Sultan kızı, sultan kardeşi, amcam I. Abdülhamidin en gözde yeğenlerindenim; güzelliğim dillere destan On sekiz yıllık hayatım boyunca ne arzu ettiysem yerine getirildi. İsteklerime amade, etrafımda pervane gibi dönen nedimeler, cariyeler Tüm bunlara rağmen bendeniz, Beyhan Sultan öyle bedbahtım ki! Gönlüm aşk ateşiyle yansa da derdimi kimselere diyemem
***
Ben Şeyh Galip; tasavvuf ehli, aşk ehli bir şair Yirmi yaşında divan sahibi oldum, yirmi altı yaşında Hüsn ü Aşkı yazdım. Ama asıl aşkı, aşkla yıkanan Konyada, Beyhan Sultanın suretinde buldum. O gün onun gül yüzüne nazar ettim de pervane misali yanmaya durdum. Kendi ayaklarımla bile bile aşkın yangınına girdim *** Mine Sultan Ünverden 18. yüzyıl İstanbulunda bir aşk masalı Nâr-ı Aşk tasavvuf, saray hayatı, ıslahat hareketleri ekseninde soluk soluğa okuyacağınız bir roman
***
“Andadır râz-ı âdem sırr-ı vücud Hiçtir yoktur bekâdır adı aşk…”
(Yokluğun gizemi ve varlığın sırrı ondadır Hiçliktir, yokluktur, daima varlıktır, adı aşk.)
Şeyh Galip
1798 İpek Mendil…
Hicri 1212, Miladi 1798 İstanbul’u…
Bursa ipeğinden dokunmuş, iğne oyasıyla çevrelenmiş, billur tenli bir cariye tarafından itinayla üzerine çiçekler işlenmiş, zarif bir mendil olan ben, Beyhan Sultan’ın küçük, beyaz avucunda endam edip narin parmakları arasında salınırken, güzel Sultanım hüzünlü baygın bakışlarıyla boğazın hırçın ve dalgalı hâlini seyrediyor.
Gökkubeyi kaplayan kül renkli bulutlar altında Karadeniz’in hırçınlığından hasıl olup Üsküdar’a vuran, oradan da hızını alamayıp boğazın bu yakasına davranan azgın dalgaların aksine, Beyhan Sultan öylesine durgun ve kederli.
İnce, narin boynunun hemen üstünde topladığı kızıl saçlarının bağını çözüp yasemen kokulu zülüflerini esaretten kurtarıyor ve omuzları üzerine dağıtıyor. Kündekari penceresinden odaya dolan manzarayı izlemeyi bırakıp üzerine kurulduğu sedirdeki etamin işlemeli, kuş tüyü yastıklardan birine koyuyor zarif başını. Güneşin alazında yeşile çalan ela gözlerinden iki damla yaş süzülüyor yanaklarına. O vakit avucunda sıkı sıkıya tuttuğu beni, yani mendilini hatırlayıp yanaklarına götürüyor. Sultanım ıslak tenini kurularken, hüznü bana da sirayet ediyor ve titriyorum.
Acaba bu billur gözyaşları çok sevdiği ağabeyi, Devlet-i Âliyye’nin 28. Hünkârı, Doğunun ve Batının Sultanı, hilafetin sahibi Sultan III. Selim için midir diye düşünüyorum. Nitekim ben, bu muhteşem sahil sarayının harem odasında, sahip olduğu varlığa rağmen hayatın tatlarından bihaber olan Sultanımla hemhâl olurken, Sultan Selim Han’ın Yeniçeri Ocağına nisbet var ettiği ordusu Nizam-ı Cedit, Mısır’da imtihan veriyor. Fransa ve Prusya’dan getirilen cenk ustası mareşallerin tertip ettiği bu ıslahat hareketi ordusu, Osmanlı toprağı Mısır’a saldıran, bütün Avrupa’da üstünlüğünü kabul ettirmiş Napolyon Bonapart’ın komutasındaki Fransız orduları ile cenk hâlinde. Devlet-i Âliyye öyle güç bir zamanda ki, Sultan Selim dahil hiç kimsede dirlik kalmadı son günlerde. Yeniçeri Ocağı intikam peşinde. Menfaatlerini gözeten devletlüler ile bilcümle akbabalar da bu kargaşa ortamından ne kadar istifade edebileceklerinin hesabındalar.
İpek dokuması tenim dilberimin gözyaşlarını tadınca anlıyorum ki bu hüznün sebebi ağabeyi değil. Elbette Devlet-i Âliyye’nin ve Osmanlı tebaasının çalkantılı hâli, birbiri ardına patlak veren harpler, üç kıtaya yayılmış toprakların idaresindeki güçlükten hasıl olan isyanlar, memnuniyetsizlikler, Avrupa devletlerinin giderek artan baskıları da Sultanımı üzüyor. Lakin senelerdir yüreğinde taşıyıp herkesten sakladığı bir sırrı var ki asıl o dilberimi kahredip günden güne eritiyor. Mevsimler birbiri ardınca geçip gitti ama Sultanımın yüreğindeki yangın bir türlü sönmek bilmedi. Bazen öyle geliyor ki Beyhan Sultan cehennem azabı görmeyecek; çünkü o, daha fani ömründe bu azabı tattı, tüketti. Bundan gayrısına Mevla razı gelmez.
Ah Sultanım. Sultan III. Mustafa’nın biricik kızı, I. Abdülhamid’in gözde yeğeni, tahtın şimdiki sahibi III. Selim’in iki kız kardeşinden en sevdiğisin. Cihanşümul Osmanlı İmparatorluğu’nun sarayında bir hanım sultan olarak doğdun lakin sen aslında kölelerden bir kölesin. Efendin ise yüreğinin, ruhunun, varlığının gizli sahibi Mehmed Esad. Mahlasıyla şair Galip Esad Efendi.
Hakikat şu ki sen seneler evvelinden bir kölesin. Henüz on dokuz yaşındayken Halep Valisi, Silahtar Mustafa Paşa ile izdivaç ettin; fakat kimselere aşikâr edemesen de belagatli şiirleriyle payitaht İstanbul’da nam salmış bir Mevlevi dervişinin gönül cariyesisin.
Ben böyle geçmişin ve şimdinin muhasebesini yaparken Beyhan Sultan sessiz sessiz gözyaşı dökmeyi bırakıp hıçkırarak ağlamaya başladı. Beni kadife sedir üzerine bırakıp elleriyle güzel yüzünü kapadı. Gözyaşları parmakları arasından süzülüp kızıl saçları arasına, dantelalı göğsünün üzerine düşerken Galip’e kızdım, sitem ettim:
Ah Galip, sen Mevla’yı bulma yolunda bu dilberi buralarda, ıssızlarda bir başına, yapayalnız, çaresiz ve yaban ellere bıraktın? Ey Galip Efendi! Bu dilber senin tutuşturduğun alazda yanmaya razı olsa dahi Mevla buna razı olacak mı?
Biz mendillerin eski zamanlardan bu yana en mühim vazifesi; gönül diline tercüman olmaktır. Anlayana, anlamak için bakana oyamızla, kokumuzla, rengimizle, bir yere bırakılışımızla neler neler ifade ederiz.
Bir yiğidin yakasındaki kırmızı renklimiz, sevdiğine ‘Senin için yanıp kül oluyorum’ derken, beyazımız ‘Artık sabır kalmadı. Evdekilere haber et, bizimkileri istetmeye gönderiyorum’ demeye gelir. Bir dilber, kendisinde gönlü olduğunu bildiği delikanlının ardı sıra geldiğini görünce etrafına belli etmeden bizi yere bırakıverir de delikanlı kendisi için düşürülen mendili eğilip yerden alır ve kendini dünyanın en mesut insanı zanneder.
Aşkını itiraf etmek isteyen genç, mendilinin ucunu yakıp yarine verir, dilber de kabul edip kendi işlediği bir mendili gence gönderirse, muhabbetinin karşılığı var demektir. Yok eğer yanık mendili iade ederse, vay o gencin hâline, aşkına karşılık yok demektir.
Ayrılık anında sevilenin ardından sallarlar bizi ki vuslat yakın olsun, ayrılık anı tez gelip geçsin.
Ya benim kaderim?.. Kardeşlerim gibi gönül diline tercüman değil, Beyhan Sultan’ın yürek acısına dert ortağıyım ben.
Var sen şimdi dinle benden, Beyhan’ın ne vakit Sultanlıktan cariyeliğe tevessül ettiğini, aşk ateşine düşüp de kül olmaya meylettiğini?
Ah! O günü hatırlamak, her defasında ölümden fena bir azap tattırıyor bana. Yine de öyle az hatıraları var ki bu iki aşığın, zihnimde sık sık o gün canlanıveriyor.
Siz şimdi Beyhan Sultan’ın, şair Şeyh Galip’i ilk gördüğü anı dillendireceğimi sanacaksınız lakin öyle değil. Onu ilk işittiği günü anlatacağım.
Bundan on dört yıl evvel, 1784 senesinde, İstanbul’un bahara durduğu, ağaçların filiz verip taze yapraklarını açtığı, güllerin tomurcuklanıp manolyaların rayihasının gökyüzünü sardığı, lalelerin alı al, moru mor, alev kırmızısı her renkte endam etmeye başladığı zamanlardı. Beyhan Sultan, Divan-ı Hümayundan Kazasker Sadullah Efendinin Eyüp taraflarındaki köşkünde tertip edilen bahar karşılama meclisine dahil olmuştu. Ben ise Beyhan Sultan’ın Fransız danteliyle süslenmiş saten çantasının içinden o anlara şahit oldum.
Dilberim akşamüstü daha köşke girerken, bahçeden yükselen sazların, teflerin, neylerin nağmeleriyle mest olmuştu. Sazendeler ustalıkla en latif nağmeleri icra ederken, hizmetkârlar etrafta telaşla koşuşturuyor, misafirlerini en güzel şekilde ağırlamak isteyen efendilerini mahcup etmemek için seçkin davetlilerinin isteklerini ikiletmeden, yemekler soğumadan ikramları sofraya yetiştirmeye gayret ediyorlardı. Sadullah Efendi, Hünkâr I. Abdülhamid’in yeğeni Beyhan Sultan’ın teşrif ettiğini fark edince, davetine icabet eden misafirlerini daha avlunun kapısından girerken görebilmek adına yerleştiği kaz tüyü minderden aceleyle kalktı ve yanlarına vardı. Sultanımın kız kardeşi Hatice Sultan cezalı olduğu için Valide Sultandan bu davete katılmak üzere müsaade alamamıştı ve Beyhan Sultan cariyesi Mahmure ile yalnız gelmişti. Sultanım, Sadullah Efendinin selamına nazikane karşılık verip evin hanımı ve kızlarının refakatinde bahçenin kündekari ahşap paravanla ayrılmış harem tarafına geçti.
Sazlar, sözler, ikram ve meşk kusursuz, meclisteki hanımların her biri hoşsohbet ve asildi. Her bir hatunun hoş kokusuna bahçedeki nadide çiçeklerin rahiyası karışıyor, orada bulunanları ser-mest ediyordu. Beyhan kadehindeki esanslı, kavun çekirdeği şerbetini yudumladıkça sanki üzerinde bir sarhoşluk hâli hasıl oluyordu. Keyfi yerinde olduğundan sevinci diline vurmuştu, hikâyeler anlatıp hatunları güldürüyor, İstanbul’a yeni gelmiş, mimar ve ressam Antoine Ignace Melling’den duyduğu Frenk memleketlerindeki son havadisleri aktarıp dikkatleri üzerine çekiyordu.
İşte ne olduysa o vakit oldu… Paravanın arkasındaki sazendeler sustu ve bir çelebi yeni yazmış olduğunu söylediği bir gazeli okumaya başladı. Beyhan önce kulak kesildi ve sonra kimselerin duyamayacağı şekilde fısıldadı: “Allah’ım bu kim?” İşittiği ses öyle latifti ki sesin sahibi yedi tepeli bu güzel şehrin en beyefendi âdemi olmalıydı. Beyhan’ın ruhuna rahmet taneleri yağıyor, derinden benliğine tesir ediyordu. Kimdi bu adam, neciydi? Tasavvur edemediğim garip bir meraktı onunkisi. Sesin sahibi civan takdim edilirken, Beyhan Sultan, hatunlarla sohbet etmekte olduğundan kimliğinden bihaberdi. Daha önce hiçbir mecliste de sesini duymamıştı, kendi kendine “Duysam hatırlamaz mıyım?” diyordu. O an, sakin nehirler gibi ılık ılık yüreğine akan bu sesi fani ömrünün sonuna kadar unutamayacağına kani oldum.
Sesin sahibini paravanın parmaklıkları arasından görebilmek için meyledip arkasını döndü. Paravanı örten, akşam vaktinin hafif meltemiyle salınan ipek tülü aralayıp baktı. İşte oradaydı, ama maalesef ki sırtı Sultanıma dönük oturduğundan simasını göremiyorduk. Lakin ince olmasına rağmen görkemli duruşu ve uzun olduğu anlaşılan boyu Beyhan’ı ziyadesiyle memnun etmişti.
Civanın şiir okuyan yumuşak sesine, uysal el hareketleri eşlik ediyordu. Maharetli nakkaşlar gibi ince ve kibar parmakları vardı. Hatunlardan çekindiği için daha fazla bakamasa da düzgün kesilmiş sakalı ve sarığının altından görünen omuzlarına dökülmüş saçlarından şairin kumral olduğunu anladı dilberim.
O an ne oldu bilmiyorum ama Beyhan’ın ruhuna bir dinginlik çöktü, az önceki neşeli, içi içine sığmaz hâlinden eser kalmadı… Efendinin şiirini pür dikkat dinlemişti dinlemesine ama sorsalar zannımca tek bir kelimesini söyleyemezdi.
Arkasına dönüp bir kez daha ona bakmak istedi fakat meclisteki hatunların nazarından korktu. Saltanat ailesine mensup olmanın ağır yükü vardı omuzlarında. Erkeğiyle, hanımıyla, şehzadesiyle, sultanıyla, hanedanın her bir üyesi bu hâle riayet eder, her daim ölçülü davranırlardı.
Aslında hanedan mensuplarının etrafını saran şatafata ne kadar özenilse de onların öyle kendilerine ait hayatları yoktur. Saltanat ailesine mensup gelmişlerdir bu dünyaya ve fani ömürleri, kendilerinin değil, Devlet-i Âliyye’nin hükmündedir, kendilerine dair hür kararları ise asgari seviyededir… Beyhan Sultan’ın kız kardeşi Hatice Sultan zaten munis bir tabiata sahip ve kadirşinas hâliyle bu hayattan şikayetçi değil, lakin benim Sultanım bazen tebaadan sıradan bir kadın olmayı öyle çok istiyor ki!
İşte, saltanat ailesinden olmanın getirdiği tüm bu sorumluluklar Beyhan Sultan’ı dayanılmaz bir şekilde arzulasa dahi bir kez daha dönüp sesin sahibine bakmaktan menetmişti. Galip’in simasını o gün göremedi Sultanım, gerçi bunun hiçbir önemi de yoktu. Naif sesiyle o zat, ruhunu belli etmiş ve aşikâr kıldığı tabiatıyla gizemli bir hâlde Beyhan Sultan’ı kendine bağlamayı bilmişti. Sultanım şairin simasını görememişti ama sesin sahibi şiirini bitirmiş, dinleyenlerin iltifatlarını kabul ederken, hatunlardan ona dair malumat edindi: Henüz yirmi dördünde divan sahibi olmuş, yirmi altısında Hüsn ü Aşk gibi harikulade bir mesneviyi kaleme almış, ismi ve şiirleri böyle meclislerde sık sık duyulan, meşhur söz sultanı Mehmed Esad, yani Galip imiş.
Ah Galip, o günden bu yana seneler geçti. Şimdi sen Mevlevi dergâhında bir Şeyh olarak aşk ile pişme yolundasın. Diyormuş-sun ki: ‘Beyhan Sultan’a duyduğum aşkın imkansızlığıyla bir yola girdim. Şimdi birer birer aşkın merdivenlerini tırmanıyorum. Önce yandım, şimdi pişiyorum. Tek isteğim ise Rabbimin rızasıdır, sevgisidir.’
Ah Galip, bilmediklerin ne çok. Sanırsın ki sen, Beyhan Sultan’ı Mevlana Hazretleri’nin tasarrufundaki Konya’da gördün de aşkın derdine ondan evvel düştün. Hakikat şu ki nazenin sesinle onun gönlüne mührünü vurduğun vakit bu derde senden evvel düşen Beyhan Sultan oldu…
“Derd-i mihnettir beladır adı aşk, Bir marazdır iptiladır adı aşk…”
(Öyle zorlu bir derttir ve beladır ki adı aşk, Bir hastalık ve hatta tutkudur ki adı aşk.)
Şeyh Galip
1785 Beyhan Sultan
Osmanlı hanedanı kızıyım. Sultan kızı, sultan kardeşi, saltanatımızın şimdiki Hünkârı amcam I. Abdülhamid’in en gözde yeğenlerindenim. Saray terbiyesiyle yetiştim. Derler ki güzelliğim dillere destanmış… On sekiz yıllık hayatım boyunca ne arzu ettiysem yerine getirildi. İsteklerime amade, etrafımda pervane gibi dönen nedimeler, cariyeler. İstanbul’un en güzel sarayında, en gözde konaklarında yaşadım, en mahir sanatkârlardan tedrisat gördüm, babamın ve amcamın batıyı da kucaklayan öngörüsüyle doğu-batı medeniyetlerini hallaç edip tanıyarak yetiştim.
Tüm bunlara rağmen bendeniz, Beyhan Sultan öyle bedbahtım ki! Gönlüm aşk ateşiyle yansa da derdimi kimselere diyemem. Devlet-i Âliyye’nin durumunu dahi takip edemez oldum, tebaasının müşkiliyle elinden geldiğince ilgilenen ben, şimdi hayır işlerini dahi göremez oldum.
Ah çocukluğum, dertsiz tasasız günlerim. Bursa işi saten ve ipek perdelerle gizlenen Harem’in çinilerle, kalem işleriyle süslü odalarında, mücevherlerle donatılmış yastıkların üzerinde geçen çocukluğum.
Hanedan ailesi üyelerinin ikametgâhı, Sultan ailesinin hizmetkârları için bir eğitim kurumu olan Harem. Burada genç kadınlar, hem Sultana uygun cariyeler, hem valide sultan ve biz-lere nedimeler, hem de askeri ve idari hiyerarşinin üst mevkilerin-deki erkeklere uygun eş olarak eğitilirler.
Enderun’da erkekler saray dışında hanedana hizmet etmek için hazırlanırken, Harem’de kadınlar padişah ve annesine hizmet maksadıyla yetiştirilirler. Kimi Harem cariyeleri Enderun’dan ya da dışarıdan biriyle evlendirilmek üzere azat edilir de bu kez kocalarının hanelerinde harem oluştururlar.
Ne güzeldi Harem’in beyaz taşlarla döşeli koridorlarında özenle seçilip saraya alınmış, birbirinden alımlı, kibar ve yetenekli cari-yelerle koşuşturduğum günler.
Hele bir cariye var ki adı Mahmure. Kırım’dan getirilip sultanımız babam III. Mustafa’ya hediye ettikleri vakit babam da Mahmure’yi bana tahsis etmişti. Hâlâ yanımdan ayırmadığım bu latif kadın, bana validemden ziyade hayatı öğreten kişi olmuştu. Validem Adilşah Kadın her daim tedrisatımızla alakalı olsa da haremin idaresinden de sorumlu olduğu için müşkilatı çoktu. Bu nedenle benden sadece altı yaş büyük olan Mahmure bana analık etti. Kardeşim Hatice Sultan ise Yıldız Kadın’ın himayesindeydi ve biz iki kız kardeş ancak, meşhur nakkaş Levni’den icazetli, Haydar Çelebinin tasvir derslerinde birbirimizi görürdük.
Hatice yumuşak tabiatlı olduğundan her daim hayatından memnundu; fakat ben onun gibi değildim. İsyancı bir ruh hâlim de yoktu ama Hasbahçe, Harem ve Enderun üçgenindeki hayatım bana dar geliyordu. Onlu yaşlarıma geldiğimde, sultan babamın da müsaadesiyle tasvir derslerini Caferağa Nakışhanesi’nde, musiki derslerini ise saraydaki cariyelerden değil de Fatih ya da Süleymaniye medreselerindeki müderrislerden görmeye başladım. Bu medreselere bir alay cariye ve kapıkulu eşliğinde gidip gelirken tebaamızın yaşamına tanıklık etmek, onlarla dar sokaklarda yürüyüp Kapalıçarşı’da alışveriş yapmak öyle hoştu ki!
Kimi zaman cumbalı ahşap evlerin bahçelerinde oynayan yaşıtlarıma katılıp onlarla ip atlamak, soluksuz kalıncaya kadar koşup çimenlere uzanmak isterdim. Fakat bu kadarına ne beni çok seven Mahmure’nin ne de bir başkasının selahiyet verme yetkisi vardı. Naçar talihimi kabullenirdim. Fakat kimi zaman Mahmure validemden zor da olsa izin alabilirdi de hanedanımıza yaraşır ailelerin çocuklarını saraya davet ederek, surların içinde Hasbahçe’de onlarla oynamama imkân sağlardı.
İstanbul’a bir hayli uzak olan Ağvada bir at çiftliğimiz vardı. Buradaki atların bazıları hanedana hediye edilen İngiliz, Arap ve kırma cins atlardı ki hayatta bana en çok haz veren, bu atların üzerinde kırlarda, sahilde koşturmaktı. Çocukluğumdan miras bu tutku bugün de benim için vazgeçilmezlerden. Hâlâ sık sık Ağva’ya gidip atımı fırtına gibi koştururken saçımın bukleleri arasında dolaşıp tenimi gıdıklayan rüzgârla dertleşirim.
Ramazan ayı geldi mi, babamın diğer hanımlarından olan kardeşlerimle Feshane’ye gider, ya karagöz-hacivat ya da ortaoyunu izler, havai fişeklerin gökyüzüne saçıldığı rengârenk patlamalara şahit olur, tüm bu şenlikleri hayretle izlerdik. O vakitler annemiz ayrı kardeşim Selim’le çok iyi anlaşırdık. Tabiatımız birbirine çok benzediğinden de zamanla muhabbetimiz iyiden iyiye serpildi. Canım kardeşim, babamızın vefatının ardından tahta geçen Sultanımız, amcamız Abdülhamid’in isteği ile Konya vilayetinde şimdi.
Fırsat buldukça onca yol gözümde büyümez de Hünkârımızdan izin alıp ziyaretine giderim. Çocukluğumuzda ortaoyunu izlemeye düşkün olan iki kardeş, şimdilerde şiir meclislerinin müptelasıyız. Ben yazdığım mektuplarımla kardeşime, İstanbul’un meşk meclislerinden, bahardaki lale tarhlarının güzelliklerinden, yazın sayfiyelerde tertip edilen şiir sohbetlerinden haberler uçururum ki bu havadislerle yüreğindeki İstanbul hasreti birazcık olsun dinsin. O da bana şiirin can bulduğu, aşkın hakiki memleketi Konya’dan haberler verir.
Onun mektuplarına bu günlerde öyle muhtacım ki! Çünkü o mektupların satırlarında ağabeyimin pek sevdiği dostu Galip’in ismi muhakkak geçer.
Bir meşk meclisinde şiir okuyan nazenin sesini duyup gönlüme düşürdüğüm Galip’i ilk kez orada, ağabeyimin sarayında gördüm. Ve onun da bana aynı hissiyatla bağlı olduğunu biliyorum.
İşte ben o mektuplardan Galip’in sıhhatinin iyi olup olmadığına ve hissiyatına dair malumat edinirim. Satır aralarındaki görünmez kelimeleri cımbızla çeker gibi itinayla seçerim de gönlüme onun da bana deliler gibi sevdalı olduğuna dair hisler doğar.
Şeyh Galip
1798 Dinle neyden, bir hikâye anlatıyor…
“İki yol vardır; uzun olanı kitaplardan geçer, kısa olanı sevgiden.”
Anlatacağım hikâye yolun uzunundan başlayıp bir hayli ilerledikten sonra Beyhan Sultan’la karşılaşınca kısa olanından devam eden Mehmed Esad Galip’in hikâyesi.
Ben, tüm bu hikâyenin hem bahtiyar hem hüzünlü, en mühim tanığıyım. Galip’in çocukluğuna, ilk gençliğine, medrese ve Mevlevi dergâhındaki ilim, irfan talebeliğine, ilk şiirine, Mesnevi’yi hıfzedişine, divanını tertibine, muhteşem Hüsn ü Aşkın varoluşuna, ilhamına, hırsına, aşkı arayışına ve nihayetinde aşkı bir dilberde bulup cayır cayır yanmasına, pişmesine, tüm varlığı muhabbetle kucaklamasına, Mehmed Esad Galip iken Şeyh Galip, Galip Dede oluşuna, uzun geceler mum ışığında hasretle döktüğü gözyaşlarına, aşkla semaya kalkışına, Hakk’a vuslatına. Hepsine ben tanığım.
Bir vakit, kamışlıktan kesip vatanımdan ayrı kodular beni. Cismimi keskin bıçaklarla budayıp sırladılar, aylar boyu tenhada bekletip kuruttular. Ateşte yanmayayım diye buhara tutup eğriliğimi doğrulttular. Sonra dokuz boğuma pay ettiler ki dokuz boğumlu insan gırtlağından sesime ses gelsin. İncecik cismime yedi delik açtılar ki insan başından mülhem kulaklar, gözler, burun ve ağız olsun. Başparemi takıp bâdem, susam ve parafin yağlarına daldırıp yağladılar. Loş dehlizlerde kurudum, kavruldum. Suyum çekildikçe sandım ki ölüyorum.
Sonra hâlim selim bir delikanlı aldı eline beni. İlk o üfledi nefesini bedenime de ruhuma can geldi. O canın içinde; filizlendiğim billur göl, güneşin içimi ısıtan hareleri, kuşların cıvılda-yışı, köklerimi gıdıklayan balıklar, ince bedenimi okşayan meltem, raks ettiren bahar rüzgârları vardı. Hiç bilmezdim içimde saklanan hazineyi. İtizarım sessiz bir çığlık sanırdım, meğer ne yanık, içli bir tizmişim.
Delikanlı parmakları arasında tuttuğu cismime üfledikçe, parmakları arasında ben ağladım. Dile gelen onun hasreti miydi, yoksa benimki mi bilemedim, inledikçe inledim. Onunla nice günler, kederli geceler geçirdim, derdine sırdaş oldum. Kamışlıktan kesilip kopartıldığım vakit sanmıştım ki, hayattaki yegâne acı, vatandan ayrılıktır. Meğer ondan ızdıraplısı da varmış; yüreği ateşiyle parçalar, gönül sahibini yakıp kül edermiş. Bu derdin adını ilk kez, ah edip kâhrolan delikanlıdan öğrendim ki; “Aşk” imiş.
Yağız delikanlı derdine çare buldu mu, hiçbir zaman bilemedim. Nasıl olduysa oldu, bir zaman sonra ondan da ayrı düştüm, elden ele geçtim. Türlü nefeslere tercüman oldum ama her daim âdemoğlu üfledikçe sızladım, bedbahtlara da eş oldum bahtiyarlara da. Yanık feryadımla kadınlar da ağladı erkekler de.
Babası Mustafa Reşit Efendi’nin beni dergâha getirdiği, kireçle sıvanmış duvara yaslayıp bıraktığı o gün gördüm Esad Galip’i ilk kez. Galip odaya girer girmez, henüz bir çocuk olmasına rağmen ilminden, terbiyesinden ve elbette yaradılışından hasıl olan edebinden kendimden geçtim. Yenikapı Mevlevihanesi’nde dünyaya gelen bu çocuk, dedesi ile şair ve âlim olan babası Mustafa Reşid, Hazreti Mevlana’ya intisap ettiğinden, onlardan tevarüs, tasavvuf ehline mensuptu. Mevleviliğin ince teferruatlarını ailesinin ahvalinde bellemişti. Babası ilme ehemmiyet verdiğinden, Galip’in tedris etmediği ders, önünde diz kırmadığı âlim kalmamıştı. Hamdi Mehmed’den Arapçayı, Hoca Neşet’ten Farsçayı öğrenmişti. Ondaki şiir istadını fark eden de şairlerden bir şair olan Hamdi Mehmed olmuştu.
Galip’le müşerref olduğum o gün, ileride zamanının en genç ve en beliğ şairlerinden biri olacak bu çocuk Hoca Neşet’in rahlesi önünden kalkıp gelmişti. Kireç duvara yaslı vaziyette duran beni, yani yeni neyini eline alıp yumuşak ve meraklı bakışlarla izlerken hâlâ az evvel Melami-meşrep üstadıyla zikrettikleri bir gazeli mırıldanıyordu.
Ah mazi. O tasasız günler. O vakitleri, Galip de benim kadar özlüyor mudur? Gerçi Galip, artık o eski Galip midir?.. Şüphem şu ki belki de maziye dair o içimi ısıtan hatıralar da çoktan uçup gitmiştir zihninden.
Öyle ki Galip senelerdir üzerini edeple örttüğü bir aşkla hallaç oldu ve nihayet kora döndü. Etrafındaki kalın ve kirli madde duvarlarını yıkıp hakkı ve hakikati aşk ile gördü. Aşk ile yanıp piştikten sonra, aşksız geçen her soluğu bahtsızlığın ta kendisi bildi. Zannımca âdemoğlunun ölüm sandığı, Mevlana Hazretleri’nin de buyurduğu gibi onun için vuslattı.
O, Beyhan Sultan’la aşk ateşine düştü ve İstanbul’u kasıp kavuran yangınlardan daha dehşetli alevler içinde yandı. Nihayet ikilik kalktı, birlik oldu, ne Beyhan kaldı ne Şeyh Galip.
İşte ben evveliyata dair böyle hatıraları hayallerken Galata Mevlevihanesi’nin yedi yıldır şeyhliğini yapan Galip Dede, dergâhın girişindeki taşlık yolda, avluya girenleri karşılayan fildişi mermer çeşmenin yanı başına diz çökmüş, sırtını ihtiyar dut ağacına yaslamış tefekkür etmekte. Elindeki tesbihi biteviye parmakları arasında çevirirken, ben ekseriyetle olduğu gibi onun yanında, dizleri üzerindeyim.
Henüz kırk bir yaşında olmakla birlikte geçtiğimiz ilkbahara nazaran daha zayıf, daha hüzünlü ama daha bir vakur. Guruba çalan akşam güneşinin bal sarısı ışığı altında, omuzlarında koyu yeşil bir cübbe ile öyle alicenap görünüyor ki! Kalbinde dinmeyen sızı, validesinin kaybı, bir yara izi gibi suretinde okunuyor. Alnı tefekkür hâlinden çizgilenmiş, bakışları cam gibi donuk ama hayret verici şekilde de ateşli.
Elini sol yanına koyup edeple meçhule selam verince anlıyorum ki ilham gelmiştir ve şeyhim âşıkların mutlak aşkından bahsedecektir. Lakin ilhamına sesi tercüman olmayınca yüreğinde hasıl olup zihninde şekillenen beyitleri duyamıyorum. Ah sesli söylese de aşkın nuru ile nurlanıp gözlerim kamaşsa, mest olsam.
Tefekkür için bu zarif ve sevimli mermer çeşmenin yanı başını tercih etmesine bakılırsa, aşkı suretinde tanıdığı Beyhan Sultan’ı anıyor olma ihtimali kuvvetle muhtemel. Öyle ki Beyhan Sultan’ın çeşmeleri çok sevdiği ve hayır-hasenat dairesinde İstanbul’un muhkem yerlerine irili ufaklı çeşmeler, şadırvanlar yaptırdığı, hasar görenleri onarttığı malumatım dahilinde. Bu tafsilatı ben bilirim de Şeyhim Galip bilmez mi? Erken yaşta meyveye durup, olgunluğa eren Galip sevdiğinin sevdiğini sevmekte, bu sebeple bu çeşmenin yanı başında sıklıkla diz kırıp boyun bükmekte.
Beyhan Sultan, Galibimin yüreğini tutuşturup cehennemi zalimlikte senelerce yanmasına sebep olan dilber. Konya’daki o ilk karşılaşmalarının ardından Galip hamuş oluverdi de günlerce sustu. Ne bir şiir söyledi ne tek bir kelam etti. Yangını ne söndü, ne de dindi. Pervane oldu aşk ateşine, o ateşte yandı, eridi, bitti, cismi kayboldu, lisanı kayboldu. Ve dahi onun nezdinde âlem yok oldu.
Bundan on dört yıl evvel, Hicri 1196, miladi 1784 senesiydi.
Galip henüz yirmi altı yaşında fakat divanı olan, Hüsn ü Aşk gibi şairi şuaranın iltifatına mazhar bulunmuş bir edebi harikayı terkip etmiş beliğ bir şairdi. Divan kapısında ona lezzet veren mühim bir vazifesi de vardı, çevresince seviliyor, saygı duyuluyordu. Şiir meclislerinin ve en nadide meşklerin vazgeçilmez sanatkârlarındandı. Lakin tüm meziyetlerine rağmen tasavvuf ehli olarak yetişmenin hasletiyle hep ağırbaşlı ve mütevazıydı.
Bir derdi vardı ki o da derinden hissettiği, sebebine de vakıf olduğu hâlde çaresini bulamadığı koca bir boşluk idi. Sebebine vakıf olduğu bu dert; aşktan mahrum oluşuydu. Mevlevi dergâhına gidip gelmesine, mesneviyi defalarca hatmetmesine rağmen, efendisi bildiği Mevlana Hazretleri ve birçok Can gibi hakiki aşkı yaşamak derdindeydi. Okumalarından, ibadetinden feyz alıyordu ama gerçek aşkın eksikliğini de her daim hissediyordu. Yarım kalıyordu bir şeyler.
Şiirlerini yazarken, hele Hüsn-ü Aşkı kaleme alırken ilhamı ona dost olmuştu, aşkı ise tanımadan ama yüceliğini tahmin ederek, tecrübeleri dinleyip belleyerek duyumsamış ve sözlerine yoldaş etmişti. Lakin o, aşkın hakiki hâlini tanımayı, bulmayı öyle çok arzu ediyordu ki. Ona düşen aşkı aramaktı; bir dilberin nazenin simasında, bir dervişin ya da dostun sözünde, bir ceylanın kara, ahu gözlerinde, rüzgârın esintisinde bulana kadar aramak.
O vakitler Konya’ya, Mevlana Hazretleri’nin ruhaniyetini ziyarete gitmişti Galip. Sultan III. Selim Han ise henüz şehzadeydi ve amcası Hünkârımız I. Abdülhamid’in kararı üzere Konya’da ikamet etmekteydi. Şehzade Selim ile Galip burada şiir meclislerinin birinde karşılaşmışlar ve sanatın soluğu ile gönülleri kaynaşarak dost olmuşlardı. Zira Şehzade Selim de tabiatı itibariyle gayet sanatkârane karakterli ve ince mizaçlı idi. Hattatlık, musikişinaslık, şairlik gibi vasıflarının yanı sıra müstesna güzellikte ney üflerdi. Şehzade ile Galip’in bir araya gelip karşılıklı, biz neylerine üfleyip şiir söylediği çok sık vaki olmuştur.
Galip, Konya ovasının bahara durduğu güzel bir günde, bağlarıyla meşhur Meram’ın çiçeklerle döşeli taşlık yollarından geçip Şehzade Selim’in ikametgahına vardı. Kolunun altında ben veHüsn ü Aşkın yazılı olduğu desteyle saraya girdiğinde, kethüdanın refakatinde şehzadenin has dairesine götürüldü.
Galip, Şehzade Selim’i yalnız bulacağını sanıyordu ancak daireye girdiğinde nişli duvarların köşesindeki sedir üzerinde bir dilberi fark etti. Şehzade Selim, hatunun yanına oturmuş olduğundan, Galip, onu haremi zannedip mahcup oldu ve bir kabahat işlediğini düşünerek geri adım attı.
Şehzade, o vakit Galip’in ahvalinden anlayarak yanına vardı, her daim olduğu gibi muhabbetle karşılayıp içeri buyur etti. Galip’in mahcubiyeti devam edince şehzade onun hissiyatının sebebine vakıf olup, yanındaki dilberi takdim etti: “Hemşirem Beyhan Sultan.”
Galip, genç kızı simasına bakmaksızın selamlayıp kendisine işaret edildiği üzere iki kardeşin karşısındaki Venedik işi ceylan derisinden iskemleye yerleşti. Kolunun altındaki kâğıt demetini dizlerinin üzerine alırken Şehzade Selim açıkladı:
“Hemşirem kısa bir süre için ziyaretimize gelmiştir. İstanbul’daki meclislerde sözlerinin namını işitmiş, hatta bir meşkte de sen gazelini söylerken harem tarafından dinlemiş. İkinizin de Konya’da bulunuşu hoş bir tesadüf oldu ki bu fırsattan istifade etmemiz gerektiğine kani olup seni çağırdım. Gerçi hemşirem Beyhan, anlam veremediğim bir hâlde şairimizi buralara kadar yormayalım diye ısrar etti ama şahsımda pek kıymetli bulduğum iki naif insanla meşk etmek her zaman nasip olacak bir vakıa değildir.”
O vakit Galip, bakışlarını yerden kaldırıp on sekizindeki Beyhan Sultan’a nazar etti. Ah etmez olaydı. Gözlerini hemen başka tarafa çevirdiyse de hayalinde Beyhan’ın cemalini seyretmeye devam ediyordu, ondan başka bir şey gördüğü yoktu. Bakışlarını yeniden kaldırmaya cesaret edemiyordu, elleri boşanıp iki yanına düşmüştü, daha fenası yüreğine bir çerağ düşmüştü. Bedeninin titremesini ben dahi bulunduğum yerden hissedebiliyordum.
Velhasıl Mevla, Galip’in yalvarışlarına cevap vermiş, aşk ansızın karşısına çıkıvermişti. Galip’in aradığı aşk bir kalıba girip cisim bulmuştu. Beyhan Sultan’ın mahcup gülümseyişi ateş olup dervişin gönlüne konmuş, kıvılcımıyla ruhunu tutuşturuvermişti.
Galip iskemleden düşüverecek sandım ama şükür tutundu. O gün, öyle garip bir hâlde okudu şiirlerini. Sanmıyorum ki ne dediğinin ne de işittiğinin farkındaydı. Sadece ah ettiği vakit derinden hissederek inliyordu.
O gün Galip’in beni parmakları arasına alıp üflemesini ne çok isterdim. O boynunu bükmüş bedenime ses verirken kim bilir nasıl bir nağme hissiyatından kök salıp vücut bulacaktı? Bir zamanlar o aşık, naif delikanlının üflediği zamanki gibi mi ses verecektim kainata? Ah Galip ah.
Dikkatimi celbeden şuydu ki; o gün Beyhan Sultan da bir sevda sarhoşluğu içindeydi. Zannımca Galip’in yüreğinde ne varsa onun gönlünü dağlayan da aynısı idi. Lakin ben bir daha Beyhan’ı görmedim ama her daim onu hissettim. Beyhan’ı Galip’in hâliyle hemhâl olup, lacivert gecelerin sessizliğinde ince parmakları arasında inleyip, gözyaşları katı cismim üzerine süzülürken hissettim. Yemeden içmeden kesildiği çile vaktinde, gün ışığı karanlığı yararken Beyhan Sultan’ın ismini anıp ah etmesinde hissettim. Seneler boyu her seher vakti, güneşin ilk yalımlarının aydınlığında, ne söylediğini, nasıl söylediğini bilmeden, dilinden beyitler döküldüğü, kendisine rağmen şiir soluduğu vakitlerde hissettim.
Hiçliktir, yokluktur, varlıktır; adı aşk. Beyhan’dır, Esad Galip’tir adı aşk.
“Birdenbire bul aşkı, bu tuhfe bulanındır, Devran oldu, devran erbab-ı safanındır…”
Şeyh Galip
1783 Şeyh Galip
Mevlanakapısı’ndaki evimizde seneler boyu babamdan ilim ve aşk namına ne varsa dinledim. Dedemden itibaren Hz. Mevlana’ya intisabımız vardı ve bu hâl onlardan bana mirastı. Nice kıymetli hocalar, âlimler önünde diz kırıp tedris ettim. İlimle hâlleniyordum ya asıl ben de başka bir hâl hasıl olmuştu ki bu şiir söyleme sevdasıydı. Bu isteğimin yeteneğimden münhâl olduğunu ilk hocam Hamdi Mehmed keşfetti ve bundan sonra beni her daim şiir yazmaya teşvik etti. Onun gayretiyle istidadımı, mürekkebe damıtıp aharlı kâğıtlar üzerine düşürmeye başladım.
Yenikapı Mevlevihanesi’ne gidiyor, lisanımı ve gönlümü terbiye ediyordum. Şairliğiyle de bilinen hocam Neşet Efendi, şiirlerimi beğeniyordu. Mahlas olarak Esad ismini kullanmamı istemişti ve ben de onun bu tavsiyesine uyarak, şiirlerimi Esad mahlasıyla kaleme almaya başlamıştım. Zamanla şiir bende bir tutkuya dönüştü, yaşıtlarım gibi sokaklarda oynamak yerine medreseden mevlevihaneye, oradan eve ve şiir meclislerine gider oldum.
Yirmili yaşlarıma erdiğimde bu meclislerde şuaranın karşısına çıkmaya cesaret gösterip şiirlerimi okumaya başladım. Onların gözünde çömezden öte daha bir çocuktum. Fakat gayretliydim; sözlerim hiç söylenmemiş ve hatta bundan sonra da söylenemeyecek olsun istiyordum.
Yirmi dört yaşında divanımı tamamlamış biri olarak kendime güveniyordum. Şiirin de Osmanlı’nın devlet hâli gibi bozulmuş olduğuna kanaat getirmiştim ve belagatte yeni bir nefes olmayı arzuluyordum. Nitekim divanımı şairler huzurunda okuduğumda, dinleyenler dudaklarına bal çalınmışçasına mest oldular da beni gayrete getirecek şekilde çokça takdir ettiler.
“Esad” mahlası ne de çok kullanılıyordu, şiirlerim onlarınkiyle karıştırılacak diye endişe ediyordum. Bu sebepten üstadımın verdiği mahlasa ek olarak saniyen Galip ismini ekledim. Artık şiirlerimi Esad Galip olarak düşürüyordum kağıda ve söze.
Şiirlerimi hicvedenler de oluyordu elbet, ancak ben onlara cevap vermeye tenezzül dahi etmiyordum. Bu hâlimi kibrime vermeyin öyle ki bu tavrım nefsimin şerrinden değil, şairlerin yirmili yaşlarda bir gencin şiirlerini duymayı kulaklarına ağır bulma-larındandı ve bu hâl-i tepki onların nefislerini terbiye için vacipti.
Divan kalemindeki vazifemden çıkıp şiir meclislerinden birine katıldığım o akşam fevkalade bir hâl oldu. Seçkin şairlerin ve sanat düşkünlerinin yer aldığı meşkte önce Nabi’nin Hayrabad’ı okundu. Misafirler öyle mest oldular ki içlerinden biri “Efendiler, üstad Nabi gibi şiir söylemek mümkün müdür, bırakın onun gibi şiir söylemeyi, ona nazire yapmak dahi imkân dışıdır” deyince üzerime alınıverdim. Nabi’nin hükmünün geçtiğini, artık yeni bir üsluba ihtiyaç duyulduğunu, onun taklidane söz söylediğini ima edince hiddetli bakışları üzerime çekmiş oldum. Ardından içlerinden biri, beni hor görüp “O hâlde iddia sahibi olarak sen bir söz söyle de sana hak verelim genç şair” deyiverdi.
Cevap vermedim, ancak o geceden sonra beş ayı tefekkür içinde geçirip Mevla’ya yardımı için yalvardım. Şükür, ilham da olunca nihayetine “Hitamuhü’l-misk” diye tarih düştüğüm, dillere destan mesnevim Hüsn ü Aşkı tamam eyledim.
Hüsn ü Aşkı yazmamın ardından beliğ şairlerce övülüp göklere çıkarıldım, her mecliste aranır oldum, ben yoksam şiirlerim dile gelir oldu. Ne var ki şanıma kıyas, ruhumda bir boşluk doğdu. Bu boşluğun sebebi aşktan mahrum oluşum idi ki ben onu kâinatın her bir zerresinde aramaya koyuldum.
Hâlimi görenler “Neyin var?” diyorlardı ve ben “Yoktur bir şeyim, olanı da Hüsn ü Aşk’la tükettim” diyordum. Hakikaten mesnevimle ya olgunlaşmıştım ya da içimi boşaltmıştım da bu boşluğun hâl çaresini göremiyordum.
Uzun uzun düşünüp taşındıktan sonra Konya’ya gitmeye karar verdim. Orada efendim bildiğim Mevlana Hazretleri’nin manevi makamında aşkı arayacaktım. Hıfzettiğim mesnevisini birçok kez daha okuyarak deva umacaktım.
Meğer kararımda nasıl isabetliymişim. Aşkı, aşkla yıkanan Konya’da, gönül dostum şehzade Selim’in sarayında, hemşiresi Beyhan Sultan’ın suretinde buldum. O gün onun gül yüzüne nazar ettim de pervane misal şem’e yanmaya durdum. Kendi ayaklarımla bile bile aşkın yangınına girdim.