Hiç tanıyamadığım bir genç kadının güzel gözleri için kendime niçin bir vazife terettüp edecek, şu tatil zamanının lezzet-i sükûnetini bozacaktım? Zaten adaya ben kadınlardan kaçmıştım. Ben bu ihtiyar ettiğim zahmetten sonra yine pek az tanıdığım bir çift zevç ve zevceyi birleştirmeye mi kalkışacağım? Hem bakalım kendini adi bir kadınla gazinolarda teşhir eden o kalpsiz Rauf buna layık mı?
Romandan çok novella diye adlandırılmaya müsait olan bu metinlerde […] anlatıcı erkektir ve odaklanılan bir kadının deneyimi, erkek anlatıcının dolayımıyla sunulur. Bu dolayım sayesinde söz konusu kadın kadar kadını kuşatan koşullar da gözler önüne serilir. Ancak burada şeffaf bir aktarımdan çok, karmaşık arzu ilişkileri, gayriiradi sınır ihlalleri, akıldan, normdan, toplumsaldan sapma eğilimi ile diğerkâm ve fedakârca edimler arasındaki gerilimler dolaşımdadır.
Fatih Altuğ
Kaleme aldığı her metinle yeniden tartışılan Halide Edib’in bütün eserleri, gözden geçirilmiş baskılarıyla Can Yayınları’nda.Hiç tanıyamadığım bir genç kadının güzel gözleri için kendime niçin bir vazife terettüp edecek, şu tatil zamanının lezzet-i sükûnetini bozacaktım? Zaten adaya ben kadınlardan kaçmıştım. Ben bu ihtiyar ettiğim zahmetten sonra yine pek az tanıdığım bir çift zevç ve zevceyi birleştirmeye mi kalkışacağım? Hem bakalım kendini adi bir kadınla gazinolarda teşhir eden o kalpsiz Rauf buna layık mı? Romandan çok novella diye adlandırılmaya müsait olan bu metinlerde […] anlatıcı erkektir ve odaklanılan bir kadının deneyimi, erkek anlatıcının dolayımıyla sunulur. Bu dolayım sayesinde söz konusu kadın kadar kadını kuşatan koşullar da gözler önüne serilir. Ancak burada şeffaf bir aktarımdan çok, karmaşık arzu ilişkileri, gayriiradi sınır ihlalleri, akıldan, normdan, toplumsaldan sapma eğilimi ile diğerkâm ve fedakârca edimler arasındaki gerilimler dolaşımdadır.Fatih Altuğ Kaleme aldığı her metinle yeniden tartışılan Halide Edib’in bütün eserleri, gözden geçirilmiş baskılarıyla Can Yayınları’nda.
RAİK’İN
ANNESİ
1
Ne güzel bir sonbahar oluyordu. Herkesten evvel kalkıyor, beyaz bir duman gibi odamı yavaş yavaş istila eden o ilk ziyanın Burgaz’ın şahikasından kayarak ağaçları deraguşunu temaşa ediyor, uyanıp da henüz kımıldanmayan âlemi dinliyordum, ufak bir yaprak titreyecek, karşıki kumlar pembeleşecek, uzak kürek sesi, hafiften bir dalga şıpırtısı, sonra sabah… Bir temas gibi, bir nefes gibi denizlere, bulutlara, havaya dağılacak, birdenbire her şey uyanacak. Yalnız ağaçlar uyuyacaklar! Çocukluğumdan beri ağaçların gece uyanıp gündüz uyuduklarına kaildim. Bu sene ağaçlar arasında bu zannımı teyit ettim; gece nasıl ziruh insanlara benzerler, semanın berraklığına doğru yükselen bu siyah ziruhlar sanki yıldızlarla konuşurlar. Sükûnetlerinde bile bir uyanıklık vardır. Aralarından geçerken daima arkanızdan birisi geldiğini yahut görmediğiniz bir insan yakınlığını hissedersiniz. Teraneleri bile tabiatın cansız bir parçasının sesine benzemez. Uzaktan bir fısıltı, çamlara yayıldıkça umumi bir inilti, sonra hepsi birden müthiş bir gürültüyle harekete başlarlar.
Ne hareket: Binlerce siyah kadit kollar uzanır, çekilir, garip bir tehditle birbirine sarılır, ince karanlık zirveler gökten birdenbire yere çevrilirler, bu dehşetli harekete iştirak ederler, gıcırtılar, savruntular, derin homurtularla bir sürü muzlim, esrarengiz tuyurun hemen uçup bulutlara iltihak edeceği zannedilir. Ziya gümüşi bir duman gibi ağaçların tepesindeyken hâlâ bir müphemiyet vardır. Yalnız sabah ışığı, dalları ve karanlık köşeleri beyazlatırken ağaçtan başka bir şey olmadıklarını anlarsınız. Hele güneşle beraber bütün bu siyah tuyurun ruhları çekilir, uyurlar.
Halki Palas’ta1 yüksek, küçük bir odam vardı. Sonbaharı burada geçirmeye karar vermiştim. Bu kararıma birkaç sebep vardı. Evvela bundan daha sevimli, daha ruhuma yakın bir yer bulamamıştım; saniyen İstanbul’dan uzaktı. Evet, İstanbul’a, oradaki eve kışa kadar, sobalar yanıp da bir bucak2 arayıncaya kadar inmeyecektim. Orada ne kadar büyük bir tehlike geçirmiştim. Az daha, evet az daha beni evlendireceklerdi. Bu, bir çocuk şakası gibi başlamıştı. Dayızadem küçük Mihri’yle her bayramda masanın üstündeki şekerleri süpüren, kâğıtlarımı karıştıran o küçük komşu kızı, zannedersem ismi de Necibe olacak, daima Vapyon yahut Karlman’dan1 aldıkları en pahalı fakat en sakil, hazır esvaplarla, daima bol gelen yakasından bir kuş boynu gibi dimdik görünen ince boynu, uzun siyah örgüsüyle iki sene evvel odamdan hiç çıkmayan çocuk Mihri nefesi kesilerek, yanakları kızararak Necibe’nin evinden geldiği zaman kulağıma, “Dayıcığım, Necibe’yi alır mısın?” derdi. Bir gün beni evlendirmek için neden acele ettiğini sordum.
“Dayı,” dedi, “Necibe’nin görümcesi olacağım, bir de…” “Lakırdını bitir.” Kendi kısa, dar fistanına –içini çekerek– baktıktan sonra, “Necibe’yi sen alırsan bana hep ipekli fistan giydirecek,” dedi. “Demek Necibe sana öyle söyledi?” “Ya, dayıcığım.” “Bak sana söyleyeyim, Mihri, Necibe’nin fistanları ne kadar çirkin ise ahlakı da o kadar çirkin. Bir de seni evlenmek lakırdısından men ederim.” Bu sözlerim Mihri’yi pek de ikna etmedi ama yine bir daha bundan bahsetmeye cesaret edemedi. Bu vaka cereyan edeli iki sene oluyor. iŞimdi Necibe erkekten kaçıyor, volanlı1 çarşaflar, tül şemsiyeler, fışıltılı etekleriyle mahalleyi dolduruyor. Hele matşiş’i2 ben eve gelir gelmez piyanosunda kurulmuş bir makine gibi başlar.
Bu zararsız küçük kız nihayet pek iç sıkıcı bir genç kadın oluyor. Hazır esvap dükkânları açılalı, fonograflar3 çıkalı halkımız eski sadeliğini, hüsn-ü tabiat-ı milliyesini kaybetmeye başladı. En fakiri bile bayramda olsun iri Alman çocukları için yapılıp da bizim naif küçük kızları kaplumbağaya benzeten ucuz hazır bir fistan alıyor. Elifbayı bilemeyecek kadar en ücra bir mahallede büyüyen kızlar bile mutlak karnavalda çıkan Rumca bir şarkıyı söylüyor. Necibe ancak on beş yaşında olacak, ben otuz iki yaşındayım. Tıbbiye’nin ikinci sınıfından fesi eğri bir talebe istemeyip de benimle evlenmek tasavvurunda bulunmasından pek tabii bir genç kız olmadığını istidlal ediyorum. Bir hafta oluyor, bir akşam Mihri bir fişek gibi odama atıldı. Yüzünde o kadar mühim havadis alaimi vardı ki elimden kalemi bıraktım, sordum: “Yine ne var küçük muhbir?” “Bilsen annemle babam dün akşam ne söylüyorlardı?”
…