıyorsunuz?” diye sorduğu zaman da arkasını dönmeden şu cevabı vermişti.
“Sizi ne kadar küçük gördüğümü anlamanız için.”
62
İşte bu harika bir şeydi; ancak yürekli bir adamın başarabileceği bir mucizeydi. Doğrusu kendisi de Dostoyevski gibi davranıp düşmanlarına böyle ziyaretler yapmak isterdi ama dehşet içinde kavrıyordu ki değil anlatabileceği, Dostoyevski gibi uydurabileceği bir günahı bile yoktu. Son derece başarılı sayılan yaşamı, aslında koskoca bir hiçti; sıfıra sıfır elde var sıfır! Boktan bir adamdı kendisi, çevresi de boktandı, İstanbul da, o lokantalar da, sokaklarında vahşi köpek sürüleri dolaşan, dilencilerle martıların dadandığı çöp dağlarının biriken metan gazından patladığı, geceleri küçük çocukların satıldığı, sivritopuklu travestilerin taksi şoförlerinin kafasını deldiği, cinayet, cehalet, pislik ve görgüsüzlük dolu bu şehir de boktandı; üstelik sadece Haliç değil, Boğaz kıyıları da bok kokmaya başlamıştı. Ve bu kokan semtlerdeki lüks lokantaların, yüzlerce dolar ödenerek kalkılan masalarına dizilmiş carpacciolar, pestolar, saşimiler ve bu yabancı isimli yemekleri yediği zaman kendini elit hisseden insanlar, yani çevresi fena halde içini daraltmaya başlamıştı. Daha bir ay öncesine kadar kendisine mucizeler şehri gibi görünen İstanbul’a ve o özenti elit yaşama daha fazla dayanamayacağını hissediyor, bu durumu gerçekten sevdiği karısına nasıl an-.-;,]
latabileceğini düşünüyordu. İşi çok zordu doğrusu. Aysel’e bunları söylese, “Bir geziye çıkalım şekerim; mademki bunaldm bir yerlere gidelim,” deyiverirdi. Ya da, “İstemiyorsan başka lokantalar bulalım!” gibi kestirme bir çözüm de ortaya koyması mümkündü. Herkes ve her şey süratle değersizleşiyordu.
Kavafıs’in yaşadığı şehri görmek için yelken açan Hidayet’i düşündü yine. Kendisi İstanbul’a okumaya gönderilirken, böyle bir yaşamı reddederek denize açılan Hidayet belki de yaşamındaki en değerli anıydı.
“İstanbul’a, okula gidip de ne yapacağım!” demişti Hidayet.
Pasaport İskelesi’ndeki bir kahvede oturup günbatımının körfezi, Homeros’un dediği gibi “şarap rengi deniz”e çevirmesini izleyip soğuk Tekel biralarını yudumluyorlardı. “Böyle bir hayat bana göre değil. Önceden çizilmiş, kısıtlı, boktan hayatlar. Ben, hayattan başka şeyler bekliyorum.”
Bunun üzerine, “Ne bekliyorsun?” diye sormuştu İrfan.
“Bilmiyorum,” demişti Hidayet. “Zaten işin güzel tarafı da bu değil mi! Hayatın karşıma ne çıkaracağını bilmiyorum.”
Birkaç gün sonra da o uyduruk, tekne bile denilmesi zor yelkenliyle ufuk çizgisinde gözden yitip gidivermişti. Rüzgâr belki Girit’e atardı onu, belki bir fırtınayla sürüklenerek bilmediği kıyılara vururdu, belki de kaybolur giderdi; kimbilir!
Profesör, içindeki Hidayet hasretinin büyüdüğünü fark etti.
63
CemaVin Sırrı
Bölgeye alışkın olmayan gözlerin, uzaktan bakınca orada bir köy olduğunu anlaması mümkün değildi. Dağın yamacına kurulmuş ve topraktan yapıldığı için rengi kıraç araziden ayırt edilemeyen tek katlı evleri, ancak çok yakınma geldiğiniz zaman görebiliyordunuz. İnsanların yaşadığını gösterecek bir ağaç, bir dere, bir çeşme de görünmüyordu hiç. Her şey kar altında kalmıştı.
Cemal’in timi köye girdiği zaman, ortada bir tek canlıya rast-layamadılar. Evlerin damlarında kar birikmişti. Bacalardan duman tütmüyordu. Ortalıkta ne bir insan görülüyordu ne de bir hayvan.
Cemal bu hale alışmıştı artık. Çarpışma bölgesinde kalmış olan Kürt köyleri PKK ile ordu arasında eziliyor ve çaresizlikten ne yapacağını bilmeden, evlere paklanarak zaman kazanmaya çalışıyorlardı. Bir gece önce birkaç teröristin o köye uğradığı ihbar edilmişti. Gündüz vakti çoktan gitmiş olacaklardı ama Cemal’in timinin görevi o köyü boşaltıp militanların barınacakları bir mekân durumundan çıkarmak için evleri yıkıp ateşe vermekti. Dağlardaki ormanlar da bu yüzden yakılmıştı zaten. Teröristler ormanlara girip gözden kaybolmasın diye yakılmadık orman bırakılmamıştı. Cemal yakılan köylerin de binlerce olduğunu duyuyordu. Kendisi en az yirmi köyün yakılışına katılmıştı ve bu görüntülere alışmıştı artık; kanıksamıştı.
Bu köyde de aynı şeyler yaşandı; evlerinden çıkarılan insanlar bir karakola dönüştürülen okulda sorgulandılar. Militanlar hakkında zorla bilgi toplama gayretleri, ağlayan bağıran kadınların bağırlarını yırtmaları, itaat etmedikleri için herkesin önünde çı-
rılçıplak soyulan erkeklerin utancı, sert ve sivri taşlar üstünde yalınayak yürümeye zorlananlar, yüzbaşının, “Yarım saate kadar köyü boşaltın!” talimatı, boşa giden yalvarıp yakarmalar, dün ak- 65
şam PKK’lılarm da onları dövdüğünü söyleyerek kendini acındırma çabaları, komutanın herkesin silahını teslim etmesi emri karşısında inatla susarak hiçbir şey söylemeyen köylüler… Cemal bunların hepsine alışıktı. Emri veren komutan da, Cemal ve arkadaşları da biliyorlardı ki hiç kimse silahını teslim etmeyecekti. Daha bugüne kadar askerlere, köyün dışında bir yerde toprağa gömdüğü silahın yerini söyleyen bir köylüye rastlanmamıştı. *İ Cemal iyiden iyiye kanaat getirmişti ki bu insanların üç önemli şeyi vardı: Silahı, katırı ve hayaları. Silahlarını teslim etmiyor, geçim kaynağı olan katırlarını gözleri gibi koruyor ve dayak yerken, “Aman komtani, hayalarıma vurma!” diye yalvarıyorlardı.
Herhalde başlarına bir iş gelir de erkeklikleri elden gider diye korkuyorlardı. Cemal timde Kürtçe bilen tek asker olarak, köylülerin kendi aralarındaki konuşmalarını zor da olsa anlayabiliyordu.
Çünkü kendisinin Memo’dan öğrendiği kırık dökük Kürtçe, bütün şiveleri kavramasına yetmese de, yine de iyi kötü bir şeyler çıkarabiliyordu. Kadınlar ağlayarak birkaç parça eşyayı karın üstüne çıkarıyor, çocuklar bohçalar taşıyor ve erkekler de korkunç bir çaresizliğin pençesinde yalvarıp duruyorlardı. Köylülere, “Nereye isterlerse oraya gitmeleri” söyleniyordu. Çoğu yol ara düşüyor; bazıları Diyarbakır’daki akrabalarının yanına, bazıları İstanbul’a, İzmir’e, Antalya’ya, Adana’ya, Mersin’e göç ediyordu. Maksat o bölgeyi insandan arındırarak, PKK’nın saklanabileceği, yiyecek bulabileceği köyleri yok etmekti.
Cemal telsizde duyduğu sesi düşünüp duruyordu ve belki Me-mo’nun da geceyi o köyde geçirmiş
olabileceği aklına gelince, en yakın arkadaşına onca yakın ve onca uzak olmanın tuhaf duygusunu daha fazla taşıyamayacağını anlıyordu. Memo’yu düşündüğü zaman, bu savaş da kasabadaki müsamereler gibi bir şaka izlenimi uyandırıyordu ama başının üzerinden vızır vızır geçen Kalaşnikof mermileri ve roketlerin içine saldığı derin ürperti bu
M5
şaka duygusunu bir anda silip atmaya yetiyordu, ilk zamanlar Memo’yu hep eski haliyle aklına getiriyordu; bostandan kopar-66 dıkları kavunlarla karpuzları nehirdeki sazlıklar arasında soğutmaları, torla tuttukları balıkları tenekede kızartmaları, erkekliğe adım atan arkadaşlarının içtiği kaçak rakı ve kendisinin şeyh babasının korkusundan menfur içkiye elini bile sürememesi, arkadaşlarının alayları ve eşeğin kuyruğuna nasıl taş bağlayıp da ilişkiye girdiklerini bal andıra bal andıra anlatmaları, Cemal’in duyduğu dehşetli utanç ve suçluluk duygusuyla dalga geçmeleri, her türlü ayrıntıyla süslene süslene dünyanın en şehvetli hikâyesi haline dönüşen Saf Gelin maceraları ve kendisinin bütün bu cinsel tahrikler karşısında eli kolu bağlı kalarak ve ‘istimna’
yaparsa en büyük günaha gireceğini, kör olacağını söyleyen şeyh babasının korkusuyla her gece rüyasına giren hain şeytanın aldatmalarına açık yaşaması.
Bunlar, savaştan önceki masum kasabanın delikanlı sırlarıydı ama zamanla mayınlar, Kalaşnikoflar, pusular ve kopan, parçalanan, naylon torbalara doldurulan arkadaş cesetleri hepsini silip süpürmeye başlamıştı. Kasabada bir arada yaşadıkları dönem sanki akla en aykırı düşlerden biriydi ve hiç olmamıştı.
İşin garibi, kurtuluş törenlerinde Memo’nun Türk askeri, kendisinin de Rus askeri rolünü oynamalarıydı. Şimdi rol er değişmiş, Cemal Türk askeri, Memo ise Kürt geril ası olmuştu.

Benzer İçerikler

Yanlış Okumalar – Umberto Eco

yakutlu

Puslu Kıtalar Atlası

yakutlu

Gençliğim Eyvah

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy