Reşat Nuri Güntekin – Son Sığınak

Son Sığınak

Çocukken benim uykudan uyamşlarım komedya gibi bir şeydi. Mecbur dadımız, nafile yere oramı, buramı dürtüşledikten sonra karyolama girerek arkama yerleşir, kollarını
koltuk altlarımdan geçirip vücudumu yarı yarıya yataktan kaldırır, çetrefil Çerkez Türkçesiyle: «Yine mektebe geç kalacağımı, ceza göreceğimi» anlatmağa başlardı.
Gerçekten uykum ağır olduğundan mı; yoksa yatağın sıcağından onun göğsünün sıcağına geçiş beni büsbütün gevşettiği için mi, tekrar gözlerimi kapıyarak kendimden geçerdim. Nihayet, yanımızdaki odasında şarkı söyliyerek tıraş olan Selim ağabeyim, ara kapıdan girer: «Sus Allah aşkına dadı, zaten sesin ninni söyler gibi senin… Çocuğu daha çok uyutuyorsun!» diye bağırır, komodinin üstündeki sürahiden avucuna doldurduğu suyu azar azar yüzüme serperdi.
… O gün de ikinci mevki bir kompartımanın kapısı yanındaki köşemde uyurken böyle bir su serpintisiyle yerimden sıçradım. Fakat bana bu oyunu yapan artık Selim ağabeyim değildi.Kapının ağzında, başucumda soğuktan kırmızı bir battaniyeye sarılmış bir kadın duruyordu. Elinde bir su kupası vardı. Yaptığı kazadan telâşlanarak:
—ı Aman, beyefendiciğim, affedin, diye gülmeğe başladı, kabahat bende değil, çocuğunuzda… Deminden beri susuzluktan camı yalıyordu biçare… Benim termosumda bir parça su kalnrş-tı, ikram edeyim dedim, eliyle çarptığı gibi… (Daha kuvvetli gülerek) Kısmet sizinmiş!…
Uyurken yakalanmak beni daima bir suçüstünde yakalanmış gibi rahatsız eder. Derbeder hayatımda eski lükslerimden bir o, kalmıştır. Ben de gülerek ve toparlanmağa çalışarak:
— Ziyanı yok, efendim, dedim ve teşekkür ettim.
6 SON SIĞINAK
Dört günden beri bir posta treniyle Diyarbakır’dan geliyordum. Yolun Fevzipaşa’ya kadar olan kısmında yıllardır görülmemiş kar fırtınaları yüzünden uzun gecikmeler4 olmuştu.
Oradan Toroslara kadar hava az çok yumuşuyordu. Fakat Pozantı’da tünelin ağzından çıkınca evvelkinden daha şiddetli bir fırtına ile karşılaşıyorduk. Hiç dinmiyen bir tipi…
Camlar, buzla örtülüyor, sigara dumanlariyle büsbütün ağırlaşmış bir hava içinde nerelerden geçtiğimizi, nerelerde durduğumuzu artık far-ketmiyorduk.
Tren, başını almış, rastgele bir yerlere gidiyor, rampalarda, küçük istasyonlarda saatlerce duruyordu. Nihayet adım bile sormak içimden gelmiyen bir küçük kasaba istasyonunda büsbütün durup kalmıştık.
Yolculuğa idmanım eskidir. Aynı yolu bir kere de çok eskiden kırk kişilik bir asker vagonu içinde Kanal seferine giderken geçtiğimi hatırladım. Benim gibi birkaç İstanbul çocuğu, başka şey için değil de pisliğe dayanamadığımız için ağlaştık. Sonra, onlardan sağ
kalmış bir tanesiyle Mısır’daki (Zekazâk) kampında îngüiz’îerin bizi on beş gün kapadıkları bir nevi kuyu içinde bunu birbirimize anlattığımız hiç hatırımdan çıkmaz.
Yaşımın artık o yaş olmamasına rağmen bu kara saplanmış posta trenindeki köşemi de yine bir lüks gibi görmek lâzımdır.
Benim için bu yolculuğun asıl zorluğu biraz da hasta olan dört yaşındaki küçük arkadaşımdan ileri geliyordu. Nihayet, tipinin bir parça mola vererek etrafımızdaki ovanın büyük bir sessizlik içine düştüğü bu istasyonda ikimiz de uyuyakalmıştık. Bu uykunun epeyce uzamış olduğu, havadaki karanlıktan anlaşılıyordu.
Kompartımandaki yol arkadaşlarımdan —san yorganına sarılıp uyumuş— lâpçmlı bir ihtiyardan başka kimse kalmamıştı. Bu, kantocu kızla kaçan torununu aramağa çıkmış
bir adamcağızdı. Uykusunda hep onunla uğraşıyor, uyanırken rüyasını birdenbire hakikatten ayırdedemiyerek: «Sen adam olmıya-cak mısın?» diye çıkışıyordu.
Kadınla hemen hemen yalnızdık. Uyurken yakalanmak beni SON SIĞINAK T
bir suçüstünde yakalanmak gibi rahatsız eder, demiştim. Gerçekten hakir ve gülünç
görünmekte benim için artık çekinileceik. bir şey kalmıyormuş gibi çehremin uykuda alabileceği çirkin ve aptal şekillerden ürkerim.
tik gençliğimde bir ara gönlümden geçirmiş olduğum bir kız için de: «Onunla evlenirsem mutlaka ayrı odalarda yatmalıyız; uyurken yüzümü göstermemeliyim!» diye kararlar verdiğimi hatırlanın.
Yukarıda dediğim gibi bugün eski hayatımdan kalmış tek lüksüm budur.
Battaniyeli kadının kapıdan ayrılmağa pek niyeti yok görünüyordu:
— Suyu verince ne kadar korktu, dedi. Sonra çocuğa sordu:
— Neye sesin çıkmıyor senin?
— Her zaman öyledir. Ürkek ve sessiz bir çocuktur, efendim…
— Sizin mi?
Kısa bir duraklamadan sonra:
— Evet, dedim, dört, beş günden beri…
Öyle çıngıraklı bir kahkaha kopardı ki, öksürüğü tuttu. Neye güldüğünü anlatmakta acelesi varmış gibi, öksürüğün durmasını beklemiyor, tıkana tıkana:
— Aman beyefendi, ne tesadüf, diyordu, öyle bir tane de bende var, iki haftadan beri…
Ne mutlu bize… Emeksiz, masrafsız birer çocuk sahibi olduk. Belki ileride birbiriyle evlendiririz de dünür oluruz sizinle… Benimki kız… Bayılırsınız görseniz… Göreceksiniz ya!..
Dört gündür sade kompartımandakilerle değil, öteki vagori-lardaki yolcularla da içli dışlı
olmuştuk. Fakat onu ilk defa görüyordum. Yakın istasyonların birinden binmiş olacaktı.
Halinden delişmen, çalçene, erkeğe alışık bir kadın olduğu anlaşılıyordu. Yeni Anadolu barlarından birinde artist obuası da akla gelebilirdi. Kısa, dolgun bir vücudu vardı.

Battaniyenin kenarlarını tutan elleri, konuşurken, çocuk elleri gibi durmadan oynuyordu, ikide bir başından ve vücudundan hayan battaniyeyi
8 SON- SIĞIN-AK
düzeltirken, bir İspanyol şaliyle oynar gibi, becerikli, zarif jestler yapıyordu. Işık, arkasından geldiği için yüzünü pek iyi seçe-miyordum. Yalnız, konuşurken çenesinin alt kısmına doğru biraz sivrilip uzayan tostoparlak ve boyasız bir yüz…
— Müsaade eder misiniz, bir parça ilişeyim, dedi ve cevabımı beklemeden karşıma oturdu., Sonra, bana çok ciddî bir sır tevdi eder gibi başını yaklaştırıp sesini alçaltarak:
— Biliyor musunuz, Beyefendi, şu sakal, bıyık çok korkunç şey, dedi, yirmi dört saatten berj sakal seyretmekten içim dondu. Allah razı olsun (Gazi) den… Ne iyi etmiş onları
zorla tıraş ettirdiğine… «Elin sakalından sana ne?» diyeceksiniz… Fakat olmuyor ki…
Gülmeden kendimi alamadım. Çocuklara susuzluktan pencere camlarını yalattıran dört günlük sefalet, treni bir karnaval alayına çevirmişti. Erkeğinde, kadınında soğuğa karşı
iplerle belden bağlanmış battaniyeler, yorganlar, hattâ çuvallar, başlarda türlü türlü
bezlerden çeşit çeşit kavuklar ve daha başka türlü maskaralıklar… Bunlar arasında yalnız erkeklerin uzamış tıraşlarına takılmak garip bir görüştü; fakat doğru idi. Trende benden başka sakalsız erkek kalmamış olduğunu o zaman farkediyorum. Benimkisi bir nevi deliliktir: Zekazik kampındaki kuyu dibi arkadaşımla beraber idama götürülmeyi beklediğimiz sıralarda bile küftü bir jilet bıçağıyle sakalımı kazımayı ihmal etmemişindir.
Battaniyeli kadının sözlerinde benim burada da becermekten geri durmadığım bir marifete gizli bir kompleman vardı.
Konuşkan bir insan olmamakhğıma rağmen ben de ona bir kompleman yapmaktan geri durmadım:
— Dün akşamdan beri arasıra dışarıdan çok güzel bir şarkı sesi kulağıma geliyor, dedim, sakın bu sesin sahibi siz olmı-y asınız?
— Sıkıntıdan Beyefendi, dedi, yok sa ben de dövüşe katılacağım. Aman, ne dövüyor millet birbirini… Hattâ kadınlar da… Isınmak için başka çare var mı?
Sonra, yine o uzun kahkahalardan biriyle öksüre öksüre Narlı istasyonunda bindiği vagonu anlattı:
SON SIĞINAK 9′
— Görmeyin düştüğüm yeri… Harputlu bir aile var benim vagonda… Alay alay kadın ve çocuk… Yorganlar, sepetler… Yumurcaklar bağırışıp döğüşüyoriar… Kadınlar, onları
susturayım derken bu sefer de kavga onlara sirayet ediyor. Yandaki kompartımanda oturan ve hasta olduğunu soyliyen baba, arasıra kavgayı yatıştırmaya gidiyor, kendi de ince vücudundan umul-mıyacak kadar bir dehşetle bağırıyor. Aman, ne direk gibi bir ses… Sözde boğazından ameliyat olmağa gidiyormuş. Efendi, soğuktan korunmak için bir istasyondan çuvallar satın alıp getirdi. Hanımlar, onları harmaniye gibi sırtlarına alınca büsbütün âfet kesildiler; başladım gülmeğe… Sonra da korktum, birbirlerini bırakıp hep birden bana çullanırlar diye… Neyse ahbap olduk. Çocuklar azınca bağmveriyorum… Hammlara da şarkı söylüyorum. Zaten şarkıcıyım ben… Bakın artist demiyorum. İki şarkı öğrenip artistim diye sahneye çıkan mutfak mahsullerine o kadar içerliyorum M… Bu kelimeden iğrendim, şarkıcı deyip gidiyorum kendime… Urfa, Antep taraflarında bir turneden dönüyorum. Çok tutarlar beni Anadolu’da. (Ayseven) diye bir isim kulağınıza geldi mi acaba?..
«Hayır!» dememek için: «Pek güzel bir isim» dedim.
— Güzeldir ama takmadır… Piyasada öyle geçiyor. Asıl adım: Makbule. Eski meşki ama ben, daha severim onu… Gelelim çocuğa: Onu on beş gün önce sokakta buldum. Daha doğrusu oteldeki odamda. Komiser, bir alay sual sordu: «Kimmiş? Kimin nesi imiş?
Odamda ne işi varmış?»
—. Ben ne bilirim ayol, dedim, otelin sokaktan farkı var mı?., Biri bırakmış işte… Yani ne demek istiyorsunuz? Konser dönüşü ben doğuruverdim de saklıyorum mu demek istiyorsunuz?.. Sokağa bırakacakları yerde sizin karakola bırakmış olaydılar siz mi doğurdunuz, diyecektik? Haydi, haydi uzun etmeyin! Veriniz bana, olur; biter…
Şimdi, yandan vuran ışıkta çehresini daha iyi görüyordum: Otuz, otuz iki yaş arasında bir kadındı. Daha doğrusu: şirret bir kocakarı ile daima çocuk kalacak bir kız çocuğu!
Konuşur-
10 SON SIĞINAK

ken durmadan birinden ötekine geçiyordu. Tombul çocuk yanakları arasında her şeyi onunla kokluyor gibi ince, titrek ka-natlariyle küçük, toparlak bir burun; buna mukabil boya izleri hâlâ kaybolmamış etli dudaklar… Bu burun ve dudaklar, aşk yaparken galiba fena olmıyacaktı. Fakat kocakarılığı tutup kavgaya başlayınca Allah saklasın!… Sesi de öyleydi…
Güldükten sonra hemen öksürmesinin de ilkönce sandığım gibi hastalık değil, bir nevi tik olduğu anlaşılıyordu. Biraz tıkanık, pürüzlü bir ses… Fakat bu ses, odasına bırakılmış
çocuğu anlatırken olduğu gibi hoşlandığı ve duyduğu şeyleri söyleyişinde pek az insanda işittiğim bir garip ahenk alıyordu. Anadolu’da halkın kendisini çok tuttuğu hakkındaki sözleri, yalan değilse, bunun için olacaktı.
Yanımızda uyuyan ihtiyar, bir ara doğruldu. İri iri gözlerini açarak her zamanki nakaratını tekrar etti: «Sen adam oldun mu sen? Sen adam oldun mu sen?»
Kadın, bu muameleye hiç şaşmamış .göründü; sadece: «Kim olmuş ki biz olalım efendi babacığım?» diye güldü…
Koridorda bir fenerli belirdi. Konpartımana birdenbire bir gece manzarası veren bu ışıkta tekrar halimizi hatırladık. Memurun elinde mumlar vardı; bir tane de bize vererek:
— İki saat daha buradayız, dedi, resmîsi bu… Lâkin siz, yine sabaha kadar kalacakmışız gibi idare edin mumu…
Yalnız mumla iş bitmiyordu. Gece büsbütün bastırmadan ¦evvel bir parça yiyecekle suyun çaresine bakmak lâzımdı. Zaten vagondaki sessizliğin bir sebebi de buydu. Kadına bunları söyleyerek izin istedim.
— İsterseniz, size de dışarıdan bir parça bir şey alayım! dedim. O:
— Zahmet etmeyin, dedi, bizim kompartımanda kuşsütün-den başka ‘her şey var.
Dolmalar, börekler, kavurmalar… Birkaç şarkı ile her şeyi hallederim. Siz, hattâ çocuğu da bana verin… Bir şey yedirip yatırırım benimkinin yanına…
Kucak çocuğu olmadığı halde İsmaü’i kucağına alarak bir, iki kere öptü: SON SIĞINAK
11
— Bakın, hep kendim söyledim. Sizinkini nerede bulduğunuzu sormadım, dedi.
«Benimkinin hikâyesi biraz daha uzun» demek ister gibi gülümsedim ve kadını büsbütün de cevapsız bırakmamış olmak için:
— Yabancı değil, kardeşimin çocuğu! dedim.

* # #  İstasyonun hemen arkasındaki yarı yarıya kara gömülmüş barakaların birinden ışık geliyordu. Oraya doğru yürüdüm. Genişçe bir(^ahvg^idi. Trenin neden boş olduğunu şimdi anladım. Yolcuların çoğu orada idi ve keyifleri yerinde görünüyordu. Vaktinde davrandıkları için yiyecek öteberi bulmuş olacaklardı. Arada bir çalı çırpı ile harlatılan bir saç soba etrafında grup grup çay içiyorlar, tavla ve kâğıt oynuyorlardı.
Bir köşeye çekilerek ben de bir çay getirttim ve masanın üstündeki yırtık bir Köroğlu gazetesini okuyarak İsmaü’in cebimde kalmış birkaç bisküvisini yemeğe ¦başladım.
Bekleme sabırsızlığını çoktan kaybetmiş olduğum için vaktin geçişini pek farketmiyordum. Arasıra tazelettiğim sıcak çay, elimdeki KÖr-oğlu gazetesi ve tavlacılar arasında çıkan kavgalar beni oyalayıp gidiyordu.
Bir ara, pek uzak ohnıyan bir yerden bir mızıka sesi gelmeğe başladı. Kahveci, yanımdaki masada oturanlara bu gece Halkevi’nde bir düğün yapıldığını söyledi. Hemen arkasından /ftahveye) sırtında rozetli bir smokinle sokağa uğramış şişman, top çehreli, kırmıza yüzlü bir adam girdi. Yanında bir iki fukara çocuğu vardı. Kahveciye:
— Hüsmen. yine sana düştük bu gece, dedi, senin sandalyeleri toplayıp götüreceğim…
— Peki, benim müşteriler nereye oturacak?
Smokinli adam, yarım saniye düşünmeden bunun kolayım buldu, birdenbire sesini yükselterek:
— Bey kardeşler, dedi, trenin burada kalmasını kasabamız için bir hüsn-i talih sayarız…
Ben, Halkevi Reisiyim. Bu gece, bir genç subayımızı başgöz ediyoruz. Hepinizi düğüne davet ediyorum. Halkevi, halkın evi demektir. Hoş bir vakit geçiririz.
12SON SIĞINAK

Tren, en aşağı, yarın sabaha kadar burada mihmandır. Ben, istasyon şefine söylerim, fevkalâde bir şey olursa haber verir… Hâsılı, teşrifiniz, bu mesut gecenin manasını
belirtmek bakınun-dan bizler için kıvançlı bir olay olacaktır.
Açık kalmış tek dükkânında boy boy inhisar rakılarından başka bir şey bulunmıyan bir kasabada birdenbire çalgı vesai-reyle bir düğün evi bulmak gerçekten kıvançlı bir olaydı.
Yolculardan biri el çırparak nutku alkışlayınca ötekiler de aynı şeyi yaptılar. Tavlalar gürültü ile kapanıyor, paltolar giyiliyordu. ^-—-».
İki dakika sonra jsahvede’birkaç yerli ile benden başka kimse kalmıyordu.
Kahveci:
—’ Sen gitmiyor musun beyim? dedi.
Ben, özür diler gibi:
— Burası daha rahat, dedim. Benim büyük kalabalıklara kargı bir nevi ürkekliğim vardır.
Doktorların galiba «Agora fobi» dedikleri açık meydanlardan ürkme hastalığına benzer bir şey… Bu, bana Mısır dönüşünden sonraki hayatımda yavaş yavaş gelmiş bir haldir.
^^_______^
Fakat biraz sonra, (kahvenjg bardaklarını almak için ikinci bir akın yapan Başkan, beni köşemde yakaladı:
— Bey kardeşim, olur mu bizleri mahzun etmek?,… diye hemen hemen zorla önüne kattı. Tekrar başlayan tipinin içinde bata çıka bir, iki sokak geçtik. Başkan, ikide bir elindeki elektrik fenerini yakarak bana yol gösteriyor ve smokinine yağan karlan silkeliyordu. Soğuğu duymuyor gibiydi. Hiç şüphesiz, bu, onun insan topluluğu içinde bir işe yaradığına inanmasından ileri geliyordu.
Bir köşe başını dönünce karşımıza merdivenli bir setin üstünde hamama benziyen kubbeli bir bina çıktı. Kapısındaki lüks ışığının kaynattığı tipi içinde bir kalabalık göründü.
Başkan, bileğimden tutarak kalabalığı yarmağa uğraşırken omuzlarına kocaman bir oğlan çocuğu oturtmuş bir adam:
— Yahu, hiç olmazsa şunu al, bir köşeye oturt… Ağlıyor, öksüzdür, diye yalvardı.
SON SIĞINAK
13
Başkan, iri sesiyle: O ne lâkırdı arkadaş? Türkiye yoktur, diye adamı haşladı.
Cumhuriyetüıde öksüz
Kapıdaki rozetli delikanlılar topluluğunu yanp geçtikten sonra da başkan, bileğimi bırakmıyordu. En son gelen olduğum halde nedense onun has misafiri olmuştum. Beni mutlaka en öne
götürmek istiyordu. Bileğimi —mengeneye sıkışmış gibi__hiç
bırakmadan salonun ortasına kadar gelebildik. Fakat sandalyelerde âdeta kucak kucağa oturan kalabalık arasında bir adım daha atmamıza imkân kalmadı. O esnada, mızıka İstiklâl Marşına başladı. Herkes, ayağa kalkınca başkan, elçabukluğu üe birinin sandalyesini yakalayıp havaya kaldırdı ve «aziz misafir kardeş» için birkaç adım ilerideki masada yer açtırdı. Burası Adliyecilerin masası idi. En düşkün zamanlarımda bile bozmadığım kılık kıyafetimden onlar, beni de kendileri gibi bir adam sanarak iyi karşıladılar. Mahkeme reisi, meslek alışkanlığı ile kim olduğumu, ne iş yaptığımı sordu.
«Aziz misafir kardeş» in bir boyacı dükkânında kâtiplik yaptığını söylemiyerek yavaşça:
«Ticaret» dedim. Sıkıntılı bir konuşma başhyacağa benziyordu. Fakat İstiklâl Marşından sonra evlenme marşını çalan mızıka imdada yetişti. Sonra da başka numaralar…
Genç subayların kılıçları altından geçerek sahnenin önüne doğru yürüyen yeni evliler; tebrikler ve kucaklaşmalar…
Nihayet, Başkanın hokkabazın yumurtası gibi meseleleri birbirinin içinden çıkaran güzel bir söylevi: Mület, nüfussuz; nüfus, düğünsüz, düğün ise bu dar zamanlarda Halkevsiz olmazdı. Cebinden çıkardığı bir karneye bakarak bu düğünün yılın tam on beşinci düğünü olduğunu söyledi. Yılın sonuna kadar yirmiyi dolduracağını vadetti. Sonra ciddiyeti kâfi gördüğünü anlatan bir eda üe seri eksik kalırsa bayanı emekliye sev-kederek kendisinin evleneceğini söyledi. Alkışlar, kahkahalar…
Ön sıradan karısı olduğu anlaşılan haslr şapkalı geçkince bir bayan: «Yetişemezsin o günlere, inşallah, kör olası!» diye
bağırarak neşeyi büsbütün arttırdı.
14 SON SIĞINAK

— Vallahi, söz veriyorum yenge… Bu nâmert, o münase-Bu sefer, ince vücutlu, aksaçlı
bir adam, yerinden kalkarak: betsizliği de yaparsa onun başına kılıç yerine meşe sopalarıyle bir takı zafer kurarım ki, millet de parmağını ısırır! diye bağırdı ve coşkunluk o dereceye geldi ki, o zamana kadar mahkeme kürsüsünde gibi ağır duran hâkimler de güldüler ve alkışa iştirak ettiler. Bir tanesi: «Bulunmaz adamdır Hoca!» dedi.
Kimbilir ne zamanlardan kalma bir kervansarayda idik. Kenarlardaki sundurmalar, bozkırın bu gecekine benziyen kar fırtınalarından canlarım kurtarmış eski yolcu kafilelerinin ateşlerini yaktıkları ocaklar, atlarını bağladıkları halkalar hâlâ yerli yerinde duruyordu. Dön, dolaş, nice yüzyıllardan sonra biz de aynı yere düşmüş bulunuyorduk.
Ötesini, berisini hafifçe değiştirip boyayarak ve her tarafım masum bir hevesle süsleyerek pekâlâ bir Halkevi meydana getirmişlerdi. Bayraklar, direkten direğe allı, yeşilli uçurtma kâğıtlarından tırtıllı mahyalar, yer yer çatlayıp dökülmüş badanaları
altından zamanla bir abanoz parlaklığı almış kaplamaları meydana çıkan kalın direklerinde vecizeler, Battal Gazi muharebelerini düşündüren İstiklâl Savaşı resimleri…
Her yerde olduğu gibi kendimi unutturup kaybettirmeğe çalıştığım burada da Başkan, yakamı bırakmadı. En önde uzun bir masanın etrafında kalabalık bir grup oturuyordu.
Törenin başından ayağa kalkarak gelin ve güveyi alınlarından öpmüş bir general ile iki büyük rütbeli subay; kılık kıyafetleri yerinde birkaç sivil, parıltılı tuvaletleri ve tüylü
şapkalarıyle tavus gibi birkaç bayan… Aralarında kürk mantosuna sarılmış açık saçlı ve arkasını bana çevirmiş birinin arasıra kımıldanışlarını ve çıngıraklı bir kahkaha atıp sonra öksürmesini trendeki kadına benzetir gibi olmuştum. Bu, tabiî imkânsızdı. O kadar ki, bir aralık yanındakilerle beraber bir şeye bakmak için başını arkaya çevirdiği zaman da yine inanmadım. Fakat o, beni görünce hemen gülerek selâm verdi ve gayet teklifsiz bir işaret yaptı.Pandominalardaki gibi kollanyle bir sarılma jesti yaparak başım bileği üzerine yatırmasından, çocukları trende koyun koyuna uyutmuş olduğunu anlatmak istiyordu. Sonra generale
SON SIĞINAK
15
ve ötekilere beni söylediğini —hep birden başlarını çevirip— bana bakmalarından anladım. Halkevi Başkanını tekrar bana musallat eden işte bu oldu. Hatırlılar masasına çağırılıyordum… Artık bu gece, içtimaî mevkiim derece derece yükseliyordu. Başkana karşı koymağa çalışmak, beyhude idi. Daha olmazsa mengene gibi parmaklarının bileğime yapışacağından ve daha fazla rezil olacağımdan şüphe etmiyordum. Başa gelen çekilecekti.

* # *  Tabiatım çekingendir; fakat istemeden bir kalabalığın içine düştüğüm zaman da ezilip büzülmekten hiç hoşlanmam. Karşımdakilerin içtimaî mevkileri ne kadar yüksek olursa ben cf kadar yüksekten alırım. Her halde bir aşağılık kompleksi olacaktır bende…
Makbule’nin buradaki düğünün kokusunu nasıl aldığını» Harputlulann salıncakları ve sepetleri arasında nasıl giyinip, boyandığım ve hele buradaki generalin sağma kurulup oturmak için ne yaptığını anlamak mümkün değildi. Fakat her halde beni de satmasını
bilmiş olacaktı ki, hatırlılar masasında ehemmiyetli bir adam gibi karşılandım. Kadın, bana uzaktan pando-mina işaretleriyle anlattığı hikâyeyi bir kere de ağzıyle tekrar etti.
Çocukları uyutuşunu o şekilde anlatıyordu ki, bana âdeta eski karı-koca olduğumuz hissini verdi ve başkalarının da öyle zannetmelerinden korktum.
Kibar ve babacan bir adam olan general, bana:
— Büyük ses sanatkârımızın aramızda bulunması bir şanstır, dedi, kendisinden bize güzel sesini işittirmesini rica etsek… Acaba saygısızlık olur mu?
Sahneye arkasını dayıyarak ayakta duran Başkan:
— Kaçırır mıyız bu fırsatı hiç? Şöhreti Türkiye’yi tutmuş olan Bayan (Aysel) in Halkevimize yolu düşsün ve güzel sesinden kubbemize bir hoş şada bırakmadan geçip gitsin, olur mu? dedi.,
Makbule, Başkana adının (Aysel) değil, (Ayseven) olduğunu söyledikten sonra, Generale:
— Şereftir paşam, şereftir, dedi ve yine bir kahkaha atap öksürdükten sonra devam etti:
16

SON SIĞINAK
— Yaptığımız bu korkunç seyahatten sonra ses mi kaldı? Fakat bir şey yapmağa çalışırız. Yalnız, çalgıyı nereden bulacağız?
Biraz önce, Başkana meşe sopalarından tak kuracağını söylemiş olan ak saçlı adanı:
— Bandomuz, evel Allah, caz müziği gibi alaturkayı da belki becerir, ama hanımefendi, boru ile şarkı söyliyebilir mi acaba?
Hep birden gülüştüler.
Bu adam, elli beş, altmış yaşlarında, boynu biraz yana çarpılmış, çıkık alınlı, çökük yanaklı, kara kuru bir ihtiyardı. Sağ gözünün kuyruğu, çiçekbozuğundan hafifçe büzülmüştü. Yine aynı sebepten yer yer tırtıklanmış, ipince çapkın bıyıklan vardı.
Başta general olmak üzere, herkesin gülmelerine ve alkışlamalarına göre kasabanın sevilen bir çehresi olduğu anlaşjhr yordu.
General:
— Sen istersen bir kolayım bulursun, Hoca, dedi. O, boynunu biraz daha çarpıtarak:
— Çaresi benim ut, dedi, ne olsa borudan ehvendir. Fakat hu havada onu evden nasıl getirmeli?
Hocanın evine derhal bir otomobil gönderdiler.
Davetliler arasında bir de iyi giyinmiş bir adam oturuyordu. Nedense gözlerim, ikide bir, bu adamın yüzüne gidiyor ve takılıyordu.
Makbule, bunu farketmiş olacak ki, onun da bizlerden olduğunu ve Fevzipaşa’da arkamıza takılmış olan yataklı vagonda seyahat ettiğini bana ‘haber verdi. Güzel ama, ne de olsa sıcakça bir yatağı olan bu aristokrat adam, bizim aramızda ne arıyordu?
Makbule, bir aralık, dudaklarını kulağıma sürterek ve nezleli sesiyle kulak zarımı
gıcıklıyarak dedikodu yaptı:
— Yanındaki astraganlı kadını daktilom, diye takdim etmiş… Belki aynı kompartımanda yatan astraganlı bir daktilo!
Bir yandan ıslık gibi öten fısıltısını yanımdakilerin işitmelerinden, bir yandan bu yakınlığa göre bizim de onlar gibi bir
SON SIĞINAK
17
§ey sanılmamızdan korkarak terlemeğe başlıyordum. Tam o sırada ut, imdada yetişti.
Başkan; Makbule’yi elinden tutarak alkışlar arasında sah.-: neye çıkardı, kendi odasından getirttiği meşin başkanlık koltuğuna oturtmak istedi. Fakat o, ısrarla reddederek yavaş yavaş sahnenin önüne ilerledi ve durdu.
Coşkun alkışlar ve ıslıklarla durmadan tekrar ettirilen şarkılar, gerçekten fena değildi.
Fakat aristokrat tavırlı adam, bana onlan takip ettirmiyecek kadar zihnime takılmıştı.
Ben, çok iyi tanıyordum bu adamı ama, nereden? Tepesi açılmağa başlamış, sivrice başı, kemiksiz gibi görünen ve başının vaziyetlerine göre sağa veya sola doğru sarkıyor hissini veren bu dolgun burnu, bir şey sorulduğu zaman fazla terbiye ve nezaketinden titremeğe ve kıpışmağa başlayan bu gözleri nerede görmüştüm? Evvelâ, gazetelerdeki resminden tanıdığım meşhur bir ‘hukuk profesörü zihnimden geçti. Sonra, kalantor bir Ermeni tüccar. Fakat ikisinin de üzerinde fazla durmadım. Gitgide hayalim; beni gerilere, çocukluk günlerime doğru çekiyordu.
Abdülhamid’ın son yıllarındaki meşhur (Fenerbahçe) piya-> salarında ve Kuşdili’ndeki Minakyan tiyatrosu önünde zincirli Macar kadanalarının çektiği lüks bir paytonda sık sık gördüğüm genç bir mirasyediyi hatırlıyordum. Sofu Seyfullah Paşaı denen bir paşanın oğlu olduğunu, babasının Bulgurlu’daki köş-ı künün bahçesine sahne kurdurarak, dalkavukları ve sahici ti-t yatro oyuncularıyle beraber piyesler oynadığını söylerlerdi. Fa-
» kat onun ortadan ayrılmış kumral saçları, nihayet herkesinkin-1 den farklı olmayan burnu ve belinden büzgülü ceketleri içinde ipince beli ile bunun kırmızı sivilceli çıplak tepesi, arasıra mendiline sildikçe eski yerine gelmek için epeyce zaman sarfedenî –
kemiksiz ve şekilsiz burnu ve dümbelek gibi karnı arasında ne münasebet tasavvur edilebilirdi? Bu sefer de biraz ileriye gidip aynı çehreyi şimdikine biraz yaklaşmış olarak Meşrutiyet (Beyoğlu) sunun (Pariziyana) sında, etrafında yine bir alay dal-> kavutitrete Kabak-t çı Arap oyunları oynuyor görünce köprü kuruldu: O idi.
Yirmi

SON SIĞINAK
yılın bir insanı âdeta ayrı kalıba döküp bu şekle sokmasına pefc şaşümıyabilirdi. Fakat, hâlâ bu kıyafete ve yanında astragan mantolu bir daktilo ile Beyrut seyahatinden dönecek halde olmasına göre, Sofu Seyfi Paşa’nın servetindeki dayanıklılığa şaş-, mamak mümkün değil…

* * *  Vakit, hayli ilerlemişti. Generalin ikide bir sokakta korna galan otomobili, düğüncüleri posta posta evlerine dağıtıyor, salon, gitgide seyreliyordu. Bize veda eden General —esnememek için evrad okur gibi dudaklarım titreten ve gözleri büzüle büzüle boncuk kadar kalan bir îhanımefendiyi otomobile bindirdikten sonra— geri dönüyor ve birkaç yaş
daha gençleşmiş:
— Ben de kalacağım, diyor. Alkışlıyorlar. Sobaya odunlar atılıyor… Sıklaşıyoruz.
Makbuleye ut çalmış olan adam, Başkana bir teklifte hat lundu:
— Trenin yarın sabahtan evvel kalkmıyacağı anlaşıldı. Misafirlerimize trende çivi kestirmekte mana yok; geceyi burada geçirirler…
Başkan:
— Ha, yaşasın Hoca, dedi, odun boL.. Fayrap ederiz sobayı… Yığınla simit ve sandöviç
kaldı büfede… Yakarız semaveri., içeriz çayları…
Hoca, sevincinden uçuyordu:
— E… Bizim birkaçımız da misafirlere arkadaşlık eder… Sonra, udu da geri göndermedik…
Makbule, sesini kalınlaştırarak:
— Dilinin altındakini anlıyorum Hocam, ama benden pas! dedi. O, bir kere Paşa’nın güzel hatırı için oldu… Yorgunluktan ölüyorum, koltuğu sobanın yanına çekip tatlı tatlı
uyuklayaca-ğım…
Hoca, çarpık boynunu biraz daha bükerek: <—¦Sen sağ ol, dedi, ziyanı yok, uyukla!…
Benim uyuyanları uyandırmak için öyle marifetlerim vardır ki…
SON SIĞINAK
19
İkisinin de bu kadar az zamanda birbiriyle bu derece yüz-göz olmalarına şaşmamak mümkün değildi.
Başkan, Hoca’ya takılmak için iyi bir fırsat yakalamıştı:
— Yok, yok, Hoca, dedi, sen gidip yatmalısın… Biz, uykusuzluğa dayanabiliriz; sen ihtiyarsın!
— Daha iyi söyledin ya… Yakında o kadar çok uyuyacağım ki!….
Sonra, bize döndü:
— Hayâsız filândır ama, Allah yine de aramızdan eksik etmesin şu adamı, dedi, bu Halkevi de olmasa kokacağız… Başka kelime yok; kokacağız…
Hoca, bu son sözleri söylerken havasızlıktan bunalıyor gibi başım tavana kaldırıyor, parmaklarıyle gömleğinin yakasını genişletiyordu. Çok garip bir tarafı vardı bu adamın…
Etrafıma bakıyor, bu kadar insan içinde çopur yüzü, yarık dudağı, çıkık alnının altmda konuşurken iğne başı gibi bir ışıktan ibaret kalan küçük gözleriyle ondan daha güzelini göremiyordum.
Bu gece, bir tesadüfler gecesiydi., Sundurmadaki masalardan birinde oturan şişman bir adam, güçlükle kalabalığı yararak ağır ağır bizim masaya geldi ve önümde durdu:
— Siz Süleyman Bey değü misiniz?
Yakından yüzüne bakınca ben de onu tanıdım. Eski kamp arkadaşlarımdan Azmi adsnda bir eczacı idi. O zaman, pek yakınlığımız yoktu. Fakat âdeta ağlıyarak yanaklarımdan öptü. Yanımda ona da bir yer açtılar. Hareketlerinden ve dilinin, ağırlığından bir felç
geçirmiş olduğu anlaşılıyordu. Bu kadar kolay ağlaması da bunu göstermez miydi?
Azmi, Mısır dönüşünde buraya gerle§mrş, bir eczahane açmıştı. Etrafındakilerin muamelesinden kasabanın hatırlı bir adamı olduğu anlaşılıyordu.
Azmi, Generale benim bir kahraman olduğumu söyledi. Gülecekler, diye korktum.
Kahramanlık diye anlattığı şey: dipçikle arkadaşımı vurmağa kalkan bir İngiliz nöbetçisini yere yatırarak elinden tüfeğini almış olmamlzdı. Onun için ikimizi de on beş
gün dar bir mahzene kapamışlardı.
20
SON SIĞINAK
Sahnede şarkılar, oyunlar devam ederken Azani’nin —bir küçük çocuğu okşar gibi—dizlerimi, kollarımı okşaması; durmadan o günleri düşündüğünü anlatıyordu. Bu heyecan, hafifledikten sonra yine (Zekazik) kampına ait başka hikâyelere geçti.
Kahramanlar, bu sefer de sanatkâr rolünde idiler. Yine o arkadaşlarla kampta kurduğumuz sahneyi, yaptığımız dekorları, oynadığımız oyunları anlatıyordu, Arasıra bizi seyretmeğe gelen İngiliz zabitleri bile hayran olurlardı. Kendisi, ne çocukken seyrettiği Minakyan’da ne de sonradan gördüğü Darülbedayi’de bu oyunların tadını
bulamamıştı. Zavallıya çocukken yediği çakal eriklerinin tadını şimdi hangi meyvada bulduğunu sormak isterdim!
Bu kamp tiyatrosundan bende ancak birkaç gülünç hatıra kalmıştı. Meselâ, bir pencere önünde sokaktaki âşığına keman çalan kız..,. Bu rolü, kız kıyafetine soktuğumuz bir mızıka neferine vermiştik… Onun uydurma pencere kenarında keman yerine avurtlarını
ş:şire şişire çaldığı boru, hâlâ gözümün önündedir… Bu genç, bir kız kadar güzel bir mızıka neferiydi.
Bu hatıraların onda bu kadar heyecan uyandırması belki de uzun zamandır uyumuş
olmalarından ileri geliyordu. Bununla beraber, Mısır kampındaki bu tiyatro, bizim için bir sığmak olmuştu. Bu sahneyi özene bezene süslüyorduk. Hattâ bulunduğumuz yerden başka yerlere de götürüyor, gülünç taraflanna hiç ehemmiyet vermiyorduk.
Servet Bey, tiyatro hikâyelerini dinlerken kulaklarım dikmişti. Bana âdeta ehemmiyetli bir adam gözüyle bakıyordu.
—¦ Ya?!.. Demek ki siz de onun âşıkısımz! dedi. Benim yerime Hoca cevap verdi:
— Ona âşık olmayan İstanbul çocuğu var mıydı bizim zamanımızda?.. Ben, vaktiyle onunkla, locadan dans pistine soyulmuş muzlar atıyor, sonra bu pistte bir Macar artisti ile bacaklarım titrete için Bahriyeden kovuldum… O zaman bir baSıriye mülâzimi idim. Tiyatro oynamak için Fatih’te bir evde toplanırdık. Saraya jurnal etmişler: Padişahın aleyhinde kumpas kuruyorlar, diye… Zaptiye nezaretinde temiz bir dayaktan sonra hepimizi bir yere sürdüler. Benim kısmetime Adana düştü… Sonra, döne dolaşa burada karar kıldık.
r
SON SIĞINAK
21
Başkan, Hoca’ya yaklaşarak:
—¦ Saym Hocamız Eyüp Arsoy’dan bir nutuk dinleyeceksiniz.. Bir sürpriz… diyor, sonra bize bakarak yavaşça ilâve ediyor:
— Bakalım, kâfir, kimin canını yakacak? Allah vere de bir pot krrmasa!…
Hoca, ellerini uğuşturuyor:
— Bendenizi zorladılar… Ne söyliyeyim, bilmem ki?… Hazırdık da yok… Müsaade ederseniz bir söylev….. diye Halkevi reisini taklide başlıyor. Küçücük boyda bir taklit yapıyor. Adamı boyu ile, jestleriyle zalimce karikatürize ediyor. Kızları dansa ‘kaldırırken gizlice okşar gibi jestler yapıyor.
Halkevi başkanı, ikide bir ellerini vurarak: «Vay kâfir Hoca! Vay edepsiz Hoca!» diye bağırıyor, «Vallahi, billahi sana, olağanüstü bir söylev vermeğe, bu yaşında kırdığın potlan anlatmağa geliyorum!» diyor.
Hoca, birdenbire söylevi keserek: «Aman Allah!» diye kendini sahneden ortaya atıyor…
B’r kıyamet ve neşedir kopuyor. Hoca, bu defa kaymakamın yanına gidiyor.
Başkana:
— Yahu, oyun gibi yaptı ama, Hoca korktu, vallahi! diyorlar.
— Onda utanacak surat var mı? Kırdığı kozları söyliyece-ğim diye korktu…
— Aman yapmayın Reis Bey!
— Yapar mıyım, canım? Maksat lâtife. O kadareık bir ürküteyim dedim, ama tadında bırakmıyor ki…
Bu sırada yine bana musallat oluyor:
— Bey kardeşim, müsaade ederseniz, siz: Kaymakam Beyle tanıştırayım!
Şimdi, hepimiz Kaymakamın yanındayiz. Azmi, yine Zekazik kampından bahsediyor. Bir arkadaşıyle beraber kaçmağa savaşırlarken nasıl yakalandıklarını ve kazılmış bir çukurun içinde İngilizler tarafından üç gün nasıl oturtulduklarını anlatıyor, «Arkadaşımın ayağındaki aksaklık, benim dilimdeki tutukluk onun yadigârıdır.» diyor.
22
SON SIĞINAK
Hoca’nın o zaman garip bir söz sarf ettiğini: «Vatanın içinde başka, dışında başka…
Nereye kaçmalı, Yarabbi!» dediğini işitiyorum.
Bu sözlere kimse dikkat etmiyor; fakat ben, o andan itibar ren Hoca’ya dikkatle bakmağa başlıyorum.
Azmi anlatıyor:
— Bu Zekazik kampında bir tiyatro kurmuştuk. Elimizde piyes olmadığı için ezbere yazar, dekorlar yapardık, meşhurdur o kamp! diyordu.
Tiyatro bahsi açılınca Servet Bey’in dertleri tepmişti. Sandalyesinden kalkarak yanıma geliyor ve anlatıyor. Bu defa söze Hoca da karışıyor.
Mazi, bütün kokusu ile, hattâ o yaşlarda beklenmiş şeylerle aramızdadır. Kendimi anlamıyorum. Hoca’nın kulağına deminki beni düşündüren sözüne cevap gibi:
«Umduğumuzdan çok uzaklara kaçtık!» diyorum. Bu sefer, o da bana bakıyor.
Gözlerinde derin bir rikkat var… Bilmediğimiz bir içkinin saröıoşu gibiyiz… Uzun yılların olayları bir sinema şeridi gibi gözlerimizin önünden geçip eriyor.
Bütün bunların yanında en beklenilmez bir şey oluyor: Hoca ile Servet Bey, orta oyunu oynamağa karar veriyorlar.
Bu karar, sobanın üstüne dökülmüş kumların üzerinde eriyen peynirli simitlerle yeniden demlendirilmekte olan çayın kokusu içinde veriliyor. Elhasıl, bu gece, bir daha dönmiyecek gecelerden biridir. Herkes sade, herkes çocuktur., Çabucak bir tertip yapılıyor. Akşam programında bir vatan piyesi oynamış olan Halkevi temsil kolunun ufak tefek eşyası arasından Yeniçeri kavukları, cübbeler uyduruluyor…
Bu hazırlığın coşturduğu insanlardan biri de Makbule’dir.
Bu defa o, tam bir çocuktur: «Ben de, ben de oynıyacağım değil mi?» derken oyuna alınmamaktan korkan bir çocuk gibidir!
Pîşekâr rolüne çıkacak azametli Servet Bey’le Kavuklu’ya çıkacak Hoca’ya bir cübbe ve kavuk uyduruyorlar. Halkevi amatörlerinden birkaçım da gereken kılıklara sokuyorlar.
Zurnanın yerine bir klârinet bularak «Kanlı Nigâr» a başlıyorlar.
SON SIĞINAK
23
Daha başlarlarken ikisinin de aşağı yukarı bu heves için hayatlarını feda etmiş insanlar olmalarının hikmeti anlaşılıyor.
Servet Bey, (r) leri (y) gibi telâffuz ediyordu. Bütün tekerlemeleri biliyoi-du. Hoca da öyleydi… Üstelik büyük bir taklit kabiliyeti ve fantezisi vardı.
Hayattan uzak, tatsız, tuzsuz bir adam olan Servet Bey, bir bön adam, bonhomme idi.
Hoca, Servet Bey’in (r) leri (y) telâffuz etmesinin alayını çıkarıyor. Meselâ onun (rakı) ya (yakı), (sarı) ya (sayı) demesiyle alay ediyordu.
Hoca, etrafa da çatıyordu. Meselâ beyaz gömlekli zurnacısını çağırarak sandalyeye çıkardı, sonra elinde hazırlamış olduğu bir gazeteyi, gizlice arkasına iliştirdi. Halkevi Başkanına da çattı ve onu oturduğu yerden bağırarak oyuna müdahaleye mecbur etti.
Asıl inanılamıyacak Makbule idi. Arkasındaki yaşmakla-rıyle duruyorlar; o, bütün rolleri inanılmaz bir anlayışla oynuyordu. Yaşmağının içinde kâh bir genç kız taklidi yaparken bir genç çocuk oluyor, kâh bir acuze kılığına girip zamparaları birer birer eve aldıkça:
«Kızlar, çevirin kapı demirini!» diye bağırıyordu. O kadar gülüyorduk ki, başının üstündeki bir görünmez sineği yere düşürmekten korkuyor gibi dimdik duran General bile çizmelerine vurarak kahkahalar atmaktan kendini alamıyordu.
Bir aralık Hoca, yine sahneden seyircilere şöyle hitap etti:
— Arkadaşlar, şimdi sizlere çok orijinal taklitler yapacağım; bakalım beğenecek misiniz?
Fakat Başkanın pek sevdiği ayı ve öküz taklitlerini değil… Bazı eski oyuncuların taklitlerini… İstanbullu misafirlerimizin hoşlanacaklarını umarım.Hoca, perdeyi kapayıp açtıktan sonra Minakyan kumpanyası aktörlerinin taklitlerini yapmağa başlıyor. Bu, benim hiçbir yerde görmediğim bir taklit. Minakyan, Holas, Binemecyan-lar, hasılı, Osmanlı Dram Kumpanyası’nm kadınlı, erkekli bütün oyuncuları, çocukluğumun en canlı hatıralarını canlandıran (Balmumcular), (La Dam O’kamelya’lar), (Paris Fukaraları)1 içinde kendi sesleri ve çehreleriyle haykınşıp ağlaşıyorlardı.
Bir ara Servet Bey’le gözgöze geliyoruz. Onun şaşkınlık-24
SON SIĞINAK
tan âdeta çehresi değişmiştir. Bana: «Beyefendi, bu, ne tıal? Bu kadarı da’olamaz, hakikaten olur şey değil…» diyor.
Fakat çok geçmeden daha olmazını da görüyoruz. Hoca, bu defa Kel Hasan rolündedir…
Rolünde değil, tâ kendisi; tahta gibi kuru ve ince vücudu, kahve telvesinden çektiği iki kaş ve bıyığı ile karşımızda yorgun bir tavırla ağır ağır sahnenin önüne geliyor. İnce ve gevrek sesiyle:
«Bu karda, kıyamette Karacaahmet’ten size bir (merhaba) demeğe geldim!» diye başlıyor. Bir ara, Başkam yeni görmüş gibi yaparak: «Ay, Naşit de burada… Ulan, burada da mı peşimi bırakmadın?» diyor.
Bu, onun Naşidinkine benzeyen hürmetlice burnuyla bir alaydır. Fakat Başkan; bunu anlamıyarak oturduğu yerden: «Kambersiz düğün olur mu?» diye cevap veriyor. Sonra (Hasan) m meşhur tekerlemelerinden monolog gibi bir şey… Bulunduğu yeri —mezarını— anlatıyor: «Herifler beni yanlışlıkla paçacı dükkânına soktular, sandım, diyor.
Kavuklu Hamdi, Küçük İsmail, Abdi (hoş geldin) e geliyorlar… Çobanyan da gelmek istiyor. Fakat softalar, dayakla kovuyorlar… Çobanyan: «Nereden ağnamışsınız ki ben de sizlerden değilim. Müslüman olmadığıma dair bir alâmet-i farika kalmıştır vücudumda!» diye haykırıyor. Daha buna benzer birçok maskaralıklar… Sonunda:
«Kokacağız!» diye bunalarak başım tavana kaldırdığı ve yakasının düğmesini çözdüğü
zamanki hüznüyle: «Pek fena değil burası da… Pek fena değil ama siz, yine mümkün olduğu kadar orada fazla kalmağa gayret edin! Haydi bana Allaha ısmarladık !» dedi.
Fakat başı önüne düşmüş, sırtı kamburlaşmiş, ağır ağır giderken bir kere daha döndü ve Başkana son bir muziplik yaptı:
— Sayın Başkan, hafta içinde seni gece yatısına bekliyorum!
Gözlerim, bir kere daha Servet Bey’e ilişiyor. Fakat o, bu sefer ağlarken yakalanmamak için başını hemen öte tarafa çeviriyor, gürültü ile burnunu siliyor. En açık yüreklimiz duygularını açığa vurmaktan en utanmıyammız Makbule’dir. Hâlâ düzelememiş yorgun yürüyüşüyle yanımıza gelen Hoca’yı bilek-SON SIĞINAK
25
lerinden yakalıyarak: «Ağlattın bizi!» diyor, hıçkıra hıçkıra yüzünü onun açık avuçları
içine bırakıyor. Çekinmeden Hoca’mn kısalmıs kollarından çıkan gömleğine sildiği ıslak bebek burnu gülüşleri gibi ağlayışım da takip eden kesik öksürükleriyle bu esnada o kadar genç, o kadar çocuktu ki…
Başkan ve öteki yerliler, bu ağlayışın sebebini anlıyamrya-rak iri iri gözlerini açıyorlar.
Fakat o, bunlara dikkat etmiyor; bu göz yaşı krizinden sonra birdenbire kendini âşıkma vermeye hazırlanan bir kadın gibi vücudunda, dudaklarında, burun kanatlarında titremelerle onu kolundan yakalıyor:
— Al şimdi udunu bakayım, yorulmak neymiş göstereyim
sana!
Sahnede ilk şarkının ilk mısraını tekrar ederken Makbule, bir kere daha ağlıyor ve devam edemiyerek şarkıyı kesiyor. Yine bir çocuk tavrıyle:
— Allah aşkınıza numara yapıyorum gibi bir şey gelmesin aklınıza… Çünkü şarkıcıların öyle tuhaf huyları vardır… Fakat ben, vallahi nefret ederim böyle şeylerden… Beni âşık falan da sanmayın… Çoktan geçti o günler…
Bunları söyledikten sonra tekrar başlamağa hazırlandı; fakat bir kere daha durarak ilâve etti:
— Ama, yine ondan da, ötekinden de bir şeyler kalıyor anlaşılan insanın içinde…
General, bana onu ve hâlâ gizli gizli gözlerim silmeyi biti-rememiş olan Servet Bey’le Azmi’yi göstererek:
— Garip şey, dedi, bir taklide ağlamak!… Haydi, diyelim ki o, kadın… Fakat bunlar? Siz, ne düşünüyorsunuz acaba?…

Ordu etiketine rağmen kendisinin de arkasındaki Tümgeneral üniformasiyle bu saatte aramızda bulunması, bize sokulmak ihtiyacını duymasının kampta hapis yatmak ve tiyatro oynamaktan başka bir marifetini bilmediği bir eski yedek subaya ne düşündüğünü sormasının da bir nevi ağlama demek olduğunu anlamıyordu. Belki de dışarıda azıp duran kar fırtınasının da tesiriyle bilinmez bir şey, hepimizin muvazenesini bozmuştu. Fakat ben, bu bilinmez şeyin birazını anlamağa başlamıştım: 26
SON SIĞINAK
— Hasan’a, Minakyan’a değil, çocukluk günlerine ağlıyorlar sanırım, paşam! dedim.
General, masum bir gülümseme ile sözlerini tasdik etti:
— Doğru söylediniz. Sizlerle aramda epeyce yaş farkı var… Fakat ne olsa aym nesildeniz. Harbiye’de iken ben de arasıra kaçardım Konkordiya tiyatrosuna. Ceza da görürdüm…
Biraz ötede Hoca, etrafını çevirenlere yine bir monologa başlamıştır. Tiyatroculuk savdası yüzünden ba_şına gelenleri anlatıyor. Bu, âdeta bizim konuştuklarımıza bir nevi cevap olduğu için susuyor ve dinliyoruz. Tersane mülâzimi imiş. Edebiyle çalışmasını
bilse o da bir şeyler olabilirmiş… (Hoca aynı samanda da etrafını kollamasını büen ince bir politikacıdır. Gözünün kısık kuyruğu ile Generalin dinlediğini görüyor): «Bir şeyler diyorsam, amiral mamiral akla gelmesin. Bu gece İstanbul’da hava böyle ise Kocamustafapaşa’daki evinin lüzumsuz yük kapaklarım yakan bir eski binbaşı tekaüdü, yahut da mübarek bir şehit…» diyor.
Haliçte demirli gemisinden kaçar, kaçar, ötede, beride orta oyununa çıkarmış… Bir yaz cuması (Mama) mesiresinde Kavuklu Hamdi ile beraber (Kanlı Nigâr) oynuyormuş; (Zenne) rolünde imiş. Zenne niçin? Yaşmak, ferace ile kimse kendisini tanımasın, diye…
Zenneler, birbiri ardı sıra evlerine gelen zamparaları «Kızlar, çevirin kol demirini!» diye dayakla sokağa atarlarken, merhum Küçük İsmail bir sakarlık yapmış… Yeni-dünya bir tarafa, birbiri üstüne yuvarlanan zennelerin yaşmakları, feraceleri bir tarafa… Kanun neferleri Hoca’yı feracesinin altından çıkan paçaları diz kapağına kadar kıvrılmış tersaneli pantalonu; rastıklar, allık ve düzkünler altındaki kaytan bı-yıklanyle yakalıyorlar…
Kendinden geçmiş bir halde bulunan Servet Bey:

Benzer İçerikler

ÇOCUK GELİŞİMİNİN BİLİMSEL İNCELENMESİ-Mary J. Gander -Harry W. Gardiner

yakutlu

Aşk Kölesi – Sherrilyn Kenyon Online Kitap Oku

yakutlu

Şah’ın Bütün Adamları – Stephen Kinzer Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy