Sabahı Aramak

Ayda, hayatının en mutlu döneminde, mezuniyetine az bir zaman kala önemli bir hastalığa yakalandığını öğrenir. Bu hastalık onu, tüm planlarını değiştirerek ailesinin yanına dönmeye mecbur eder. Daha arkasında bıraktıklarının acısıyla başa çıkamamış olan Ayda, ailesinin yıllarca sakladığı sırları ve hayatının yalanlar üzerine kurulu olduğunu öğrenince uzun ve sancılı bir yolculuğa çıkmak zorunda kalır.
Yüzleşilen geçmiş, karşılaşılan tuhaf gerçekler ve tanınmayan yüzler, Ayda’ya kim olduğunu değil; kim olamadığını anlatacaktır.
Biz insanlar hep kim olduğumuzu arar dururuz ama kim olmadığımızı/ olamadığımızı aklımıza getirmeyiz. İnsanların hayatında olabildiklerimizde anılır, olamayacaklarımızın bahsini bile geçirmeyiz.
Oysa bazen önemli olan, olamadıklarımızdır.

***

Bu kitaptaki kişi ve kurumlar hayal ürünüdür. Gerçek hayatla ilgisi yoktur.

***

YAZARDAN…

Bazı hikâyelerin nasıl oluştuğunu anlatmak, hikâyenin kendisini anlatmaktan çok daha zordur. Karakterlerimle tanışmam, onlarla bir yolculuğa çıkmam, onların içinde bir yerlerde yaşayıp; onların da benimle yaşamasına izin vermem hayatımın olağan şeylerinden biri ancak bazı karakterlerim bana gerçekten çok acı veriyor, işte Ayda da onlardan biri.
Kim olmadığımızı anlamak istediğimizde neler olabileceğini, Ayda ile anlamış bulunuyorum.
Evet, biz insanlar hep kim olduğumuzu arar dururuz ama kim olmadığımızı/ olamadığımızı aklımıza getirmeyiz. İnsanların hayatında olabildiklerimizde anılır, olamayacaklarımızın bahsini bile geçirmeyiz. Oysa bazen önemli olan, olamadıklarımızdır.
Ayda karakteri, beynimin içinde belirip de bana hikâyesini fısıldamaya başladığı sıralarda, tam da böyle bir durumun içindeydim. Aynaya bakıp duruyor, olduğum ya da olacağım kişileri, büründüğüm sıfatları tartışıyordum kendimle. Birileri için iyi kız; birileri için başarılı öğretmen, birileri için sevilen, bazıları için nefret edilendim. Kendim içinse birçok şeydim. İyiydim, kötüydüm, başarılıydım, haklıydım, haksızdım vesaire… Sonra bir an, “Şuyum, buyum,” demekten sıkıldım ve bir soru sordum kendi kendime: Kim değilim, kim olamam?
İşte, bu sorunun beni çıkardığı uzun düşünce seyahati ve Ayda’nın kafamın içine yerleşip de anlattıkları ile oluştu elinizde tuttuğunuz bu kitap. Ben karakterlerimle ve arayışımla uzun bir süre yürüdüm, yürüyüşüm sırasında karanlıklara rastladığım da oldu elbet.
Bazı karanlıkların hiç bitmeyeceğini, bazı gecelerin hiç aydınlığa kavuşmayacağını düşündüm öyle zamanlarda. Sonra kendi içimi terk edip de sabahı aramak zorunda kaldım.
Umutla, inançla sabahı aradım.
Anladım ki, inançla aramaya devam ederseniz, her koyu gecenin sonunda güzel bir sabah bulabilirsiniz. Yine de umuyorum ki, siz hiç sabahı aramak zorunda kalmayasınız.
Hepinizi sevgiyle kucaklıyorum.

Teşekkür

Aileme, Özlem’e, Hacer’e ve Eyüp’e…
Bu kitabı, benimle beraber heyecanla bekleyen herkese!
Sonsuz desteğiniz, sabrınız ve en önemlisi sevginiz için teşekkür ediyorum.

***

Polis Sorgu Odası, Ankara

Tüm pembeler siyah bir boşluğun arkasına saklanmıştı, karanlığın esas sebebi bu olmalıydı. Sesler ile görüntüler birleşip tek çizgi halinde bulanıklıklara dönüştü sonra ve bu gözlerimin önünde hızla büyürken, aralarında bir alacak verecek meselesi varmış ve karşımda duran koca göbekli komiser alacaklı, boşluk ise verecekli pozisyonunda bulunuyormuşçasına, komiser elini kolunu ve ardından bacaklarını hiç durmadan sallamak, sağa sola dengesiz bir biçimde savurmak suretiyle tokatlar ve tekmeler attı boşluğun yüzüne.

Boşlukla biraz hesaplaşmış olarak bana döndüğünde yüzüme sert bir şekilde baktığını gördüm.

Ben ise sert bakışların aksine şefkat dolu bakışlardan korkuyordum, en çok onlar yüzünden yara aldığımdan yani… Her nerede tanımadığım bir yüz görsem, önüme bir pusula koyulmuşçasına haritalarını çıkarmaya koyulurdum bu yüzlerin. Becerebildiğimden değil ya, bazıları hikâyelerini direk anlatırlardı, yorgunluklarını, dillendiremediklerini, diyebildiklerini görürdüm; bazıları ise tek kelime etmezdi.

“Karşımda gencecik, tertemiz yüzlü bir kız oturuyor. Bu nasıl bir hikâye? Üç ceset ve sen nasıl olur da orada…”

“Anlattım ya!”

Odada sinirli sinirli gezindi. Karanlık camın arkasında duran birilerine tuhaf işaretler yaptı ya da boşluğa birkaç tokat daha attı. Başım öyle çok ağrıyordu ki hareketlerinin çoğunu takip edemedim. En sonunda ellerini masaya sertçe koyup gözlerime dikti gözlerini. “Baştan anlat şunu!”

***

BİRİNCİ KISIM

AYDA

Bursa, 2016

Evlilik hazırlıkları yapıyorduk ya da yapmamız gerektiğini düşündürmüş olmalıyım ki bugün babasıyla konuşmaya karar vermişti. Üniversitenin son senesiydi, öğretmen çıkacaktık yaza. Mayıs ayına üç gün kalmıştı. O günün akşamı balkonda oturuyordum, rutinlerimden biriydi, çayımı almıştım ve sigaram yanıyordu. Her şeyden çok düşkün olduğum, zamanına göre demode kalmış, pille çalışan mp3 çalarım da yanımdaydı, türkülerle dolu olan içini bana kusuyordu şimdi. “Aha ben gidiyom / Sen hemen ağla!”
Gözlerim dolup dolup boşalıyor, bir türlü peşine takılamadığım ama oracıkta da bırakamadığım bir hüzün rüzgârı beni tesiri altına alıp, bilmediğim bir şehrin ıssız bir sahilinde dalgalarla baş başa bırakıyor ve henüz ısınmayan deniz suyu ayaklarımı yaladıkça içimi titretip, yüzüme acı bir ifade oturtuyordu. Başımın orta yerinde belli belirsiz bir ağrı vardı. Tüm gün ara ara yoklamıştı beni. Eve geldiğim sıralar burnumun kanaması da olağan şeylerden biri değildi ya, geçiştirmiştim yalnızca.
Çevremdekilere göre tam bir hastalık hastası sayılabilirdim, oramın buramın ağrıdığını dillendirdiğim zamanlarda yanımda olduklarındandı, her zaman oram buram ağrıdığından değil. Gerçekte öyle değildim. Ki onlar yine ağrılarımın yüzde yirmisini dinlemişlerdi şimdiye kadar. Ya diğerleri? İnsan anlatamıyordu ki içindekileri, öyle şeyler kıvrılıp yatıyordu içinin bir köşesinde, ağrıtmıyordu ama yerini belli ediyordu, uykusundan kalkmaya hazır bir dev gibiydi onlar; yattıkları yerde ağırlıkları hep belliydi, ayağa kalkarlar da tepinirlerse paramparça ederlerdi sizi, korku ise hep taze kalırdı içinizde. Hangi acıların kalbimin kenarında kıvrıldığını yalnızca ben biliyordum, onlar sadece duyduklarından bile hakkımda yanlış yargılara varmışlardı oysa…

İçeride bilgisayarıyla meşguldü. Bir süredir yanımdaydı, birlikte yaşamayı tecrübe etmiştik. Onu seviyordum, kalbime kaç defa yoklama çekmiştim bu konuda bilmiyorum ama her seferinde aynı acıyı duyumsamıştım. Tam bir acı da değildi bu, kalbimin gıdıklandığını hissediyordum sanki. Yani onun oralarda bir yerde yaşadığına ve yaşayacağına emin olmuştum kendi kuramlarıma bakarak. Çok sık geçirirdim bu yoklamaları, insanlar hakkında kendime çok soru sorardım, ya da onları sevip sevmediğim hakkında. Kalbimdeki o gıdıklanma hissini en çok kime hissetmiştim şimdiye kadar, onun mu peşindeydim şimdi, bunu henüz ayırt edemiyordum.

Yine geldi o ağrı. Gözümün üstünden bir yerden başladı sanki. Dudağımın üstünde bir ıslaklık hissettim. Elimle yokladığımda ise kırmızılık gördüm. Yine mi burnum kanıyordu? Telaşlandım kendimce, ayağa kalktım. Ah oysaki hızlıca kalkmamam gerekirdi! Araladığım perdeden ona baktım. Göz göze geldik, gözlerini çok seviyordum. Sonra netliğini kaybetti gördüklerim, sonrası karanlık.

***
Hastanedeydim, beyaz duvarlara bakınca hangi hastane olduğunu anlamayacağımı bildiğimden gözümü sağıma düşen pencereye diktim. İkinci katta olmalıydım, ağaçların tepe kısımlarına değiyordu bakışlarım. Artık hafifçe sallanıyordu yapraklar, sıcaklar geliyordu. Belimi hafifçe doğrultup ağaçların aşağısına baktığımda karşıdaki büfeyi ve arkasındaki çay bahçesini tanıdım, Uludağ Üniversitesi Hastanesi’ydi burası. Bilmem kaç saat geçmişti? Vücudumun ağrılarından çıkarabildiğim epey olduğu idi. Dudaklarımı ıslatıp ağzımı şapırdatmaya çalıştım, kuruluk ve kekremsi tat beni rahatsız etmişti. Bunu yaptığım an canım sigara istedi. İsteğimi bastırmaya çalışarak etrafa göz gezdirmeye devam ettim, karşı yatakta yetmişli yaşlarında bir teyze yatıyordu, sırtı bana dönüktü ve üstündeki maviye çalan beyaz örtüsü kalçalarına kadar sıyrılmıştı, örtünün altından ‘ben buradayım’ edasıyla fırlayan renkli pembe donu teyzeyi yüzünü görmeden sevimli kılmıştı gözümde. Ayakucuma düşen yatak boştu, onun yan tarafına düşen yatağın ise çarşafları kırışık bırakılmıştı, muhtemelen üzerindeki hasta tuvalete falan gitmişti. Yerdeki siyah benekli gri betonu, sararmış perdeleri, yatakların yanı başında gece bekçileri gibi dikilen, aslında amacı sağlığa hizmet vermek olan demir çubukları inceledim ve en sonunda gözümü kendime çevirebildim. Kendime bakabilmemi Tanrı istememişti besbelli, gözlerimi yerinden çıkarıp şöyle bir üzerimde gezdirebilmek ya da kafamı hayal edemediğim derecelerde döndürüp olağan tüm hallerimi görmeyi arzuladım ama bu deli sandığım istek kül tablasına öfkeyle bastırılmış bir sigara izmariti gibi hızlıca söndü. Görebildiğim yerlerimi izlemeye koyuldum. Kemikleri beyaz, damarları yeşil olan sıska elimin üzerinden damar yolu açılmış ve bekçiye benzeyen demir çubuğa asılı bir serumdan içime damlatılmasına müsaade edilmişti.

İçeriye mavi kıyafetiyle biri girdi, gencecik, güzelce bir kız, sanırsam akranım. Uyandığımı görünce çığlık çığlığa koridordakilere haber vermek için koştu ve bu geçen saat konusunda bana katıldığını gösteriyordu. Biraz sonra biri daha girdi içeri. Annem miydi o? Yok artık! Ankara’dan ne ara gelmişti? Kim haber vermişti yahu!

Onu telaşlandırmaktan hiç hoşlanmazdım. Ben yıllardır yalnızdım, kendi kendime yaşamayı, ağlamayı, susmayı, acıkmayı, doymayı ve mücadele etmeyi öğrenmiştim. Aç olduğum zamanlar huysuzlaşırdım hatta ağlayasım gelirdi, annem bilirdi. Buna bile alışmıştım. Çevremdekiler o huysuzluğun bile sadece yüzde onunu biliyordu. Ama yine onlara göre huysuzun tekiydim! Ah bu ben!
Yanıma yavaşça oturdu annem, gözleri kıpkırmızıydı ve kirpikleri hala ıslaktı, fazla uzağa gitmiş olamazdı gözyaşı! Çıkarımlarımın yanında ona neden ağladığını soramadım.

“İyi misin kuzum?” diyerek o başlattı konuşmamızı.
“İyiyim,” dedim yutkunmamın arasında. “Ne oldu anne?”
“İki gündür uyuyorsun. Balkonda bayılmışsın. Çocuklar aradı.”

İki gün mü! Kahretsin, derse gitmem gerekiyordu! Aklıma ilk gelenin, sevdiğim çocuk, yakın arkadaşım, tüm bencil arzularımla kendim ya da sokakta sık sık mama ile beslediğim Peri isimli kedim olması gerekirken, derslerin olması hayli garip geldi o an. Eğitim sistemine kızmaya başlayacakken, düzenlere karşı koymaya müsait yaşımı engelledim ve düşüncelerimi başka yöne çevirmeye çalıştım.

Çocuklardan kastı ev arkadaşım ve erkek arkadaşımdı. Sahi en son Emre’nin gözlerine bakmıştım değil mi? Sonrası karanlıktı.

“İki gün mü dedin anne?” dedim.
Kafa salladı, yılların eskitemediği parlak, tertemiz yüzüyle annem. Benim güzel annem.
“Neyim varmış?” diyerek sorgulamaya devam ettim. Gözlerini kaçırdı annem hızlıca. Kötü bir şey oluyordu galiba. Kapı açıldı, içeriye doktor ve iki de hemşire girdi, az evvel gördüğüm güzelce saydığım kız yoktu aralarında. Doktor ortalama yakışıklı yaşlı bir adam, hemşireler ise suratsız ve şişman yaşlı kadınlardı. Gözlerime ışıklı bir çubuk doğrulttu doktor, tansiyonumu ölçtü hemşire. En son akıllarına geldim de halimi sordular.
“Nasıl hissediyorsun kendini?”
Bunu onlar sorana kadar aklıma getirmemiştim. Nasıl hissediyordum? Biraz belim ağrıyordu. İki gün! Dile kolay tabi. O kadar uzun süre yatılır mı! Ayıplamıştım kendimi. Biraz da başım…
“Başım,” dedim.
Üçü birden bakıştılar. Annem de kenardan onları izliyordu. Sahi diğerleri neredeydi? Öznur, Emre, ne bileyim babam? İçimden geçirmemi bekliyormuşçasına, bir bir içeri girdiler. Doktor yüzüme baktı üç dakika kadar.
“Ayda,” dedi.
“Buyurun.”
“Beyninde bir kitle saptadık.”

Benzer İçerikler

Carmen Haremde

yakutlu

Sır

yakutlu

Islami Dusunce

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy