Tarihi ve güncel gerçekleri kurguyla harmanlamaktaki ustalığı ile bilinen Ayşe Kulin, Nefes Nefese adlı bu romanında okurlarına bir kez daha dünyanın farklı bir yüzünü aktarıyor, İkinci Dünya Savaşı döneminde yaşanan bir öykü Nefes Nefese. Avrupa’yı kasıp kavuran ve tarihin en acımasız gerçeklerinden biri olan Nazizm’i, dönemin Türk diplomasisinin korumaya özen gösterdiği ince dengeyi ele alırken, bu tarihi planın ön yüzünde de Osmanlı vezirlerinden birinin kızıyla evlendiği Yahudi gencin aşkını ve kaçışını da dile getiriyor. Son dönemlerde yazılmış, bireylerin tarihi ile insanlığın tarihi arasındaki o kaçınılmaz kesişime ışık tutan en önemli romanlardan biri olan Nefes Nefese, usta bir yazarın başyapıtları arasında yer almaşım da haklı çıkartıyor böylece. Her zamanki sürükleyici anlatımı ve ustalıklı kurgusuyla Ayşe Kulin bir kez daha, okurlarının gösterdiği ilginin nedenini açıklamış oluyor.
TEŞEKKÜR
Nefis Nefese, hiç kimsenin yaşam Öyküsü değildir. Roman, İkinci Dünya Savaşı sırasında Avrupa’da görevliyken, Hitler’in pençesine düşen (Türk asıllı olan ve olmayan) pek çok Musevi’yi kurtarmayı başarmış Türk diplomatlarının ve Fransız Direniş Hareketi’nde görev alan bir Türk gencinin yaşadıklarından esinlenerek yazıldı.
Romanın yazılabilmesi için değerli vakitlerini ayırarak bana anılarını nakleden Büyükelçi rahmetli Namık Yolga ve Büyükelçi rahmetli Necdet Kent beyefendileri saygıyla, şükranla, rahmetle anıyor, onurlu kişiliklerinin genç Türk diplomatlarına örnek olmasını diliyorum. Nur içinde yatsınlar.
Bana çalışma kampında geçen günlerini ve tren anılarını nakleden Sayın RobertLazare Ronsso’ya ve eşine, ayrıca yine ayyıldızlı bir vagonun içinde İstanbul’a ulaşan Luiz Behar Hanımefendi’ye, hatırlayabildiklerini benimle paylaştıkları için şükran borçluyum.
Değerli belgeleri bana ulaştıran 500. Yıl Vakfı danışmanı Sayın Harry Ojalvo’ya, romanın konusuyla ilgili kişilere, belgelere ve resimlere ulaşmamı sağlayan ve her türlü yardımı seve seve yapan Sayın Naim Güleryüz ile sevgili dostlarım Rahmi Aktaş ve Jak Deleon’a, bana telefonda bilgi aktaran Büyükelçi Taylan İzmirli’ye ve zaman ayırarak kitabın ön okumaları yapan arkadaşlarım Mevzi Barın ile Ayda Köseoğlu’na ve Engin’e içtenlikle teşekkür ediyorum.
Masum insanlan Gestapo’nun elinden kurtarmak için çabalayan Türk diplomatları, isimsiz bir kahraman olan Faruk Sayar ve Türk devletinin yolladığı trenler hakkında beni bilgilendirerek, bu konuda bir roman yazılmasına vesile olduğu için, son ve sonsuz teşekkürlerimi ise arkadaşım Lale Akkoyunlu Bulak’a ayırdım.
Romanda yer alan siyasi ve sosyal olaylar ile zamanın siyasetçileri arasında geçen gerçek konuşmaları yazmak için yararlandığım kaynak kitapların dökümü aşağıdadır:
Savaşan Dünya ve Türkiye 19391945, Kâmuran Gürün, Tekin Yayınevi.
Selim ile Celine, Kâmuran Gürün, Cem Ofset Matbaacılık.
Bir Dönem Bir Çocuk, Akan Üymen, Doğan Kitap.
Kalneron Ailesi, Mons Karako, Belge Yayınları.
Eski İstanbul’un Yaşayan Tadı, Jak Deletın, Remzi Kitabevi.
Cehennemde Bir Ada, Gülseren Engin, Remzi Kitabevi.
Ve 500. Yıl Vakfı’ndan sağlamış olduğum kitapçıklar, belgeler, gazete kupürleri.
ANKARA, 1941
Siz uyursunuz bütün gece ben imlek atarım gecelerden gecelere…
Tekin Gönenç
Macit evden çıkarken gecikeceğine dair uyarmıştı Sabiha’yı ama yine de iyi terbiye nlmıs insanların iç rahatsızlığım duydu saat sekizi geçince. Toplantı odasından izin isteyerek çıktı, kendi ofisine geçti, siyah telefonun zurt zırrt diye gürültü çıkararak dönen kadranını çevirip bekledi. Sabiha’nm sesini duyunca, “Bu akşam yine toplantıdayız,” dedi, “beni yemeğe beklemeyin.”
“Yine mi yoksun, Macit,” dedi kansı bezgin bir sesle, “neredeyse yirmi gündür yemek yiyemedik birlikte… Kuzum, aranızda hiç kimsenin mi çoluğu çocuğu, karısı yok evde onları bekleyen?”
“Alman ordusu Bulgar hududumuza dayanmış, sen neden bahsediyorsun allahaşkına. Ah siz kadınlar!” dedi Macit, telefonu kapatırken.
Karısı da aynı annesi gibiydi. Ev hayatının alışılagelmiş akışı, çocukların yemek ve uyku saatleri, ailenin masa başında hep birlikte toplanabilmesi, savaştan bile önce geliyordu düzenini kurmuş kadınlar için. Atatürk boşuna çabalamış bunlardan meslek kadınları yaratabilmek için diye düşündü, bizimkilerden ancak ana olur, eş olur! Eş… mi? Macit’in dudağının ucu büküldü hafifçe. Sabiha’nın kızlarının bakımını tamamen dadıya teslim etmiş olmasını pek yadırgamaman ama bir eş olarak aylardır süregelen tavrına içerliyordu için için. Önceleri, karısındaki soğukluğu, sabahlara kadar uzayan toplantılara karşı sessiz bir protesto zannedip için için hırslanmışn. Ne hakkı vardı ona çok çalıştığı, eve geç saatlerde döndüğü için kızmaya? O mu çıkarmıştı harbi? O mu düzenliyordu sabah saatlerine sarkan toplantıları? Ya savaşın içinde bulunuverselerdi kendilerini, çevrelerindeki hangi kadın kocasının yüzünü görebilirdi bir daha dünya gözüyle?
Macit böyle düşünüyordu ama karısının bu halinin sırf şımarıklıktan kaynaklanmadığını da biliyordu için için. Bir bunalımın eşiğinde duruyor gibiydi Sabiha. Güzel havalarda piknik yapmayı, at yarışlarını izlemeyi, yağışlı günlerde kağıt oyunları oynamayı seven genç kadının içinden hiçbir şey yapmak gelmiyordu ne zamandır. Eve dönüşlerinde karısını çoktan yatmış, uyumuş buluyordu. Yanına uzandığında, beline sarılacak olsa, öte yana dönüyordu. Yatağa birlikte girmeye fırsat buldukları ender gecelerde ise, bahanesi hep hazırdı hemen uyumak için. Besbelli bir sorunu vardı ama tam da bunalıma girecek zamanı bulmuştu. Bu yoğun is temposu içinde, nasıl vakit bulup ilgilenebilirdi ki onunla. Toplantılar gece yarısından önce bitecek olursa, ertesi gün sabahın yedisinde bakanlıkta buluyordu kendini Mam.
Herhangi bir zaman diliminde yaşamıyorlardı ne zamandır. Her iki y.nı da ateş olan, ince, uzun bir sırat köprüsünden geçiyordu Türkiye. Bir tarafta sadece kendi çıkarlarını düşünen İngiltere’nin kendi yanında savaşa katılmaları için bitip tükenmeyen ısrarları, diğer yanda Almanya’nın tchdıtkar tavrı ve bunlar yetmezmiş gibi, başlarında Dcmoklcs’in kılıcı gibi sallanan, Kars’ta, Ardahan’da ve Boğaziar’da hep gözü olan Rusya’nın aba altından gösterdiği sopa… Türkiye’nin, kim olursa olsun, tuttuğu taraf” ola ki savaşı kaybederse, Rusya’nın hemen önlerine kovacağı Bu ğazlar’a ilişkin ağır fatura, iki yıldan beri süren ve ne Kaman ve nasıl biteceği bclü olmayan bir kabustu1
Birinci Dünya Savaşını, kaybeden tarafa yandaş olmanın neye mal olduğunu bizzat görmüş, dersim iyi öğrenmişti İnönü ve şimdi kimin kazanacağını bilip de onun yanında vaziyet almak için veremeyeceği şey yoktu. Ama hiçbir falcı da ortaya çıkıp bir kehanette bulunamıyordu. Kehanet, sabahlardan akşamlara ve yine sabahlara kadar süren toplantılarda her söylenen sözü, her atılan adımı değerlendirerek, gerçegi görmeye çalışan Dışişleri Bakanlığı’nın ve Genelkurmayın beyin takımına kalmıştı.
Macit o takımın içinde yer almaktan gurur duyuyordu ama İtalyanlar Yunanistan’a saldırdı ki arından beri, Türkiye’nin etrafındaki ateş çemberi giderek daralmıştı ve yarattığı asabiyet sadece hükümetin adamlarına değil, ailelerine de sirayet etmişti.
Ankara sıcak bir yaza hazırlanıyordu yine.
Kırklı yıllarda mevsimler adlarının hakkını verirdi başkentte: Kışlar bol karlı ve müthiş soğuk, yazlarsa buram buram sıcak olurdu. Önlerindeki yaz, aylarının ise cehennemi aratmayacağı, Ankara’yı her bakımdan bunaltacağı şimdiden belliydi.
Bir hafta kadar önce Alman Şeriri Von Papen, Hitler’den bir mesaj iletmişti başbakana. Uzun süren ziyaretin sona ermesini, nefeslerini tutup beklemişlerdi ilgili memurlar.
Macit, Hitler’in mesajında neler olduğunu tahmin edebiliyordu, ilk bakışta iyi niyetli temennilerle dolu gözüken, Türkiye’ye her çeşit savaş malzemesi verebileceklerini, Türk topraklarından asker getirmeyeceklerini ve Boğazlar’daki Türk haklarının güçlendirileceğini vaat eden mektup, satır araları İyi okunduğunda, Türklere, “Karar verme zamanınız gelmiştir. Yanımızda yer almayacak olursanız, savaş sona erdiğinde, Boğazlar konusunda verilecek kararların sonuçlarına katlanırsınız,” diyordu.
O çok uzun akşamın sabaha sarkan toplantısında inönü, “Almanlar bize, sabrımızı tüketmeyin, sizin sırtınızdan her an Rusya ile anlaşabiliriz demeye getiriyorlar,” demişti, “İngiltere’nin, Yunanistan’da savaştığı ve Libya’da hezimete uğradığı şu günlerde yardımımıza koşacak hali yok. Bu yüzden Almanları kıldırmayı göze alamayız. Haydi beyler, öyle bir yol bulalım ki, ne şiş yansın, ne de kebap.”
O yol, oyalama yoluydu. Her iki tarafı da kızdırmadan, incitmeden ama ne evet ne de hayır demeden, sırtlarını sıvazlayarak oyalama yolu.
Başbakan, o akşamın sabahında, Türkiye’nin içine düştüğü çok tehlikeli ve hassas durumu izah edebilmek için, İngiliz Büyük elçisi’ni Başbakanlık’a davet etti.
İkinci Dünya Savaşı süresince yaşadığı en sıkıntılı ve endişeli günlerine giriyordu Türkiye. Çünkü savaş, bir orman yangını gibi her tarafa bulaşmaya başlamış ti ve savaşan her iki tarafın da Türkiye’den beklentileri vardı.
Odasına girdiğinde aceleyle yakıverdiği sigaradan iki den nefes daha çekip kristal tablada söndürdü ve toplantı odasına geri döndü Macit. Dışişleri bakanı ve genel sekreter yerlerinde yoktular
“Macit Bey, bugünkü eğerlendirmelerini Cumhurreisi bizzat görmek istemiş. Ben raporları takdime hazır ettim. Sizi makamda bekliyorlar,” dedi yardımcısı.
Macit, Köşk’te Dışişleri’ne ayrılmış bölümdeki odasına koştu aceleyle. Birkaç aydan beri, çalışmalarını İnönü’ye anında sunabilmeleri ve onun talimatları…………………..