Sahibini Arayan Mektuplar | Ahmed Günbay Yıldız


Yıllardır beklenendi aşk…
Yolu gözlenen bir sevgili…
Ansızın çıkıp gelişiyle bir yüreğe çiçek açtıran bir sevda…
Dillerde destanlaşan bir çocukluk aşkı…
Yüreklerden mektuplara arz edilen bir sevdanın parçalanışı…
Bin parçaya bölünen bir yüreğin ve hep bekleyen bir çift nemli gözün öyküsü…
Ahmed Günbay Yıldız’ın kaleminden destansı bir roman…

Seni yazmaya karar verdim Can… Henüz baharını yaşadığım hayatıma bu ikinci kez doğuşundu. Masum, macerasız ve günahsız… Birincisinde ansızın kopup gidişinin, o çocuksu düşüncelerimde bıraktığı izleri henüz silememişken, yeniden karşıma çıkışın… Hasretin sevginin, daha doğrusu sensizliğin ne oluşunun sırlarını çözemeyen yüreğim, hislerime boğuntulu yılların buhranlarını yaşatmıştı. Adını yeni yeni koymaya çalıştığım duyguların bir itirafı bu… Bütün benliğimi kuşatmışsın çocuksu dünyamın ve beni benden alarak bir vedalık anı bile çok görerek bensizliğine doğru yürümüştün hayatın… Sessiz sedasız, bir gündoğumunda vaktin, çocuksu sevdalarımı güneşinden ayırıp, kalbimi beraberinde götürdüğünden bile habersiz, duygularımın yörüngesinden çıkıp gidişin, ütopya dünyalar kurdurmuştu bana, seni bulabilmem için…

El değmedik sevdalarım, analizini o günlerde yapamadığım sana tutsak duygularım ve ruhum seninle gitmişti o günlerde… Bunu hep saklı tutmuştum etrafımdakilerden, ölümcül sırlar kadar mahremdi herkesten… Ruhsuz bir bedenle yaşayışımı sezdirmemiştim, hayatı paylaştığım insanlara. Bilmem, hatırlıyor musun hâlâ o günleri?… Doğuşlar ve batışlar, kanıma giren heyecanlarımdı benim. Sabahları, evimizin daracık penceresinden doğuşların tüllenişlerini seyredebilmek için beklerdim… En uç basamaklardaydı bakışlarım, dünyaya ilk göz kırpışların yansımalarının fotoğraflarını hafızama kazımak için… Akşam guruplarının doyumsuzluk seremonileri vururdu beni. Ve akşamları coşkulu heyecanlarımla beklerdim…

Şimdilerde senin, hayatıma ikinci kez doğuşun düşmekte aklıma… Batışlar, artık duygularımda doyumsuzluk dekorlarını kuran, romantik tablolardan ibaret göz bebeklerimde… Güneşin doyumsuzluk anlarındaki kadar romantik, onun kadar anlamlı mesajlar vermekte seni hatırlayışım… Hâlâ hayatıma ilk doğuşun iklimleri hakimken, onun hüzünleriyle yüreğim çırpınırken, genç kızlık çağlarımda ansızın, tıpkı gidişindeki muamma gibi karşıma çıkışın, belirsizlik ifade eden ufuklarında, el yordamıyla dolaştırmakta bu çaylak yüreğimi…

Senden bana kalan tek tecrübem, vedaların buruk oluşunu ezberletmiş oluşun… Can o çocuksu duygular, yüreğimi burkan isimsiz acılar, adını koyamadığım hasretin adı, aşk mıydı? O çocuk yüreği aşkı tanır mıydı sence?… Beni o bilmediğim, tanımadığım duyguların peşine düşüren, sensizliğin ateşinde acımasızca pişiren, yıllar mı öğretmişti çaylak yüreğime sevdaları?… Hayatı üçe böldüm Can. Senden önce, senden sonra ve seninle olan diye… Senden öncesini anlayamadım… Seninle olduğum zamanları durdurmak gelirdi içimden… Sensizlik, o bir işkenceden farksızdı işte… Hayatıma ilk doğuşun, hayata “Merhaba” deyişim kadar saf ve anlamlıydı… Çocuksu duyguların, beraberlik arzusunu kuşanmış anlar!.. İkinci doğuşun?…

O, inanılmaz karşılaşmanın adı, belki de kader…Seni düşünüyorum gecenin en ilerlemiş anlarında… Beyaz perdelerini çektim penceremin, odamın içinde bir “Leyl” boğuntusunu önlemek için, en yüksek voltajına çevirdim düğmesini lambamın.

Kalemim, defterim hazır ve seni düşlüyorum şu an yazabilmek için… Bukadar zor bir zenaat olduğunu bilseydim, duyguların ak kâğıt üzerine yansıyışlarının, onları belgeselleştirebilmek için yüreklenmezdim inan… Varlığımı esir eden bir sihrin, izdüşümleri olacaktı bunlar. Zor bile olsa başladım ve yazmalıyım seni Can… Muhteşem bir ajanda aldım bugün ve altın uçlu dolmakalem… Sana yazmak için hazırladığım mektupların zarflarını ve sevgiyi simgelediği söylenen pembe renkteki kâğıtları alıp, dosyasına yerleştirdim.

Sana yazacağım her mektubun bende kalacak bir nüshası için yaptım bunu… Zarfların üzerlerine daha şimdiden adını soyadını yazdım… Senin anlayacağın, yeni bir dönem başlattım hayatımda Can. Duygularımın pembe kâğıtlara altın uçlu kalemimle dantela gibi işleneceği günleri beklerken, seni anlatmaya cüret ettim, ajandamın herkesten mahrem sayfalarına… Bütün hazırlıklarım tamam mektuplar için, postahaneden kutu kiraladım ve numarasını not düştüm bugün internetteki adresine… İlk, ben yazmalıyım dediğin mektubunu sabırsızlıkla beklemeye koyulan kalbim, telaşlı atışlar içinde… Seni yazmak istiyorum Can, ikinci doğuşun, akıllara durgunluk veren o karşılaşmasını yazmak için hazırladım duygularımı.

O, inanılmazı gerçekleştiren sebeplerin ve o, mekânın öyküsünü… Akdeniz sahillerinin en ihtişamlı otelini düşlemekteyim şu an ve seni… O ana şahit olan insanları… Yeşim’i ve Canan’ı… Akdeniz’in ılık, sevecen sularını… Hatırladıkça, sevincimi ve hatta bilmediğim sebeplerle hüznümü artıran, romantizmi eşsiz kılan o Akdeniz gecelerini ve özellikle seni unutamıyorum… Dolunaylı bir geceydi. Tam on beşinde… Başında kavak yellerinin esintilerinden habersiz, sihirli bakışlarıyla etrafındakileri büyüleyen, efsun bakışlı bir yosmayı andırıyordu gece… Yıldızlar salkım saçaktı gökyüzünde. Gecenin hüzünlü aydınlığının üzerine dantela gibi işlediği sihirli desenler oluşturmuştu yıldızlar…

Akdeniz’in ılık sularında yıkanıp durulanan muhteşem bir dekoru vardı gökyüzünün… Denizin hemen kıyısına, bir solukluk mesafe kadar sokulmuş, görkemli çay bahçesinin en manzaralı masasını seçmiştik oturmak için. Martılar, o akşam daha değişik çırpıyorlardı kanatlarını, gemiler, daha anlamlı sinyaller veriyorlardı yollarını aydınlatan fenerleriyle ve sandallar, daha gizemli oynaşıyorlardı Akdeniz’in sularıyla o akşam… Yeşim’le işte öylesine kaptırmıştık gönüllerimizi manzaraya. Çaylarımızı yudumluyorduk, doğanın sihrine bırakmışız gözlerimizi… Çaylarımız hergünkünden değişikti o akşam… Ruhumun açlığını, hislerimin hazcılığını keşfettiğim anların baygınlığı içinde, silinmez fotoğraflar işliyordu hafızama manzara.

Zamanı, fotoğraflarda donduruyordum, sevdayı yüreğimde… Hemen karşımızdaki masaya oturmuştunuz. Yanındaki güzel bir kız ve sen… Bakışlarınız ilgimizi çekmişti, özellikle Yeşim’in… Israrlı bakışlarınız düşüncemde fırtınalar koparmıştı… Güzel bir kızla, aynı masada oturan yakışıklı bir delikanlının, o şirin kızı umursamadan bakışı kamçılıyordu düşüncelerimi… Utancımdan fazla ilgilenmemiş olsam bile, yanaklarımda tutuşan alevlerin, yüzümdeki deriyi acımasızca dağlayışını hissediyordum.

Yeşim, dikkat kesilmişti bakışlarınıza. Ona, öfkeye susturucu takan bir azarla fısıldayışımı hiç unutmamışım: – Ne yaptığını sanıyorsun sen? Aldırış bile etmemişti bana Yeşim. İnanılmaz bir sorumsuzluk duygusu içindeydi hâlâ. Yudumlamaya çalıştığım çay, ne yapsam geçmiyordu boğazımdan. Derin bir soluk almıştım boğulmamak için. Gözlerimi kısarak yinelemiştim ikazımı: – Yeşiiim! Bozuntuya vermiyordu. Önce gülümsemişti, sizin masaya bakıp. Başını usulca eğerek selamlamıştı sizi… Bunalmıştım öfkemden. Aklımı atmamak için direniyordum sanki. Bir erkek vardı karşımızdaki masada ve arkadaşım o tanımadığımız insanları selamlıyordu ikazlarıma aldırış etmeden. Bu anlamda hiçbir erkeğe bakmamıştım hayatımda. Utanç, beni boğmak üzereydi. Gözlerimi kapamıştım, dişlerimi sıkıp. Kulağımın dibinden gelen bir ses ürpertiyordu beni. Gözlerimi açıp sesin sahibine bakmıştım… Az önce, senin yanında oturan genç kızdı…

Sevimli, şirin ve ılıktı sesi. Gözlerinin içi gülüyordu bakarken. Mahcuptu, gözlerinden yansıyan pırıltılar ezikti biraz: – Merhaba! Suskun ve oldukça şaşkındım gözlerinin içine bakarken: – Merhaba, diyebilmiştim sadece. Ellerini masanın üzerine dayamıştı, soluğunu hissedeceğim kadar yakındı bana… – Aynı otelde bitişik odalarda kalıyoruz. Abimle birlikte gelmiştik. Sıkıldım arkadaşsızlıktan. Sizlere de kanım kaynadı, bizi de aranıza alır mısınız?

Yeşim veriyordu cevabını:
– Tabii, neden olmasın?
– Ağabeyim de gelebilir mi?

Gözlerime anlamlı bakıp, bir anlık duraklamıştı. Tepkimi ölçmek istiyordu anlaşılan. Keskin bir bakış uzatmıştı Yeşim gözlerime ve benim fikrimi almadan vermişti kararını: – Buyursun ne demek? Donup kalmıştım. Masamıza bir genç kız, dahası, hiç tanımadığımız bir delikanlı gelecekti… Ben donmuştum, o hayat dolu kızın gözlerinin içi gülüyordu… Evet, benim damarlarımdaki kanın donmuş olmasını sezmiş olmasına rağmen sevinçten uçuşuyordu: – Teşekkür ederim. Çok çok teşekkür ederim… Belliki sıkılmıştı yalnızlıktan, Akdeniz sahillerinin göz kamaştıran manzaralarının arasında bile olsa… Bilmem neden? Kalbimin atışları değişmişti. Heyecandan soluk alabilmek için çırpınırken, sen geliyordun masamıza ve Canan… Yer açmıştı Yeşim, oturabilmeniz için. Oturur oturmaz, ilk o tanıtmıştı kendisini. Sempatik, şirin, sevecen yürekli kız.

Sevinçten uçuşan bir gönlü vardı onun. Ben hâlâ gözlerimi kilitlediğim masanın üzerinden çekip alamıyordum… Yeşim’le tokalaşmıştı önce. – Merhaba, adım Canan. Almanya’dan tatil için gelmiştik ağabeyimle… O da uzatmıştı elini… Yeşim ikinizle de tokalaşmıştı… Gözlerimi usulca aralayıp yükseltmiştim bakışlarımın ufkunu. O ses, o manzara, andıkça hayatımın anlamlı nostaljilerinden birisi olmaya hak kazanıyordu.

Kusura bakmayın diyordun, kardeşim sıkıldı da. Adım Can…  Memnun oldum, benim adım da Yeşim. Üniversiteyi bitirdik bu yıl ikimiz de… Biz ölümüne iki arkadaşız. Ailelerimiz de bizim kadar içli dışlıdır… Aynı sokağın çocuklarıyız. Memnun oldum… Bu isim beynimde inanılmaz bir fırtına estiriyordu… Biraz daha kaldırmıştım başımı, kaçamak bir bakış uzatmıştım yüzüne. İçimde adını koyamadığım bir yanma olmuştu…

Sıra bana geliyordu. Nefesim boğuntuluydu ne yapsam… Sık sık yutkunuyordum bu yüzden. Hayatımda böylesi emrivakileri hiç, ama hiç yaşamamıştım… Bu tarz yadırgatıcıydı benim için. Erkek arkadaşım olmamıştı hiç. Çocukluk yıllarımın dışında. Bir genç kızın, lekesiz duru bir hayatının olması gerekliliğine inanıyordum… Yuva kurabileceği erkeğin, gerdek odası kapısını pörsütülmemiş, mıncıklanmamış bir vicdanla aralaması gerekiyordu ve benim inancıma göre bu şarttı… İşte bunun için hareketlerime ve davranışlarıma özen göstererek yaşamaya çalışıyordum… Yeşim benim doğrultumda değildi… Beni çok sevmesine rağmen çok saf ve budalaca kabullerimin olduğunu savunurdu. Çok engellemiştim onu. Kızdığı hatta kırıldığı anlar bile olmuştu bana bu yüzden. Onsuz yapamıyordum…

O da bensiz… Duygularımın, hatta sır dağarcığımdaki gizlerin çoğunu açmıştım ona. Sadece ve sadece onunla paylaşırdım sırlarımı. Beni ezberleyen tek arkadaşımdı Yeşim… Sade ve duru bir hayattı yaşamaya çalıştığım…

Gönül kapılarımı kapalı tutsam bile insandım… Benim de hülyalarım vardı, rüyalarım ve duygu yüklü bir yüreğim… Kendime has ütopyalarım vardı, kurup yönettiğim dünyalarım vardı… Benim yönettiğim dünyalarda insanlar kirletilmezlerdi. Benim ütopyalarımda hülyalarım süslerdi yeryüzünü. Kan, kin ve haklara tecavüzler olmazdı. Rüşvetler, fuhuşlar bağışlanmayan kirliliklerdi. Oralarda para asalet değildi. Güç değildi, korkunun saygınlığını benimseyen, ilkesiz kuralsız jakobenlikler değillerdi. Tecavüzler olmaz benim ütopyolarımda. Şehvet sarası tutan bakışların kendisine zemin bulamayışını yaşar orada gönüller… Erkeklerini aldatmayan kadınların, kadınlarına ihanet etmeyen erkeklerin yaşadığı bir ütopyadır hülyalarımdaki ülke.

Hep orada yaşarım, çocuksu saf kirletilmemiş duyguların, günaha bulanmamış yüreklerin güzelleştirdiği, gönlümce hür dolaştığım sokaklar, caddeler, şehirler ve sahillerin oluşturduğu ülkede. Manevi iklimlerin hazzına kapılan gönüllerin, bulandırılmamış kaynağından içtiği, kabalıkların silindiği, sırat köprüsü inceliklerin yaşandığı, ruhların yaratıcısıyla aracısız buluştuğu, secdelerinde saygı goncaları açan yüreklerin ülkesinde yaşamak… Sahi Can! Sen, secde goncalarının nefeslere dolan rayihasını hissettin mi hiç?…

Kalem, beni alıp nerelere götürdü?… Seni yazmaya çalışıyordum oturmuş… Hayatıma ikinci kez doğuşunu… Sıra bana gelmişti. Gönül dağlarını aşındıran, en inanılmaz anımdı sanıyorum. Tıkanacak gibiydi nefesim Canan’la tokalaşırken… Sıranın bana geleceği anı bekleyen yüreğim parmaklarım kadar titrekti:

– Merhaba, diyordu, elini uzatırken gönlümde yer eden o kız.
Titrek bir sesim vardı ona cevap verirken:
– Merhaba!
– Adım Canan.
– Memnun oldum, benim adım da Nergis.
Nasıl tuhaf bakmıştın, ismimi telaffuz edince. O siyah, mühür
gözlerin kurşunlamıştı yüreğimi. Bir sihir vardı karşımda seni gördükten sonra, hislerimin kolayca çözemeyeceği kadar gizem dolu. İstikamet aramıştım gözlerim için. Kaçamak bakışların, sığınacağıbir mevki… Tanışmanın en çetrefil, en zor anlarını yaşıyorduk ikimiz. Elini uzatıyordun, bana tokalaşmamız için.Elini uzatmıştın: Adım Can, diyordun.

Buram buram ter basmıştı vücudumu Can!… Bu, yüreğimin derinliklerine kazıdığım bir isimdi, çocuksu duygularımın masum sevdası adına…

Senin elin uzanmış tokalaşmamız için beklerken ben çocukluk yıllarımıza bir ufuk turu düzenliyordum maziye dönmüş… Büyüdüğüm, ilkokulu okuduğum, o bin beş yüz rakımlı köyün doruklarını, ormanlarını kırlarını, yaylalarını ve yamaçlarını geziyordum. Çocukluk günlerimdeki duygularımın peşine düşmüş. Işık hızı bir turdu bu… Elin hâlâ havada bekliyordu gözlerimi açtığımda. Yeşim ve Canan bizi seyrediyorlardı. Ve sen ve sen Can, zor durumdaydın, benim kadar… Elini çekmemiştin, ısrarla tokalaşmamız için bekliyordun.

Kırık bir gururun fotoğraflarını çekiyordu ürkek bakışlarım ve bir yandan da seni, düştüğün o zor durumdan kurtarabilmek için çırpınıyordum. Ne tuhaf!…Memnun oldum, diye mırıldanırken, bir fısıltıyla tamamlamaya çalışıyordum merasimi:

– Hoşgeldiniz.

Anladın ve derin bir mahcubiyetin çizgilerini yüz hatlarında bırakıp, elini usulca bırakmıştın masanın üzerine. Buruk, içli ve utançlıydın, yara alan gururunla. Belki de pişmanlık içindeydin masamıza geldiğin için… Belki de, değil Can, bunu okumuştum gözlerindeki incinmişlikten… Ve gözlerin şaşırtmıştı beni… Canan’ı, hatta Yeşim’i şaşırtmıştı kontrolden çıkan davranışım. Derin, ısrarlı ve baygın bir seyir tutturmuştum gözlerinde… Bu bir cevap arayıştı aslında, içimdeki gizlerin depreştiği, çocukluk tutkularımın sorularına, bir cevap arayıştı aslında bakışlarım… Kırık gururuna rağmen, dudaklarında bir sorun vardı, yanımızdakileri şaşırtan. Ne kadar içli bir sesti o, farkında mısın Can?…

– Afedersiniz. Nereli olduğunuzu söylemenizde bir sakınca var mı?

İrkildim, yeniden bakıyordum gözlerine. Gözlerin, gözlerindi seni ele veren…Çocukluk yıllarımızda, masum yüreğime mührünü silinmezliğe kazıyan gözlerin. Onlar sihirle doluydu eskisi kadar…

 

Benzer İçerikler

Üçüncü Dünya Savaşı (Çin ABD’yi İşgal Ettiğinde)

yakutlu

Sahildeki Kulübe – Sarah Jio – PDF İmdir

yakutlu

Kayıp Renk | Hüseyin Tunç

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy