“Dinmek bilmiyor aşkımızın ağrısı. Nasıl dinsin? Yarım yüzyıl dolu bir nehir gibi aktı; aka aka birikmiş bir deniz oldu aşkımız, ve.. sonunda, nasıl oldu bilmiyorum, aşkımızın denizini koruyan baraj çöktü, ve sensiz, ben aşkımızın taşmış suları dibinde kaldım. Boğulmuş değilim; yalnız suların altındayım. Üstümde bütün bir deniz, bütün bir dünya. Kimse görmüyor beni. Kimse duymuyor sesimi; ben kendim de duymuyorum kendi sesimi.
Eskiden gün günü tekrarlanan nağmelerim, boğula boğula ve sessizce ölü balıklar gibi çıkıyor suyun yüzüne; eskiden beni yeryüzünde tutan ve yaşatan Ayı Dağı, Soğuksu kıyıları ve Ceneviz kalesi, kayan yıldızlar gibi kayıp altında kaldığım denizin sularına karıştı, ve karada kalmış aşkımı biri (bilmiyorum kim) bulup demir çivilerle çarmıha gerilmiş İsa Peygamberin çıplak göğsü üstüne mıhladı.” Cengiz Dağcı’yı çektiği acılar, tâbi tutulduğu sürgünler ve muhatap kaldığı yalnızlıklar karşısında, kendi tabiriyle hayatta tutan bir yanda güzel Kırım’a kavuşma arzusu ise, diğer yanda da eşi Regina Hanım’ın bir an olsun eksilmeyen desteğidir. Bu yüzden Cengiz Dağcı, eşi Regina Hanım’ın vefatından sonra bu yüce gönüllü ve âlîcenâp kadına duyduğu hisleri her cümlesi aşkla ve hasretle yazılmış Regina’da dünyaya ilân etmiştir.
20 Ocak
Bugün de mezarının başı ucundayım. Sabahın erken saatlerinde uyandım; uyanır uyanmaz yastığına sarıldım, sonra da yatağımızın yanındaki telefon kürsüsünün üstünde duran gümüş çerçeveli fotoğrafını kaldırıp öptüm, ve, fotoğrafı gözlerimin önünde tutarak, “Sen benimlesin,” dedim. Evet, “Benimlesin,” dedim. Aşkımızın ve derin dostluğumuzun gücü, bir de yalnızlığımın buruk acısıyla söyledim bunu.
Hatırlatmama gerek yok, biliyorsun, yalnızlığım yeni değil; yıllar öncesi ayrılık taşlarıyla inşa ettim yalnızlığımın kalesini. Yalnız aradabir, ve korka korka, kalemden çıkıp yurt hasreti imajlarının gölgesinde dolanıyordum. Beni o imajların gölgesinde buldun. Nasıl oldu bilmiyorum, duvarları kırıp kaleme girdin, ve o günden sonra benim hayatımda her şey değişti. Beni bulduğun gün ben yalnızca bir tek ben’dim ve hayatta o güne kadar bildiklerimden çok bir şey bilmiyor, gördüklerimden çok bir şey görmüyordum; sense, senden fazla bir sen’din ve senin yanında ben de senin gördüklerini görmeye başladım.
Yıllar geçti aradan. Şimdi elimle mezarının toprağını okşuyor, ve, “Sen benimlesin,” diyorum kendi kendime. Benim Regina’m! “Benimlesin” kelimesi hiç solmayacak, hiç pörsümeyecek, hiç sönmeyecek benim dudaklarımda. Bir saat geçti mezarlığa gireli. Hava soğuk. Gökyüzü taze toprağının renginde. Şu anda benim hislerim de kara. “Sen benimlesin,” diye tekrarlıyorum boyuna içimden kendi kendime. Oysa içim boş. Yarınımı düşünemiyorum. Bugünümü düşünemiyorum. Buradan nereye? Biliyorum, burası henüz yolun sonu değil benim için.
İyice görüyorum, bir çağrım uzağında demir parmaklıklı ve çifte kanatlı kapı ardına kadar açık. Çıkabilirim. Çıkıp da nereye gideceğim? Nereye gitmemin gerektiğini, bana kim olduğumu hatırlatacak olan birini görürüm diye çevreme bakınıyorum. Benden başka kimse yok mezarlıkta. Ve çıt çıkmıyor.
Çıkmaz elbet, mezarlık burası; yalnız mezarlığın üzerinden uçup Thames nehrine uzaklaşan kar akı martılar. Kar akı martılar bilmem neden bir zamanlardaki beyaz düşlerimi hatırlatıyorlar bana. Unutmadın değil mi, Biz Beraber Geçtik Bu Yolu ismini vermiştim son romanıma. İsmi benim ağzımdan duyunca yüzün gülmüştü. Gözlerinin içinde sevinçle hüzün karışımı ışıklar belirmişti. Beğenmiştin ismi; hafiften romanın ismini tekrarlamıştın soluğun altından: Biz Beraber Geçtik Bu Yolu.
“Bundan daha güzel bir isim bulamazdın romana,” demiştin bana. Gözlerinde yaşlar vardı. Geçmiş olduğumuz yolu görüyordu herhalde gözlerin. Biliyorum, o yolun dışında başka imajlara da tanık oldum seninle. Ama yolun sonunda sensiz kalacağımı hiç düşünmedim. Beyaz martılar Richmond tepelerinin gerisinde gözden kayboluyorlar.
Mezarlık hâlâ sessiz, ve gölgesiz. Görünürde kimse yok. Bir kuş bile uçmuyor mezarlıkta. Yalnız ben… ve sen. Ah ne kadar yakınsın bana! Yine de elini tutamıyor, yüzünü okşayamıyor, beni seven, beni tanıyan ve anlayan gözlerinin içine bakamıyorum; yalnız elimle mezarının soğuk toprağını okşuyor ve sımsıcak ruhunu bağrıma bastırıp, “Benim Regina’m, sen benimlesin,” diye tekrarlıyorum içimden.
Gerçek dışı elbet. Yattığın yerden beni gördüğünü düşünüyorum. Senden başka hiç kimse görmedi beni. Hiçbir kimse tanımadı beni. Yalnız sen… Kuzey denizlerinin mavisinden mavi gözlerinle zifiri karanlıkları delip gördün beni. Şimdi de görüyorsun beni. Hüznümü, gözyaşlarımı… Sesini de duyuyorum, Regina. ‘Geçtiğimiz yolun sonuna ulaştığıma mı üzülüyorsun?’ ‘Evet.’ ‘Hayat dediğin yolculuktan başka bir şey değildir.’ ‘Farkındayım.’ ‘İyi. Değişmeyen de bir şey yok dünyada. Hatırlıyorsun, ben sarışındım. Senin yanında ağardı saçlarım. Saçlarımın akında saklı mutluluğum. Gün batar, ortalık kararır, aydınlık günlerden yadigâr kalır; yalnız umutlar ocağı sönmez. Günün birinde gelirsin bana. Sensiz dünyam karanlık deme, sen senin karanlığında buldun korkunç yılların aydınlığını.’
Benim Regina’m! Ruhumu okşayan sesin ve bedenimi okşayan elin gibi. Uzun yıllar elin ve canınla besledin beni… Sesin tatlı müzik oldu. Bakışların ışık oldu. Cenazen de tıpkı Biz Geçtik Bu Yolu Ramila’sının cenazesi gibi oldu. Evimizin önünde durdu cenaze arabası. Komşumuz Ken ve eşi Doris çiçek demeti koydular tabutunun üzerine. Sonra torunumuz, onun ardından kızımız ve damadımız çiçek demetlerini koydular, ve ben, romanın İzmail Tavlı’sı gibi, gerçek dünyadan kopmuş, cenaze arabasında çiçekler altında kalmış tabutuna bakıyor ve gerçek dünya gerçek dışı geliyordu bana.
Seni taşıyan cenaze arabasını takibeden arabaya doluştuk: kızımız, torunumuz, büyük torunumuz, damadımız, ve ben -ben kimseyi görmüyor, senin ardından senin gittiğin âleme gidiyordum. Kalemin duvarları çökmüştü. Müdafaasızdım. Müdafaasız ben senin bildiğin ben değildim. Yanımda oturan torunumuz bunun farkındaydı sanırım, sıkı sıkı sarılıyordu koluma. Araba Pyney Vale mezarlığına girdiği zaman gerçekten senin dünyana girdiğimi hisseder gibi oldum. Dört cenazeci sandukanı omuzları üstünde mezarlığın kuytuluğundaki küçük kilisenin içerisine taşıdılar.
Uzun yıllar canın ve bedeninle beni sevmiş sen şimdi kilisenin mihrabı önünde ve bensiz yatıyordun sandukanın içerisinde. Rahipsiz geçti uğurlama merasimi. Biliyorsun, sen Katolik ailesinden, ben Müslüman ailesindendim. Din ve inanç ikimiz arasında hiçbir zaman sorun olmadı. Belki bu yüzden dinsel törenin yerine insancıl uğurlamayı yeğledim. Benim tarafımdan yazılmış kısa notu cenaze bürosunca davet edilmiş Galer humanist derneğinden bay Thomas mihraptan okuyarak 53 yıl sade bir hayat yaşadığımızı, hayatımız bütün güzelliğini sadeliğinde bulduğunu kilisedeki kızıma, torunuma, büyük torunuma, ve damadıma hatırlattı; ardından kilisenin orgunda çok sevdiğin Çaykovski’nin Pathetique’si çalındı.
Ben ağladım; benimle beraber senin de ağladığını görür gibi oldum. Neden sonra, yine omuzlar üzerinde, sandukan kiliseden çıkarılıp, cenaze arabasına yerleştirildi ve araba yavaş yavaş taze kazılmış mezarına doğru yol almaya başladı.
Mezarın, mezarlığın Asda giriş yerinin yakınında. Mezar yerini ben seçtim: 159 numaralı mezarın gömüt yerinin yeni kesiminde. Yalnızlığını seviyordun. Hatırlıyorsun değil mi? Yaz ayları bahçemizin ucundaki camelia’nın gölgesinde gergefinle oturur, ya da kitap okurdun saatlerce; kış akşamları, “Cengiz, sen bu akşam Polonya kulübüne git, satranç oyna, ben yalnız kalmak istiyorum.” derdin. Mezarlığın bu kesiminde yalnızca iki komşun var; onların mezarları da taze, yazısız ve baştaşsız, kim olduklarını bilmiyorum; mezarların çevrelenip baştaşların dikilmesi için toprağın sarkıp oturmasını beklememiz gerekecekmiş -bir yıl diyor cenaze bürosunun memuru.
Cenazeciler sandukanı arabadan kaldırıp ebediyen yatacağın yere götürüyorlar. Onların ardından gidip açık mezarının kenarında duruyorum. Regina! Bütün bu uzun yıllar sen benim Regina’m olduğundan kuşkulanmadım; kuşkulanmadım ya, mezarcılar seni mezarının dibine indirdikleri anda bir kere daha ve bu sefer bütününle benim Regina’m olduğuna inandım. Hava bozmaya başlamıştı. Doğu rüzgârı karla karışık yağmur getirdi. Sen mezarındaydın. Ben mezarının kıyısında durmuş, mezarın dibinde yatan sana bakıyor, ve senin benden kopmadığına inandırmaya çalışıyordum kendimi. Yanımda mezarcılar ve az uzağımda torunum ve kızım benim mezarından çekilmemi bekliyorlardı.
Ne zamana kadar durdum açık mezarının kenarında bilmiyorum, arkadan torunum gelip koluma girdi. Bir avuç toprak alıp tabutunun üstüne attım. Elveda benim Regina’m! Benim ruhumu da alıp gidiyordun kendinle. Sana mı, kendi kendime mi, bilmiyorum, ‘Üzülme,’ diyordum içimden; ‘Üzülme, mezarın ortak mezar; bekle beni, çok geçmez, geleceğim sana,’ diyordum. Torunum kolumda, mezarından uzaklaştım.
Bugün sensiz yaşadığım yedinci gün. Bütün bir hafta evimizin içerisinde kapalı kaldım. Nereye baksam, neyi tutsam seni görüyorum. Fotoğraf albümünden en güzel fotoğraflarını seçip şömine desteğinin üzerine diziştirdim. Duvarlarda William Morris deseninde işlemeli kilimleri, kanaviçeli bezlerle kaplı sediri ve yastıkları okşuyorum elimle, ve, ‘Benim Regina’mın elleri dokudu bunları,’ diyorum. Sana kavuşana kadar ölümünü kabul etmeyecek, ‘Sen ölmedin, sen uyuyorsun,’ diyeceğim kendi kendime. Aynı zamanda sensiz ana yurtlarından topyekûn sürgün edilmiş Kırımlılar gibi, sürgün edildiğimi hissediyorum. Ne ki, bu kez Kırım’dan değil, hayattan sürgün edildiğimi hissediyorum. Onlar elli yıl boyunca sürgün yerinde gün günü yeniden yurtlarına dönme umuduyla yaşadılar; benimse, sensiz gerçek hayata dönme umudum yok; yalnız sürgünlüğüm evimizin içerisinde geçecek diye teselli ediyorum kendimi.
…