Sadist-Stephen King

seeeen haaatmırlaaaa

Ooooooo güüüüünleeeeeriiü

Kafasındaki bulanıklığa rağmen bu sesleri yine de duyuyordu.

 

Ama sesler bazen o can acısı gibi kesiliveriyordu. O zaman geride sadece bulanıklık, sis kalıyordu. Karanlığı hatırlıyordu. O bulanıklıktan önceki kopkoyu karanlığı. Bu bir ilerleme gösterdiği anlamına mı geliyordu? “Işık yaratılsın! Bulanık ışık bile güzeldir. Ve ışık güzeldi. Falan filan. Öyle mi?”

Karanlıkta o sesler var mıydı? Bu sorulann hiçbirinin cevabını bilmiyordu.

Bunlan sormanın bir anlamı var mıydı? Bu sorunun da cevabını bildiğini sanmıyordu.

Can acısı seslerin altında bir yerdeydi. Güneşin doğusunda ve kulaklannm güneyinde. İşte bütün bildiği bu kadardı.

 

Onun için bu sesler uzun bir süreden beri dış dünyayla ilgili tek gerçekti. Bu süre ona çok ama çok uzun gelmişti. Öyleydi de. Var olan can acısı ve o fırtınalı sis, o bulanıklıktı. O bulut! Kim olduğunu bilmiyordu. Nerede olduğunu da. Ama bunu bilmek istediği de yoktu. Sadece ölmüş olmak istiyordu. Ne var ki, kafasına, bir yaz fırtınası sırasında görülen bulutlar gibi çökmüş olan acı dolu sis yüzünden bu isteğinin de farkında değildi.

Zaman geçerken acı çekmediği süreler olduğunu sezdi. Düzenli aralarla oluyordu.

Bu sersemlikten önceki yoğun karanlıktan kurtulduğundan beri ilk kez kafasında bir düşünce belirdi. Revere Kıyısında, kumsaldan uzanan bir kazıkla ilgiliydi.

Annesiyle babası onu çocukken sık sık Revere Kıyısına götürürlerdi. Ve o battaniyenin kazığı göz hapsine alabileceği bir yere serilmesi için ısrar ederdi. Bu ona gömülmüş bir ejderhanın dışarı uzanan dişi gibi gözükürdü. Oturup suyun yaklaşmasını, sonunda kazığın üzerini örtmesini seyretmekten çok hoşlanırdı. Ama saatler sonra o çürümüş kazık tekrar belirmeye başlardı. O arada sandviçlerini yemiş, babasının büyük termosundaki limonatayı son damlasına kadar içmiş olurlardı. Annesi artık eşyalarını toplayıp gitmenin zamanının geldiğini söylemeden tahtanın ucu kumsala vuran dalgaların arasında bir belirip bir kaybolmaya başlardı. Sonra gitgide daha iyi gözükürdü. O sırada çöpleri üzerinde

“Kumsalınızı Temiz Tutun” yazılı büyük varile atarlardı. Paulie’nin kumsalda oynadığı oyuncaklar toplanırdı…

(Artık bir fırtına bulutunun içinde yaşayan adam, benim adım bu, diye düşündü.

Paulie. Ben Paulie’yim. Annem bu gece güneşten yanan yerlerime bebek yağı

sürecek.)

 

…ve battaniye tekrar katlanırdı. O sırada kazık da iyice ortaya çıkmış olurdu.

Siyahımsı, yosunlu dümdüz yanlarına köpükler vururdu. Babası ona, “Buna gelgit neden oluyor,” diye anlatmaya çalışmıştı. Ama Paulie her şeye kazığın neden olduğunu biliyordu. Dalgalar gidip geliyor ama o kazık hep yerinde duruyordu.

Sadece insan bazen onu göremiyordu. Kazık olmasaydı, gelgit de olmayacaktı.

Bu anı kafasında dönmeye başladı. İnsanı çıldırtabilirdi bu. Uyuşuk bir sinek gibiydi. Bu anının ne olduğunu anlamaya çalıştı. Ama sesler uzun bir süre bunu engellediler.

zaaamaaaan

heeeerşeeey

haaatıurlaaaa

Sesler bazen sona eriyordu. Kendisi de öyle.

Şimdiyle… fırtına bulutunun dışındaki şimdiyle… ilgili ilk gerçekten berrak anısı bu “sona erme”ydi. Birdenbire bir tek kez bile soluk alamayacağını

anlıyordu. Bu da iyiydi. Uygundu. Hatta harikaydı. Acıya bir dereceye kadar dayanabilirdi. Ama her şeyin de bir haddi vardı. Artık bu oyundan çıkacağı için memnundu.

Sonra bir çift dudaklar onunkileri kavradı. Bu dudaklar kuru ve sertti ama yine de bir kadının ağzıydı. Ve kadının ağzından fışkıran rüzgâr adamınkine doldu.

Boğazından inerek ciğerini şişirdi. Sonra kadın dudaklarını çekti. Ve adam ilk kez o zaman gardiyanın

kokusunu aldı. Bu kokuyu kadının zorla içine yolladığı

soluğunda duydu. Bu bir erkeğin onu istemeyen bir kadına zorla sahip olması gibi bir şeydi. Ve gardiyanının soluğu pek kötü kokuyordu. Vanil-yalı kurabiye, çikolatalı dondurma, tavuk salçası ve fıstık ezmeli şekerleme kokularının bir karışımıydı bu.

 

Birinin ciyak ciyak bağırdığını duydu. “Soluk al! Lanet olsun! Soluk al! Paul!”

Dudaklar yine ağzını bir kıskaç gibi kavradı. Soluk tekrar boğazından aşağıya indi. Hızla giden bir metro trenini izleyen ve peşinden gazetelerle çikolata kâğıtlannı sürükleyen ıslak ve pis kokulu bir rüzgâr gibi. Sonra dudaklar çekildi.

Sakın bu havayı burnundan vereyim deme, diye düşündü. Ama bunu yapmamak elinde değildi. O koku! O koku! O iğrenç koku!

Kendi kendine, alacağım, dedi. Her istediğini yapacağım ama lütfen aynı şeyi tekrarlama. Mikroplannı bana bulaştırma. Gelgele-lim soluk alamadan dudaklar yeniden ağzına yapıştı. Tuzlanmış deri şeritler kadar ölü ve kuru olan o dudaklar. Ve kadın yine onun ırzına geçiyormuş gibi soluğunu ciğerlerine gönderdi.

Kadın dudaklannı çektiği zaman bu kez .o pis soluğu vermedi. Aşağıya doğru iterek derin bir soluk aldı. Havayı iyice içine çekti. Sonra soluk verdi. Ve göremediği göğsünün tekrar kabarmasını bekledi. Göğsü bütün ömrü boyunca ondan yardım beklemeden böyle yapmıştı. Ama göğsü kımıldamayınca yine inler gibi derin bir soluk daha aldı. Ve sonunda kendi kendine solumaya başladı. Elinden geldiğince hızlı soluyor, kadının içindeki tadını ve kokusunu atmaya çalışıyordu.

Normal hava o zamana dek hiç bu kadar güzel gelmemişti. Kafası tekrar bulanmaya başladı, karanlıklaşan dünya tümüyle ortadan kaybolmadan kadının, “Öff…” diye mınldandığını duydu. “Az kalsın gidiyordun.”

Ama gitmedim, diye düşünürken uykuya daldı.

 

Rüyasında kazığı gördü. Bu öyle gerçek gibiydi ki, neredeyse uzanacak ve avucunu çatlak tahtanın yaptığı yeşil siyah kavise sürecekti.

Uyanıp yeniden yan baygın haline döndüğü zaman son durumuyla o kazık arasında bir bağ kurdu. Birdenbire oldu bu. Can acısı kesilip kesilip tekrar başlamıyordu. Acısı o kazık gibiydi. Aslında bir anı olan rüyadan çıkan ders buydu. Can acısı sadece azalıp ar-tıyormuş gibi gözüküyordu. Can acısı o kazık gibiydi. Bazen üzeri örtülüyor, bazen ortaya çıkıyordu. Ama hep vardı. Can acısı

etrafını sarmış olan taş grisi bulutun arasında onu hırpalamadığı zaman sessiz bir minnet duyuyor ama kanmıyordu artık. Acı hâlâ oradaydı ve geri döneceği anı

bekliyordu. Ve bir değil, iki kazık vardı. Can acısı o kazıklardı. Kafasının önemli bir bölümü gerçeği kavramadan çok önce beyninin bir noktası bunu anlamıştı. O parçalanmış kazıklar kendi kınk bacaklanydı.

Ama ancak uzun bir süre sonra dudaklannı birbirine yapıştırmış olan kuru tükürükleri parçalamayı ve kadına boğuk boğuk, “Neredeyim?” diye sormayı

başardı. Kadın başucunda oturuyordu. Elinde bir kitap vardı. Kitabın yazannın adı Paul Sheldon’du. Bunun kendi adı olduğunu anımsadı ve hayret de duymadı.

Kadın, “Colorado’da,” dedi. “Sidewinder’da. Adım Annie Wilkes. Ve ben…”

Paul, “Biliyorum,” diye mınldandı. “Sen benim bir numaralı okuyucumsun.”

Annie gülümsedi. “Evet. Gerçekten öyle.”

 

Karanlık. Sonra can acısı ve sis. Sonra azabın sürekli olduğunu ama zaman zaman endişeyle gömüldüğünü kavraması. İlk gerçek anı: Kadının pis kokulu soluğuyla ırzına geçerek onu hayata döndürmesi.

Ondan sonraki gerçek anı: Kadının düzgün aralıklarla ağzına kapsüle benzer bir şeyler tıkması. Ama kadın ona su vermiyor ve haplar Paul’ün dilinin üzerinde kalıyordu. Eridikleri zaman ağzına şaşılacak kadar acılık bırakıyordu. Biraz aspirininkine benzeyen bir tad. Bu acılıktan kurtulmak için tükürmek iyi olacaktı. Ama böyle yapmaması gerektiğini biliyordu. Çünkü dalgaların kazığın üzerini örtmelerini o acılık sağlıyordu.

(“KAZIKLAR. Kazıklar. İKİ kazık. Pekâlâ. İki kazık var. Tamam. Artık sus.

Hişş… Hişşş…”)

Ve bu tad sanki acısı sona ermiş gibi bir etki yapıyordu.

Paul bütün bunlan uzun aralıklarla düşündü. Ama can acısı azalmayıp aşınırken dış şeyler daha hızlı etki yapmaya başladı. Sonunda nesnel dünya, bütün o anı, tecrübe ve ön yargı yüküyle tekrar eski yerini aldı. O Paul Sheldon’du. İki kez evlenmiş ve boşanmıştı. Fazla sigara içiyordu. (Ya da bütün bunlardan önce öyleydi. Bu, “Bütün bunlar” neydiyse?) Başına çok korkunç bir şey gelmişti ama hâlâ yaşıyordu. O koyu kurşuni bulut gitgide daha hızlı kaybolmaya başladı. Bir numaralı okuyucu ona garip sesli, eski püskü yazı makinesini bir süre sonra getirecekti. Ama Paul bundan çok önce başının belada olduğunu anladı.

 

Yazann kafasının her şeyi önceden bilen tarafı kadını gördü. Onu gördüğünü daha fark etmeden. Ve herhalde Annie’yi anladı. Daha onu anladığını bilmeden önce.

Yoksa o tehlikeli hayalleri kadına bağlaması için bir neden var mıydı? Onun her odaya girişinde Paul’ün aklına H. Rider Haggard’ın romanlannda batıl inançları

olan Afrikalılann taptıklan putlar, taşlar ve felaket geliyordu.

Annie Wilkes’i “O” ve “Hazreti Süleymanın Hazineleri” ro-manlanndaki bir Afrika tanrıçasına benzetmek hem çok gülünç, hem de garip bir biçimde pek uygundu.

İriyan bir kadındı. Kurşuni hırkasını kabartan iri ama biçimsiz göğüsleri dışında vücudunda kadınca hiçbir yuvarlak hat yoktu. Kalçalan da, kabaetleri de, hatta evde giydiği o sayısız yün eteğinin altından gözüken baldırlan da yuvarlak değildi. (Annie dışanda iş yapacağı zaman Paul’ün görmediği yatak odasına giderek kot pantolon giyiyordu.) Vücudu iriydi ama dolgun değildi.

En önemlisi Paul’de pek rahatsız edici bir duygu uyandınyor-du. Sanki Annie tümüyle ettendi. Som bir vücuttu onunki. Damar-lan ve hatta iç organlan bile yoktu. Bir yandan diğerine, tepesinden tırnağına kadar etten oluşmuştu. Onun oynuyormuş gibi gözüken gözlerinin aslında suratına boyayla yapılmış olduğuna gitgide daha çok inanıyordu. Portrelerin gözleri gibiydi bunlar. Odada dolaşırken portrelerin gözleri sizi izliyormuş gibi gelmez miydi? İki parmağını

V gibi tutarak uçlannı Annie’nin burun deliklerine sokarsa üç milim sonra hafif esnek ama kalın bir engelle karşılaşacağından emindi. Hatta onun kurşuni hırkasıyla biçimsiz ev eteklerinin ve so-13

 

luk kot pantolonun o lifli, som, içinde hiçbir boşluk bulunmayan vücudunun bir parçası olduğunu düşünüyordu. İşte bu yüzden onu heyecanlı bir romandaki bir tanrıçaya benzetmesi şaşılacak bir şey sayılmazdı. Annie de bir tannça gibi insanda bir tek duygu uyandırıyordu. Gitgide artarak dehşete yaklaşan bir endişe. Kadın bir tannça gibi her şeyi alıyordu.

Hayır, hayır, bir dakika. Bu haksız bir sözdü. Kadın bir şey daha veriyordu.

Dalgalann kazığın üzerini örtmelerini sağlayan o kapsülleri.

Haplar denizdi. Annie Wilkes ise onlan dalgalann üzerindeki çöpler gibi ağzına çekmesini sağlayan ay. Her altı saatte bir ona iki kapsül getiriyordu. Paul onun geldiğini ağzına giren parmaklardan anlıyordu. (Ve çok geçmeden haplann acılığına rağmen bunlan o parmaklann arasından çabucak almayı öğrendi.) Kadın daha sonra hırkası ve altı etekliğinden birinin içinde beliriyordu. Genellikle kolunun altında Paul’ün romanlanndan biri oluyordu. Geceleri ise tüylü, pembe bir sabahlıkla gözüküyordu. Yüzü sürdüğü kremden pınl pınldı. (Krem kavanozunu hiç görmemişti ama bunun içindeki ana maddeyi kolaylıkla söyleyebilirdi.

Lanolinin insana koyunlan hatırlatan kokusu çok keskindi.) Kadın onu rüyalarla dolu ağır uykusundan sarsarak uyandınyor, geniş omzunun üzerinden dışardaki çiçek bozuğu ay gözüküyordu.

Bir süre sonra endişesi görmezden gelinmeyecek kadar arttı ve Annie’nin ona ne içirdiğini öğrendi. Novril adlı kodeinli bir ağn kesiciydi. Kadının ona sürgüyü

ender getirmesinin nedeni de sadece je-latinli ve sıvı besinler alması değil, aynı zamanda Novril’in hastalarda kabızlık yapmasıydı. (Paul daha önce o bulutun içinde yaşarken Annie ona damardan besin vermişti.) İlacın ciddi bir yan etkisi daha

 

vardı. Hassas hastalarda solunumu etkiliyordu. On sekiz yıldan beri sigara içmesine rağmen Paul’ün bünyesi pek hassas sayılmazdı. Ama yine de en aşağı bir kez solunumu durmuştu. (Belki o sisler arasında geçirdiği sürede yine böyle şeyler olmuştu ama onlan hatırlamıyordu.) İşte kadın o sıralarda ona suni solunum yaptırmıştı. Ağızdan ağı-za. Bu sadece bir rastlantı olabilirdi. Ama daha sonra Annie’nin ona farkına varmadan fazla dozda ilaç verdiğinden ve ölmesine ramak kaldığından kuşkulanacaktı. Kadın ne yaptığını, sandığı kadar bilmiyordu. Annie’nin Paul’ü korkutan yanlanndan biri de buydu.

O karanlık buluttan sıynldıktan on gün kadar sonra üç şeyi hemen hemen aynı anda fark etti. Annie Wilkes’da bol miktarda Novril vardı. (Türlü ilaç vardı onda zaten.) İkincisi Paul, Novril’e alışmıştı. Üçüncüsü, Annie Wilkes tehlikeli bir deliydi.

Karanlık, ıstırabını ve fırtına bulutunu uzun zaman sürdürmüştü. Annie, Paul’e başına gelenleri anlatırken o da olanlan hatırlamaya başladı. Bu, uyanan hastalann her zaman sorduklan o geleneksel sorudan sonra oldu. Annie ona Colorado’da küçük Sidewinder kentinde olduğunu açıkladı. Aynca, “Sekiz romanının her birini en aşağı iki kez okudum,” dedi. “En çok sevdiğim Misery romanlannı

ise dört, beş ve belki de altı kere. Keşke eserlerini daha hızlı yazabilsen.

Biliyor musun, cüzdanındaki kimliğine baktıktan sonra bile hastamın gerçekten Paul Sheldon olduğuna bir türlü inanamadım.”

 

Paul, “Sahi, cüzdanım nerede?” diye sordu.

“Onu senin için güvenli bir yere kaldırdım.” Annie gülümse-mekten vazgeçmişti.

Şimdi gözlerini kısmış, Paul’ü hiç hoşuna gitmeyen bir dikkatle süzüyordu. Sanki sevimli, güneşli bir kırda yaz çiçeklerinin altında gizli bir uçurumu keşfetmişti. “Cüzdanından bir şey çaldığımı mı sanıyorsun?”

“Hayır. Ne münasebet! Sadece…” Paul, sadece hayatımın geri kalanı o cüzdanın içinde, diye düşündü. Bu odanın dışındaki hayatım. Can acısından uzak hayatım.

Kadın, “Sadece ne, Bay Erkek?” diye ısrar etti. Paul endişeyle Annie’nin suratını gitgide daha çok astığını fark etti. Sanki kırdaki o uçurum bir deprem yüzünden giderek genişlemeye başlamıştı.

Paul dışarıda esen rüzgârın uğultusunu duyuyordu. Birdenbire kadının onu yakaladığı gibi omzuna vurduğunu görür gibi oldu. Onu dışan çıkaracak ve bir kar yığınının içine atacaktı. Paul da donup ölecekti. Ama ondan önce bacaklan zonklamaya başlayacak ve bağıracaktı.

“Sadece babam bana her zaman cüzdanımı gözümün önünden ayırmamamı söylerdi.”

Böyle kolaylıkla yalan uydurabilmesi onu çok şaşırttı. Babası, çok gerekmedikçe Paul’e aldırmamaya âdet edinmişti. Ve Paul’ün hatırladığı kadanyla da ömrü

boyunca ona bir kez öğüt vermişti. Paul on dördüne bastığı zaman ona yaldızlı

bir kâğıt içinde bir şey uzatarak, “Bunu cüzdanına koy,” demişti. Roger Sheldon,

“Arabada sevişirken bundan yararlanmayı unutma. Bu dünyada zaten fazla piç var.

Senin on altı yaşında buradan kaçmak zorunda kalmanı istemiyorum.”

Paul sözlerini sürdürdü. “Babam bana cüzdanıma göz kulak olmamı o kadar sık tekrarladı ki, aklıma takıldı sanınm. Seni kırdıy-sam özür dilerim.”

 

Kadın gevşedi. Gülümsedi. Uçurum kapandı. Yaz çiçekleri yine neşeyle başlarını

sallamaya başladılar. Paul Annie’nin gülümseyen dudaklarının arasından elini sokmayı düşündü. Ama parmakları herhalde esnek bir karanlıktan başka bir şeye dokunmayacaktı. Kadın, “Kırılmadım,” dedi. “Cüzdanın emin bir yerde. Dur…

senin için bir şey hazırladım.”

Paul’ün yanından uzaklaştı. Geri döndüğü zaman elinde bir kâse dumanlan tüten çorba vardı. İçinde sebze parçalan yüzüyordu. Paul fazla içmedi. Ama yine de sandığından daha çok içmeyi başardı. Annie buna memnun olmuş gibiydi. Paul çorbayı içerken kadın da ona başından geçenleri açıkladı. O konuşurken yazar da olanlan hatırladı. İnsanın bacaklannın nasıl parçalandığını öğrenmesi iyi bir şey herhalde, diye düşündü. Ama bilgi edinme yöntemi sarsıcıydı. Sanki bir oyun ya da romandaki tiplerden biriydi. Geçmişi anlatılan değil, roman gibi yaratılan bir tip.

“Arabayla Sidewinder’a indim. Hem hayvanlara yem almak, hem de bakkala uğramak için… Tabii yeni romanlannın gelip gelmemiş olduğunu da öğrenecektim. Çarşamba günü oldu bu. Hemen hemen iki hafta önce. Romanlannın, karton kapaklı yeni baskılan salı günleri gelir.” Annie çorba dolu kaşığı Paul’ün ağzına soktu.

Ağzının yanından akan damlalan tam bir profesyonele yakışacak bir biçimde peçeteyle sildi. “Aslında o sırada seni düşünüyordum. Onun için bu rastlantı

gerçekten olağanüstü bir şey. Öyle değil mi? (Misery’nin Çocuğu’nun artık cep kitabı halinde çıkmış olduğunu umuyordum. Ama nerede o şans?… Fırtına bu bölgeye yaklaşıyordu. Ancak meteoroloji uzmanlan o gün öğleye kadar fırtınanın güneye, New Mexico ve Sangre de Cristos’a doğru döneceğini iddia edip durdular.”

 

“Evet.” Paul de anımsamıştı bunu. “Fırtınanın döneceğini söylüyorlardı. Ben de zaten o yüzden yola çıktım.” Bacaklannın yerini değiştirmeye kalkıştı ve ani bir acı duyarak inledi.

Annie, “Yapma bunu,” dedi. “O bacaklann konuşmaya başlarsa bir daha susmaz, Paul… Ve ben sana daha iki saat kapsül veremem. Zaten fazla ilaç veriyorum sana.”

“Ben neden hastanede değilim?” Aslında bu sorunun sorulması gerekiyordu. Ama Paul sormak istediğinden emin değildi. Kadının da sorulmasını istediğinden. Hiç

olmazsa şu ara.

“Yem satılan dükkâna gittiğim zaman Tony Roberts bana ‘Fırtına patlamadan evde olmak istiyorsan, arabayı hızla sürmelisin,’ dedi. Ve ben de…”

“Burası kentten ne kadar uzak?”

Annie pencerelere doğru bakarak, “Biraz uzak…” diye cevap verdi. Garip bir sessizlik oldu. Kadının suratının hali Paul’ü korkuttu. İfadesizdi yüzü.

Bomboştu. Bir keresinde bir akıl hastanesini dolaşmış ve buna benzer yüzler görmüştü. Bu durumdan “katatoni” diye söz ediliyordu. Yıllar önce olmuştu bu.

Paul o sırada “Misery” için araştırma yapıyordu. Son sekiz yıl baş gelir kaynağı

olan o dört romandan ilkini yazmaya hazırlanıyordu o sırada.

Sonra Annie’nin yüzü yavaş yavaş değişti. “Ben de Tony’ye ‘Fırtına güneye gidiyor,’ dedim.” Önce sersemlemiş gibi ağır ağır konuşuyordu. Sonra normalleşti. Ama Paul tetikteydi artık. Annie’nin söylediği her şey biraz tuhaftı. Annie’yi dinlemek yanlış perdeden çalınan bir şarkıyı dinlemeye benziyordu.

Ama Tony, ‘Fırtına fikrini değiştirdi,’ diye haber verdi. ‘Allah kahretsin,’

dedim. ‘O halde hemen dörtnala gitmeliyim!’ “Tony. ‘Mümkünse kentte kal, Miss Wilkes,’ diye önerdi. ‘Şimdi radyoda fırtınanın pek şiddetli olacağını

söylüyorlar. Kimse hazırlık yapa-

 

madı.’ Ama tabii buraya dönmem şarttı. Hayvanlan benden başka kim besleyecekti?

En yakın komşularım Rodyman’lar. Onlar da buradan kilometrelerce ötedeler.

Ayrıca Rodyman’lar benden hiç hoşlanmazlar.” Annie bu son sözleri söylerken kurnazca yazara baktı. Adam cevap vermeyince de kaşığı otoriter bir tavırla kâsenin yanına vurdu. “Tamam mı?”

“Evet, teşekkür ederim. Doydum. Çorba çok güzeldi. Hayvanın çok mu?” Paul çünkü, diyordu içinden. Hayvanın çoksa o zaman yardımcılann da olması gerekir. Hiç

olmazsa bir adamın. Sana yardım için. Bu “yardım” sözcüğü çok önemliydi. Paul’e öyle geliyordu artık. Kadının parmağında yüzük olmadığını da fark etmişti.

Annie, “Pek değil,” dedi. “Altı tavuk. İki inek. Ve Misery.”

Yazar gözlerini kırpıştırdı.

Kadın güldü. “Yaratığın o cesur ve güzel kadının adını bir domuza verdiğim için bana kızacaksın. Hoş bir insan olmadığımı düşüneceksin. Ama adı böyle.

Saygısızlık etmek istemedim.” Bir an düşündü, sonra da ekledi. “Çok sokulgandır o.” Burnunu kmştırdı ve o anda gerçekten domuza döndü. Çenesindeki kıllar da bu benzeyişi artırdı. Annie domuz gibi sesler çıkardı. “Oyink! Oyink!”

Paul irileşmiş gözlerle ona bakıyordu.

Annie bunu fark etmedi. Yine dalıp gitmişti. Boş boş bakıyor, gözleri sadece yatağın başucundaki lambayı yansıtıyordu. Sonunda hafifçe irkildi. “Yedi kilometre kadar ilerledim, sonra kar başladı. Çok hızlı yağıyordu. Burada kar başladı mı hep öyle olur. Farlanmı yakarak arabayı ağır ağır sürdüm. Ve sonra senin otomobilini gördüm. Yoldan çıkmış ve devrilmişti.” Yazara hoşnutsuzca baktı. “Farlannı yakmamıştın.”

Paul, “Gafil avlandım,” dedi. O anda sadece ne kadar şaşırdığını anımsıyor, bir hayli sarhoş olduğunu henüz bilmiyordu.

 

Annie, “Arabamı durdurdum,” diye sözlerini sürdürdü. “Eğer yokuşta olsaydım belki durmazdım. Biliyorum, iyi bir Hıristiyana yakışacak bir davranış olmazdı

bu. Ama karın kalınlığı yolda yedi santimi bulmuştu bile. Benimki bir cip ama yine de arabayı tekrar çalıştırabileceğimden emin olamazdım. İnsanın kendi kendine, herhalde arabadan çıkmayı başarmışlardır, demesi daha kolay oluyor. Bir araba durup’ onlan almıştır. Ama sana Rodyman’lann çiftliğinden sonraki üçüncü

büyük tepenin doruğunda rastladım. Orası düzlüktür. Bu yüzden arabayı durdurdum.

İner inmez iniltileri duydum. İnleyen sendin, Paul.” Yazara garip, anaç bir tavırla gülümsedi.

Ve Paul Sheldon’un kafasında o fikir ilk kez iyice belirdi. Başım dertte. Bu kadın normal değil.

 

Kadın yatakta yatan adamın yanında oturarak yirmi dakika kadar konuştu. Belki de misafir yatak odasıydı burası. Paul’ün vücudu çorbadaki maddeleri kullanırken bacaklanndaki sancı yeniden arttı. Kendini zorlayarak dikkatini kadının sözlerine vermeye çalıştıysa da ptk başaramadı. Kafası ikiye bölünmüş gibiydi.

Bir tarafı kadının onu 74 model Camarro arabasından nasıl sürükleyerek çı-

kardığıyla ilgili sözlerini dinliyordu. Can acısı ve zonklamanın yansıdığı yandı

bu. Kafasının diğer anıyla ise kendini Boulderado Otelinde, son romanını

tamamlarken görüyordu. Neyse ki bu kitapta artık Misery Chastain tipi yoktu.

Tann’ya küçük lütuflan için şükret-meliydi.

 

Paul’ün Misery romanlan yazmaması için türlü neden vardı. Ama bunlardan biri diğerlerinden çok daha önemliydi. Sarsılama-yacak sağlam bir nedendi bu. Tann’ya büyük lütuflan için de şük-retmeliydi. Çünkü Misery sonunda ölmüştü artık.

“Misery’nin Çocuğu” romanının sondan beşinci sayfasında ölmüştü. Ölüm sahnesinde evde gözleri dolmayan kimse kalmamıştı. Paul’ün gözleri de öyle. Ama onun gözlerinin yaşarmasına delice kahkahalan neden olmuştu.

Yeni kitabı bir otomobil hırsızıyla ilgili çağdaş bir romandı. Bunu tamamlarken

“Misery’nin Çocuğu”nun son satırlannı yazışını anımsamıştı. “Böylece lan’la Geoffrey Little Dunthorpe kilisesinin mezarlığından birlikte çıktılar.

Istıraplan onlara destek olurken yeniden yaşamaya kararlıydılar.” Paul bu satırlan yazarken deli gibi kıkır kıkır güldüğü için doğru tuşlara basmakta zorluk çekmiş, harfleri birkaç kez düzeltmek zorunda kalmıştı. En alta “SON”

diye yazmış ve odada oynamaya başlamıştı. Yeni kitabını tamamladığı Boulderado Otelindeki aynı odada. “Sonunda kurtuldum!” diye bağırmıştı. “Özgürüm! Ah, Ulu Tannm, sonunda özgürlüğüme kavuştum! O gülünç dişi köpek sonunda geberdi!

Geberdi!”

Yeni romanın adı “Hızlı Arabalar”dı. Sona erdiği zaman hiç gülmemişti. Yazı

makinesinin önünde bir an oturmuş ve belki de gelecek yılın Amerikan Kitap Ödülünü kazandın bile dostum, diye düşünmüştü. Ve sonra…

“Sol şakağında küçük bir çürük vardı. Ama önemliye benzemiyor, Paul. Ama bacakların.. Havanın kararmaya başlamış olmasına rağmen bacaklarının kötü

durumda olduklarını fark ettim…”

…telefonu açarak bir şişe Dom Perignon şampanya istemişti. Şimdi içkinin gelmesini bekleyişini ve 1974’den yılından beri bütün kitaplannı tamamladığı

odada bir aşağı bir yukan dolaştığını

 

hatırlıyordu. Garsona elli dolar bahşiş vermiş, “Hava raporunu dinledin mi?”

diye sormuştu. Çok sevinen, şaşalayan garson gülümse-miş, sonra da fırtınanın güneye, New Mexico’ya doğru kayacağının açıklandığını söylemişti. Şampanya şişesi buz gibiydi. Ağzında ilk kadehin tadı kalmış gibiydi. Sonra çantasını

açmış ve New York uçağı için aldığı bilete bakmıştı. Paul birdenbire karan anımsadı.

“… Seni hemen eve götürmem gerektiğini anladım, Paul! Seni cipe kadar zorlukla taşıyabildim. Ama ben iriyan bir kadınım. Belki fark etmişsindir. Arkada yığınla battaniye vardı. Seni arabaya bindirerek

battaniyelere sardım. Ve o sırada ışık azalmış olmasına rağmen yüzün bana tanıdık geldi. O zaman…”

Uçağa binmeyeceğim, diye karar vermişti. Eski Camarro’yu garajdan çıkaracak ve onunla batıya doğru gideceğim. Zaten New York’ta ne var? Konak bomboş, kasvetli.

Soğuk. Belki hırsız bile girmiştir. Boş ver! Şampanya içmeyi sürdürmüştü. Batıya git, genç adam, batıya! Bu fikir mantıklı sayılacak kadar çılgmcaydı. Giysi ve çamaşır alacağım. Bir de…

“… Bavulu buldum. Onu da cipe attım. Ama görünürde başka bir şey yoktu, Paul.

Orada ölüvermekten korkuyordum. Gaza bastım…”

“Hızlı Arabalar”ı alacağım, Vegas ya da Reno’ya gideceğim. Hatta belki de Melekler Kenti Los Angeles’e… Paul bu fikrin de başlangıçta kendisine biraz gülünç geldiğini hatırlıyordu. Bunu yirmi dört yaşında ilk romanını sattığım zaman yapabilirdim. Tam o çağa göre. Kırkıncı yıldönümü iki yıl geride kalmış

bir adama değil… Ama birkaç kadeh şampanya daha içtikten sonra bu fikir artık ona gülünç gelmemeye başlamış, hatta soylu görünmüştü. Bir tür Büyük Odise.

Hayal ürünü romanımdan sonra gerçeklerle tekrar tanışacağım. Böylece yola çıkmıştı…

 

“…Kendinden geçmişin. Senin öleceğinden emindim, Paul. Yani… çok emindim! O

yüzden arka cebinden cüzdanını aldım ve şoför ehliyetine baktım. İşte o zaman Paul Sheldon adını gördüm. Ah, bu sadece bir rastlantı olmalı, diye düşündüm.

Ama ehliyetteki fotoğraf sana benziyordu. Sonra öyle korktum ki, mutfak masasının başına çöktüm. Önce bayılacağımı sandım. Bir süre sonra, fotoğraf da bir rastlantı olabilir, dedim. Ehliyetlerdeki resimler insanın kendine hiç

benzemezler, sonra Yazar Derneği üye kartını buldum. Ve o zaman kim olduğunu anladım…”

…Kar yağmaya başladığı zaman başının dertte olduğunu anlamıştı Paul. Ama bundan çok daha önce Boulderado banna uğramış ve George’a yirmi dolar bahşiş

vererek bir şişe Dom daha almıştı: Şampanyayı koyu kurşuni gökyüzünün altında Kayalık Dağlarına tırmanan yolda ilerlerken içmişti. Arabadaki teybe Bo Didley’nin bir kasetini koymuş ve radyoyu ancak Camarro ciddi bir biçimde kaymaya, patinaj yapmaya başladığı zaman açmıştı. O sırada bunun geçici bir kar olmadığını, durumun ciddiliğini anlamaya başlamıştı. Belki de fırtına güneye doğru kaymıyor, diye düşünmüştü. Belki de fırtına bana doğru geliyor. Başım belada.

(Şimdi de belada olduğu gibi…)

Ama yeterince sarhoş olduğu için hızla ilerleyerek bu dertten kurtulacağını

sanmıştı. Bu yüzden Cana’da durarak sığınacak bir yer sormamış, yoluna devam etmişti. Öğleden sonraki saatlerde etrafın kromumsu, donuk gri bir renk aldığını

anımsıyordu. Şampanyanın etkisinin geçmeye başladığını da. Sigara almak için panele doğru eğilirken arabanın kaymaya başladığını fark etmişti. Ama yoluna devam etmeye çalışmış ve durum gitgide kötüleşmişti. Boğuk bir gürültü ve sarsıntıyı hayal meyal hatırlıyordu. Sonra dünya altüst olmuştu. Ve…

 

“Çışjlık atmaya başladın. Feryatlarını duyduğum zaman yaşayacağını anladım.

Ölmek üzere olan insanlar ender bağırırlar. O kadar enerjileri yoktur. Bunu biliyorum. O zaman seni yaşatmaya karar verdim. Ağrı kesici ilaçlarımı

çıkararak, onları sana zorla içirdim. Sonra uykuya daldın. Uyanıp tekrar haykırmaya başladığın zaman sana tekrar ilaç verdim. Ateşin çıktı bir kere. Ama onu da geçirdim. Sana Keflex verdim. Bir iki kez ölümün eşiğine geldin. Ama artık onlar da geride kaldı. Yemin ederim.” Annie ayağa kalktı. “Artık dinlenme zamanın geldi, Paul. Eski gücüne kavuşmalısın.”

“Bacaklarım sancıyor.”

“Evet, bundan eminim. Bir saat sonra ilaç alabilirsin.”

“Şimdi. Lütfen.” Yalvarmak Paul’ü utandırıyordu ama elinde değildi.

“Bir saat sonra.” Kadının tavırlan kesindi. Elinde çorba kâsesi ve kaşıkla kapıya gitti.

“Bir dakika!”

Annie dönerek Paul’e hem sen, hem de sevgi dolu bir tavırla baktı. Yüzündeki ifade yazann hiç hoşuna gitmedi. Hiç ama hiç.

“Beni kurtarah iki haftamı oldu?”

Kadın sinirlendi ve yüzündeki ifade belirsizleşti. Paul daha sonra Annie’nin zamanı pek bilmediğini öğrenecekti. “Öyle bir şey…”

“Hep baygın mı yattım?”

“Evet. Çoğu zaman.”

“Ne yedim?”

Annie onu süzdü. “D.”

Paul, “D. mi?” dedi.

 

 

Kadın onun yüzündeki hayret dolu ifadeyi bilgisizlik olarak yorumladı. “Sana damardan besin verdim. İnce borularla. Kolundaki izlerin nedeni bu işte.” Paul’ü

süzdü. Bakışları düşünceliydi. “Hayatını bana borçlusun, Paul. Bunu unutmayacağını umanm. Her zaman hatırlayacağını…” Kapıdan çıktı.

 

Bir saat geçti. Sonunda, nasıl olduysa geçti bir saat. Paul yatakta yatıyordu.

Hem titriyor, hem de terliyordu. Yan odadan radyonun sesi geliyordu. Kadın o çılgın Cincinnati radyosunu açmıştı. Bir spiker Ginsu bıçaklarını övmeye başladı. Bir telefon numarası vererek santraldeki memurların bıçak siparişini beklediklerini açıkladı.

Paul Sheldon da bekliyordu.

Kadın diğer odadaki saat sekizi çalarken içeri girdi. Elinde iki kapsülle bir bardak su vardı. Yatağın kenarına ilişirken Paul heyecanla dirseklerine dayanarak doğruldu.

Annie ona, “Sonunda yeni kitabını iki gün önce ele geçirmeyi başardım.” dedi.

Bardaktaki buzlar şıkırdıyordu. Çıldırtıcı bir sesti bu. ‘”Misery’nin Çocuğu’nu.

Romana bayıldım… O da diğerleri kadar güzel. Daha güzel! En güzel!”

Paul, “Teşekkür ederim,” diye mınldanmayı başardı. Alnında ter tanelerinin belirmiş olduğunun farkındaydı. “Lütfen… Bacağım… Çok sancıyor…”

Kadın dalgın dalgın gülümsedi. “Misery’nin sonunda lan’la evleneceğini biliyordum… Geoffrey’le lan’ın yeniden dost olacak-25

Stephen King

lanna da inanıyorum. Gerçekten de öyle oluyor mu?” Sonra hemen ekledi. “Hayır, söyleme! Bunu kendim öğrenmek istiyorum. Kitabı mahsus ağır ağır okuyorum. Hemen bitmesin diye. Bir yenisi çıkıncaya kadar aradan o kadar uzun zaman geçiyor ki.”

Paul’ün bacaklan zonkluyordu. Sanki kasığında çelikten bir halka vardı. O

kısımlanna dokunmuştu. Kalçasında bir şey yok gibiydi. Ama yine de gövdesinin altı çarpılmış, garip bir biçime girmiş gibi geliyordu. Dizlerinden aşağısına gelince… sanki her şey paramparçaydı. Paul bakmak istemiyordu. Çarşaflann altındaki o şiş ve çarpık şeyleri görüyordu. Bu da yeterliydi. “Lütfen? Miss Wilkes? Sancı…”

“Beni Annie, diye çağır. Bütün dostlanm öyle yapıyor.” Kadın bardağı ona verdi.

Soğuktu, üzeri buğulanmıştı. Ama kapsüller hâlâ avucundaydı. Elini Paul’ün ağzına doğru uzattı. Yazar hemen ağzını açtı… Ve kadın elini geri çekti.

“Küçük çantana bakmak cüretini gösterdim. Bir sakıncası yok değil mi?”

“Hayır hayır. Tabii yok. İlaç…” Alnındaki ter tanecikleri Paul’e kâh kızgın, kâh buz gibi soğuk geliyordu. Galiba avaz avaz bağıracaktı.

Annie, “Çantanda bir roman olduğunu gördüm,” dedi. Kapsüller sağ avucundaydı.

Elini ağır ağır eğdi. İlaçlar sol avucundan yuvarlandı. Paul bakışlanyla kapsülleri izliyordu. “Adı ‘Hızlı Arabalar’ kitabın. Misery romanlarından değil.

Bunu biliyorum.” Yazara hafif bir hoşnutsuzlukla baktı. Ama yine daha önce olduğu gibi sevgi karışmıştı. Annece bir ifadeydi bu. “Ne de olsa on dokuzuncu yüzyılda otomobil yoktu. Hızlı ya da yavaş.” Bu küçük nükteye kıkır kıkır güldü.

“Aynca…,yeni romanına bir göz atmak cüretini de gösterdim… Sence bir sakıncası yok değil mi?

Sadist

Paul, “Lütfen,” diye inledi. “Hayır, yok. Ama lütfen…”

“Romanı okursam, buna kızmazsın değil mi?”

“Hayır…” Paul’ün kemikleri kırılmıştı. Bacaklan cam kınkla-nyla doluydu.

Yaralar iltihaplanmıştı. “Hayır…” Gülümsemeye çalıştı. “Hayır, ne münasebet.”

Kadın içtenlikle, “İznin olmadan böyle bir şeyi kesinlikle yapamam,” dedi. “Sana fazla saygım var. Hatta seni seviyorum, Paul.” Birdenbire insanı korkutacak bir biçimde kızardı. Kapsüllerden biri elinden pikenin üzerine düştü. Paul kapmaya çalıştı ama Annie ondan hızlı davrandı. Yazann inlediğini Annie fark etmedi bile. Kapsülü kaptıktan sonra yine birdenbire dalgınlaşarak boş gözlerle pencereye doğru baktı. “Kafan… Yaratıcılığın… Ben bunu kastettim.”

Paul çaresizce, “Biliyorum,” dedi. “Sen benim bir numaralı hayranımsın.” Aklına başka bir şey gelmemişti.

Kadının gözleri parladı birdenbire. “Tamam!” diye bağırdı. “Gerçekten öyle! Yeni romanını bu ruhla okumanın bir sakıncası olmaz değil mi? Yani., bir hayranın duyduğu sevgiyle? Ama aslında diğer romanlanm Misery hikâyeleri kadar seviyorum, o da başka.”

“Sakıncası yok…” Paul gözlerini kapatarak, istersen yeni romanın sayfalannı

yırt, diye düşündü. Onlardan kâğıt şapkalar yap. Ama lütfen… Ölüyorum…

Annie usulca, “Çok iyisin,” dedi. “Ama iyi olduğunu biliyordum. Kitaplanm okuduğum zaman bunu anladım. Misery Chasta-in’i düşünebilen biri kötü olamazdı.

Onu düşünen, sonra da canlandıran biri.” Birdenbire pis parmaklannı yazann ağzına soktu. Paul parmaklann arasındaki kapsülü emerek ağzına aldı. Ve sulan etrafa saçılan bardağı ağzına götüremeden ilaçlan yuttu.

 

Stephen King

Annie, “Tıpkı bir bebek gibi…” dedi ama Paul onun yüzünü görmüyordu. Gözleri hâlâ kapalıydı. Ve şimdi yaşların yakıcılığını hissediyordu. “Ama iyisin, Paul.

Sana sormak istediğim çok şey var… Bilmek istediğim pek çok şey.” Kalkarken somyenin yaylan gıcırdadı. “Burada çok mutlu olacağız, Paul.” Yazann kalbine dehşetten oluşan bir hançer saplandı sanki ama yine de gözlerini açmadı.

 

Paul sürükleniyordu. Deniz kabarmış, sürüklüyordu onu. İçerden televizyonun sesi geliyordu. Sonra ses kesildi. Bazen saat çalıyor, Paul saymaya çalışıyorsa da başaramıyordu.

“D… Borularla… Kollanndaki izleri onlar bıraktı…” Paul dirseğinin üzerinde doğrularak elini uzattı. Bir hayli uğraştıktan sonra lambayı yakabildi. Kollanna baktı. Dirseklerinin içindeki birbirine kanşmış morluklar ve sanlıklan gördü.

Renkleri açılmaya başlamış olan çürüklerin her birinin ortasında kara kan dolu birer delik vardı.

Arkaüstü yatarak tavana baktı. Rüzgârın uğultusunu dinliyordu. Kışın ortasında, bir dağın hemen hemen tepesindeydi. Ve normal olmayan bir kadının yanındaydı. Bu kadın Paul kendinde değilken onu damardan beslemişti. Bu kadında adeta sonsuz uyuşturucu vardı. Ve bu kadın Paul’ün orada olduğunu kimseye söylememişti.

Bütün bunlar önemliydi. Ama bir şeyin daha önemli olduğunu fark etti. Deniz çekiliyordu yine. Kadının yukarıdaki saatinin çalmasını bekledi. Çalmasına daha uzun bir süre vardı. Ama Paul’ün beklemeye başlamasının zamanı gelmişti.

 

Sadist

Annie deliydi ama Paul’ün ona ihtiyacı vardı. Ah, başım belada, diye düşünerek görmeyen gözlerle tavana baktı. Alnında yine ter damlacıklan birikmeye başlamıştı.

 

Annie ertesi sabah Paul’e yine çorba getirdi ve ona “roman taslağı” diye tanımladığı yazılann kmk sayfasını okuduğunu açıkladı. “Bence diğer romanlann kadar güzel değil, Paul. İnsan kolay izleyemiyor. Bir geçmişe dönüyor, bir geleceğe.”

“Teknik bu.” Yazann sancısı hafiflemiş ama geçmemişti. İki arada bir durumdu bu.

Bu yüzden kadının sözlerini daha iyi düşünebiliyordu. “Sadece bir teknik…

Konunun biçimi konu belirtir.” Sanatıyla ilgili bu tür oyunlann kadını

ilgilendireceğini, hatta büyüleyeceğini düşünüyordu. “Delikanlının kafası kanşık ve…”

“Evet! Çok kanşık! Bu yüzden de daha az ilginç. Hayır, az ilginç sayılmaz. Sen ilgi çekmeyecek bir karakter yaratamazsın. Bundan eminim. Ama fazla ilgi uyandırmıyor. Sonra küfürler! İki kelimede bir kötü bir söz! Bu…” Düşünürken bir yandan da yazara çorba içiriyor ve hemen hemen bakmadan ağzından akan damlalan si-liyordu. Paul o zaman onun eskiden hemşire olduğunu anladı. Doktor değildi. Hayır. Doktorlar damlalann ne zaman akacağını bilemezlerdi.

Paul acı acı, o fırsattan söz eden meteoroloji uzmanlan işlerini Annie Wilkes’in yansı kadar bilselerdi, şimdi başım böyle belada olmazdı, diye düşündü.

 

Stepnen King

Annie birdenbire, “Bunda soyluluk yok!” diye bağırarak ayağa fırladı. Arpa şehriyesi et suyunu Paul’ün solgun suratına dökecekti neredeyse.

Yazar sabırla, “Evet,” dedi. “Ne demek istediğini anlıyorum, Annie. Tony Bonasaro’nun soylu bir yanı olmadığı doğru. Ama kenar mahallede doğmuş olan ve kötü çevreden kurtulmaya çalışan bir çocuk. Ve o sözcükler… O sözcükleri herkes kullanıyor…”

“Hayır, kullanmıyor!” Kadın sert bir tavırla yazara baktı. “Kente yem almaya gittiğim zaman ne yaptığımı sanıyorsun? Ne söylediğimi? ‘Tony şimdi bana şu bilmemne domuz yeminden bir çuval ver!’ ‘Şu inekler için sattığın bilmemnenin bilmemnesi mısır ve falan filan kulak ilacından da.’ Ve o bana ne diyor? ‘Çok haklısın, Annie, bilmemne de bilmemne!’ Öyle mi?” Annie, Paul’e baktı. Yüzü

tayfunu haber veren gökyüzüne benziyordu. Yazar korkuyla yattı. Çorba kâsesi kadının ellerinde eğilmişti. Bir, sonra da iki damla pikeye düştü.

“Sonra yoldan inip bankaya gittiğim zaman Bayan Bollinger’a ne diyorum? ‘İşte sana falan filan bir çek! Şimdi bana bilmemne elli dolar ver ve falan filan çabuk ol.’ Sonra beni Denver’da tanık yerine çıkardıklan zaman…” Çamur rengi çorba yatağa döküldü. Kadın lekeye baktı ve yüzü çarpıldı. “İşte! Bak bana ne yaptırdın!” “Üzgünüm…”

Annie, “Tabii ya!” diye bir çığlık attı. “Tabii üzgünsün!” Kâseyi bir köşeye fırlattı. Paramparça oldu kâse. Paul inledi. Kadın o zaman sustu, otuz saniye kadar orada öylece oturdu. Paul Sheldon’un ise sanki kalbi durmuştu.

Annie ağır ağır kendini topladı. Ve birdenbire kıkır kıkır güldü. “Çabuk öfkelenirim ben.”

 

Sadist

“Çok üzgünüm.” Paul’ün boğazı kurumuştu.

“Üzülmen gerekir.” Yüz hatları gevşeyen kadın sıkıntılı sıkıntılı duvara baktı.

Paul onun yine kendinden geçeceğini sanıyordu. Ama Annie onun yerine içini çekerek yataktan kalktı. “Misery ro-manlannda öyle sözcükler kullanmana gerek yok. Çünkü o günlerde öyle laflar kullanmazlarmış. Hatta bu tür kelimeler uydurulmamış bile. Herhalde hayvanca bir çağa hayvanca sözler gerekiyor. Ama eski günler daha iyiymiş. Sen Misery romanlanndan vazgeçmelisin, Paul. Sadece onlan yazmalısın. Bunu içtenlikle söylüyorum. Ben bir numaralı hayranın.” Kapıya gitti. Orada durup ona baktı. “O romanı yine çantana koyacak ve Misery’nin Çocuğu romanını bitireceğim. Belki ondan sonra tekrar roman taslağını okurum.”

“Madem seni kızdmyor, okuma öyleyse.” Paul gülümsemeye çalıştı. “Öfkelenmeni istemiyorum. Bildiğin gibi sana güveniyorum.”

Annie bu gülümsemeye karşılık vermedi. “Evet. Öyle! Öyle! Değil mi, Paul?”

Odadan çıktı.

 

Dalgalar çekildi. Ve ağn başladı. Paul saatin çalmasını bekliyordu. İki kez çalacaktı. Öyle de oldu. Yastıklara dayanmış, gözlerini kapıya dikmişti. Annie içeri girdi. Hırkasının üzerine bir önlük takmıştı. Eteklerinden birini giymişti yine. Bir elinde yer silmek için kullandığı su kovası vardı.

 

Stephen King

Kadın, “Herhalde o pis ilacı istiyorsun,” dedi.

“Evet, lütfen.” Paul ona yaltaklanırcasına gülümsemeye çalıştı. Ve yine utandı.

Korkunç bir yaratığa dönüşmüştü. Bir yabancıya.

Annie, “İlacın yanımda,” diye söylendi. “Ama önce o köşedeki pisliği temizlemem gerekiyor. Senin neden olduğun o pisliği. Ö işi bitirinceye kadar beklemen gerekecek.”

Örtünün altında bacakları kırık dallara benzeyen Paul kımıldamadan yattı. Soğuk terler yüzünden ağır ağır akıyordu. Annie köşeye giderek kovayı yere bıraktı.

Kâsenin parçalarını toplayıp götürdü. Geri dönerek kovanın yanında diz çöktü.

Kovadan aldığı sabunlu bezi sıkıp duvardaki kurumuş çorba lekelerini silmeye koyuldu. Paul yattığı yerden onu seyrediyordu. Sonıa titremeye başladı. Bu yüzden ağrısı daha da arttı ama elinden bir şey gelmiyordu. Annie bir ara dönüp baktı ve onun titrediğini, çarşafların terden ıslandığını fark etti. Ve birdenbire her şeyi anladığını belirten bir tavırla ona sinsi sinsi gülümsedi.

Paul o anda Annie’yi sevinçle öldürebilirdi.

• Kadın tekrar dönerek, “Leke kurumuş,” dedi. “Korkarım bu iş biraz uzun sürecek, Paul.” Duvarı silmeye başladı. Leke bir süre sonra kayboldu ama Annie temizlemeyi sürdürdü. Bezi suya sokuyor, sıkıyor ve siliyordu. Bunu birkaç kez tekrarladı. Paul onun suratını göremiyordu. Ama yine kafası durmuş olabilirdi.

Duvan saatlerce silebilirdi. Bu düşünce Paul’ü korkuyla kıvrandmyordu.

Sonunda, saat iki buçuğu çalmadan hemen önce Annie ayağa kalkarak bezi suya attı. Hiçbir şey söylemeden kovayı alıp odadan çıktı. Paul yattığı yerden sesleri dinledi. Kadın iri gövdesiyle ağır ağır yürürken zemindeki tahtalar gıcırdadı. Annie kovadaki suyu döktü. Sonra inanılmayacak bir şey oldu. Kadın musluğu açarak kovayı doldurdu. Paul sessizce ağlamaya başladı o zaman.

 

Sadist

Annie içeri girerek bir an kapının önünde durdu. Yazarın ıslak yüzüne hem sertçe, hem de annece bir sevgiyle baktı. Sonra gözleri köşeye kaydı. Çorba lekesi çıkmıştı artık. “Şimdi durulamam gerekiyor. Yoksa sabun lekesi kalır.

Hepsini de ben yapmalıyım. Benim gibi yalnız yaşamak kaytarmak için bir neden olamaz. Annemin bir prensibi vardı, Paul. Ben de buna her zaman uydum. Annem,

‘Bir kere pis oldun mu bir daha düzelemezsin,’ derdi.”

Yazar, “Lütfen…” diye inledi. “Lütfen… Bu sancı… Ölüyorum…”

“Hayır. Ölmüyorsun.”

“Bağıracağım!” Paul artık sarsıla sarsıla ağlıyor, bacaklarının daha da sancımasına, kalbine ağnlar saplanmasına neden oluyordu. “Elimde değil bu.

Kendimi tutamayacağım.”

Kadın, “Bağır öyleyse,” dedi. “Ama şunu da unutma! Bu köşeyi sen kirlettin. Ben değil. Suç sende. Başka kimsede değil.”

Nasıl olduysa Paul kendini tuttu. Kadının bezi suya sokup sıkmasını ve duvan silmesini seyretti. Annie birkaç kez tekrarladı bunu. Oturma odasındaki saat üçü

çalarken ayağa kalkarak kovayı aldı.

Paul, şimdi odadan çıkacak, diye düşündü. Odadan çıkacak. Onun durulama suyunu lavaboya döktüğünü duyacağım. Belki saatlerce gelmeyecek. Çünkü beni iyice cezalandırmak niyetinde…

Ama kadın çıkacağı yerde yatağa yaklaşarak elini önlüğünün cebine soktu. Ve kapsülleri çıkardı. Hem de iki değil, üç kapsül. Şefkatle, “İşte,” dedi.

Paul kapsülleri ağzına attı. Sonra başını kaldırdı. Kadın san plastikten kovayı

ona doğru kaldınyor, içindeki grimsi su pikeye

 

Stephen King

dökülüyordu. “Kapsülleri şu suyla yutuver, Paul.” Sesi hâlâ şefkat doluydu.

Paul, kadına bakakaldı. Sanki yüzünde iyice irileşmiş gözlerinden başka hiçbir şey yoktu.

Annie, “Haydi,” diye ekledi. “İç bunu. Kapsülleri kuru kuru yutabildiğini biliyorum. Ama bana inan. O kapsülleri sana kustura-bilirim. Ne de olsa kovadaki sadece durulama suyu. Sana bir zararı olmaz.” Kova yazarın üzerine doğru eğildi.

Paul yer bezinin boğulmuş bir yaratık gibi grimsi suyun kara derinliklerinde döndüğünü gördü. Suyun yüzeyinde ince bir sabun tabakası vardı. Paul’ün içinde bir yer inledi ama hiç duraksamadı. Suyu çabucak içerek kapsülleri yuttu.

Birdenbire mide kaslan büzüldü. Boğuk bir ses çıkardı.

“O kapsülleri kusayım deme, Paul. Bu akşam dokuza kadar başka ilaç yok.” Annie bir an boş gözlerle ona baktı. Sonra da birdenbire gözleri parladı ve gülümsedi.

“Beni tekrar kızdırmayacaksın, değil mi?”

Benzer İçerikler

Ahraz | Deniz Gezgin | Birazoku

yakutlu

İki Yeşil Su Samuru

yakutlu

Aşkın Gölgesi

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy