Pandemi | Seher Tanıdık | Birazoku


İnsanlık bir kere daha korkunç bir salgınla sınanıyordu. Yeni bir salgındı. Gezegenimizin gördüğü son pandemi.Felaket tellallarının, fütüristlerin veya kalbi açık iyi adamların, hatta bizzat o laboratuvarların sahiplerinin dediği gün gelmişti: Maskeli bir katil, hazırladığı virüslerden şimdilik sadece birini çıkarmış, korkunç nefesiyle insanlığın üstüne üflemişti.

Şimdi biraz zaman geçmeliydi. İnsanlar iyice korkmalı, içlerine çekilmeli, birbirine düşmeli, susmalı, beklemeli, yalvarmalı, biri bir aşı bulsun diye dualar etmeliydi. İlk günden beri virüsle aynı soğutucuda bekleyen aşıyı…

Ve aşk da vardı. İnsanlığı kurtarmak için bekliyordu!

***

Gözlerine baktığımda bana yaşama sevinci veren ve “sonu mutlu bitsin” diyerek romanımda bana ilham veren oğlum Can ve “ben olma” serüvenimde yanımda olan, beni benden çok cesaretlendiren sevgili eşim Çakan Tanıdık’a çok şey borçluyum.
Bu roman, Covid 19 sürecinin gerçek kahramanları olan sağlık çalışanlarına ithaf edilmiştir.

Avucunda yanardağ taşıyan, ateş yutan, ateş kusan adamlardı. Kimse onları görmedi.

Giriş
İnsanlık yeniden ve yeniden birbirini öldürüp küllerini kalanların üzerine serperken doğanlar bir kere daha deniyordu ötekiyle birlikte öldürerek ölmeyi.

Çiçek, veba, atom bombası, napalm bombaları derken öldürmelerin, acının yetmediği dünya bir denemeyle daha sallanıyordu. Felaket tellallarının, fütüristlerin veya kalbi açık iyi adamların, hatta ya da zaten bizzat o laboratuvarların sahiplerinin dediği gün gelmişti:
Biri; ilk katil ve ilk maktul olan biri, hazırladığı virüslerden şimdilik sadece birisini çıkarmış, korkunç nefesiyle insanlığın üstüne üflemişti.

Şimdi biraz zaman geçmeliydi. İnsanlar iyice korkmalı, içlerine çekilmeli, birbirine düşmeli, susmalı, beklemeli, yalvarmalı, biri bir aşı bulsun diye dualar etmeliydi…

İlk günden beri virüsle aynı soğutucuda bekleyen aşıyı.

Ruhlar, üzerine kurum yağmış beyaz çamaşırlar gibiydi tellerde. Sağ kalanlar ve ölüler, hepsi acı içinde. İnsanlar rüyalarında ceset torbalarına girmiş, üstlerine fermuar çekili görüyorlardı kendilerini. Uyananlar, merasimsiz, torbalarla gömülen isimlerin listesini okuyordu sabahları. Bu yeni savaş, toprağın altını üstüne getirmekle kalmıyor, dirileri ölmedikleri için vicdan azabına, ölüleri dirilerde gözü kalan zombilere çeviriyordu. Öfke, bu yeni katliamın yanı başında yürüyor, vicdan azabı hemen onları takip ediyordu.

Yeni bir salgındı. Gezegenimizin gördüğü “Son Pandemi”… Gerçek, gazete haberlerine sızacak kadar güçlü değildi.

6 Ağustos 2024, Deniz

Dört aydır aynı kâbusu yaşıyordu. Gündüz yaşadıkları yetmezmiş gibi uykusunda da rahat yoktu. Uzun koridorlar, bomboş odalar ve tavan aralarında Nermin’in bembeyaz, kocaman suratı dolaşıyordu. Karısı eski zaman masallarından gelmiş bir hayalet gibi kovalıyordu onu. Bağırıyor, haykırıyor, her cümlesi dört bir yanda yankılanıyordu.

Onunla birlikte evin bütün duvarları sesleniyordu:
“Hemen eve git Deniz! Hemen! Kaybedecek bir dakika bile yok!”
Her gece başka bir yere saklanıyordu ama Nermin onu her seferinde buluyordu. Deniz bu gece merdivenleri birer ikişer çıkıp yatak odasına daldı. Beyninin içi kadar darmadağın odada battaniyenin altına girdi. Karısından saklanıyordu. Aylardır onun gelmesini beklerken hasreti karabasan olup geliyordu gecelerine.
Dört ay önce Nermin’in telefonda söyledikleri şimdi evin içinde yankılanıyordu.
“Söyleyeceklerimi çok dikkatli dinle, tekrar etme fırsatım olmayacak,” diyordu müşfik bir anne edasıyla. Suratı tüm duvarı kaplayarak devasa bir hal alıyor ve deliler gibi bağırmaya başlıyordu. “Aç kalacaksınız, çocukları korumalısın. Hemen kaçır onları buradan.”
Tamam, demek istiyordu Deniz, sesi duyulmuyordu.
“Burada güvendeyiz. Seni dinledim ve kaçtık, kurtardım çocukları, merak etme.”

Deniz çaresizce anlatmaya çalışıyor ama karısı dinlemiyordu bile. Nermin bağırmaya devam ediyordu.
“Konuşacak zaman yok. Anlıyor musun beni? Konserve alın bolca, balık, peynir, kuruyemiş…” Makineli tüfekten ateş eder gibi sıralıyordu: “Bulgur, pirinç, bisküvi, para, ilaç…”
Silahlı bir çatışmanın ortasında kalmış gibi saklanıyordu Deniz. “Aldık canım, aldık,” diyor ama sesini duyuramıyordu. “Aç bırakmadım çocuklarımızı, merak etme. Dört aydır buradayız ve hiçbir şeyi eksik değil yavrularının.”
Üzerinde incecik beyaz bir gecelikle Nermin yaklaşıyordu yanına. Yüzünde hafif bir tebessüm gören Deniz seviniyordu. Tam sakinleşti, gelip yanıma oturacak, diye düşünürken narin kollarıyla Deniz’in kamburlaşan sırtını yumruklamaya başlıyordu yeniden. Öyle kuvvetli vuruyordu ki rüyada bile hissediyordu sırtındaki acıyı Deniz.
“Oturacak zaman değil Deniz. Hemen çıkıp dağdaki eve gidin. Virüsten ve açlıktan ancak orada saklanarak kurtulabilirsiniz. Hemen kaçın dedim sana!”
Çok yorgun uyanıyordu. Her kâbustan sonra uzun süre kendine gelemiyordu. Kâbuslarında konuştuğu Nermin miydi yoksa kendi vicdanı mı, ayırt edemiyordu. Bu halini çocukları fark etsin istemiyordu.

6 Ağustos 2024, Defne

Gözünü açtı. Akşamdan sımsıkı kapattığı perdelerin arasından odaya sızmayı başaran ışığı fark edince tekrar gözlerini yumdu. Güneş gereksiz bir güne daha doğmuştu. Merak edip saatine baktı, bu kadar erken kalkarsa gün hiç bitmezdi ki… Arkasını döndü, gözlerini kapatıp tekrar uyumaya çalıştı. Olmadı. Sırt üstü yattı, uzun uzun gerindi.

Sonra kalktı mecburen, koridora çıktı. Mert’in odasının kapısı açıktı. İçeri girdi. Çocuk üzerindeki incecik çarşafı yatağın ayak ucundan yere atmıştı. Sabaha karşı üşüyünce de yatağın bir kenarında büzülüp kalmıştı. Çarşafı yerden aldı, eliyle şöyle bir açıp yavaşça üzerini örttü uyuyan kardeşinin. Sonra her zamanki gibi dağınık olan odaya göz
attı. Babası çoktan pes etmişti odasını toplatmaya çalışmaktan. Mert’e göre odası topluydu. Daha fazlası hem zaman kaybıydı hem de eşyalarını dolaplara koyunca aradığı şeyi bulamıyordu. Bu haliyle her şey gözünün önündeydi. Defne de pek derli toplu sayılmazdı ama onun bile içi daralıyordu odanın halini görünce.

“Anne hanım, oğluna bu kadar yüz verirsen olacağı buydu elbette,” diye mırıldandı. Aylardır bu halde yaşıyordu çocuk. Annesi burada olup odanın halini görmeliydi, çünkü bütün kabahat onundu Defne’ye göre. Çok şımartmıştı oğlunu. Mert annesinin biricik kara kuzusuydu. Bacak kadar boyu ve sıskacık vücudu olduğunu kabul etmez, pek beğenirdi kendini. Evin küçük çocuğu olma ayrıcalığını sonuna kadar kullanır, sıkıştığı zaman kedi yavrusu bakışlarıyla kurtuluverirdi. Defne kapıyı kapatıp odadan kaçtı. Düzeltemiyordu madem, görmemesi daha iyiydi.

Babasının kapısı kapalıydı her zaman olduğu gibi. Küçüklüğünden beri bu kapalı kapının ardında saklı bir şeyler olduğunu hayal ederdi. Bu yüzden çok defa babası odadayken kapıyı çalıp girdiğinde onun apar topar bir şeyler saklayacağını ummuştu. Ama öyle bir şey hiç olmamıştı. Deniz her zaman sakindi. Defne çaktırmadan etrafı incelerdi. Her yatak odasında olduğu gibi iki kişilik yatak, biri aynalı birkaç dolap ve ona göre gereksiz bir sürü ıvır zıvırla doluydu oda. O odada gizli geçitler, saklı dolaplar, sihirli aynalar olmadığını öğrenmişti artık.

Banyoya geçti. Babasının imalatı sabunla elini, yüzünü yıkadı. Deniz tüm yokluklara rağmen hayatı çocukları için daha kolay ve zevkli hale getirmeye uğraşıyordu. Çocuklar katı sabun sevmiyorlar diye evdeki zeytinyağlı sabunları rendeleyip sıcak suda eriterek sıvı sabun yapıyordu.

Defne her gün yaptığı gibi siyah, uzun saçlarını yıkayıp kremledi, uzun uzun taradı. En sonunda da tepesinde atkuyruğu yaptı. Deniz, kızının bu yaptıklarını her ne kadar anlamsız bulsa da burada yapacak daha iyi bir şeyi olmadığı için en azından saçlarıyla oyalandığına şükrediyordu. Defne banyodaki aynaya baktı. Aynadaki yüz gülümsemiyordu çoktandır. Zorla gülümsemeye çalıştı ama olmadı. İki yeni sivilcesi daha çıkmıştı bugün.

“Karantinanın en iyi tarafı bu galiba, sivilceli suratımı kimse görmüyor,” diye düşündü.
Yavaş yavaş indi merdivenlerden. Yapacak hiçbir şeyin olmadığı bir gün daha başlamıştı. Tekli koltuklardan birine attı kendini. Başını arkaya yasladı ve öylece kaldı. Karnının acıktığını hissediyordu ama canı bir şey yemek istemiyordu.

Dışarıda insanoğlu tanımadığı bir düşmanla savaşıyordu. O ise en güzel zamanlarını, on yedi yaşını fareler gibi bu delikte saklanarak tüketiyordu. Dört duvar arasında nefessiz kalmaktan sıkılmıştı artık. Bahçeye çıktı. Defne’ye göre evin en güzel yeriydi bahçe. Komşunun bahçesindeki zeytin ağaçları uslu bir süs köpeği gibi susta dururken onların bahçesindeki zeytinin dalları göğe uzanıyordu.

Babasının bahçeye ektiği domates ve biberleri sulama görevi Defne’nindi. Artezyenden dolan büyük su deposunun çeşmesini açtı, damlama borularının altındaki toprak yavaş yavaş ıslanmaya, kokusu yayılmaya başladı.
Sebzelerin yanına biraz da çiçek ekelim demişti babasına ama “Çiçekler yenmez ki. Zaten az olan suyumuzu çiçeğe mi harcayalım?” deyince Deniz kazanmıştı.

Artezyen suyu biter miydi? Kendisi de bilmiyordu ama yiyecekleri idareli tüketmek ihtiyacı hasıl olunca cimriliği tutmuştu babasının.

Dalların ve köklerin birbirine karıştığı, toprağın tüylü yeşil yapraklarla örtüldüğü küçük domates tarlasında kocaman bir domates buldu. Bu sabahki kahvaltıları hazırdı. Bunun gibi birkaç domates daha buldu mu babası da Mert de doyardı. Ta ki içlerinde domates ağacı çıkana dek. Her gün domates yemekten bıkmıştı ama babası domatesleri iştahla götürürken, bunu bulduğunuza şükredin kızım, diyordu.

Yeşil yaprakların içinde yetişen yeşil biberleri bulmak domatesleri bulmaktan daha zordu. Üzerindeki tişörtün eteğini kıvırıp oraya doldurdu topladıklarını. Kısa sürede bir kucak biber toplayıp mutfağa döndü, tişörtündekileri mutfak tezgâhına boşalttı. Mert bayılırdı biberlere. Kahvaltıyı beklemeden tavşan gibi kıtır kıtır yerdi bu tazeleri.
Buzdolabını açtı, beş yumurta çıkardı. Evdeki en serin yer olduğunu

Benzer İçerikler

Paris Bambaşka | Cüneyt Ayral

yakutlu

Bir İstanbul Yangınıydı Aşkımız

yakutlu

Günahkar – Tess Gerritsen Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy