“Babam şimdiye uyumuştur kesin,” dedim kendi kendime. “Keşke oturup beni beklese… Çoktan uykuya dalmıştır ama. Peki ya oyuncak dükkânı? O da kapalıdır şimdi. Kim gecenin bu vaktinde oyuncak satın alır ki? Elbette benim devemi de dükkâna tıkıştırmış, kapıyı kilitleyip çekip gitmişlerdir. Keşke devemle konuşabilseydim…
Dün gece yaptığımız planı unutacak diye ödüm kopuyor. Ya gelmezse?.. Hayır! Kesinlikle gelecek. Bu gece geleceğine ve bana Tahran’ı gezdireceğine dair söz verdi. Deveye binmek de ne keyifli ama! Ah…” Şu karanlık şehrin en ışıltılı dükkânlarından birinin vitrininde duruyordu deve ve Latif’in rüyalarını süslüyordu…
Tahran’da başıma gelenlerin hepsini yazmaya kalksaydım muhtemelen ciltler dolusu kitap çıkardı ortaya ve siz onu okurken yorgun düşerdiniz. Bu yüzden sadece son yirmi dört saatte neler yaşadığımı anlatacağım. Düşünüyorum da bu o kadar da yorucu olmayacaktır. Elbette önce sizlere babamla birlikte Tahran’a niçin geldiğimizi anlatmam gerekiyor. Babam birkaç aydır işsizdi. Sonunda annemi ve kardeşlerimi geride bırakarak, şehirde eli ekmek tutan akrabalarımızın bir yardımı olur diye Tahran’a geldik. Tanıdıklarımız ve akrabalarımız Tahran’a zaten çok önce gelmişlerdi ve çoğunun işi gücü vardı. Mesela bir tanıdığımızın dondurma tezgâhı vardı. Bir diğeri bebek giysileri ve ikinci el kıyafetler alıp satıyordu. Bir başkasıysa portakal satıcısı olmuştu. Babam da ne yapıp edip tahta bir manav arabası bulmuş ve seyyar satıcılığa başlamıştı. Soğan, patates, salatalık ve daha başka sebzeler satıyordu.
Ancak karnımızı doyurmaya yetecek kadar para kazanıyor, köydeki anneme de bir şeyler gönderiyordu. Ben bazen babama eşlik ediyor, bazen de sokaklarda tek başıma avare avare geziyor, akşam olunca da onun yanına dönüyordum. Arada sırada bir liralık ciklet, Hafız falı ve buna benzer başka şeyler sattığım da oluyordu. Şimdi dönelim Tahran’daki son yirmi dört saatimde neler olduğuna. O gece ben, Kasım, Ahmet Hüseyin ve piyangocu Ziver’in oğlu birlikteydik. Bankanın önünde iki çocuk daha vardı. Biz bankanın önündeki basamaklara kurulmuş, zar atmak için nereye gideceğimizi düşünürken o iki çocuk gelip yanımıza oturmuştu. İkisi de bizden büyüktü. Birinin tek gözü kördü.
Diğerinin ayaklarında gıcır gıcır siyah ayakkabılar vardı ama delinmiş pantolonundan kirlenmiş dizi gözüküyordu. Bu ikisinin hâli bizden daha beterdi. Dördümüz birden kaçamak bakışlarla ayakkabılarını süzdükten sonra çocuğun yüzüne baktık. O çocuğun ayağında bu yepyeni ayakkabıların ne işi olduğunu anlayamamıştık. Ardından birbirimize bakarak fısıldaştık: “Arkadaşlar, dikkatli olun, yanımızda bir ayakkabı hırsızı var.” Bakışlarımızı fark eden çocuk, “Hayırdır,” dedi, “ömrünüzde hiç ayakkabı görmediniz mi?” “Boş ver şunları, Mahmut,” dedi arkadaşı. “Bunların giyecek donları yok, görmüyor musun? Zavallı şeyler, ayakkabıyı nereden bulacaklar?” “Haklısın, aptalca bir soruydu,” diye onu onayladı Mahmut. “Hem onların şu perişan hâllerine bakıyorum hem de ömrünüzde hiç ayakkabı görmediniz mi diye soruyorum.” Tek gözü kör olan arkadaşı, “Herkesin, seninki gibi, çocuğuna yeni ayakkabılar almak için su gibi para harcayan zengin bir babası yok,” diye karşılık verdi.
Bunun üzerine çocukların ikisi de gülme krizine girdi. Biz dört arkadaş afallayıp kalmıştık. Ahmet Hüseyin, Ziver’in oğluna baktı. Sonra ikisi birden Kasım’a, ardından üçü birden dönüp bana baktı: “Ne yapalım? Bunları başımızdan savalım mı, yoksa bırakalım da böyle katıla katıla gülmeye ve bizimle alay etmeye devam mı etsinler?” “Seni hırsız!” diyerek Mahmut’a kafa tuttum. “Sen o ayakkabıları çalmışsın!” Çocuklar kahkahalara boğulmuşlardı. Kör Göz, arkadaşını dirseğiyle dürterek konuştu: “Ben sana dememiş miydim Mahmut?.. Ha ha! Dememiş miydim?.. Heh heh… Heh heh…” Rengârenk arabalar cadde boyunca park hâlindeydi, o kadar sıkışık görünüyorlardı ki sanki…