Rahmi Bey (Özel Baskı)

rahmibeynasidegokbudak

… Tevhide pembe gelinliğinin içinde, başında altın liralarla gelin odasına girdi. Bir müddet çevresine bakındı. ‘Gerdek gecem böyle mi olmalıydı?’ diyerek gelinliğini çıkartıp sedirin üstüne attı. Sonra Rahmi’nin askeri rüştiyede çekilmiş resmini eline alıp, dudaklarına götürdü ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Ne kadar zaman ağladığını bilmiyordu. Ayağa kalktı. Uzun, kapalı bir gecelik giyip gaz lambasını kısmak için eline aldı. Birden oda kapısı açıldı. Tevhide korku ile döndü, gaz lambası elinde yere yığıldı. Rahmi Bey, siyah bir çarşaf içerisinde karşısındaydı. Çarşafı aceleyle çıkardı. Devrilen lambayı alıp konsolun üzerine bıraktı. Tevhide’yi yatağın üzerine yatırdı. Kolonyayla elini yüzünü ovaladı. Bir taraftan da söyleniyordu:

“Hadi sevgilim, hadi uyan. Ne büyük tehlikelere atılıp da geldim biliyor musun?”

Farklı ve sert kişiliği, olaylar karşısındaki ödünsüz tavrı ve yaşadığı birbirinden ilginç olaylarla gerçekten de fırtınalı bir hayat sürmüştür Rahmi Bey. Bu çelik gibi görüntüsünün ardındaysa, yüreğini dağlayan büyük bir aşk gizlidir. Arkadaşının ona emaneti olan Iraz’a karşı duyduğu bu tutkulu aşk, bir türlü vazgeçemediği Tevhide’nin içini saran yakınlığıyla daha da karmaşık bir hal alır. Bir de bunlara haksızlığa karşı sessiz kalamayan yapısı eklenince, başı hiç dertten kurtulamaz Rahmi Bey’in.

Naşide Gökbudak’ın kaleminden “Rahmi Bey”, sizi yine El-Aziz’in büyülü topraklarında unutulmaz bir gezintiye davet ediyor.

ÖNSÖZ
Bu güne kadar romanlar, hikâyeler, diziler ve bu konuda anlatılanların hepsi, köy ağalarının zulmünü, hak yediğini, korkuyla İnsanları sindirdiğini anlatırlar. Belki çok kere doğrudur da, ama bir köyde büyük arazi sahibi olmanın, onu tam kapasiteyle kullanıp, çevresindekilerin ve kendinin hakkını korumanın da ne kadar zor olduğunu biliyor musunuz? Eğer olaya başka yönden ve açıdan bakarsanız, bu işin hiç de kolay olmadığını, belli kültür seviyesindeki insanların, kurallara ve kanunlara uygun davranma yolunda hiç de gayret sarf etmediklerini göreceksiniz. Böyle anlarda, çok adi! olmak için çırpınan bazı kişilerin bile zaman zaman acımasız davranmak zorunda kaldığını, servetini ve sahip olduğu her şeyi korumak için insafsız ve isyankâr olabildiğini de göreceksiniz. Şüphesiz her iki tarafın da haklı sebepleri vardır. Bu kargaşayı legal şekilde halletmeleri İçin, güçlü bir yönetim ve güçlü bir adalet mekanizması gereklidir. Tarihin her döneminde, bu şartların yerinde olduğu söylenemez. İste o zaman, hakkı olmayanı almaya kalkan bir sınıfın karşısında, hakkını silah zoru ve baskıyla korumaya kalkan bir köy ağası tipini de görürsünüz. Bu durum sadece köy ağalarıyla çalışanlar arasında yaşanmıyor. Buna en çarpıcı örnek olarak, günümüzde de sık sık şahit olduğumuz gecekondu gerçeğini gösterebiliriz. O arsalar üzerine gecekondu yapanlar, buna haklan olmadığını biliyorlar. Bildikleri için de gizlice inşa ediyorlar. Belki de buna mecburlar. Orasını tartışmak, benim üstümde bir konu. Ama insanlar legal yoldan elde edemedikleri her ihtiyacını illegal yoldan karşılamaya kalkarsa, toplumda düzen, huzur ve mülkiyet hakkı ve halta güven diye bir şey kalmaz. Kaçak yapılan gecekondular ve onları yıkmaya çalışan devlet temsilcileri yani yıkım ekiplerine, akla gelmeyecek kadar ürpertici yollarla karşı konulduğunu görüyoruz. Görevini yerine getirmek isteyen devlet güçleri bile zaman zaman zor kullanmak durumunda kalıyorlar. Burada kimin haklı olduğunu tanı olarak söyleyebilir misiniz? Hayır.
İşte bu kitapta, bu tip ağalardan birinin hayatını okuyacaksınız. Aşklarıyla, korkularıyla, duygularıyla, isyanlarıyla ve zaman zaman saklamak zorunda kaldığı gözyaşlarıyla…
Size “Asıl Adı Atiye” romanımın önsözünde “Artık ailem hakkmda yazmayacağım,” diye söz vermiştim. Bu konuda aşın bir istek ve baskı aldım. Bu bahar Elâzığ’da yapılan imza günlerimde, şair ve yazar Günerkan Aydoğmuş Bey “Perçençli Rahmi Bey’i tanıyor musunuz?” diye sordu. Ben de “Amcam olur,” dedim. Günerkan Bey, “Ben amcanızın bir hikâyesini yazdım, Türk Edebiyatı dergisinde birincilik ödülü aldım. Böyle bir kaynağınız varken, yeni hikâyeler aramak niye?” diye sordu.
Günerkan Bey haklıydı. Ayrıca ben amcamla uzun sayılan bir beraberlik yaşamıştım. Karakteri ve kişiliği hakkında derinliğine bilgim vardı. Böylece yine ailemden yazmak zorunda kaldım. Sözümü tutamadığım için özür dilerim.
Umut ediyorum ki bu romanımı okuduktan sonra, haklı olduğumu anlayacaksınız.
iyi okumalar.
NAŞİDE GÖKBUDAK

1.BÖLÜM

Hacı Hafız Ağanın konağı o gün bambaşka hareketliydi. Telaş vardı. Yüzlerde korku, ümit ve endişe vardı. Her şeyden çok da koşuşturma vardı. Evin büyük oğlu Mustafa Efendi’nin soylu, güzel ve narin eşi Hayriye Hanım üç gündür doğum sancısı çekiyordu. Evleneli beş yıl olduğu halde. Hacı Hafız Ağa konağına geleceğin ağasını verememişti. Biriki doğum ve çokça düşük yaşamıştı. Bu konuda köy halkı arasında dolaşan bazen komik bazen ürpertici hikâyeler de vardı. Mesela Hayriye Hanım’ın bundan evvel bir yılan doğurduğu ve bu yılanın hemen yok edildiği gibi… Böyle bir olay tabii ki yaşanmamıştı. Ama halkın hiç değilse küçük bir kısmı, bu hikâyelere inanacak kadar saftı, eğitimsizdi. Bu tip dedikodular konağa kadar geliyor ve Hayriye Hanım’ın çok üzülmesine, köylü ile arasına mesafe koymasına sebep oluyordu. İçten içe ağalara kızan köy halkı ise bu tip davranışları, duyduğu kine ve hırsa ekliyordu. Hayriye Hanım, bu hamilelik süresini büyük bir itina göstererek ve gösterilerek tamamlamıştı. Köyün ebesinin yanında, şehirden de bir ebe getirilmiş, her türlü hazırlık itina ile yapılmış, o devirde yapılması mümkün olan her yol denenmişti. Ne yazık ki doğum bir türlü gerçekleşemiyordu. Hacı Hafız Ağanın eşi Mürüvvet Hanım gelininin sancı çektiği odanın önünde küçük bir sedirin üzerinde oturmuş, elinde tespihi ile durmadan dua okuyordu. Hacı Hafız Ağa, Hacı Hamit Ağaların selamlık kısmında köyün eşrafı ile sohbet ediyordu. Ama o da içten içe bir müjdecinin yolunu gözetliyordu. Reşat allını mintanının cebinde hazır duruyordu iki gündür. Hacı Hafız Ağa ile evden uzaklaşan baba adayı Mustafa Efendi ise bu gün hoş karşılanmayacağını bile bile, konaktan uzaklaşamamış, karısının kurtulması ve kendisine bir erkek evlat vermesi için anası Mürüvvet Hanımın yolunu seçerek, bildiği bütün duaları okumaya başlamıştı. Şüphesiz bu işi içinden yapıyor, çevresine endişesini belli etmemeye çalışıyordu. Bunu pek başardığı söylenemezdi. Zira Mustafa Efendi halim selim, duygusal ve çok insancı! bir yaradılışa sahipti. Bütün bu hasletlerinden ve de Mısır sarayında gördüğü tahsil ve terbiyeden dolayıdır ki başarılı, sert mizaçlı, hükmedebilen bir köy Ağası tipine asla uyum sağlayamıyordu. Hacı Hafız Ağa, oğlunun bu yönünü çoktan keşfetmiş ve bu büyük arazinin nasıl idare edileceği yolunda endişelenmeye başlamıştı. İşte bu sebeplerden dolayıdır ki köy ağalarının hep ihtiyaç duyduğu erkek evlada Hacı Hafız Ağa çok daha fazla ihtiyaç duyuyordu. Ve kendi tabiri ile, gözü pek, “erkek gibi erkek” bir torun hayal ediyordu.
Hafife kız doğum odasından telaşla çıktı. Mürüvvet Hanım’ın yanına kadar geldi. Yüzünde endişe vardı.
“Büyük Hanım! Büyük Hanım! Çağa göründü ama ters geliy. Bir ayağını aha bole bükmüş. Tek ayağını diz kapağına doğru kıvırdı. Ebe temiz bir çarşaf istedi. Çocuğun çene kemiğinden tutup çekecekmiş.”
Mürüvvet Hanım şaşkın:
“Götür öyleyse, durma! Yüklüğün içinde! Yerini sen bilirsin,” dedi. Ayağa kalktı, doğum odasına doğru yürürken, birden döndü. Gelinini bu durumda ürkütmemeliydi. Sonra çocuk geri gidebilirdi. “Bu doğumun sağ salim olması artık çok zor. Bebeği sağ salim çıkarmaları imkânsız. Bari Hayriye kurtulsa!” diye düşündü. Yine köşesine oturup, dua etmeye başladı. Onon beş dakika sonra, içeriden gür bir bebek sesi duyuldu. Mürüvvet Hanım birdenbire ayağa fırladı. Artık gelinin ürkmesini falan düşünecek halde değildi. Doğruca odaya koştu. Şehirli ebe bebeği ayaklarından tutmuş, baş aşağı sarkıtmış!!. Uzun boylu bir bebekti. Büyük Hanım bebeğin sırtını görebiliyordu. Ebe Gülüş gülerek bağırdı:
“Büyük Hanım, nur topu gibi, uzun boylu erkek bir torununuz oldu. Gözünüz aydın!” Şehirli ebe, bebeği Mürüvvet Hanıma doğru döndürdü. Büyük Hanım:
“Yani şimdi, her taraf sapasağlam öyle mi?”
Odadakiler hep bir ağızdan:
“Çok şükür!” dediler. Hayriye Hanım çok bitkin, yarı baygın bir haldeydi. Galiba olanların farkında değildi. Büyük Hanım acele ile, evin çevresini boydan boya dönen balkonu koşar adımlarla yürüdü. Akşam vaktiydi. Büyük baş hayvanların sesleri geliyordu. Konağın büyük kapısı açılmıştı Nahırın eve dönme zamanıydı. Camızlar ve inekler bir bir kapıdan giriyordu. Mustafa’nın yanına yaklaştı.
“Mustafa, nur topu gibi bir oğlun oldu. maşallah!” Mustafa söyleneni anlamamış gibi bir müddet anasının yüzüne baktı.
‘Ana ne dedin?” Hayriye Hanım, oğlunun yüzüne doğru eğildi. Biraz daha yüksek bir sesle:
“Bir oğlun oldu. Sapasağlam, uzun boylu bir erkek”
Mustafa Elendi ellerini kaldırdı.
“Çok şükür ya rabbim! Çok şükür!” dedi ve anasına soran gözlerle baktı. Mürüvvet Hanım anlamıştı,
“Anası da iyi. Tabii çok yorgun ve bitkin. Düzelmesi zaman alacak. Ama sağlıklı. Ben hemen Hüseyin’i Hacı Hafız Ağa’ya göndereyim”
Hacı Hafız Ağa kapıyı gözetlemekten yorulmuştu. Yine akşam olmuş, akşam namazı için camiye güme zamanı gelmişti. Ne yazık ki evden bir haber alamamıştı. Birden Hüseyin’i karşısında görünce,
“Kötü bir şey yok değil mi?” dedi.
“Hayır ağam, kötü bir şey yok.” Hüseyin öylece duruyordu. Hacı Hafız Ağa sinirlenmeye başlamıştı ki Hacı Emin Efendi söze karıştı:
“Hacı Ağa, uşağın müjdesini ver.” Hacı Hafız Ağa uzun bir “Haa!” çektikten sonra, cebindeki Reşat altınını Hüseyin’in avucuna koydu. Hüseyin daha bir şevkle konuşmaya başladı:
“Bir oğlan çocuk, uzun boylu ve yakışıklı.” Hacı Hamit Ağa güldü.
“Ulan kel, daha on dakikalık bebeğin yakışıklılığı mı olurmuş!” Hüseyin kızdı hem sözüne inanmadıkları için, hem de yüzüne karşı “kel” dedikleri için. Gerçi lakabının Kel Hüsen olduğunu biliyordu ama, yine de doğrudan doğruya söylenmesine kızıyordu.
“Ben ne bileni ağalar? Bana öyle dendi.” Hacı Hafız Ağa mutlu ve muzaffer bir eda ile odadakilere döndü.
“Rahmi, bizim aile efradı için de, köy halkı için de hayırlı olsun. Adı gibi rahim olur inşallah.”
Gülerek Hüseyin’e döndü.
“Git konağa söyle, Rahmi’ye iyi baksınlar.” Sonra odadakilere döndü. “Eh, bizde dükkan önüne, camiye gidelim. Bu gün büyük Allah’a şükretmek için çok daha fazla sebebimiz var,” dedi.
Hayriye Hanım da Ayşe’nin pişirdiği tereyağlı cacurumu yemiş az da olsa kendine gelmişti. Hâlâ çok bitkindi, rengi sapsarı idi ve kollarını kaldıracak gücü yoktu. Yıkanıp, kundaklanıp kucağına verilen bebeği zor tutuyordu.
Henüz sütü yoklu ve bebek ağlamaya başlamıştı bile. Ebe elindeki kaynatılıp, soğutulmuş şekerli su ile geldi. Rahmi’yi itina ile kucağına aldı. Doyurması gerekiyordu. Ev halkının da çalışanların da yüzlerinde mutlu bir ifade vardı. Ev sahipleri hasret çektikleri bir erkek evlada kavuşmaktan, çalışanlar ise aldıkları bahşişlerden dolayı mutluydu.
Mürüvvet Hanım telaşla Hafife kızı yanına çağırdı.
“Kız Hafife, eltime müjde görürdünüz mü?” Hafife ki? şaşırmıştı.
“Büyük Hanım, siz demeden biz kimseye bir şey söyleyemeyiz ki.”
“Koş o zaman, doğumun biraz evvel gerçekleştiğini, Ahmet Ağa’nın, nasıl olduğunu sor”
Firdevs Hanım, Hacı Hafız Ağa konağının selamlık taralında oturuyordu. Hacı Hafız Ağanın küçük kardeşi olan Ahmet Ağa, bir müddetten beri hastaydı. Hastalığının ne olduğu pek anlaşılamamıştı, ama devamlı öksürüyor ve aşırı yorgun görünüyordu. Köylüye göre Ahmet Ağa kızını on yedi köyün sahibi Saraylı Küçük Bey’e verdikten sonra nazara uğramıştı. Beş yıla yakın bir zamandır dillerde gezen bu evlilik herkesin dikkatini çekmiş ve köyün bütün genç kızlarının hayallerini süslemişti. Mürüvvet Hanım ile Firdevs Hanım elti oluyorlardı. Görünürde iyi geçinmelerine rağmen, özellikle Mürüvvet Hanım’ın pek de dostane duygular beslediği söylenemezdi. Ahmet Ağa hastalandığından beri ise devamlı kocasına “kardeşinin çalışmadığı halde maldan eşit hisse almasmın haksızlık olduğunu, bu servetin içinde Mustafa’nın Mısırdan getirdiği altınlarla alınan malların da olduğu, bu yüzden malda kendi hisselerinin çok olması gerektiğini,” söyleyip duruyordu, tik günlerde sertçe karşı çıkan Hacı Hafız Ağa son günlerde bu fikri benimsemeye başlamıştı. Tabii bütün bunlar henüz ne Ahmet Ağa, ne de iyi huylu eşi Firdevs Hanım tarafından bilinmiyordu.
On beş  yirmi dakika sonra Firdevs Hanım elinde çevresi dilim dilim, o yörenin tabiri ile, kenarları “kıtirikli”, büyükçe bakırdan kayık bir tabak olduğu halde göründü.
“Mürüvvet Hanım, geline taze peynir helvası yaptım. Benim helvamı sever de, hem de sütü bol olur. Çocuğun hayırlı olmasını analı babalı büyümesini dilerim” diyerek Mürüvvet Hanım’ın odasındaki sedire oturdu. Hayriye Hanım uyuduğu için onun yanına girememişti.
“Uzun müddet sancı çekti değil mi? Ne zaman doğum oldu?”
“Nahır eve döndüğünde.” Küçük Rahminin doğum şerhi böylece düşmüştü. “Yoncalar yeşerdiğinde, bağlar bozulduğunda, harman kalktığında ve nahır eve döndüğünde…” Bu, köy halkının kendince attığı doğum tarihleriydi. Rahmi de erikler çiçek açtığında, akşam üzeri nahır eve döndüğünde dünyaya gelmişti
Aslında Rahmi 1900 yılının, 28 nisanında dünyaya gelmişti. Mustafa Efendi bu şerhi, Kur’an’ın arka kapağının iç yüzüne hemen düşmüştü.
Mürüvvet Hanım’ın gözleri pırıl pırıldı. Nihayet beklenen torun gelmişti
“Ayşee! Ayşee! Eltimle bana iki şekerli kahve yap” diye sesledi.
On dakika sonra Ayşe elindeki küçücük tepsi ve içinde iki fincan kahve ile odaya girdi. Bugünkü koşuşma ve heyecan, Ayşe’nin kıvır kıvır saçlarını iyice kabartmış, koyu rengi kızarınca mora çalan bir hal almıştı. Kahveleri verdi, iki adım geriye çekildi.
“Bilir misin Büyük Hanım, ters gelen çağa, zor çağadır.” Mürüvvet Hanım kızdı.
“Sen üstüne vazife olmayan şeylere karışma! Ve o saçını başını da hemen toparla! Biliyorsun Hayriye her şeyden çabuk korkar. Gece karşısına böyle çıkma!” dedi. Ayşe hızla odadan çıktı. İçinden kendinden korkan nazlı geline de. sözünü esirgemeyen kaynanaya da küfrediyordu.
Mürüvvet Hanım eltisine dönerek,
“Bu insanlara nerede konuşup, nerede konuşmayacaklarını bir türlü öğretemedim.” Firdevs Hanım çekingen bir tavırla,
“İyi de Mürüvvet Hanım, Ayşe’nin kalbi kırıldı. Çirkin olmak onun suçu değil ki.”
Mürüvvet Hanım bu cümleyi duymazlıktan gelerek, büyük bir heyecanla doğumun ayrıntılarını anlatmaya başladı.
Mürüvvet Hanım, eltisine cevap vermedi, kafası Ayşe’nin sözüne takılmıştı. Zira bir sene evvel yaşadığı bir olayı hatırlamıştı, Mürüvvet Hanım geçen ya?, ağalık bağında otururken iki bohçacı kadın gelmiş, önce bir şeyler satmaya çalışmış, başaramayınca da “Hanım, fal bakalım” diye tutturmuşlardı. Onların ısrarına karsı durmak oldukça zordu. Mürüvvet Hanım başından savmak için “Eh, hadi bakın” demişti. Falcı elinin içine uzun süre baktıktan sonra, “Bu konakta çağa hasreti çekilıy, bir seneye kalmaz nur topu gibi bir oğlan gelecek ama çok zor bir çağa olacak.” Fakı biraz dur alam işti. Mürüvvet Hanım merakla sormuş
“Nasıl yani?” Falcı tereddüt içinde,
“Zor çağa işte ne bîlem, sizi çok yoracak.” Falcı hep tereddüt içinde konuşuyordu……

Benzer İçerikler

Kayıp Renk

yakutlu

Yürek Burgusu – Henry James Online Kitap Oku

yakutlu

Tutku Dersleri – Madeline Hunter – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy