Biz ona Profesör diyorduk. Profesör ise oğluma “Kök” ismini takmıştı, çünkü oğlumun yassı kafasını karekök işaretine benzetirdi.
Profesör, oğlumun saçlarını okşarken, “İşte zekâyla dolu bir kafa,” dedi. Arkadaşlarının kendisiyle dalga geçmemesi için şapka takan Kök ise umarsamaz bir şekilde omuz silkti. Profesör, “Bu küçücük işaretle sonsuz miktarda sayıyı, hatta görünmeyen sayıları dahi bilebiliriz,” diyerek tozlu çalışma masasının bir kenarına parmağıyla “karekök” işareti çizdi.
Oğlum ve benim Profesör’den öğrendiğimiz sayısız şeyin arasında karekök işaretinin anlamı en önemlilerinden biriydi. Evrenin varoluşunun sayılarla açıklanabileceğine inanan Profesör, “sayısız” ifadesini kullanmamı fazla baştan savma bulurdu, fakat bunu başka türlü nasıl ifade edeceğimi bilmiyorum. Profesör bize Guinness Rekorlar Kitabı’na konu olmuş, metematiksel ispatlarda kullanılan yüz bin basamaklı en büyük asal sayının mantığını ve sonsuzluğun ötesi fikrini anlatmıştı. Ne kadar ilginç olursa olsun, bütün bunlar onunla vakit geçirmeyle kıyaslanamazdı. Sayıları karekök içine almayı öğrettiği günü hatırlıyorum. Nisan ayının başında yağmurlu bir akşamdı. Oğlumun bıraktığı okul çantası yerdeki halının üstündeydi. Profesör’ün çalışma odası loştu. Pencereden yağmur damlacıklarının ağırlaştırdığı kayısı ağacı çiçekleri görünüyordu.
Profesör hiçbir zaman bizim bir probleme vereceğimiz doğru yanıtla ilgilenmezdi. O bizim çılgın ve umutsuz tahminlerimizin yerini sessizliğe bıraktığı zamanları kollar, bu tahminler yeni bir problem meydana getirirse daha da sevinirdi. Hataların da doğrular kadar kendini gösterdiğine inanıyordu, bu nedenle “yanlış hesaplamaları düzeltmek” olarak tanımladığı özel bir yeteneğe sahipti. Harcadığımız tüm emekler boşa çıksa da, kendimizi rahat hissetmemizi sağlıyordu.
“Pekâlâ, negatif bir sayının karekökünü alırsak ne olur?” diye sordu Profesör.
“Bir sayıyı kendisiyle çarpınca -1 sonucuna ulaşacaksınız öyle mi?” diye sordu Kök. Okulda kesirli sayıları henüz görmüş olan oğlumu 0’dan küçük sayıların da var olduğuna ikna etmeye çalışmak Profesör’ün yarım saatlik bir dersini almıştı ve oğlum için bu büyük bir sıçrama demekti. Zihnimizde ’in karekökünü resmetmeye çalışmıştık. . 100’ün karekökü 10, 16’nın karekökü 4, 1’in karekökü 1. Dolayısıyla -1 sayısının karekökü…
Profesör bize baskı yapmazdı, tam tersine bizim problemleri çözerkenki yüz ifadelerimizi keyifle izlerdi.
“Böyle bir savı yok ki!” dedim kararsız bir sesle.
“Elbette var,” dedi, parmağıyla göğsünü işaret ederek. “İşte, burada içimde. O en gizli sayı, bu nedenle asla görülebilecek yerlerde açığa çıkmaz. Ama burada,” demişti. O an sessizleştik, görünmeyen uzak bir yerdeki -1 sayısını hayal etmeye çalışıyorduk. Sadece yağmurun, pencereye vuran sesi duyuluyordu. Oğlum karekök işaretinden emin olmak istercesine elini saçlarında gezdirdi.
Profesör, her zaman öğretmenlik yapmaya çalışmazdı. Bilgi sahibi olmadığı konularda çok saygılıydı ve böyle durumlarda -1’in karekökü konusunda olduğu kadar alçakgönüllüydü. Ne zaman yardımıma ihtiyacı olsa bu arzusunu olabilecek en nazik şekilde dile getirirdi. En basit ihtiyaçlarında bile; mesela ekmek kızartma makinesinin saatini kurmasına vardım edeceğim zaman. “Sana zahmet olacak ama…” diye söze başlardı. Bir keresinde saati kurduğumda ekmeğin kızarmasını oturup beklemişti. Ekmek kızartma makinesi gerçeği Pisagor teoreminden farksızmış gibi, kızarmış ekmekleri görünce âdeta birlikte yaptığımız matematiksel ispatlar kaçışında duyduğu hayranlığı duymuştu.
Akebono Temizlik Ajansı, beni Profesör için çalışmaya ilk gönderdiğinde 1992 yılı Mart ayıydı. O zamanlar on yıllık çalışma tecrübem olmasına rağmen, Japon iç denizindeki küçük bir şehirde hizmet veren ajansa bağlı en genç kadın bendim. Her türden işverenle geçinmeyi başarmıştım, başka bir temizlikçinin elini sürmeyeceği en zor müşterilere temizliğe gittiğimde bile asla şikâyet etmemiştim. Gerçekten bir profesyonel olduğum için kendimle gurur duyuyordum. Toplantıya katılan adayların yüzlerinden ev sahiplerini etkilemeye çalıştıkları anlaşılıyordu, fakat ajans başkanının herhangi bir adaletsiz yönlendirme yaptığına dair kulağıma hiçbirşey gelmemişti.
Profesörü gördüğümde elindeki kartta yer alan mühürler dikkatimi çekmişti. Mühürlerin çokluğu ne kadar çok temizlikçi değiştirmiş olduğunu gösteriyordu, çünkü genel olarak işverenin kartındaki her bir mühür başka bir temizlikçi ile iş sözleşmesi yapmış olduğunun işaretiydi. Profesör’ün kartında dokuz adet mühür vardı; bu, onunla ilgili olarak edindiğim ilk izlenimidir.
Mülakat için Profesör’ün evine gittiğimde beni kapıda karşılayan kişi zayıf, yaşlı ve zengin görünümlü bir hanımdı. Kestane rengine boyattığı saçlarını tepesinde toplamıştı ve üzerinde triko bir elbise ve sol elinde de siyah bir baston vardı. “Kayınbiraderime bakacaksınız,” dediğinde neden kocasının ağabeyinden sorumlu olabileceğini anlamaya çalışmıştım.
“Kimse uzun süre devam etmedi bu görevde, bu yüzden ben de çok zorluk çektim. Yeni birinin gelmesi işi öğretme sürecinin yeniden başlaması anlamına geliyor, bu hem benim için hem kayınbiraderim için gerçekten yorucu. Oysa iş basit; kesinlikle karmaşık değil. Pazartesiden cumaya öğleden önce 11:00’de gelirsin ve Beyefendiye öğle yemeğini hazırlarsın. Sonra odaları temizleyip düzenler, ev için gerekli alışverişi yapar, akşam yemeğini hazırlarsın, akşam 19:00’da paydos edersin,” demişti.
Bu kadının “kayınbiraderim” deyişinde tereddütlü bir hal vardı. Çok kibar konuşmakla birlikte sol elinde tuttuğu değneği asabiyetten olsa gerek durmadan sallıyordu. Benimle gözgöze gelmemeye çalışıyordu ama bazen bana doğru amirane bakışlar atıyordu. “Bütün detaylar ajansınız tarafından hazırlanmış olan hizmet sözleşmesinde belirtildiği gibidir,” dedikten sonra, “kısacası senden, herkesin istediği rahat bir günlük yaşamı ona sağlamanı istiyorum, bu bana yeter!” vurgusuyla sözlerini bağlayıvermişti.
“Kayınbiraderiniz şimdi burada mı?” diye sordum. Yaşlı kadın elindeki değneğin ucuyla arka
bahçenin ayrı bir köşesini işaret etti. Kırmızı ardıç kuşunun sesinin geldiği yönde bahçe çitinin karşı tarafında, tenha yeşil alanın biraz ilerisinde kırmızı bir dam gözüme ilişti.
“İki ev arasında gidip gelmen gerekmiyor, çünkü senin yapacağın iş ne de olsa onun evinde. Evi kuzey yönüne bakan yol kenarında olduğu için giriş çıkışlarda o taraftaki kapıyı kullanırsan çok memnun olurum. Ha bir de ondan kaynaklanan problemleri bana yansıtmadan kendin çözmeni istiyorum,” derken elindeki bastonu tembih edercesine bir kez yere vurdu. “Senden bu kurallara uymanı rica ediyorum,” demeyi de ihmal etmedi.
Ev sahibimin saçlarını her gün başka bir renk kurdeleyle bağlamak, çay için kaynattığım suyun tam 75 derece olması veya akşamüstleri Çobanyıldızı belirdiğinde dua okumak gibi sıradışı taleplerle önceki iş tecrübelerimde karşılaştığım için, yaşlı kadının bu talebi oldukça açık ve netti. Dolayısıyla, “Elbette,” deyivermiştim.
“Onunla tanışabilir miyim?” diye sordum.
“Buna gerek yok,” dedi, son derece kısa ve sert bir yanıt alınca ister istemez biraz ileri gittiğimi, hatta uygunsuz bir şey söylemiş olduğumu düşünmüştüm. “O şimdi seni görse bile yarına kadar unutacaktır; bu sebeple görmene gerek yok!” deyip kestirip attı.
“Hafızasıyla ilgili sorunu var; bunadığını söyleyemem tam tersine beyni iyi çalışır, on yedi yıl önce geçirmiş olduğu trafik kazası sebebiyle son zamanlardaki hiçbir şeyi hatırlamıyor. Hafızası 1975’te durdu. Otuz yıl önce üzerinde çalışıp geliştirdiği bir teoremi hatırlıyor ama dün akşam yemekte ne yediğini hatırlayamaz. Daha basit bir şekilde açıklayacak olursam; beyninin içinde seksen dakikalık kayıt yapabilen bir kaset olduğunu söyleyebilirim, hafızasına yeni şeyler eklemeye çalışsa da maalesef daha öncekiler siliniveriyor, süre olarak bir saat yirmi dakikaya tekabül ediyor. Ne daha çok, ne daha az.” demişti. Kim bilir kaçıncı kez birisine aynı açıklamayı yapıyordu ki sözlerini hiçbir duygusallık belirtisi göstermeden ardı ardına sıralamıştı.
Hakikaten seksen dakikalık bir hafızanın nasıl bir şey olduğunu anlamak zordu. Daha önce de hasta insanlara bakmış ve onların ev işlerini yapmıştım ama bu işimde önceki tecrübelerimin faydasını görebilecek miydim diye düşünürken birden aklıma mülakatların yapıldığı gün, yeni işverenimin kartında ne kadar da çok mühür olduğu gelmişti.
Ardıç kuşunun sesinin geldiği yönde ilerledim, yeni ev sahibimin evini yaşlı kadının evinden ayıran çitler eski görünüyordu. Biraz daha yakından bakınca kapının kilidinin fazlasıyla paslı olduğu da fark ediliyordu, nasıl bir anahtar olursa olsun o kapıyı açmak zaten mümkün olamazdı. Yaşlı kadın, “Pekâlâ, öyleyse yarından sonra yani pazartesi itibariyle işe başlarsın, bir itirazın yok değil mi?” diye emin olmak için tekrar sormuştu. Bu konuşmadan sonra Profesör’ün evinin yeni temizlikçisi olmuştum.
Bu yaşlı kadının mükemmel bir evde oturmasına karşın Profesör’ün oturduğu ev mütevazı olmaktan da öte pejmürde bir görünümde; pek geniş bir alan kaplamayan, daha ziyade oracığa sıkıştırılmış bir kulübe izlenimi veriyordu. Bu bakımsız alanı çevreleyen sıra sıra ağaçlar âdeta evin terkedilmiş imajını silmek amacıyla dikilmiş gibiydi, bu yüzden de giriş pek güneş almıyordu, kapının zili ise bozuktu.
“Ayakkabı numaran nedir?” diye sordu kapıyı açan adam, kendimi onun yeni bakıcısı olarak tanıttığımda. Ne bir selam vermişti ne bir tebessüm belirmişti yüzünde. Yıllardır edindiğim tecrübe bana, ev sahiplerinin sorularını her zaman cevaplamam gerektiğini öğretmiş olduğu için istediği gibi yanıtladım.”
“24 cm,” dedim.
“Güzel sayı, demek ayak numaran dört sayınının çarpanlarından oluşuyor.” Profesör kollarını göğsünde kavuşturup gözlerini kapattı, bir süre sessiz kaldı. Ev sahibim için ayak numaram bu kadar önemliyse bu konu üstüne konuşmayı sürdürmem iyi olacak düşüncesi zihnimi meşgul ediyordu.
“Çarpan nedir?” diye sordum.
“1’den 4’e kadar olan doğal sayıların çarpımı 24 eder,” diye sorumu yanıtlamıştı. Profesör gözleri kapalı olarak sormaya devam edecekti.
“Peki, telefon numaran nedir?”
“576 14 55,” dedim.
“576 14 55 mi? Mükemmel! Bu sayı 100.000.000’a kadar kaç tane asal sayı olduğunu gösterir,” dedi ve kendi kendine aferin der gibi başını salladı.
Sebebini tam anlayamamış olsam da onun coşkusundan telefon numaramın gerçekten mükemmel olduğu hissine kapıldım. Sayılar konusunda usta olduğunu göstermeye çalışır bir hali yoktu, tam tersine bana oldukça samimi gelmişti. Yoksa benim telefon numaramda geleceğe dair iyi bir işaret mi gizliydi ve bu numara benim özel bir kaderimin olduğuna mı işaret ediyor diye düşünmekten kendimi alamazdım.
Evin bakıcısı olarak işe gidip gelmeye başladıktan sonra kelimelerin yerine sayılarla iletişim kurmanın Profesör için daha kolay olduğu kanısına vardım. Aslında bu, onun başkalarıyla iletişim kurma yöntemiydi, onun için oldukça güven vericiydi. Sayılar onun bazen el sıkmak için kullandığı sağ eli, bazen de kendini korumak için giydiği zırhıydı. Bu zırh dışarıdan dokununca oldukça kalın, vücut hatlarını göstermeyen ve çıkarmaya kimsenin gücü yetmeyeceği kadar da ağırdı. O bu zırhı giydiği zaman kendisini güvende hissediyordu ve ona kimse bir şey yapamazdı. Ben Profesör’ün evinde temizlikçi olarak çalışmaya başladıktan sonra her sabah kapının önünde aynı diyaloğu yaşamaya başladık. Seksen dakikada bir hafızası silindiği için her sabah ben kapıda belirince o ilk günkü çekingenliğini her gün tekrar tekrar gösteriyordu. Sorduğu sorular arasında ayakkabı ve telefon numaralarımdan başka, posta kutusu numaram, bisiklet kayıt numaram, ismimi oluşturan karakterlerin çizgi sayısı gibi sorular da yer alıyordu. Bu sorulara yüklediği anlam da hemen hemen birbirinin aynıydı. Mutlaka bir anlam çıkarmaya çalışmıyor olsa da her seferinde ağzından çarpan, asal sayı gibi kelimeler dökülebiliyordu. Çarpanlar ve asal sayılar hakkında Profesörden açıklama alsam da kapının önündeki sohbetimizi her sabah sanki ilk kez karşılaşıyormuşuz gibi tekrar ediyorduk. Telefon numaramın her isteyenin bana ulaşabileceği bir numara olmadığını, özel anlamı olduğunu ve kaderimi işaret ettiğini düşünerek iç huzuruyla günlük işime başlamamı sağlıyordu.
Profesör altmış dört yaşındaydı, eskiden üniversitede Matematik Profesörü olarak görev yapmıştı. İlk görüşte olduğundan daha yaşlıymış gibi bir izlenim bırakıyordu. Bunun esas sebebi yaşlılığından ziyade bakımsız olması daha doğrusu yeterince iyi bakılamamış olmasıydı. Kamburu da çıktığı için zaten topu topu 1.65 olan boyu daha da kısa görünüyordu, kemikleri çıkmış, derisindeki kırışıkların arasında kirler birikmişti, beyazlamış saç telleri ise kâh bir yana kâh öbür yana düşerek kulaklarının yarısını örtüyordu. Ses tonu yumuşak, hareketleri ise ağırdı; öyle ki ne yaparsa yapsın her hareketi normalden iki kat uzun sürecekmiş izlenimini verirdi. Dışarıdan bakıldığında yüz hatları çok güzel olan bir adamdı; gençken ne kadar yakışıklı olduğunun emarelerini hâlâ yüzünde taşıyordu. Evde ya da nadiren de olsa dışarı çıktığı zamanlarda her ne olursa olsun takım elbise giyer kravatını takardı. Dört mevsim için biri kışlık biri yazlık biri de bahar ve sonbahar aylarında giydiği toplam üç takım elbisesi vardı, bununla beraber üç kravatı ve altı gömleği ve bir de yün paltosu bulunuyordu; fazladan bir kazak veya bir pantolon daha yoktu. Evin temizlikçisi gözüyle bakacak olursam, karışmayacak bir dolabı olduğu için bu durumdan memnundum.
Öyle sanıyorum ki Profesör dünyada takım elbiseden başka bir kıyafet tarzının olduğunun farkında değildi. Başkalarının nasıl giyindiğine ilişkin bir merakı yoktu hatta kendi görünümüyle de pek alakadar değildi. Ona göre sabah kalkıp dolabı açarak kuru temizleme poşetinde olmayan bir takım elbiseyi giymek yeterliydi. Üç takım elbisesi de koyu renkti ve bu elbiseler, onun yorgun görünümlü cildine o kadar uygundu ki bu renk üstünde âdeta ikinci bir ten rengi gibi duruyordu.
Öte yandan Profesör’ün kıyafetlerine dair en çok şaşırdığım şey, elbisesinin sağına soluna iğnelerle tutturulmuş notlardı. Bu notlar yakasında, kol ağızlarında, ceplerinde, ceketinin eteklerinde, kemerinin üstünde hatta düğme deliklerine; kısacası akla gelebilecek her yere iliştirilmişti. Klipsler yüzünden takım elbisesinin şekli kırışık, şekli de bozuk görünüyordu. Eliyle yırttığı ya da makasla kestiği bu kâğıtların üstünde yazanları okumak için yanına yaklaşıp okuduğumda bunların Profesör’ün sınırlı hafızası sebebiyle unutmamak için yazdıkları olduğunu ve bunları kaybetmemek için iğnelediğini fark etmiştim. Bu garip görüntüsü ayakkabı numaram hakkındaki soruları kadar şaşırtıcıydı.
“İçeri gel, benim şimdi biraz işim var ama sen zaten ne yapman gerektiğini biliyorsun,” dedikten sonra çalışmalarına gömülüyor, çalışması bitene kadar da yanına yaklaşmak mümkün olmuyordu. Çalıştığı süre boyunca odasından kâğıtların hışırtısı geliyordu.
Benden önce bu evin temizlikçisi olarak bir süre çalışmış dokuz kişiden toplayabildiğim bilgiye göre ana binadaki yaşlı kadın duldu ve kocası da Profesör’ün ağabeyiydi. Ebeveynlerinin ölümünün ardından Profesör, İngiltere’ye Cambridge Üniversitesi’ne tahsil için gitmişti. Annesi ve babası öldükten sonra tekstil fabrikasını tek başına işletmek zorunda kalan ağabeyi ise kendisinden 12 yaş küçük olan kardeşinin okul masraflarını karşılamış, onun Cambridge’deki matematik öğrenimine devam etmesini sağlamıştı. Fakat maalesef. Profesör doktorasını yaptıktan sonra ülkesine dönüp bir üniversitenin araştırma kürsüsünde göreve başlayacakken çok sevgili ağabeyini karaciğer yetmezliğine bağlı bir rahatsızlıktan dolayı aniden kaybetmişti. Ağabeyinin dul kalan eşi ise çocukları olmadığı için fabrikayı yıktırıp aynı yere büyük bir apartman inşa ettirmiş ve bu dairelerden gelen kirayla yaşamaya başlamıştı.
Sonraki yıllarda Profesör ve yengesi sakin ve saygın hayatlar sürmüşlerdi, ta ki o trafik kazası meydana gelene kadar. Bir ağır vasıta şoförü direksiyon başında uyuklayınca Profesör’ün arabasına taklalar artırmıştı. Bu kazada Profesör bir daha eski haline dönmesine olanak vermeyecek şekilde kafasına çok şiddetli bir darbe almış, sağlık nedenlerinden ötürü üniversitedeki işini kaybetmişti. O zaman 47 yaşında olan Profesör sadece bazı ödüllü sayı bulmacalarını çözerek kazandığı para ödüllerinden başka bir geliri olmadan ve evlenmeden dul yengesinin gözetiminde on yedi yıl boyunca hayatını sürdürmüştü. Profesör’ün deli saçması sayısal analizlerine dayanamayıp bir haftada işten ayrılan evin önceki bakıcıları, “Öyle mükemmel bir adamın kardeşi âdeta parazit gibi ağabeyinin mirasına dadanmış. Dul kadına da yazık oluyor!” diyorlardı.
Dışarıdan bakıldığında verdiği izlenime paralel bir şekilde, Profesör’ün yaşadığı kulübenin içi de oldukça soğuktu. Mutfak ve çalışma odasıyla yatak odasından başka oda yoktu, fakat ev küçük olmaktan ziyade ruhsuzluğuyla dikkat çekiyordu. Eşyaların hepsi ucuzdu, duvar kâğıtları eskiydi, yer döşemelerindense çürüme belirtisi garip sesler geliyordu. Evde bozuk olan sadece kapı zili değildi; akla gelebilecek her şey ya bozuktu ya da bozulmasına ramak kalmıştı. Tuvaletteki küçük pencerede çatlak vardı, mutfak kapısının tokmağının yarısı çıkmıştı, mutfak dolabının üstünde ise düğmesini ne kadar çevirirsen çevir hiç çalışmayan bir radyo vardı.
İlk iki haftanın iyi mi kötü mü geçtiğini anlamamış, sadece yorulmuştum. Öyle ağır bir iş yapmamış olsam da kaslarım gerilmişti, gergindim, üstüme bir ağırlık çökmüştü. Hiç şüphesiz, hangi iş olursa olsun bir alışma evresi vardı. İşin ritmini yakalayana kadar zorluk çekmek doğaldı, fakat Profesör’ün bu hali durumu vahimleştiriyordu. Normal şartlarda ev sahibi nerelerin temizlenip düzenleneceğini nereye dokunulmaması gerektiğini söyler, zaman içinde bunlar o ev sahibinin tarzını da anlamanın verdiği rahatlıkla temizlikçi tarafından kolayca yapılırdı. Ben de zamanla işime konsantre olarak ya da önsezilerimi kullanarak (tecrübe kazandıkça gelişen bir durum mudur bilmem) işin gidişatını daha iyi anlamaya başlardım. Fakat Profesör başından beri bir kere bile özellikle yapmamı istediği herhangi bir söylememişti, sanki hiçbir şey yapmadan dursam da onun için fark etmezmiş gibi beni görmezden geliyordu. Dul yengesinin talimatlarına göre sabahtan yemeği yapmam gerekiyordu. İlk gün buzdolabına ve tabii ki mutfak dolabına baktığımda küflenmiş biraz sebze kullanma tarihinin üzerinden dört yıl geçmiş makarnadan yiyecek bir şeye rastlamamıştım.
Bir gün çalışma odasının kapısını çaldım, cevap gelmeyince bir kez daha denedim, sonra yavaşça kapıyı açıp odasına girdim Profesör o esnada sırtı kapıya dönük, masasına kapanmış bir şeyler yazıp çiziyordu.
“İşinizi bölüyorum ama…” diye Profesör’e seslendim ama o kılını bile kıpırdatmadı. Kulağı mı duymuyordu yoksa çalışmasına konsantre olmak için mi kulağına pamuk tıkamıştı anlayamadığım için yanına biraz daha yaklaştım. “Öğle yemeği için ne istersiniz? Sevdiğiniz, sevmediğiniz, alerji yapan ya da size dokunan yiyecekleri söylerseniz bana çok yardımcı olursunuz,” deme gafletinde bulunmuştum. Çalışma odasına kokusu sinmişti, hele bir rüzgâr essin bu koku evin içine en kuytu köşelere kadar dolardı. Boyu pencerenin yarısına kadar gelen birçok kitap kutusu sıralanmış, kitap raflarına sığmayanlar ise yerde ufak bir başka yığın oluşturmuştu. Her haliyle sert olduğu belli olan yatağın üzerindeki yorgan ise yırtıktı. Masanın üzerinde değil bilgisayar, bir sayfa kağıttan başka bir şey yoktu. Anlaşılan o ki, Profesör çalışmalarını sadece kalem kullanarak yapıyordu. O an, Profesör gözlerini boşluğa dikmiş bir şey arıyormuş gibi baktı. Bu sefer de yanına yaklaşıp, “Eğer özel bir arzunuz yoksa ben uygun olabilecek bir şeyler hazırlayacağım, olur mu? Lütfen çekinmeden bana istediğinizi söyleyin.” dedim.
O sırada üzerine iliştirmiş olduğu notlardan bir kaçını görebildim. Notlarda okuyabildiklerim bir tanesini bile anlayamadığım karışık kelimelerdi, “…analiz başarısız olmuştur ama… Herbert 13. problemin…” ya da, “elipsin çevresi….” ve anlamını bilmediğim daha pek çok sayı ve kelime… Bu notların yıllar önce klipsle tutturulmuş olduğu kağıtların eskimişliklerinden belli oluyordu. Not kağıtlarından birinde, “Benim hafıza kapasitem sadece seksen dakika,” yazıyordu. Söylenecek fazla bir şey yoktu. Orada bulunmama bir anlam veremeyen profesör kafasını sallayarak kocaman bir sesle, “Şu anda düşünüyorum,” dedi ve kafasını çevirdikten sonra, “konsantrasyonumu bozman üzücü, ayrıca sayılarla oynarken birinin böyle aniden içeri dalması insanın tuvalette rahatsız edilmesi gibi bir şey. Bunu anlamıyor musun sen?” diye beni azarladı. Sonra defalarca özür dilesem de o beni hiç duymadı ve gözleri yine boşlukta dolaşmaya başladı.
Doğru düzgün iş yapmaya bile başlamamışken, ilk günden bu şekilde azarlanmak moralimi çok bozmuştu.Bu işten çıkartılacak onuncu kişi ben olmazsam iyi, diye geçirmiştim içimden. “Düşünme” esnasında beni rahatsız etme, uyarısı böylece zihnime kazınmıştı. Fakat Profesör neredeyse bütün gün “düşünüyordu”, çok nadiren çalışma masasından kalkıyor, sofraya oturduğunda, hatta lavaboda ellerini yıkarken veya jimnastik yaparken bile düşünmeye devam ediyordu. Gözünün önündeki yemeği ağır ve otomatik hareketlerle ağzına götürüyor, yeterince çiğnemeden yuttuktan sonra bir kör gibi yürüyüp gidiyordu. İhtiyacı olduğunda su kovasını nereye koyduğumu ya da su kaynayınca nasıl kullanması gerektiğini bilmese bile sormuyordu. Henüz alışmadığım bu ortamda herhangi bir gürültüye sebep olmamak için ekstra dikkat sarfediyor, nefes almaktan bile çekiniyor, adımlarımı bile sağ–sol–sağ düzenli atıyor ve Profesör’ün beyninin o kısa molalardan birini vermesini bekliyordum.
İşe başladıktan iki hafta sonraki cuma günüydü, akşam üstü saat altı civarında Profesör her zamanki haliyle akşam yemeğini yiyordu. Genellikle bilinçsiz bir şekilde yemeklerini yediği için, etlerin kemiksiz, balığın kılçıksız olmasına hatta sebze yemeğinde sebzeleri kaşığına bir seferde alabileceği gibi ayarlayarak tabağına servis etmeye dikkat ediyordum. Ailesini genç yaşta kaybetmiş olduğu için sofra adabını pek bilmiyordu. “Afiyet olsun!” demesiyle ağzına lokmayı atması bir oluyordu, üstelik onu sofradaki peçeteyi kullandıktan sonra bununla bir de kulağının içini temizlerken yakalıyordum. Ne bir şeylerden şikayet ediyor ne de benimle sohbet etmek için bir girişimde bulunuyordu. Fakat bir akşam yemekte o zamana kadar hiç görmediğim yeni bir notun koluna iliştirilmiş olduğunu çorbasını içerken kolu çorbasının içine girdiğinde fark ettim. Notun üzerinde çok küçük harflerle “Yeni bakıcı hanım” yazıyordu, kâğıdın arkasında ise kısa saçlı, yuvarlak yüzlü bir kadın suratı çizilmişti, yaptığı resim çocuk çizimine benzese de bir bakışta beni çizdiği anlaşılıyordu. Gözümde paydos saati geldiğinde onu yemeğini yerken birden bırakıp çıktığım bir sahne canlandı. Demek ben çıktıktan sonra resmimi çizmişti. Bu not onun benim hakkımda ne kadar kafa yorduğunun ispatıydı…
Biraz daha yemek alır mıydınız? Bu sebze yemeğini çokça yaptım o yüzden biraz daha verebilirim,” dedim oldukça yumuşak ve alçak sesle. Cevap vermemiş sessiz kalmayı tercih etmişti. Profesör sessizliğin ardından kafasını bile çevirmeden kalkıp yine çalışmalarına döndü, tabağında sadece haşlanmış havuçlar kalmıştı.
Yine bir pazartesi, yeni bir haftaya kendimi tanıtıp üzerine iliştirmiş olduğu notlardan “Bakıcı Hanım” yazanı göstererek başlamıştım. Profesör bir çizdiği resme bir bana baktı, karşılaştırıp notun ne anlama geldiğini idrak etmeye çalıştı. Sessizliğinin ardından ayakkabı numaramı ve telefon numaramı da her zamanki gibi sordu, fakat her nedense bana sayılarla dolu bir kâğıdı gösterip Matematik Dergisi’ne postalamamı rica ettiğinde beni geçen haftakinden daha farklı algılamış olduğunu hissettim.
“Sana zahmet olacak ama, acaba…” sesi nazikti ve tavrı ilk iş günümde odasına girip onu rahatsız ettiğim zamanki halinden çok farklıydı. Bu benden istediği ilk şeydi, o an “düşünme halinde” değildi. Ona, “Kesinlikle zahmet olmaz, memnuniyetle yaparım,” dedim.
Mektubu aldım, zarfın üzerine verdiği garip adresi dikkatlice yazdıktan sonra mutlu bir şekilde postaneye koştum. Döndüğümde Profesör konsantrasyon halinde değildi ve mutfak penceresinin önündeki sallanan sandalyesinde şekerleme yapıyordu, bu durum çalışma odasını temizlemem için fırsat demekti. Pencereyi açıp yatağını ve yorganını havalandırdım, odayı da elektrikli süpürgeyle bir güzel süpürdüm. Odası karışık ve tozlu olmasına rağmen konforluydu. Masanın altına dökülmüş tutam tutam saçlar, yenmiş şekerlerin sapları veya kitapların arasında bulduğum bir tavuk kemiği beni artık o kadar şaşırtmıyordu. Yine de odada bir ölüm havası hâkimdi; gürültü olmadığı için değil de, derinleşen sessizlik durumu bu hale getiriyordu. Profesör ormanın derinliklerindeki bir pınar gibi gizli sayıların içinde gezinirken, yere düşen saçların bile bozamadığı bir sessizlikti.
Bu odanın göreceli rahatlığına rağmen, bu odayı beğenip beğenmediğim sorulsaydı hiç şüphesiz hayır derdim. Profesör’ün geçmişine ait ne bir fotoğraf ne boyası çıkmış bir süs eşyası ne de bir hatırat vardı, kısacası ilgimi çekip dönüp bakmak isteyeceğim tek bir şey bile yoktu. Bir gün toz alırken kitap kutusuna gözüm ilişti: Seri Sayılar Teorisi, Cebirsel Tam Sayı Teoremi, Sayısal Teoriler, Tsubare, Hamilton, Turing, Hardy, Baker, vesaire. Bu kadar çok kitap olmasına rağmen okunacak bir tane bile olmaması ilginçti. Kitapların yarısı yabancı dilde olduğu için kitabın arkasındaki açıklamaları okumam da mümkün değildi. Masasının üstü üniversitedeki ders notlarıyla doluydu, 4B kurşun kalem ve notları iliştirmeye yarayan klipsler masanın üstüne yayılmıştı. Böyle bir masada Profesör çalışmalarına nasıl konsantre oluyordu? Burada birisinin çalışmış olduğu sadece silgi kalıntılarından anlaşılabilirdi. Silgi kalıntılarını temizleyip masayı düzenlerken Profesör’ün sıradan bir kırtasiyede kolayca bulunmayan pahallı malzemelerden yapılmış cetvel, pergel kullanması gerekir diye düşünüyordum. Masanın yanındaki sandalyede Profesör’ün oturduğu kısım hafifçe içine çökmüştü.
“Senin doğum günün ne zaman?” diye sordu Profesör. O akşam yemekten sonra dosdoğru çalışma odasına dönmedi. Ortalığı toparlıyor olmama rağmen biraz sohbet etmek ister gibiydi.
“20 Şubat.”
“Öyle mi?”
Profesör bu tarihi yorumlarken ben de yemek bittiği için tabakları topluyordum, havuçları bu sefer de patates salatasından ayırmış tabağında bırakmıştı. Tabakları kaldırıp sofrayı toplarken “konsantrasyon halinde olmadığı” zamanlarda da yemekte masayı kirlettiği dikkatimi çekti.
Hâlâ bahar olmasına rağmen akşam olup da güneş çekilince hava hemen soğuduğu için gaz yağı sobası yanıyordu.
ordum.
Her zaman dergilere projelerinizi gönderiyor musunuz?” diye sordum.
“Proje ne demek? O kadar uzun boylu bir şey değil yaptığım; sadece matematik sorularını çözüp eğleniyorum, şansım varsa para da kazanıyorum bundan.” Matematik Sevenler Derneği bu ödülleri karşılıyor,” diye cevapladı sorumu.
O esnada Profesör birden ceplerini aramaya başladı, sol cebinden ufak bir kâğıt çıkardı, gözlerini silip, “Hmm, bu sefer 37 numara, ispatı gönderdim mi acaba? Evet evet, öyle olsa gerek,” dedi kendi kendine. Anlaşılan o ki öğleden önce postaneye gitmemin üzerinden seksen dakika geçmiş ve konuştuklarımız artık aklından silinmişti.
“Hay Allah, bu bir yarışma mıydı? Öyleyse belki de ekspres postayla göndermem gerekirdi.” “Hayır, hızlı olması gerekmez, elbette doğru cevabı herkesten önce ulaştırmak önemli ama eğer cevap doğru ama güzel değilse hiçbir anlamı yok, inan bana.”
“Matematiksel bir ispatın güzel olabileceği hiç aklıma gelmezdi. Güzel ve güzel olmayan yanıt diye bir şey mi var yani?”
“Elbette var!” dedi Profesör ve ayağa kalktı, tabakları yıkadığım lavabonun yanına kadar geldi ve yüzüme bakarken kafasını sallıyor, konuşmasını da sürdürüyordu.
“Gerçekten güzel bir cevabın ölçütü, açıklama gerektirmeksizin düzgün ve anlaşılabilir olmasıdır.Mesela, yanlış olmasa da karmaşık ifadeler içeren yanıtlar da vardır, anlıyor musun? Neden yıldızlar güzeldir sence? Kimsenin yapamayacağı kadar güzel matematiksel açıklamalar yapabilmek de yıldızlar kadar harikadır.”
Sohbete başlayan Profesör’ün şevkini kırmamak için tabakları yıkamayı bıraktım, durmadan evet anlamında kafamı sallıyordum.
“Senin doğum günün 20 Şubat.”
“2 ve 20 çok güzel sayılardır; şimdi buna bakmanı istiyorum” dedi ve devam etti, “bu benim üniversite yıllarımda yazdığım tez için aldığım ödül,” diyerek kol saatini çıkarıp gösterdi ve yeniden koluna taktı. Onun takabileceğinden çok faklı olarak pahalı, yabancı marka bir saatti.
“Harika bir ödül almışsınız,” dedim.
O da teşekkür ederek saatin arkasında yazan sayıyı okuyup okuyamadığımı sordu. Saatin arkasında, “284. ödül,” yazıyordu.
“Bu ödülün size tarihte 284. olarak verildiğini mi gösteriyor?”
“Şüphesiz, fakat esas konu 284 sayısı, şimdi bulaşık yıkamaya biraz ara ver ve sadece 220 ve 284 sayıları üzerine düşün. Sana bir şey ifade etmiyorlar mı?”
Önlüğümü çekerek beni mutfak sandalyesine oturturken, cebinden 4B kurşun kalem çıkardı, bir ilan broşürünün arkasındaki boş kısma bu iki sayıyı yazdı. 220 ve 284 sayılarını özellikle ayrı ayrı yazmasına bir anlam verememiştim.
220 yazdıktan sonra, “Ne düşünüyorsun?” diye sordu. Islak ellerimi önlüğüme silerken Profesör’ün ümit dolu bakışları karşısında garip hissediyordum. Cevap vermek istiyordum ama doğal olarak bir matematikçiyi ne tür bir cevabın sevindireceğine dair hiçbir fikrim yoktu. Bunlar benim için sadece basit birer sayıdan ibaretti.
Aa, şöyle ki… İkisi de üç basamaklı… sonra…” dedim kekeleyerek, gerçekten aralarında çok büyük bir fark yokmuş, mesela marketten iki ayrı pakette et alsam; biri 284 diğeri 220 gram olsun, ben bunların arasındaki gram farkını anlayamam, bana aynı gibi gelirler. Baktığınız zaman da gram farkı anlaşılmaz, satın alırken üretim tarihi daha yeni olanı alırım, sayısal bir fark yoktur, ikisi de çift sayı… başka… başka…” diye aklıma ne geldiyse bir bir sıralayıvermiştim.
Saatinin kayışıyla oynarken, “Bu iyi işte! Etkileyici bir tanım yaptın.” demişti. Profesör tarafından takdir edilmiş olmaktan dolayı şaşkındım, ne diyeceğimi bilemiyordum.
“Sezgiler önemlidir.” diyerek devam etti sözlerine. “Eğer nehir, bir an bile yatağını parlatacaksa daha hızlı akar. Sayılar da sezgilerle işte tam böyle yakalanır!” dedi.
Profesör sandalyesini yaklaştırıp bu iki sayı üstüne daha derin bir açıklama yapmaya başladığında o an burnuma tıpkı çalışma odasında aldığım kâğıt kokusu gelivermişti.
“Bölen ne demek biliyorsun değil mi?”diye sordu.
“Evet, sanırım… Öğrendiğimi anımsıyor gibiyim…” diye cevapladım.
“220, 1’e ve kendisine kalansız bölünür. Dolayısıyla 1 ve 220, 220’nin bölenleridir. Doğal sayılar mutlaka 1’e ve kendisine bölünür, peki bu sayı başka hangi sayılara kalansız bölünür?”
“2 ye ve 10’a,” diye cevapladım.
“Aynen, ne güzel anlıyorsun işte! Peki, o zaman 220 ve 284 ün kendilerinden başka bölenleri nelermiş ona bakalım:
220 : 1 2 4 5 10 11 20 22 44 55 110
142 71 4 2 1 : 284
Profesör tahmini olarak sayıları yazmıştı, bölenleri 220 için küçükten büyüğe, 284 için büyükten küçüğe sıralamıştı.
“Bölenleri kafanızdan mı hesapladınız?” diye sordum.
“Evet, elbette,” dedi ve ekledi, “zaten ben durup tek tek yapmadım, ben de senin yaptığın gibi sadece sezgilerimi kullandım. Peki, şimdi diğer adıma geçelim,” dedi ve Profesör bu sayıların arasına artı işareti koyuverdi.
220 : 1 + 2 + 4 + 5 + 10 + 11 + 20 + 22 + 44 + 55 + 110 =
= 142 + 71 + 4 + 2 + 1
“Hesapla bakalım, yavaş yavaş acele etmeden ama…” diyerek Profesör kalemi bana uzattı. Ben de ilan broşürünün arkasında boş bir yere çözdüm. Yüzünde memnuniyet dolu bir ifade olduğu için hiç de kendimi sınava tabii tutuluyormuş gibi hissetmeden bu durumdan kurtulabilecektim. Üstelik, bir süredir önümde duran kâğıdı çekerek doğru cevabı kendisinden başkasının veremeyeceğine dair inancını yüzünden rahatlıkla okuyabiliyordum. Tam üç defa sağlamasını yapmış ve çözümün doğruluğunu kontrol etmişti. Bu süre boyunca ne zaman öğlen ve ne zaman akşam olduğunu hiç anlayamamıştım; öylece yemek masasına çöreklenmiş sayılarla uğraşıyorduk. Öte yandan yıkanmış bulaşıkların üstünden suyun süzülmesi duyulabilecek kadar sessizdi ve Profesör problemden gözlerini ayırmıyordu.
“İşte buldum!” dedim.
220 : 1 + 2 + 4 + 5 + 10 + 11 + 20 + 22 + 44 + 55 + 110 = 284
284 : 142 + 71 + 4 + 2 + 1 = 220
“Buldum! Sonuca bak! Böyle müthiş 2 sayı; 220’nin bölenlerinin toplamı 284’tür. Bununla beraber 284’ün bölenleri toplamı 220’dir. Bunlar özü birbirine yakın sayılar, bir eksik bir fazla sayı olsalardı böyle bir ortak noktaları olmayacaktı; Fermat ve Descartes bu dost sayılardan birer tane bulabilmişler. Müthiş bir sonuç olduğunu düşünmüyor musun? Senin doğum günün benim saatimin üzerindeki sayının bir çift olması inanılmaz.”
İlan sayfası önümüzde, uzunca bir süre oturduk. Parmaklarımla Profesör’ün yazdıklarını ve benim eklediklerimi takip etmeye çalışıyordum, içiçe geçmiş gibi görünüyorlardı. Gece gökyüzünde takımyıldızları birleştirir gibiydik
BOLÜM 2
Akşam eve dönüp oğlumu uyuttuktan sonra ben de kendi başıma “dost sayılardan” bulmak istedim. Gerçekten Profesör’ün dediği gibi bu tür sayılara ender rastlanıldığından emin olmak istiyordum; eğer iş tam sayıları yazmaksa, eğitim seviyesi lise terk olan ben bile bunu yapabilirdim…
Fakat çok geçmeden de sonu gelmeyen bir mücadelenin içine girdiğimi fark ettim. Çünkü Profesör’ün söylediği gibi, içimden geçen sayıları irdelemeye başladıysam da nereden başlayacağımı bilemediğim için her çalışmam başarısızlıkla sonuçlanıyordu. Başlangıçta çift sayıların çarpanlarını bulmak daha kolaydır dedim kendi kendime ve iki basamaklı çift sayılar üzerinde denemelere giriştim, fakat bir sonuç elde edemeyince ilgi alanımı tek sayılara kaydırıp üç basamaklı sayılara kadar gittim. Maalesef tüm çabalarım sonuçsuz kalıyordu. Hangi sayılar olursa olsun bunların ortak noktalarını bulamıyor, birazcık ilerlesem bile benim için somut bir yere varmak maalesef mümkün olmuyordu. Nitekim Profesör’ün söylediği doğruydu; benim doğum günü tarihim ve onun saatinin içindeki sayılar bir araya gelebilmek için büyük sınavlardan geçmişti ve uçsuz bucaksız sayılar okyanusunda birbirini bulmuştu. Hangi ara önümdeki kâğıda bir şeyler karalamışım hiç farkında değildim fakat önümdeki boş bir sayfa değildi artık… Birazcık ilerleme kaydetmiştim sanki, fakat gittiğim yolun dönüşünde hangi sayının ne olduğunu da anlayamaz olmuştum. Sonra birden keşfettim ki 28 sayısının kalansız bölenleri toplamı da aynı gizemli numaralarımız gibi sayının kendisini veriyordu.
28 : 1 + 2 + 4 +7 + 14 = 28
İşte bu yüzden artık anlaşılmayacak bir şey yoktu, ben de denemiştim ve bu özellikte başka bir sayı daha yoktu ya da belki vardı ama ben onu bulamamıştım. Elbette bulduğum sonuç için buluş demek abartı olurdu, fakat buluştan başka ne olabilirdi ki? Bu sonucu ben bulmuştum, anlamını tam kavramasam da bir sayının peşine düşmüş ve öylece sürüklenip gitmiştim. Dokunsalar ağlayacak gibiydim; kapasitemi çok zorlamıştım. Yatağa girip saate baktığımda Profesörle oynadığımız sayı oyununun üstünden seksen dakika geçmişti. Hiç şüphesiz bu sayı oyunu Profesör’e göre oldukça sıradandı. Öyleyse Profesör’ün bu oyundan etkilendiği ve keyif aldığı nasıl olmuştu da yüzünden okunmuştu? Onun karşısında kendimi bir öğrenci gibi hissetmiştim. Seksen dakika geçmişti, acaba Profesör dost sayıların gizemini unutmuş muydu? Herhalde 220 sayısının neyi ifade ettiğini hatırlamıyordur, diye düşünmekten o gece gözüme uyku girmemişti.
Bir bakıcı için Profesör’ün evinde çalışmak başka evlerde çalışmaya kıyasla oldukça kolaydı; Profesör’ün evi küçücüktü, değil misafirin uğradığı, telefonun bile pek çalmadığı bir evdi; evde pişen yemek ise ancak iştahsız bir adamın yiyeceği kadardı. Başka işlerde çok kısa zamanda temizlik, yemek, çamaşır yıkama ve benzeri çok fazla iş yapmam gerekirdi. Tek dikkat etmem gereken; yeni bir problem çözmeye başladığında onu kesinlikle rahatsız etmemekti. Yemek masasını içimden geldiği gibi fırçalayıp parlatıyor, nevresimleri havalandırıyordum. Hatta onun havuç yemesini bir şekilde sağlamak için ustaca yöntemler keşfetmiştim. Bunların içinde en zoru Profesör’ün hafızasının nasıl çalıştığını anlamak olmuştu. Dul yengesinin anlattıklarına göre Profesör’ün hafızası 1975 yılında durmuştu, bu sebeple Profesör’ün “yarın”dan neyi kastettiği asla anlaşılamazdı, dolayısıyla Profesör, “yarın” için plan da yapamazdı, onun hafızasının yitik oluşunun hayatında ne gibi zorluklara yol açtığını anlamak çok zordu.
Profesör her güne istisnasız olarak beni ilk defa görüyormuş gibi başlıyordu, kesinlikle varlığımı anımsamıyordu. Kol ağzına tutturmuş olduğu not kağıdını işaret ederek, benim ilk defa karşılaştığı biri olmadığımı anlatsam da beraber geçirdiğimiz zamanları anımsamasını maalesef hiç sağlayamıyordum. Hatta bu yüzden alışverişe çıktığım zaman genellikle bir saat yirmi dakikayı geçirmeden eve dönmüş olmaya gayret ediyordum. Döndüğümde verdiği tepki seksen dakikanın geçip geçmediği konusunda neredeyse saatten daha doğru bir gösterge oluyordu.
Hemen gidip geliyorum, diyerek kapıdan çıktıktan bir saat onsekiz dakika sonra geri dönebilmişsem beni, “Hoşgeldin, yorulmuşsundur,” diye karşılıyor, buna karşın döndüğümde evden çıkmamın üstünden bir saat yirmi iki dakika geçmiş ise söze, “senin ayakkabı numaran nedir?” diye başlıyor ve cevabımı duymak için dikkat kesiliyordu.
Öte yandan, bilmeden yanlış bir şey söylememek ve onu şaşırtmamak için çok dikkat ediyordum. Bir gün sırf sohbet olsun diye “Bu sabah gazetede okuduğuma göre Başbakan Miyazava,” diye lafa başlamıştım ki Profesör’ün bildiği yegâne başbakan 1975 yılındaki Takeo Miki olduğu için hemen lafı değiştirdim. “Yazın yapılacak Barselona Olimpiyatları’nı seyretmek için TV alalım mı?” diye sorduğum zaman –ona göre en son olimpiyat Münih’te yapılmıştı– ben yine bu soruları sormuş olmaktan derin bir pişmanlık duymuştum. Buna karşın Profesör’ün hiç de incinmiş gibi bir duruşu yoktu. Ben de sohbet bir çıkmaza girince gerilip heyecanlanmadan bir süre bekleyip başka bir konuya geçiyordum. Konuşmalarımızda o bir kez bile bana ve benim hayatıma dair sorular sormamıştı. Kimdim? Nereliydim? Ne kadar zamandı, bakıcılık yapıyordum? Ailem var mıydı? Belki de seksen dakikalık hafızası izin vermeyeceğinden ve aynı soruyu defalarca soruyor olmak karşı taraf için rahatsızlık vereceğinden bunları soramıyordu.
Profesörle çekinmeden, üzerinde en rahat konuşabildiğimiz şey matematikti. Öğrencilik zamanlarımda matematik kitaplarda gördüğüm kadarıyla bana oldukça soğuk geliyordu ve uzaktı. Fakat Profesör’ün sorular sorarak öğrettiği sayıları gerçekten anlayabiliyordum. Elbette bu durum, bakıcısı olarak çalıştığım evin sahibinin matematiğe olan ilgisine uyum sağlamak için değil de öğretme yönteminin çok başarılı olmasından kaynaklanıyordu. Formülü yazıp nefesini tutuşu, mimikleri ve kullandığı sözcükler öğrencileri için eminim çok derin anlamlar taşıyordu. Bir kez öğrettiği şeyi unuttuğu için, öğrenci olarak benim defalarca çekinmeden rahatça aynı soruyu sorabilmem sanırım öğrenmenin püf noktasıydı. Ne de olsa normal bir öğrencinin bir kerede anladığını ben beş hatta on kerede ancak anlayabilirdim.
“Dost sayıları bulan kişi ne bilge biridir, değil mi?” diye sordum.
“Evet, adı Pisagor. MÖ 6. yüzyılda yaşamıştır,” dedi Profesör.
“O kadar eski dönemlerde sayılar var mıymış?”
“Elbette! Yoksa sayıların 19. yüzyılda mı keşfedildiğini sanıyorsun? Sayılar insanlardan bile eskidir hatta dünya yokken bile vardı.”
Mutfakta işim varken sayılar üzerine konuşurduk; Profesör genelde ya mutfak masasının ya da
pencerenin önündeki sallanan sandalyesinde otururdu. Bense ya ocakta kısık ateşte pişen yemeği karıştırıyor ya da bulaşıkları duruluyor olurdum.
“Gerçekten öyle mi? Ben her zaman sayıları icat edenin insanlar olduğunu düşünmüşümdür,” dedi. “Hayır, tam olarak değil, eğer onları biz icat etmiş olsaydık sayıları çözmek için bu kadar sıkıntı çekmezdik; hatta matematikçilere de ihtiyaç olmazdı.”
“Aslında sayıların ne zaman ortaya çıktığını bilen yoktur. Bizler sayıları değil, sadece sayıların var olduğunu keşfettik.”
“Demek bu yüzden sadece zeki insanlar sayılar arasındaki ilişkileri bulmak için uğraş veriyor.”
“Evet, tabii bu arada sayıları icat eden gücün yanında insanların ne kadar aptal kaldığı da görülüyor,” diyerek Profesör arkasına yaslandı ve önündeki dergilerden birini eline aldı.
Profesör, başını yana eğmiş, sallanan sandalyesinde otururken Matematik Dergisi’ni açtı. “Karın açken akıl iyi çalışmaz, bol bol yemek yiyip beynin en kenarda köşede kalan kısımlarını vitaminle dolduralım. Az kaldı, şimdi bitecek, hemen sofrayı da hazırlarım.’’
Havuçları Profesör’ün görmeyeceği kadar rendeleyip köfte harcına katıyor ve tabii Profesör’ün delilleri görmemesi için de havuç kabuklarını gizlice hemen çöpe atıyordum. Köfte harcına havuç katma işlemini tamamlayınca. “Bu arada ben 220 ile 284 arasındaki ilişkiye benzer bir ilişkiyi diğer sayıların arasında bulmak için her akşam oturup kafa yoruyorum fakat sonuç alamıyorum şansım yaver gitmiyor,” diye yakındım.
“Eveet sıradaki sayımız kardeş sayılardan, 1184 ve 1210.”
“Nasıl? 4 basamaklı değil mi bu sayı? Benim bunu çözmem biraz zor görünüyor, oğlumdan yardım etmesini isteyeceğim.”
Bunu duyan Profesör şaşkınlıkla, “Hey, senin oğlun mu var?’ diye sordu, sorarken öyle heyecanlıydı ki uzandığı sandalyeden doğrulurken Matematik Dergisi’ni yere düşürdü.
“Evet,” diye cevapladım.
“Kaç yaşında peki?”
“10 yaşında.”
“Demek 10 yaşında, ne kadar küçük…”
Profesör’ün yüzü birden karardı, rahatsız olmuş gibiydi.
Köfte harcını yoğurmayı bırakıp bu sefer 10 sayısı üzerine neler söyleyecek diye beklemeye başladım.
“Oğlun şimdi nerede ve ne yapıyor?”
“Hımm, herhalde bu saatte okuldan dönmüş, ödevlerini yapmadan bahçeye fırlamış ve arkadaşlarıyla top oynuyordur.”
“Herhalde mi? Sen ne kadar da rahatsın öyle, birazdan hava kararacak,” diye karşılık verdi.
Bir süre oğlumun yaşına ilişkin bir yorum yapar diye umdum fakat 10 sayısının gizemine dair bir açıklama yapmaya hiç de niyeti yoktu. Öyle görünüyordu ki 10 sayısı ona göre küçük bir çocuğun yaşından başka bir anlam taşımıyordu.
“Benim evde olmamam hiç sorun değil, her gün böyle geçtiği için artık o alışık,” dedim.
“Nasıl yani? Sen her gün oğlanı dışarı atıp burada, bu saatte, benim için yemek mi hazırlıyorsun?” diye sordu.
Profesör oğlumun yalnız kalmasıyla çok ilgilenmişti, bu sırada ben köfte harcına baharat koymakla meşguldüm.
“Yoksa kocan işten eve erken mi geliyor? Ya da anneannesi mi bakıyor ona sen buradayken?”
“Hayır, maalesef kocam da yok anneanne de babaanne de; oğlumla ikimiz yaşıyoruz.”
“Yani, evde yalnız mı? Karanlıkta kalırsa veya karnı acıkırsa ne yapıyor? Annesi bir yabancıya yemek yaparken o aç mı duruyor yani? Bu nasıl olur? Mümkün değil böyle devam edemez,” diyerek heyecanla ayağa fırladı ve düşünceli düşünceli saçlarını karıştırırken bir taraftan da söylenerek sofranın etrafında dört dönmeye başladı. O dönüp durdukça kulağıma üzerindeki hatırlatma kâğıtlarının hışırtısı geliyordu. Yemek pişmeye yakın fokurdamaların başlamasıyla tencerenin kapağı da oynamaya başladı, iyice kaynamış olan çorbanın altını kapatırken hâlâ savunmamı sürdürüyordum.
“Merak etmenize hiç gerek yok ki,” diye mümkün olduğunca sakin ve yavaş bir ses tonuyla açıklamaya gayret ettim. “Doğduğundan beri oğlumla bir başımıza yaşıyoruz, o daha küçükken alıştı bu şekilde yaşamamıza; onun yaşına aldanmayın, on yaşındadır ama herşeyi tek başına yapabilir. Buranın telefon numarasını da öğrettim ayrıca bir problem olursa hemen apartmanın zemin katında oturan teyzeye sorması gerektiğini de biliyor,” diyerek onu rahatlatmaya çalıştıysam da sonuç değişmiyordu.
“Olmaz, olmaz, olamaz!” Sofranın etrafında hızla dönüyor ve durmadan bağırıyordu.
“Bir çocuğu öyle kendi başına bırakmak sebebi ne olursa olsun doğru değildir! Ya sobayla oynar da yangın çıkarırsa ne yaparsın? Yediği şekerlerden biri boğazına kaçarsa boğulmasın diye ona kim yardım edebilir? Düşüncesi bile korkunç, ben böyle birşeyi kaldıramam, hemen evine dön. Madem annesin çocuğunla beraber olmalısın, hemen şimdi evine dön! Anneler çocukları için yemek yapmalıdır. Hemen şimdi eve gidiyorsun!” diyerek aynı sözcükleri durmadan tekrarlarken beni bileğimden tutmuş kapıya kadar getirmişti.
“Lütfen biraz daha bekleyin, şunları bir tavaya koyup kızartayım hemen gideceğim,” dedim umutsuzca.
“Ya sen köfteleri pişireceğim derken oğlun yangın çıkarıp ölürse? Ne yaparsın o zaman? Yarından itibaren oğlunu da buraya getiriyorsun, anlaşıldı mı? Okuldan çıkınca doğruca buraya gelebilir. Burada hem ödevlerini yapar hem de annesinin yanında kalmış olur. Nasılsa ben unuturum diye atlatmaya çalışma sakın! Söz mü? Ben unutmam, eğer bu sözünü tutmazsan seni hiç bağışlamam, ona göre!” dedi ve beni tanımak için kol ağzına iğnelemiş olduğu not kâğıdının arkasına, “…ve on yaşında oğlu var,” açıklamasını ilave etti. Ben daha yemek hazırlamak için dağıttığım mutfağı toplayamadan, çiğ et kokan ellerimi bile yıkamadan kendimi kapının önünde buldum. Onu çalışırken rahatsız ettiğim zamankinden daha kızgın görünüyordu. Sanki kızgınlığı çok derinlerde kalmış bir korkusunu saklamak içindi, sonuç olarak ben apartman alevler içindeyse ne yaparım diye düşünerek acele içinde evin yolunu tuttum.
Onun şefkatli ve güçlü bir koruma duygusu taşıdığını oğlumla karşılaşmalarını görünce tam anlamıyla keşfedecektim. Daha önce Profesör’e söz vermiş olduğum gibi oğluma okuldan çıkıp doğruca nasıl Profesör’ün evine gelebileceğini detaylıca anlattım. Çocukların işyerine getirilmesi bağlı olduğum ajansın kurallarına uygun olmadığı için rahatsızlık duysam da Profesör’ün bu konudaki baskısına karşı gelememiştim. Sonraki gün çantasını sırtlanmış olan oğlum kapıda belirince Profesör gülerek oğluma doğru kollarını açtı ve onu kucakladı. Kolundaki not kâğıdına eklediği “on yaşındaki çocuk” yazan not kâğıdını göstererek hatırlatma yapmama gerek bile kalmadı. Gözlerimin önünde naif oğlumun biri tarafından sevgiyle kucaklanması beni çok duygulandırmıştı, aslında Profesör tarafından ben de böyle karşılanmayı isterdim diye düşünüp biraz da kıskançlık duydum.
Profesör, “Geldiğin için çok sevindim,” dedi. Kapının önünde bana her sabah yaptığı mini sayı testini yapmaya bile gerek duymadı. Oğlum ise bu şekilde karşılanmış olmaktan dolayı şaşkındı, alışık olmadığı bu sevgi gösterisine sadece gülümseyerek cevap verdi. Profesör oğlumun Tigers yazan kasketini çıkarttığı gibi daha adını bile sormadan, “Senin adın Kök olsun,” dedi, “karekök işareti çok bilge bir semboldür, tüm sayıları içine alabilir.” Oğluma Kök adını taktıktan sonra sonra beni anımsamak için kol ağzına iliştirdiği “yeni bakıcı kadın ve onun on yaşındaki oğlu” ifadesinin yanına bir de ’ü ekledi.
Birgün, Profesör’ün yükünü biraz olsun hafifletmek amacıyla yaka kartı hazırlama işine giriştim. Böylece Profesör karşısındakinin kim olduğunu anlamak için hep kendi üzerine iliştirmiş olduğu tüm notlara tek tek bakmak zorunda kalmayacaktı, bunun yerine bizler yaka kartı takarsak etrafını tanıması daha kolay olabilirdi. Mesela oğluma da okuldan çıkıp Profesör’ün evine gelirken okul kimliğini çıkartıp onun yerine benim hazırladığım “Kök” yazan yaka kartını takmasını söyledim. Yaka kartı görünüş itibariyle ne kadar sıradan olursa olsun Profesör’ün hayatını kolaylaştırdığı için bence mükemmel bir buluştu, ancak nedense bu buluş hayatımıza umduğum ölçüde değişiklik getirmedi. Beni yine eskisi gibi elimi sıkarak, oğlumu ise gördüğü gibi kucaklayarak karşılıyordu.
>Oğlum da kısa zamanda Profesör’e alıştı ve karşılanma şeklinden de oldukça hoşnuttu. Normalde başından hiç çıkarmadığı şapkasını artık takmıyor, sanki Kök adını almaya değer bulunan, gurur duyduğu saçlarını sergiliyordu. Profesör bu karşılamalar esnasında istisnasız her zaman “” üstüne repliklerini söylüyordu. İş sözleşmesine göre akşam yemeğini altıda hazırlamam ve yedide ortalığı toplayarak çıkmam gerekiyordu. Fakat oğlum gelmeye başladıktan sonra Profesör bu şartı da biraz değiştirdi Profesör’ün hesabına göre bizim eve dönmemiz, benim akşam yemeğini hazırlamam ve oğlumun yemek yemesi akşam sekizi buluyordu. Benim hazırladığım yemeği yetişkin biri, aç bir çocuğun gözü önünde fütursuzca nasıl yiyebilirdi? Bu kabul edilebilir bir şey değildi. Zaten bir çocuğun akşam sekizde yemeğini yemiş ve yatmış olması gerekiyordu, hiçbir ebeveyn çocuğunun akşam sekizde yatmasına engel olamazdı. Bu haksızlık olurdu, çünkü bir çocuk ancak uyuduğu saatlerde büyürdü. Ona göre savunduğu tez gayet bilimsel olduğu için ben de bağlı olduğum Akebono Temizlik Ajansı’yla görüşüp akşam yemeğinin ücretimden düşülmesini talep etmeye karar verdim.
O güne kadar hazırladığım yemekler için bir kez bile teşekkür etmemiş olan Profesör’ün yaklaşımının –ne gariptir ki– ilk defa oğlumun bizle birlikte olduğu akşam yemeğinde değiştiğine tanık olacaktım. Ayrıca Profesör, artık yemek yerken sandalyesinde dik oturuyor ve çiğnerken ağzını şapırdatmamaya, masaya çorba damlatmamaya özen gösteriyordu. Bunların hepsi masada sadece ikimiz olduğumuzda gördüğüm garipliklerdi.
“Senin gittiğin okulun adı ne? Öğretmenin iyi mi? Harçlığın ne kadar? Bugün öğlen yemeğinde ne vardı? Büyüyünce ne olacaksın?”
Tavuğuna limon sıkarken ve çorbadan havuçları ayıklarken Profesör, Kök’e hiç duraksamadan hatta geçmişle ya da gelecekle ilgili olduğuna aldırmadan art arda sorular soruyordu.
Sofrada mümkün olduğunca huzurlu bir ortam yaratmaya çalıştığı aşikârdı. Kök sorulara üstünkörü cevaplar verse de Profesör onu can kulağıyla dinliyor ve anlamadığı, bağlantı kuramadığı yerlerde bile bozuntuya vermiyordu. Birlikte yemek yerken sessizliğe gömülmeden, neşeli, eğlenceli bir ortam yaratmak için gösterdiği çabalara şükran duyuyorum.
Bir çocuğu neşelendirmekle kalmıyor, Kök masaya direklerini dayadığında ya da yemek tabağını takırdattığında ya da görgü kurallarına aykırı başka bir şey yaptığında (ki bu tür şeyleri kendisi yalnız yediği yemeklerde fazlasıyla yapıyordu) onu nazikçe uyarıyor ve düzeltiyordu.
“Çok yemezsen olmaz, büyümek çocukların işidir,” diyerek oğlumun yemek yemesi için uğraşıyordu.
“Sınıfta boyu en kısa çocuk benim,” dedi Kök.
“Bunun moralini bozmasına izin verme, ama şimdi senin enerji toplama zamanın, çok yemek yiyeceksin, sonra birden boy atacaksın; işte o zaman kemiklerin uzayacak, sesin de kalınlaşacak,” diye onu ikna etmeye çalışıyordu Profesör.
“Size de öyle mi oldu Profesör?”
“Hayır, çocuk, maalesef amcan enerjisini boşa ve gereksiz yerlere harcadı.
“Gereksiz yere mi harcadı, nasıl?” Oğlum anlamamış olacaktı ki bu soruyu sordu.
Tek bir arkadaşım vardı ama biz pek spor yapmazdık, oyun oynamazdık.”
“Arkadaşınız hasta mıydı yoksa?
“Hayır, tam tersi geniş omuzlu, güçlü kuvvetli biriydi fakat o benim beynimin içindeydi, ben onunla sadece zihnimde oynayabiliyordum bu yüzden pek spor yapmadım, enerjimi doğru kullanmadım, sonuç olarak kemiklerim de gelişmedi.”
“Aaa anladım, biliyorum o arkadaşınız sayılardı değil mi? Siz bir matematik şampiyonuymuşsunuz, annemden duymuştum bunu.”
Oğlumun böyle hemen tepki vermesi Profesör’ün hoşuna gitmiş olmalıydı ki, “Sen ne kadar tezcanlısın öyle, kulakların da çok iyi duyuyormuş,” diye şaka yaptı. “Evet, benim sayılardan başka arkadaşım olmadı bu sebeple de kemiklerimi geliştirecek oyunlar oynayıp sağlıklı büyüyemedim. Anlaşıldı mı? Bu yüzden de artık tabağında yemek bırakmak yok. Eğer karnın doymazsa bu amcanın tabağındaki yemeği de her zaman isteyip çekinmeden yiyebilirsin tamam mı?” dedi.
“Tamam, teşekkür ederim,” diyen oğlum da o günden sonra tabağında yemek bırakmayan ve iştahlı bir çocuk oldu. Hatta Profesör’ün uyarılarını dikkate alarak onu memnun etmek istercesine ikinci tabak yemeği yiyor, arada heyecanlı bir şekilde fıldır fıldır gözlerle odanın içindeki ve Profesör’ün üstündeki notlara göz gezdiriyordu. Bu esnada ben de yarın salataya çiğ havuç koysam acaba Kök’e her daim örnek olmaya çalışan Profesör bu sefer nasıl tepki verir acaba, diye düşünüp kendimce hain planlar yapmaya başladım, bir taraftan da gayriihtiyari bir gülümsemeyle ikisinin konuşmalarına kulak kabartıyordum.
Kök, küçüklüğünden beri pek şımartılmamış bir çocuktu. Aslında onu doğumdan sonra ilk gördüğümde hissettiğim şey sevinçten çok endişeydi. Göz kapaklarında, kulağında, topuklarında daha rahmimin ıslaklığını taşıyordu, gözleri yarı kapalıydı ama uyumuyordu, biraz iri olduğu için kundaktan çıkan ellerini ve ayaklarını yavaş hareketlerle oynatıyordu. Ona bakarken bebeğin yanlışlıkla bana getirildiğini, hatta cezalandırıldığı için bana getirilmiş olduğunu düşünmüştüm.
18 yaşında, cahil ve yalnızdım. Sabahtan beri çektiğim sancılar yüzünden avurtlarım çökmüştü, saç diplerime kadar terlemiş doğum esnasında ıslanan pijamalarla berbat bir haldeydim, pis kokuyordum. Çift sıra on beş bebek yatağının arasında gözü açık olan sadece benimkiydi, havanın yeni aydınlandığı saatlerdi. İçeride beyaz önlüklü doktorlardan başka kimse yoktu, lobi de oldukça tenhaydı. Bebek kendisine zarar vermesin diye eline takılan eldiveni çıkarmış parmaklarını görebilmiştim; ne kadar da ufaktı, morumsu bir renkteydi.
“Afedersiniz, bir ricam olacak,” dediğimde beni duyan bir görevli hızlı adımlarla yanıma gelmişti. “Bebeğimin tırnaklarını kesmenizi istiyorum, çok fazla hareket ediyor, yüzünü yırtar diye endişeleniyorum,” demiştim.
Acaba kendimi iyi bir anne olacağıma mı inandırmaya çalışıyordum? Maalesef, aklım ermeye başladığı zamandan beri aklımda baba imajı oluşmamıştı. Annem, kendisiyle asla evlenmeyecek birine aşık olmuş, beni doğurup tek başına yetiştirmişti. Bildim bileli annem bir düğün salonunda çalışıyordu. Çekirdekten başlamıştı; sırasıyla süsleme, giydirme, çiçek bezeme, masa düzenleme sorumlusu olarak çalışmış kendi alanında işletme belgesini de alarak nihayet işinin sahibi olmuştu. Yenilmesi güç, zorluklara dayanabilecek bir kadındı. Başkalarının, kızının babasız ve fakir bir hayat yaşadığını düşünmesine tahammül edemezdi. Fakir olduğumuz zamanlarda bile fakirliğimizi hissettirmeden, gönlü zengin yaşamamız için çok gayret etmişti. Müşterilerden artakalanlardan bana bir şeyler dikmek için kumaş siparişi verirdi; benim giysilerimin hepsini elleriyle dikmişti. Hatta düğün salonunda görevli org sanatçısıyla pazarlık ederek boş zamanlarında bana piyano çalmayı öğretmesini sağlamış, düğün salonunu süsleyen çiçekleri eve getirip pencere pervazına koymuş ve evimizi güzel bir yer haline getirmişti.
Benim ev işlerini öğrenmem küçükken evde annemin yerine temizlik yapmamla başladı. Daha iki yaşındayken, altıma kaçırdığım için banyo sonrası kalan suyla çamaşırımı yıkamaya çalıştığımı anımsıyorum. İlk yemeğim olan sosisli erişteyi yaptığımda daha ilkokula başlamamıştım, sosisleri nasıl da ince ince kıymıştım. Kısacası ben Kök’ün yaşındayken, ev işlerinin yanı sıra, fatura yatırmadan tutun da mahalle sakinleri toplantısına katılmaya kadar elimden her şey geliyordu.
Annem babamla ilgili onun çok yakışıklı ve mükemmel biri olduğunu anlattı sadece. Onun hakkında kötü tek bir kelime bile etmedi. Öğrendiğim kadarıyla babam bir restoran işletmecisiydi, fakat annem onunla ilgili diğer detayları benden saklar sadece güzel şeyleri tekrarlar dururdu. Uzun boylu, İngilizcesi düzgün, opera seven, hoşgörülü, güleryüzlü ve herkesi kucaklayan bir adam olduğunu öğrenmiştim. Zihnimde babamı bir model gibi poz verirken canlandırmıştım, ben ne kadar yaklaşırsam yaklaşayım o uzaklaşıyor bana elini bile uzatmıyor gibiydi. Babamın neden bizimle olmadığını, bize maddi destek bile vermediğini ve zor bir hayat yaşamamızın sebebinin o olduğunu ergenlik çağına geldiğimde düşünmeye başlamıştım. Sonraları onu hakkında daha fazla bir şey öğrenmeye yanaşmadım. Sadece annemin hayallerine sessizce ortaklık ediyordum.
Annem in hayallerini yıkan şey, elleriyle elbise dikmeyi, piyano çalmayı öğrettiği, çiçeklerle bezediği kızının tıpkı kendisi gibi evlenmeden hamile kalması olmuştu. Lise 3’e geçtim ve hamile kaldım. Sevgilim, yarı zamanlı çalıştığım işyerinde tanıştığım Elektronik Bölümü’nde okuyan bir üniversite öğrencisiydi. Sakin, ağırbaşlı ve oldukça bilgili biriydi, fakat ilişkimiz için bir sorumluluk almadı. Beni etkiledi, ama elektronik üzerine bilgisi olsa da insanlıktan nasibini almamış olduğu için bana hiç yardımı olmadı ve zamanla tamamen değiştiği için hayatımdan çıkıp gitti. Ne gariptir ki annemle babasız çocuk dünyaya getirmek konusunda aynı kaderi paylaştık. Aynı hatayı ben de yaptığımdan annemin öfkesi uzunca bir süre dinmedi. Artık acı ile öfke birbirine karışmıştı. Baskın karakterli biri olduğu için annem ne benim ruh halimin ne de sorunlarımın farkındaydı. Bu sebeple hamileliğimin yirmi ikinci haftasını geçirdikten sonra evden ayrıldım ve çok uzun süre annemden hiç haber alamadım.
Bebeğimi hastaneden eve getirdiğimde, ev dediğim yer annelere özel kurulmuş bir anne çocuk lojmanıydı, bizi karşılayan kişi kurumun yöneticisi yaşlı bir kadındı. Oğlumun babasının bende kalan tek resmini hastanede oğlumun göbek bağını içine koyup verdikleri küçük bir ahşap kutu içinde sakladım. Çocuğuma bakacak bir yuva buldum ve hemen Temizlik Ajansı’nın mülakatlarına katılma kararı aldım, çünkü çalışabileceğim başka yapabileceğim iş yoktu. Annemle aramız oğlum ilkokula başlamadan önce düzeldi; bir gün postayla bir sırt çantası hediye geldiği zaman oğlum artık iyice büyümüş okula başlayacak yaşa gelmişti. Annem hiç değişmemiş hala düğün salonunu işletiyordu. Duygularım uyanmıştı, bağlılık duyduğumuz insanın varlığını yeniden kazanmak beni çok rahatlatmıştı ama maalesef çok geçmeden annem beyin kanaması geçirdi ve onu bu sefer ebediyen kaybettik. Bu sebeptendir, Profesör’ün oğlumu kucakladığını görünce çok sevinmiştim.
Kök’ün de katılımıyla üçümüzün hayatı yeni ritmine kavuştu. Benim işimdeyse akşam yemeğinin üç kişilik hazırlanmasından başka bir değişiklik olmamıştı. İşin en yoğun olduğu gün cumaydı, haftasonu için yemek hazırlayıp dondurucuya bırakmam gerekiyordu. Hazırlamış olduğum köfte, salata ve patates püresiyle ne yapması gerektiğini, yemekleri hangi sırayla mikrodalgaya koyması gerektiğini Profesör’e anlatıyordum. Defalarca anlatsam da Profesör mikrodalgayı nasıl kullanacağını öğrenememişti. Bir pazartesi eve geldiğimde Profesör’ün haftasonu için hazırladığım her şeyi yediğini görünce çok şaşırdım. Dondurulmuş köfteler buzluktan çıkarılmış, mikrodalgada ısıtılmış ve afiyetle yenmiş olacaktı ki kaplar yıkanmış ve dolabın içine yerleştirilmişti. Benim olmadığım o günlerde kesinlikle o yaşlı kadın gelmiş ve yardım etmiş olmalıydı. Peki, ben varken neden hiç ortalıkta görünmüyordu? Doğrusu, yaşlı kadının kendi eviyle Profesör’ün evi arasına bir sınır çekmesini anlayamıyordum, bir sonraki işim bu yaşlı kadının kim olduğunu ortaya çıkarmak olacaktı.
Profesör için çözülmesi gereken yegâne problem sayılardı. Uzun saatler boyunca konsantre olup çözdüğü denklemlerin üstesinden geldiği için hiçbir memnuniyet belirtisi göstermiyordu. Ödül olan parayı kazanmasına rağmen. “Bu sadece basit bir problemdi,” dedi, “bir oyun.” Sesi hüzünlü bile sayılabilirdi.
“Soruyu hazırlayan zaten cevabı biliyor; problem çözmek bir rehberin izinde dağa tırmanmaya benzer. Matematikte gerçek, geçilmiş tüm patikalardan uzakta, hiç kimsenin bilmediği başka bir yerdedir. Çözüm her zaman dağın tepesinde değildir; bazen bir kayanın bazen de bir vadinin derinliklerinde hatta bir taşın içinde bile olabilir,” dedi.
Akşam Kök’ün, “Ben geldim!” dediğini duyunca, Profesör ne kadar konsantre olursa olsun işini gücünü bırakıp kapıda beliriyordu. Düşündüğü zamanlarda onu rahatsız etmemden son derece rahatsız olan Profesör, şimdi Kök için tereddüt etmeden konsantrasyonunu bozabiliyordu. Çoğu zaman Kök, sadece çantasını bırakıp arkadaşıyla beyzbol oymamak için soluğu bahçede alıyordu. O zamanlarda Profesör kös kös odasına dönerek çalışmasına devam ediyordu. Bu yüzden Profesör yağmurlu günlerde mutlu olur ve sevincini, “Bugün Kök’le beraber matematik ödevini yapabileceğiz,” diyerek belli ederdi.
Bir gün Kök, “Profesör’ün odasında ders çalışınca kendimi daha zeki hissediyorum,” dedi. Kök’le beraber yaşadığımız evde bir kitaplık bile olmadığı için Profesör’ün odasındaki kitap yığınları ona çok ilginç gelmişti. Profesör çalışma masasının üstünde üniversite defterlerini, klipsleri, silgi tozlarını eliyle kenara itip Kök’e yer açtıktan sonra onunla sayıların derinliğine iniyorlardı. Acaba lise mezunu biri bile ilkokul çocuğuna matematik öğretebilir miydi, yoksa hakikaten bunun için özel bir yetenek mi gerekiyor, diye düşünmekten kendimi alamıyordum. Profesör, kesirli sayıları ve oranları çocuğunun ödevlerine yardım etmek isteyen her anne babanın bunu yapması gerektiğini düşündürtecek kadar güzel öğretiyordu.
355 x 840=…
6239 : 23=…
4.62 + 2.74=…
Profesör problem ne kadar zor olursa olsun önce sesli okurdu.
“Matematik probleminin müzik gibi bir ritmi vardır. Eğer ritmi yakalayabilirsen problemin bütününü görmüş olur ve tuzaklardan kurtularak sonuca daha kolay ulaşabilirsin.
Kök, odanın öbür köşesine sesleniyor gibi yüksek sesle. “2 mendil ve 2 çorabın fiyatı 380 yen, yine aynı mendilden 2, fakat aynı çoraptan 5 çift alınca ödediğim miktar 710 yen.” Profesör’ün nasihati doğrultusunda problemi sesli sesli okuyordu.
“Peki, söyle bakalım, gözümüzü nereye dikmemiz gerekiyormuş?”
“Hımm, aslında biraz zor bir soru gibi, hatta şimdiye kadarki problemlerin içinde en zorlusu diyebilirim, fakat şunu da söylemeliyim ki demin problemi yüksek sesle pek güzel okudun. Aslına bakarsan bu problem 3 cümlenin içinde yer alıyor. Mendil ve çoraptan 3 kez bahsedilmiş ve tabii bunların kaç adet alındığı ve toplam fiyatları da verilmiş. Üstelik ritim içinde tekrar ediliyor, sanki problemin kokusu buradan çıkıyor.” diyerek kendince açıklama getiriyordu. Profesör, Kök’ü pohpohlayıp dururken zaman geçmiş fakat problemin çözümü için kök hiç ilerleme kaydetmemişti. Kök problemi çözmek için nereye yönelirse başarısız olunca Profesör hemen müdahale edip durumu kontrol altına alıyordu.
“Pekâlâ, nereden başlayalım?”
“Biraz zor görünüyor.”
“Haklısın. Bu ödevindeki en zor problem fakat çok güzel okudun. Dikkat edersen problem üç cümleden oluşuyor. Çoraplar ve mendiller 3’er defa anlatılmış ve sen aralarındaki ritmi duyuyormusun; bir sürü çorap, bir sürü mendil. Bak sıkıcı bir problemden bir şiir yarattın.”
Profesör, Kök’ü övmekten asla geri durmuyordu. Çok zaman geçmesine rağmen çok az ilerleme kaydetseler de kontrolü elden bırakmıyor, nehrin dibinden altın çıkarmaya çalışan bir madenci gibi Kök her sıkıştığında övecek bir şey buluyordu.
“İstersen bu alışverişi anlatan bir resim çizelim. Öncelikle 2 mendil vardı, sonra 2 çift çorap.”
“Bunlar çoraba benzemiyor,” diye bağırdı Kök, “o çizdiğin daha çok bir tırtılı andırıyor, ver ben çizip sana göstereyim.”
“Hımm, evet ne demek istediğini şimdi anladım, benim çizdiğim tırtıla benziyor gerçekten,” dedi Profesör.
“Adam aynı sayıda mendil alıyor fakat çoraptan daha çok alıyor. 5 çift çizmek de kolay değil. Benimkiler de artık tırtıla benziyor!” dedi Kök.
“Hayır, gayet harika çizdin, aynen söylediğin gibi sadece çorapların sayısında artış olunca ödenen para da arttı, fiyatın ne tadar arttığını hesaplayalım şimdi de…” dedi Profesör, “710’dan 380’i çıkarmalıyız, sonucu silmeyelim. Bak, her zaman sayfamızın bir yerinde yaptığımız hesaplar dursun, her sayının, her formülün bir anlamı var, çünkü özenli çalışırsak yazıp çizdikten sonra silmemize gerek kalmaz.”
“Ben genelde atılacak kağıtların arkasında hesap yapıyorum,” dedi Kök.
“Evet, ama her formülün ve sayının bir anlam var, onlara düzgün davranmak gerekmez mi?
Ben de yatağa oturup örgü örüyordum. İkisi ödevlere başlayınca ben de kendi meşgalemi elime alıyordum. Elimden geldiğince onlara katılmaya çalışsam da ütü yaparken ya da halı temizlerken ya da mutfakta iş yaparken içeriden gelen kahkahaları duydukça kendimi dışlanmış hissediyor, oracıkta yalnızlığımı büyütüyor, onlar tarafından oyuna dâhil edilmeyi ve onlara katılmayı daha da çok istiyordum.
Çalışma odasındaki açık pencereden yağmurun sesi geliyordu sanki gökyüzü onların olduğu tarafta yere daha yakındı. Bahçe tarafı daha ziyade ağaçlık olduğu için akşamları bile perdeleri kapatmamıza gerek olmuyordu, ışığın yardımıyla cama yansıyan akislerini görmüştüm. Yağmurun yardımıyla evdeki kâğıt kokusu her zamankinden daha da baskın hale geliyordu.
“Aynen öyle, aynen öyle, bölene kadar bekle, bak o buranın.” diyordu Profesör, “bak gördün mü önce 1 çift çorabın fiyatını bulduk, 110 yenmiş.”
Biraz daha ciddi bir ses tonuyla, “Evet işte bundan sonrası için gevşemek yok, mendiller daha yüksek fiyatlı gibi, ne dersin?” diye soruyordu Profesör.
“Evet, sanırım sayı küçükse daha kolay hesaplayabiliriz,” diye ekliyordu.
Kök boyundan yüksek masanın üzerine yüzünü yaklaştırdı ve sonra uzanarak doğruldu, ısırık izleriyle dolu kalemi eline aldı. Profesör rahat ve huzurlu bir ruh hali içinde bağdaş kurmuş, sakalını sıvazlayarak Kök’ün soru çözüşünü izliyordu. Artık o yaşlı bir Profesör olduğu için fikirlerini, analizlerini takip edecek öğrencileri yoktu, sadece kanatlarının altına aldığı küçük bir çocuk vardı. İkisinin çalışmaları uyum içinde devam ediyordu. Yazdıklarının silinip düzeltilmesi gerektiğinde Profesör’ün ön dişlerini gıcırdatması da yağmurun sesiyle beraber duyuluyordu.
“Sırayla ve ayrı ayrı yazayım mı? Okulda öğretmenim sayıları tek tek işlem içinde yerine koymazsam kızıyor da…” diye sordu Kök.
“Yanlış yapmaman için ilgilenmesi gerek, kızmak da ne demek? Garip bir öğretmenmiş.”
“Hımm, biraz öyledir. 110 ile 2’yi çarparsak sonuç 220. Bunu 380’den çıkarırsak sonuç 160, ve 160/2 = 80 Yaptım! Bir mendilin fiyatı 80 yen çıktı.”
“Doğru cevap, hem de ispatı olan bir doğru cevap,” dedi Profesör ve oğlumun başını okşadı. Profesör, Kök’ün sert ve kabarık saçlarını okşarken Kök de Profesör’ün yüzündeki mutluluğu kaçırmamak için başını yukarı kaldırmış ona bakmaya çalışıyordu.
“Bu amca da sana ödev verse olur mu peki?” diye sordu Profesör.
“Nasıl?”
“O kadar yüzünü buruşturmana sebep olacak bir şey değil ki bu; madem beraber ders yapıyoruz ben de sana biraz öğretmenlik yapıp ödev vermek istiyorum.”
“Bu çok kötüü!” diye isyan etti Kök.
“Sadece bir soru, lütfen! 1’den 10’a kadar sayıları toplarsak kaç eder?”
“Niye bu kadar basit bir soru soruyorsun Profesör? hemen yaparım. Fakat eğer Profesör bana istediği gibi ödev veriyorsa benim de bir ricam olabilir mi? Radyonun tamir edilmesini istiyorum, çünkü buraya gelince beyzbol maçlarını takip edemiyorum, televizyon da yok zaten, radyo da bozuk!”“Hımm, anlıyorum demek sen o kadar profesyonel beyzbolcusun,” dedi Profesör, Kök’ün başının üstüne yavaşça elini koydu ve iç çekti.
“Peki söyle bakalım, hangi takımı tutuyorsun?”
“Şapkamdan anlaşılmıyor mu? Tigers tabii ki.
Kök eve geldiği gibi çıkartıp sırt çantasının yanına fırlatmayı âdet edindiği kasketini alıp hemen başına taktı.
“Hımm, Tigers mı? Demek Tigers…” diye kendi kendine mırıldandı Profesör. “Ben Enatsu’ya hayranım, Tigers’ın as oyuncusu olan Enatsu ya…”
“Aa öyle mi, çok iyi! Giants’ı tuttuğunuzu sanıyordum, dedi Kök ve devam etti, “peki, o zaman bu radyo kesinlikle onarılmalı, öyle değil mi?” diye ısrar etti Kök.
Profesör’ün zihni gene meşguldü ve kendi kendine mırıldanıyordu. Durumu kurtarmak için dikiş kutusunun kapağını kapatıp yataktan kalktım, yanlarına giderek, “Haydi bakalım, akşam yemeği yiyeceğiz,” dedim.
BOLÜM 3
Nihayet, Profesör’ü dışarı çıkarmayı başarabilmiştim. Ben bu eve gelip gitmeye başladığımdan beri Profesör’ün değil dışarı adımını atmak bahçeye bile çıktığını görmemiştim, fakat sağlığı için biraz temiz havaya ihtiyacı olduğunu artık anlamalıydı.
“Ne kadar güzel bir hava,” diye lafa girdim ki bu kesinlikle yalan değildi, “biraz dışarı çıkıp yürüyüş yapsak sonra da saçınızı kestirmeye berbere gitsek nasıl olur?”
“Eee, bunları ne için yapacakmışız?” dedi Profesör, yakın gözlüğünün üstünden bunun angarya bir iş olduğunu ima eden bir bakış atarak.
“Amacımızın olmaması daha iyi değil mi? Üstelik kiraz ağaçları henüz çiçeklerini de dökmedi, uzun uzun kiraz çiçeklerini izleriz, oradan da berbere gideriz. Emin olun ferahlayacaksınız.”
“Eğer benim rahatlamam için çıkacaksak, ben şimdi de son derece rahatım bilesin,” diye cevabı yapıştırdı Profesör.
“Tamam, ama sizin de bildiğiniz gibi biraz ayakları hareket ettirmek kan dolaşımını hızlandırır, beyne kan giderse daha müthiş fikirler gelebilir aklınıza,” diyerek politik bir deneme daha yapmıştım. Buna karşılık profesörün cevabı yine hayırdı. “Ayaklar ile baş farklı yönlere bakıyor ama… daha neler…” diye savunmaya geçti. Ben de pes etmeksizin. Saçlarınızı kestirirseniz emin olun biraz daha yakışıklı görüneceksiniz,” diyerek dışarı çıkmasını sağlayacak diğer sebepleri de saymaya hazırlanıyordum ki yaptığım baskıya dayanamayıp elindeki kitabı kapattı. Ayakkabılıkta derisi çatlamış ve oldukça eski tek bir çift ayakkabı vardı. Ayakkabılarını fırçalarken bana dönerek bir kaç kez hatırlattı. “Ne güzel, sen de benimle geliyorsun, saçımı kestirirken sakın beni oralarda bırakma!”
Tamam, problem yok, yanınızdayım,” dedim usulca.
Ne kadar fırçalanırsa fırçalansın ayakkabılar o kadar eskiydi ki asla temizliği anlaşılamazdı. Kendi üzerine iliştirdiği notlarıyla ne yapacağı ayrı bir problemdi. Bu halde sokağa çıkarsa insanların ona garip garip bakacağı kesindi. Notları çıkartsak nasıl olur demekle dememek arasında kalmıştım ki Profesör bu durum bir sorun oluşturmuyormuş gibi davrandığı için ben de üzerinde durmamaya karar verdim. Profesör güneş açan gökyüzüne bir kez bile kafasını kaldırıp bakmadan, etrafında her zamankinden farklı bir manzara olmasına ve çeşit çeşit dükkanların bulunmasına rağmen, sokak köpeklerini bile görmeden bakışlarını sadece kendi ayaklarına dikerek beceriksizce yürüyordu. Rahat olmak bir yana, yürüyüşüne gereksiz yere dikkat gösterip gergin görünüyordu.
“Aaa, şuraya bakın kiraz ağaçlan çiçek açmış!” deyip konuşma başlatmaya çalışıyordum, maalesef sesim boşlukta yankılanıyordu. Profesör dışarıda gözüme sanki daha bir yaşlı görünmüştü… Bir an önce saç kestirme işini halletmek için doğruca berbere gitmeliydik. Berber bizim içeri girişimizle nazikçe kafasını bize çevirdi. Garip görünüşümüzü yadırgar gibi olduysa da hemen müşteri olduğumuzu farkedip selam verdi. Bizi baba kız sanmış olacaktı ki, “Oo, ne güzel, kızınız sizi yalnız bırakmamış.” dedi. Ne Profesör ne ben berberi düzeltmeye yeltendik. Saç tıraşı olmaya gelen diğer beylerin arasına oturup Profesör’ün tıraşının bitmesini bekledim, fakat Profesör’ün öyle çekingen ve korkulu bir duruşu vardı ki saçlarını örten kepi çıkarırken Profesör’ün daha önce berberde kötü bir hatırası olabileceğini düşündürdü. Kollarını göğsünde kavuşturdu, kendini kastı, tırnakları neredeyse kollarına geçecekti, alnı kırışmıştı. Berber gelişi güzel konuşup onu rahatlatmaya çalıştıysa da vaziyeti değişmiyordu. Profesör ancak berbere ayakkabı numarasını, ardından da telefon numarasını sorunca gerginliğini atabilmişti. Fakat yine de aynadan bana bakıyor, ona söz verdiğim gibi orada bekleyip beklemediğimi anlamak istiyordu. O sırada berber biraz olsun kesmeyi durdurmalıydı ve Profesör’ün endişesinin geçmesini beklemeliydi ama durmadı ben de hiçbir müdahalede bulunmadan oturmaya devam ettim. Aynadan bana bakan Profesör’e gülümseyerek tek elimi kaldırıp, “Ben buradayım,” anlamında selam verdim. Makas hareketleriyle Profesör’ün kır saçları tutam tutam yere düşmeye başlamıştı. Berber, Profesör’ün saçlarının tutunmakta olduğu kafatasının içinde yüz milyonlarca sayının arasındaki asal sayıları bildiğini bilemezdi ve elbette benim doğum günümü oluşturan sayılarla Profesör’e ödül olarak verilen saatin içindeki sayının gizemi hakkında da bir fikri olamazdı. Böyle düşününce her nedense şefkat duydum ve o an Profesör’e aydınlık bir gülümseme gönderdim.
Berberden çıkınca içinde tenis kortu da bulunan büyükçe bir parkta Profesör’le birlikte banklardan birine oturup birer bardak kahve içtik. Rüzgâr estikçe kiraz ağaçlarının yaprakları yavaş yavaş sallanıyordu ve Profesör’ün yüzüne profilden güneş ışığı vuruyordu. Anlaşılan Profesör tam o anda hafızasının yeniden silindiği bir anı yaşıyordu ki elindeki kahve bardağına gözlerini dikti, ne içtiğini anlamak ister gibiydi.
“Umduğumdan daha da yakışıklı oldunuz,” dedim.
Ona bu şakayı yapmadan önce, ilk defa burnuma kâğıt kokusu değil de tıraş kremi kokusu gelmişti.
“Sizin üniversitede hocalık yaptığınız bölüm, matematiğin hangi branşıydı?”
Anlayacağını düşünmesem de başka herhangi bir konudan bahsetmektense bunun çok daha ilgisini çekebilecek bir konu olduğunu düşünerek sormuştum bu soruyu. Profesör kahvesini fondip yapıp. “Matematiğin Kraliçesi gibi bir alandı,” dedi, “bir kraliçe kadar güzel, asil, fakat şeytan kadar şaşırtmaca dolu bir alandır benim uzmanlığım,” diye açıklamasının devamını getirdi.
“Kısaca ifade etmek gerekirse herkesin aşina olduğu 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7 gibi sayıların ilişkisini inceliyordum,” dedi. İlk defa matematiğin bir kraliçe gibi olduğuna dair bir tanımlama yapıyordu, bir aşk hikâyesi anlatmaya başlayacak gibiydi. Uzaktan tenis topuna vurma sesleri geliyor, bebek arabasıyla yürüyüş yapan anne babalar, koşuya çıkanlar, bisikletle dolaşanlar önümüzden geçiyorlardı.
“Bu sayılar arasındaki ilişkileri inceliyordunuz değil mi?” diye sordum.
“Evet, bu doğru. Biz doğmadan önce de varolan sayıları keşfediyordum, sadece Tanrı’nın defterinde açıklaması bulunan ki bu defteri nerede bulabileceğimizi de hiçbir zaman bilemeyiz… Orada bir yerlerde…” derken Profesör uzakta bir noktaya gözlerini dikmişti ve bunu genellikle düşünürken yapardı.
“Cambridge’de okurken tam katsayılı kübik formlar hakkındaki Artin teoremi üzerinde çalıştım. Daire yöntemini kullandım; cebirsel geometri, tam sayı teoremi ve Diyofantus Denklemi’nden yararlandım. Artin Teoremi’ne uymayan kübik bir form peşindeydim. Sonunda spesifik koşullar altında, sadece belirli bir form için işe yarayan bir ispat buldum,” dedi.Profesör oturduğumuz bankın altından bir çöp koparıp kuma bir şeyler çizmeye başladı, elbette ben konuya yabancı olduğumdan çizdiğinin ne olduğunu anlamıyordum. Çizdiği şeylerin içinde hem sayılar hem harfler vardı, çizmeye devam ediyordu. Kullandığı kelimelerin birini bile anlamasam da çizdiği şeylerin birbiriyle bağlantısı olduğunu görüyordum. Yavaş yavaş kendine güveni gelmiş, berberdeki gergin ruh halinden eser kalmamıştı. Profesör elindeki çöple durmadan yere bir şeyler çiziyordu. Artık ayaklarının altında büyük bir alana çizilmiş, denklemlerden oluşan bir teorem yatıyordu.
“Benim bu keşfime dair yorumun yok mu?” dediğinde çöple yazmayı bırakıp, aslında bunun kendisinin bile adlandıramadığı bir şey olduğunu söylemişti. Öte yandan hayranlıkla formüle bakakalmıştı ve kendisinden daha üstün birinin olmadığına inanıyordu.
O esnada, “28’in bölenleri toplamı 28’dir,” dedim.
“Hıı?”
Profesör, Artin Teoremi’ne dair düşündüklerini söylemeyi sürdürdü.
Yere, 28 = 1 + 2 + 4 + 7 + 14 yazdı.
“Yetkin sayı işte budur,” dedi.
Ben de dediğini tekrarlamaktan keyif alır gibi “Kusursuz sayı,” dedim.
Aslında en küçük yetkin sayı 6’dır. 6 = 2 + 3 + 1 yazdı.
“Aa evet, çok basitmiş.”
“Olur mu öyle şey, tüm mükemmelliğini içinde barındırmasıyla çok değerli bir sayıdır. 496 da kusursuzdur. 496 = 1 + 2 + 4 + 8 + 16 + 31 + 62 + 124 + 248. Sonraki de 8.128 olabilir, ondan sonraki de 33 550.336, daha daha sonraki 8.589.869.056…”
Sayılar büyüdükçe yetkin sayıları bulup çıkarmak zorlaşıyordu. Profesör’ün yüz milyonluk bir sayının basamakları üzerine hiç zorlanmadan hesap yapabilmesine çok şaşırmıştım. Elbette, yetkin sayıların dışındaki sayıların bölenlerinin toplamı bazıları için kendinden büyüktü bazıları için küçüktü. Bölenleri toplamı kendinden büyük çıkarsa aşkın sayı, küçük çıkarsa yetersiz sayıydı.
“İlk bakışta gerçekten adlarından da açıkça belli olmuyor mu zaten?” diye sordu Profesör.
18: 1 + 2 + 3 + 6 + 9 = 21 ediyor, dolayısıyla bölenleri toplamı kendisinden büyüktü, aşkın sayıydı.
14’ün bölenleri toplamı 14: 1 + 2 + 7 = 10 yani yetersiz sayıydı. 18 ile 14’ü düşünmeye başlamıştım, Profesör’den bu açıklamaları duyduktan sonra bu iki sayı artık benim için sadece basit birer sayı olamazdı. 18 sayısı içten içe büyük bir yük taşıyordu, 14 sayısı ise sessiz sedasız kendine yetmeye çalışıyordu.
“Ne gariptir ki bölenleri toplamı kendinden bir küçüğünü veren sayı varken, bir büyüğünü veren sayı hiç yok; aslında birileri böyle bir sayıyı henüz bulmamış demek daha doğru olur” dedi Profesör.
“Niye bulunamamış acaba?” diye sordum.
“Bunun cevabı sadece Tanrı’nın defterinde yazıyor,” dedi.
Güneş ışınları artık eğik gelmeye başlamıştı, parktaki küçük göl üzerinde uçuşan sinekler parlıyordu. Profesör’ün göğsünde yamuk duran “benim hafızam seksen dakikadır” yazısı gözüme ilişti ve elimi uzatarak o yazıyı düzelttim.
“Bir şey daha, sana mükemmel sayının karakterini göstereyim,” dedi ve yine elindeki çöple yere bir şeyler çizmeye başladı.
“Bölenleri toplamı kendinden büyük olan sayılar da süregelen doğal sayıların arasındadır,” dedi ve kolunu bankın altına epeyce bir uzatıp;
6 = 1 + 2 + 3
28 = 1 + 2 + 3 + 4 + 5 + 6 + 7
496 = 1 + 2 + 3 + 4 + 5 + 6 + 7 + 8 + 9 + 10 + 11 + 12 + 13
+ 14 + 15 + 16 + 17 + 18 + 19 + 20 + 21 + 22 + 23 +
24 + 25 + 26 + 27 + 28 + 29 + 30 + 31
Uzunca bir dizi yazdı, işte bu basit ve düzgün bir seriydi. Gereksiz yere yazılan bir tane sayı olmadan, sanki dozu gittikçe artan bir keşif duygusu içinde dolup taşıyordu.
Artin Teoreminin bu zor formülü ile 28 sayısının bölenlerinin toplamının arasındaki uyumu gördükten sonra bu modele dalıp gitmiştik. Her sayı zincirin halkaları gibi sıralanmıştı ve hepsi birleşince önümüzdeki denklemin ortaya çıkmasını sağlıyordu. Dikkatsizce ayağını sallayıp sayılardan birinin bile silinmesine sebep olacağını bildiği için nefes almaya bile korkuyordu. O an ayaklarımızın altında, kainatın sırrı birden bize kendini göstermiş gibiydi, çünkü Tanrı’nın defteri bizim ayaklarımızın altında açılmıştı.
“Haydi, artık yavaş yavaş eve dönelim, dedi Profesör
“Peki,” deyip onayladım, “zaten Kök de birazdan gelmiş olur.”
“Kök?” diye sordu Profesör, yine unutmuştu.
“Benim on yaşındaki oğlum Kök, saç şekli yüzünden ona Kök diyoruz ya…”
“Aa, öyle mi senin oğlun mu var? Oğlu okuldan dönen bir anne onu karşılamalıdır, değil mi? Haydi, öyleyse çabuk olalım. Bir çocuğun ‘ben geldim’ demesini duymaktan daha güzel bir şey olamaz!” diyerek ayağa kalktı. İşte tam o sırada bir yerden ağlama sesi çalındı kulağımıza; sesin geldiği yöne bakınca bir oyuncağı paylaşamayıp, ağlayarak çekiştiren iki kız çocuğu ilişti gözümüze. Profesör hiç duraksamadan kavga eden kızların yanına yaklaşıp seslendi, yüzlerine baktı.
Belli ki bu adam sadece Kök’e değil tüm çocuklara karşı bir sempati duyuyordu; Profesör kızları yerden kaldırıp nazikçe üstlerini temizledi. O sırada kızların annesi elini sallayarak bir yerden âdeta uçarak geldi, Profesör’ü itip kızlarını hemen uzaklaştırdı. Profesör ise oracıkta kalakaldı, ben de hiçbir şey yapamadan Profesör’ün arkasından ona nasıl yardım edeceğimi bilemeden baktım. Kiraz çiçeklerinden birkaçı eşsiz denklemimizin üstüne düşmüş uzayın gizemine yeni bir görünüm katmıştı.
Profesör’e daha, “Ben geldim!” bile demeden ödevlerini yaptığı defteri göstererek, “Ödevlerimi tam olarak yaptım, haydi söz verdiğin gibi radyoyu tamir ettir!” dedi Kök içeri girer girmez.
“Bak işte cevap Profesör; 1 + 2 + 3 + 4 + 5 + 6 + 7 + 8 + 9 + 10 = 55” dedi Kök, açık defterini uzatarak.
Profesör Kök’ün yaptığı hesaba çok önemli bir ispatı inceler gibi baktı. Acaba bu ödevi niçin vermişti, ödevin karşılığında radyonun tamir edilmesi de ne demek oluyordu? Profesör tüm bunların cevabını Kök’ün ödevinin içinde aramaya başlamıştı. Profesör son seksen dakika içinde yaptıklarımıza ilişkin bana ya da Kök’e soru sormamaya çalışıyordu. Ödevle radyonun tamir edilmesine dair ufacık bir soru sorsa hemen anlatacaktım, ama hiçbir şey sormadan kendi başına sorunu çözmeye gayret gösteriyordu. Eminim önceden müthiş bir beyne sahipti ve hastalığı üzerine çok kafa yormuş olmalıydı. Fakat bu gayreti gururunu korumaya çalışmaktan daha çok, hafızanın işlediği bir dünyada kimseye zahmet vermeden yaşamak içinmiş gibi görünüyordu, bu sebeple ben de o sormadan hiçbir konuda bir şey söylemiyor ve düzeltmek amacıyla dahi olsa da müdahale etmiyordum.
“Hımm, demek bunlar 1’den 10’a kadar olan sayma sayılarının toplamı…”
“Doğru olmalı, defalarca kontrol ettim ve düzelttim, kendime güveniyorum,” dedi Kök.
“Evet, doğru,” diye yanıtladı Profesör, “kimse aksini iddia edemez.”
“Yaşasın! Şimdi radyoyu elektrikçiye götürüp tamir ettirelim.”
“Dur biraz Kök!” dedi, zaman kazanmak ister gibiydi Profesör, “sen bu doğru sonucu nasıl bulduğunu biraz anlat bakalım.”
“Böyle bir şey istememiştin, sırasıyla hepsini topladım işte!” dedi Kök.
“Evet, tamamen doğru sıra, kimse bunun aksini söyleyemez ama ya ben daha sıkı bir öğretmen olsaydım ve 1’den 100’e kadar olan sayıları toplamanı isteseydim, o zaman ne yapardın peki?”
“Tabi yine tek tek toplayıp hesap yapacaktım,” diye cevapladı Kök.
“Hımm, demek öyle… Tabii, sen hırslı bir çocuk olduğun için ne yapar eder onları toplar sonucu da doğru olarak bulurdun, fakat ya öğretmenin senin işini zorlaştırmak içi 1’den 5.000’e kadar olan sayıları toplamanı isteseydi, o zaman ne yapardın? Ya da 10.000’e? Öğretmenin senin bu büyük sayıları zorlanarak toplamaya çalışmanı korkunç kahkahalar atarak izleseydi buna dayanabilir miydin?”
Kök başını hayır anlamında iki yana salladı.
“Tabi ki öyle olmasını istemezdin, onun sana aferin demesini sağlamaya çalışırdın, değil mi?” diye sordu Profesör.
“Yani ne yapmalıyım?” diye sordu Kök, çaresiz bir şekilde.
“Sayılar ne kadar büyük olursa olsun senin için fark etmeyecek, hepsini çözebileceğin, kolay bir yol bul haydi. Yolunu bulursan hemen radyoyu alıp seninle birlikte tamirciye gidiyoruz ufaklık, tamam mı?” dedi Profesör.
“Nasıl yani? Ama bu haksızlık! Sen sözünü tutmuyorsun! Haksızlık, haksızlık, haksızlık!” diyerek Kök tepinmeye başladı, hemen devreye girdim, “Kök, davranışlarını düzelt, sen bebek değilsin!”
Fakat zaten Profesör, Kök ne kadar ısrar ederse etsin tavrını koruyordu, “Doğru sonucu buldun diye ödev bitmiş sayılmaz ki! 55 i bulmak için bir yol daha var, o yolu bulmak istemez misin?”
“Hayııır!” diye Kök hâlâ fokur fokur kaynıyordu.
Peki, haydi şöyle yapalım; ben istediğin gibi tamirciye gideyim fakat radyo zaten o kadar eski ki sesinin yeniden çıkması için birkaç gün gerekecek… Bakalım sen bu soruyu çözmenin diğer bir yolunu mu daha çabuk bulacaksın, yoksa radyo mu daha çabuk tamir edilecek? Bir yarışma düzenleyelim, ne dersin?”
“Hımm, ama ben bunun cevabını bulamam ki, 1’den 10’a kadar olan sayıları toplamanın bir yolunu daha bulmak benim henüz yapabileceğim bir şey değil.”
“Ne oldu? Senin bu kadar güçsüz olduğunu bilmiyordum, mücadele etmeden çekilecek misin yani?”
“Off anladım, deneyeceğim, fakat radyo tamir edilene kadar benim cevabım yetişir mi emin değilim çünkü okul gibi bir sürü başka şeyler de var.”
“Tamam,” deyip Kök teslim olduğunda, Profesör her zamanki gibi Kök’ün başını okşamaya başladı.
“Aaa, tabii ya! Unutmamak için bunu tam olarak yazmalıyım” deyip hemen not defterini çıkardı. Not kâğıdından bir parça koparıp tükenmez kalemle üstüne bu önemli konuyu hatırlatan bir iki kelime yazdı ve kâğıdı ceketinin koluna klipsle tutturdu. Tek eliyle klipsi tutturmak her zaman beceriksizce yaptığı işlerle kıyaslanamayacak kadar ustalaştığı bir işti; Profesör için başarılı bir terzi bile denebilirdi. Böylece yeni bir not daha eskilerin arasında yerini almış oldu.
Profesör, “Bak Kök, kurallarımız,” diyerek söze başladı, “beyzbol programı başlayana kadar ödevlerini bitirmen, yemek esnasında radyonun kapalı olması ve düşündüğüm zamanlarda beni rahatsız etmemen gerekiyor, anlaştık mı? Bunlara uymanı istiyorum.”
Ben kolunu hafiften çimdikleyince Kök isteksizce, “Evet, tamam,” demek zorunda kaldı. “Söylemeseniz de neyi yapmam ve yapmamam gerektiğini biliyorum ben,” dedi ve konuşmasına devam etti, “bu sene Tigers daha güçlü; geçen seneye kadar iki kere üst üste şampiyon olmuştu, hatta bu senenin açılışında Giants’ı yendi…”
“Demek Osaka ve Kobe’nin durumları iyi.” dedi Profesör. “Enatsu’nun kaç savunması oldu?” Bir bana bir Kök’e bakarak Profesör sorularını sormayı sürdürüyordu. “Kaç kez oyundan çıkartma oldu?”
Biraz sessizlikten sonra Kök yanıtladı, “Enatsu ben doğmadan çok önce oynamış ve emekli olmuş,”
Oldukça şaşıran Profesör donup kalmıştı. Profesör’ün ilk defa bu kadar şaşırdığına tanık oluyordum. Seksen dakikalık hafızasıyla anlaması mümkün olmayan durumlarla karşılaştığında gösterdiği serinkanlılıktan bu defa eser yoktu. Ne yapsam durumu kutarabileceğimi bilemiyordum. Profesör’ü o halde görünce söylediği şeyden pişmanlık duyup en az benim kadar şaşkınlığa kapılan Kök’ü farkedememiştim bile.
Kök, Profesör’ü rahatlatmayı umarak, “… ama… Enatsu dünya kupası için oynadı ve Japonya’ya birincilik getirdi,” dedi. Fakat yapmaya çalıştığı bu sefer de ters tepti ve Profesör, “Ne? Kupa mı? Enatsu kendi takımının dışında forma giydi mi ki?” diye sordu ve çalışma masasına dirseklerini dayayıp, bugün güzelce kestirdiği saçlarının arasında parmaklarını gezdirdi. Önündeki aritmetik defterinin üstüne kesilmiş saç telleri döküldü. Bu sefer Profesör, Kök’ün değil; Kök, Profesör’ün başını okşuyordu bağışlanmak istercesine.
O akşam eve dönüş yolunu Kök’le sessizce yürüdük.
“Hâlâ Tigers maçı var mı?” diye sorduysam da Kök’ün benimle pek konuşası yoktu.
“Kimle maçı olacak?”
“Taito’yla.”
“Yener mi sence?”
“Kim bilir…”
Öğlen gittiğimiz berber dükkanının ışıkları kapanmış, parkta kimsecikler kalmamıştı. Profesör’ün bir çöple yazıp çizdiği denklemler de karanlığa karışıp gitmişti. Kök, “Profesör’ün Enatsu’yu bu kadar sevdiğini bilmiyordum,” dedi.
“Annen de bilmiyordu oğlum,” diyerek onu avutmaya çalışırken, “tamam, problem yok, yarın yine her şey eskisi gibi olacak. Yarın yine Profesör için Enatsu, Tigers’ın ası olacak meraklanma,” dedim.
Enatsu probleminin yanısıra bir de Profesör’ün verdiği ödev zihnimi meşgul ediyordu. Profesör’ün tahmini doğru çıkmış, tamirci bu kadar eski bir radyo görmediğini ve çalıştırmanın kolay olmayacağını söylemişti. Radyoyu çalışır hale getirmesi için de tamirciye bir hafta kadar mühlet verdik. İşim bittikten sonra eve döndüğümde 1’den 10’a kadar olan sayıların toplamını bulmak için nasıl bir yol kullanılabileceği üzerine kafa yordum. Kök bunun üzerinde çalışma sözü verdiyse de yapamayacağına inandığı ve hemen yelkenleri suya indirdiği için problemle çaresiz ben ilgilenmeye başladım; sanırım Kök problemi çözmeye kalktığında Enatsu vakasını hatırlıyordu. Ben ise Profesörü hayal kırıklığına uğratmak istemiyor, tersine onu sevindirmeyi çok istiyordum ve sanırım bunu başarmak için de ona matematik aracılığıyla yaklaşmaktan başka yol yoktu.
Profesör’ün her zaman yaptığı gibi ben de sesli sesli problemi okudum.
“1 + 2 + 3 + 4 + … + 10 = 55
1 + 2 + 3…
Bunun etkisi pek olmadı. Sadece ben ilerlemeye çalıştıkça bana formülün ne kadar zor olduğunu hissettirmekten başka bir işe yaramıyordu. Sonra 1’den 10’a kadar olan sayıları karşılaştırdım asal olan ve olmayan sayıları tek tek ayırdım, benzer olanları gruplayarak baktım. Hatta çalışma saatinde bile ilan sayfalarından birinin arkasını çevirip boş bir yere hemen hesap yapmaya başlıyor, durmadan bir çıkış yolu arıyordum. Hele sayılar hoşuma gidiyorsa üzerlerinde denklem kurmaya başlıyor, bu uğraşla ne kadar zaman geçirirsem o kadar ilerleme kaydedebileceğime inanıyordum. Fakat durum farklıydı ne yaparsam yapayım sonuç alamıyor, hatta ne aradığımı bile bilmediğim gerçeğiyle yüzleşiyordum. Bazen farklı görünen bir noktaya takılıp onun üzerine odaklanıyor, sonra yine geri adım atıyordum. Hemen hemen bütün zamanım müsvedde olarak kullandığımız ilanların arka sayfalarına boş boş bakarak geçiyor ama sonucu bulma isteğini içimden bir türlü atamıyordum. Kök’e hamile kaldığımdan beri tek bir probleme takılıp hiç böyle kafa yormamıştım. Hiçbir çıkarım olmamasına rağmen, çocukça bir oyun olarak başlayan bu soruyu çözmeyi neden bu kadar kafaya takmıştım ki? Profesör’ün varlığını hep kalbimde duyuyordum fakat gözden uzak olunca unutuyordum. Soru aklıma geldiğindeyse Profesör’le beraber mücadelemiz gözümün önünde canlanıyordu. Sabah gözümü açtığım gibi, 1 + 2 + 3 + …….. + 10 ifadesi aklıma geliyor, bütün bir gün boyunca zihnimi meşgul ediyordu. Âdeta bir şablon olarak gözümün önüne geliyor, işlemi aklımdan çıkarmak ya da görmemezlikten gelmek mümkün olmuyordu.
Başlangıçta sonuca varamıyor olmak moralimi bozdu, ama daha sonra bu sorunun cevabını bulmayı bir vazife bildiğim için yine de devam ediyordum. Bu sorunun cevabını veren denklem ve bu denklemi çözenler bir yerlerde saklanıyordu, denklemin ne anlama geldiğini bilenler de sınırlıydı. Ne gariptir ki çoğu kişi belki de böyle bir problemin varlığından bile haberdar olmadan dünyadan göçüp gidiyordu. Fakat normal şartlarda bir matematik denklemine uzak olması icap eden bir bakıcı kadın olarak ben, kaderimi bir denklemin içinde arıyor ve gizemin kapısını aralamaya çalışıyordum. Daha Akebono Temizlik Ajansı buluşmasında. Profesör’ün beni diğerlerinin içinden çıkarıp yeni bakıcısı olarak tutması üzerine bunun bir anlamı olduğunu düşünmeye başlamıştım.
“Aaa, annem de konsantre olup derin düşüncelere dalan Profesör’e benziyor!” dedi Kök. Tükenmez kalemi işaret ve orta parmağımın arasında tutmuş öylece duruyordum. Hatta tüm gün ilan broşürünün arkasında yazacak ufacık bir boş alan bırakmamama rağmen maalesef yine bir ilerleme kaydedememiştim.
“Yok, çok farklı aslında,” diye Köke itiraz ettim. “Profesör konsantre olmuş düşünürken tek bir kelime dahi etmiyor, kolunu bile kıpırdatmıyor. Kendisi orada görünüyor ama zihinsel olarak aslında çok başka yerlerde oluyor.”
“Hımm, belki de düşündüklerinizin zorluk derecesi farklıdır?” diye sordu Kök.
“O kadarını anlamış olmalısın, annen kimin için çabalıyor sanıyorsun? Beyzbol kitapları okumanın yanısıra biraz da böyle problemlere benimle birlikte kafa yormanı istiyorum.”
“İyi de ben daha senin üçte birin yaşında bile değilim ki anne, dahası bunun yapılması imkânsız bir ödev olduğunu düşünüyorum,” diye yakınan Kök, bir yandan sayfanın arkasındanki karalamalara bakarken bir yandan da sırayla övgüler düzmeye başladı.
“Ooo, müthiş ilerleme! Birden kesirli sayılara ulaşmışsın burada, Profesör sağolsun!” dedi Kök. “Gerçekten çok iyi bir ilişki var burada anne,” sayfayı da da yaklaştırarak.
“Sorumsuz, rahatına düşkün, tembel çocuk sen de!” deyince Kök kaçıp hemen beyzbol kitabına gömülmüştü.
Ne zaman bir şey çalmakla suçlansam ya da işi iyi yapamadığım söylendiyse, yaptığım yemek beğenilmeyip önüme atıldıysa ve bu yüzden eve ağlayarak geldiysem beni teselli eden Kök olurdu. “Sen çok güzelsin anne, herşey düzelecek,” deyişi beni her zaman rahatlatırdı. “Ben güzel miyim gerçekten?” deyince de Kök kendinden emin bir şekilde ve çok doğalmış gibi, “Öyle tabii, bilmiyor musun bunu?” derdi, özellikle şaşırmış gibi yaparak. Aslında ağlayacak kadar acı çekmemiş olsam bile, Kök’ün beni o şekilde güzel sözlerle avutması için yalandan ağladığım bile olmuştu ve Kök bu oyunu hep istekli bir şekilde oynardı.
“Ben düşündüm de…” diye söze başladı kök, “1’den 10’a kadarki sayıların içinde 10 biraz daha farklı gibi anne.”
“Niçin yavrum?”
“Tabi, baksana iki basamaklı tek sayı 10,” dedi Kök.
Hakikaten öyleydi; sayıları kendi arasında defalarca gruplamaya uğraşmama rağmen karakteristik özellikleri itibariyle farklı olanı bularak problemi çözmeyi denemek hiç aklıma gelmemişti. On sayının her birine göz gezdiğimde, 10 sayısının hepsinin içinde sırıttığını fark ettim. 10 hariç bütün sayıları yeniden yazdım, 10 olmayınca ortada olması gereken sayı daha kolay bulunuyordu.
“Ortadaki sayı ne peki?” diye sordum.
“Bundan önceki derse girmediğim için bilmiyorum fakat beden eğitimi dersi aklıma geldi, beden eğitimi dersinde öğretmenimiz sıra olmamız için komut vermişti; 9 kişi içinde 5 ortadaki oluyor fakat on kişi sıra olduğumuzda ise ortada biri kalmıyordu. Yani bir kişi artınca ortada olacak kişiyi belirleyemiyorduk.”
Bunun üzerine ben de 1’den 9’a kadar olan sayıları yeniden yazdım ve 5’i yuvarlak içine aldım. Tam Kök’ün dediği gibi 5 ortadaydı, önde dört arkada da dört sayı vardı. Sırtımı doğrultup kollarımı açarak iyice gerindim, doğru yolda olduğumuzu hissedebiliyordum.
O an hayatımda ilk defa tecrübe ettiğim garip bir şey oldu; sanki henüz kimsenin ayak basmadığı bir çölde kaybolmuştum ve kuvvetli bir rüzgâr esince yeni bir yol gözlerimin önünde belirivermişti. Yolun başında sanki bir ışık huzmesi vardı ve bana yol gösteriyordu. Işığın beni çağırdığı yöne bir adım atmadan içim rahat etmeyecekti ve şimdi kuvvetli bir ışığın arkamda olduğunu anlamıştım.
Radyo tamirden 24 Nisan Cuma günü geldi. Bu tam da Dragon takımının maçı olduğu akşamdı. Üçümüz yemek masasının etrafına dizildik, radyoyu masanın ortasına koyduk ve spikeri dinledik. Kök, kanal ayar düğmesini çevirirken beyzbol maçının bant yayını duyuldu. Uzun bir yolculuktan sonra nihayet bir yere varma sesi gibiydi, fakat yine de bir bant yayınıydı. Açıkçası bu eve gelmeye başladığımdan beri ilk defa dış dünyanın içine giriyordum, dış dünyanın nefes alıp verişi gibiydi. Üçümüz birden, Ooo…” dedik, “bu radyo çalışıyormuş da haberimiz yokmuş,” dedi Profesör.
“Elbette, nasıl bir radyo olursa olsun çalışır,” dedi Kök.
“Fakat bu radyo benim çok eskiden ağabeyimin İngilizceyi dinleyerek çalışmam için bana aldığı bir radyo olduğundan İngilizceden başka bir şey dinlenemez sanıyordum,” dedi Profesör.
“Yani radyoda hiç Tigers için taraftarlık yapamadın mı?” diye sordu Kök.
“Hımm, hayır maalesef, evimde televizyon bile yok. Doğrusunu söylemek gerekirse bir kere bile beyzbol maçı dinlemedim.”
“İnanmıyorum!” dedi Kök, şaşkınlığını gizleme gereği duymadan.
“Fakat yanlış anlaşılmasın sakın, beyzbol oyununun kurallarını iyi bilirim,” dedi Profesör kendini savunur gibi, fakat yine de bu cevap Kök’ün şaşkınlığını bastırmaya yetmedi.
“Peki, sen nasıl oluyor da kendini Tigers taraftarı sayıyorsun Profesör?” diye sordu Kök, kendinden emin bir şekilde.
“Olabileceğimi düşünüyorum, çok iyi bir Tigers taraftan olabilirim; üniversitedeyken öğle tatillerinde kütüphaneye giderdim ve gazetelerde beyzbolla ilgili sütunları okurdum. Tabii sadece okumak değil, beyzbol kadar çeşitli açıdan değerlendirilebilecek bir spor dalı yoktur. Osaka takım oyuncularının gol yeme ve atma olasılıklarını verilere dayanarak analiz etmeye çalışıyordum, % 0.1’lik değişime göre maçın gidişatının nasıl değişebildiğini araştırıyordum.”
“Peki, bu ilginç miydi?” diye sordu Kök.
Elbette, 1967 yılında Enatsu profesyonel olarak ilk galibiyetini aldı ve Carp’ı on vuruşla yendi. 1973 yılındaki maç onun rövanşıydı ve extra vuruş ve efor gerekmedi, sonra Enatsu evine döndü.” O an radyodaki spiker, Tigers’ın atıcısı Kasai’nin oyunu başlattığını ilan etmişti.
“Ondan sonra Enatsu ne zaman sahaya çıktı peki?” diye sordu Profesör.
“Çok uzun sürmedi.” dedi Kök, hiç duraksamadan hatta benden bile vardım istemeden. Kök’ün bu konuya en az yetişkinler kadar hâkim olmasına çok şaşırdım. Sadece Enatsu konusunda Profesör’e yalan söyleme kararı almıştık kendi aramızda. Elbette sebebi ne olursa olsun yalan söylemek sıkıntı vericiydi, fakat Profesör söz konusu olunca bu bizim için gerekliydi. O üzülmesin diye yalan sövlüyorduk. Bizim söylediğimize şüphe duymadan inanması sevindiriciydi. Zaten geçen seferki gibi bildikleri hususunda bir hayal kırıklığı daha yaşaması bizim için tahammül edilemez bir şey olurdu. Enatsu’yu hâlâ sahaya çıkıyor sanması ona iyi gelecekti. “Onun yine mavi tükenmez kalemini alıp her zamanki gibi oyundaki olasılıkları yazması iyidir anne,” dedi Kök. Yakın geçmişin ünlü oyuncusu Enatsu hakkında pek bir şey bilmeyen Kök öğrenebildikleriyle sınırlı olsa da bilgi edinmek için kütüphaneye gidip araştırma yapmıştı. Matematiksel verilere göre Enatsu’nun toplam 206 galibiyeti, 158 mağlubiyeti, 193 servisi vardı. 2.987 atış yapmış ve 2 defa da tur vuruşu yapmıştı. Diğer top atıcılara göre parmakları kısaydı ve bir çok kere hakemden oyundan çıkarılma cezası almıştı. Hiç top kaptırmadan 1968 yılına geldiğinde ise 401 strikeoutla dünya rekorunu kırmıştı. 1975 yılı Profesör’ün hafızasının sıfırlandığı tarihti ve Enatsu, Nankai Hawks takımına transfer olmuştu. Kök, biraz da olsa Profesör’le ortak bir hafıza oluşturmaya çalışırken radyodan gelen alkış seslerini duymuyor, sadece Enatsu’yu düşünüyordu. Ben Profesör’ün verdiği ödevi çözmek için mücadele ederken Kök kendi kendine Enatsu problemine yoğunlaşmıştı. Bunun için kütüphaneden ödünç aldığı Ünlü Beyzbol Oyuncuları kitabını inceliyordu. Kitapta, Enatsu’nun forma numarasının 28 olduğunu görünce çok şaşırdım. Osaka Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra Tigers’ta oynamaya başladığı zaman forma numarası olarak 1, 13 ve 28 önerilmiş, o da 28’i seçmişti. Yani Enatsu mükemmel sayıyı formasında taşımış bir oyuncuydu.
Aynı gün akşam yemeğinden sonra Kök’le birlikte Profesör’ün bize verdiği ödevin sunumunu yaptık. Sofraya oturmuş olan Profesör’ün önünde, ben ve Kök elimizde tahta kalemiyle sunuma başladık.
“Profesör’ün bize verdiği ödev: 1 den 10’a kadar olan sayıların toplamı nedir?” diyerek Kök sunumumuzu açtı, hiç olmadığı kadar ciddi görünüyordu. İlk önce bir kere öksürdü bu sırada geçen akşam tespit ettiği doğrultuda ben tahtaya 1’den 9’a kadar olan sayıları sırasıyla yan yana, 10 sayısını ayrı bir yere yazdım.
“Sonucun 55 olduğunu daha önce söylemiştik, fakat Profesör için bu yanıt yeterli olmadı,” dedi Kök, bu esnada Profesör kollarını göğsünde kavuşturmuş tek bir kelime bile kaçırmamak için söylenenleri ciddi bir ifadeyle dinliyordu.
“Önce sadece 9’a kadar olan sayıları düşünüyoruz, şimdilik 10 sayısını aklımızdan çıkaralım. 1’den 9’a kadar olan sayıların ortasındaki sayı 5’tir, 5 sayısı bizee… eee…”
“Ortalamayı verir,” diye fısıldadım sadece Kök’ün duyabileceği gibi.
“Ah evet, evet ortalamadır. Ortalamanın nasıl bulunduğunu henüz okulda öğrenmediğim için annemden öğretmesini istedim 1’den 9’a kadar olan sayıların ortalamasını bu sayıları toplayarak ve sonra da adedine yani 9’a bölünce 5’i elde ediyoruz. Dolayısıyla 5×9 = 45, işte bu sonuç da 1’den 9’a kadar olan sayıların toplamıdır, işte tam burada ayrı bir yere yazdığımız 10 sayısını anımsayalım 5×9+10 = 55. Kök tahta kalemini eline alıp sonucu tahtaya yazdı. Bir süre Profesör kıpırdayamadı, ellerini göğsünde kavuşturmuş halde hiç bir şey söylemeden formüle şüpheli bakışlar atıyordu. Bütün açıklamalarımızdan sonra bana yol gösteren o kuvvetli ışık, çocukça maskaralıktan başka bir şey değil diye düşünmüştüm. Üstelik gayretle açıklama yapsak da bizim zavallı beyin hücrelerimizin olabilecek en yüksek kapasitesi belliydi. Bir matematikçiyi memnun etmemiz nasıl mümkün olabilir ki, diye kendi kendime düşünüyordum. Garip bir şekilde Profesör ayağa kalktı ve bizi alkışladı. Fermat Teoremi’ni ispatlayan biri olsa böyle hayranlık uyandırmaz diye düşündüren, kuvvetli, sıcak ve içten bir alkıştı bu. Alkış sesi evde yankılanıyor, durmak bilmiyordu.
“Bu ne güzel bir çözüm yöntemi, mükemmelsin Kök!” diyerek Profesör, Kök’ü kucakladı.
Profesör’ün kollarında Kök’ün gövdesinin yarısı kapanmıştı.
“Kesinlikle mükemmel! Böylesine bir açıklamayı kendi kendine yapmış olman inanılmaz!”
“Tamam, Profesör, yere indir beni lütfen, nefes alamıyorum!” diye bağırdıysa da Kök, Profesör onu işitmiyordu, ne kadar uyarırsa uyarsın nafileydi. Gözümün önünde saçlarının tepesi düz, zayıf denecek küçük bir çocuk duruyordu ve yaptığı ispat o kadar güzeldi ki bu sefer Profesör’ün tatmin olmaması mümkün değildi.
Alkış faslı bitince, “Fakat bu yolu bulan Kök değil aslında bendim,” demeyi istediysem de bu arzumu içime attım. Az önceye kadarki güvensiz halimi tamamen unutmuş, artık kendimi çok daha rahat ve akıllı hissediyordum. Bir kez daha Kök’ün tahtaya yazdıklarına göz attım. Bu mantık, doğru düzgün matematik bilmeyen bana bir sonraki aşamayı öğretmişti:
Biraz önceki şaşkın halimi bir kenara bırakmıştım, mağara duvarları arasından fışkıran bir pınar bulmuşum gibi hissediyordum. Bununla birlikte kimse bu su kaynağının ne varlığını doğrulayabiliyor ne de aksini iddia edebiliyordu. Profesör’ün bile fark etmediği bir şeyi bulduğum için kendi kendime gülümsedim. Sonunda Kök kurtulmuştu, çözümümüz alkışlanmış ve sunumu da tamamlamıştı, sonunda Profesör’e teşekkür ettik. O gün Tigers, Dragon’a 2–3 mağlup oldu, başlangıçta 2 puan aldıysa da hemen sonra –eve dönüş– safhasında Dragon art arda puan aldı ve maçı kazandı.