“O devirde bir fikir ve kalp coşkusu, bireylerden topluma, toplumdan memleketlere, memleketlerden bütün vatana sirayet ederek düşüncelerin, suskun ve durgun cereyanların kaynaklarını ihlal ediyordu. Edebiyatla baş başa kalmak için bütün vatanda huzurlu bir köşe yoktu. Bu hallerin karşısında, ortamın etkisiyle geçirdiğim şiddetli, yakıcı, yıkıcı bir asabi hayat içinde yazı masamın önünde şiir ilhamının fikri ödüllendirip şereflendirmesini beklerken kapımda hafiyelerin ayak seslerini, penceremden beni gözetleyen kaplan bakışlı gözlerini görürdüm. Çünkü Sergüzeşt’e esaret aleyhinde başlamış ve ‘hürriyetine’ diyerek son vermiştim.”
Samipaşazade Sezai
Recaizade Mahmut Ekrem ve Abdülhak Hamid Tarhan’la birlikte döneminin en önemli edebiyatçılarından biri olan Samipaşazade Sezai, Sergüzeşt’te Kafkasya’dan kaçırılarak İstanbul’da zengin konaklarına satılan Dilber’in acı macerasını anlatır. Hüzünlü aşk hikâyeleriyle de zenginleşen romanda yazar, toplumumuzda yakın bir zamana kadar sürmüş olan esirlik gerçeğiyle yüzleşmemizi sağlar. Sergüzeşt’i açıklamalı notlar, resimler, haritalarla zenginleştirerek ve günümüz Türkçesine uyarlayarak yayımlıyoruz.
Sunuş
Samipaşazade Sezai’nin Sergüzeşt’i 1888’de Arakel tarafından yayımlandı. Arap harfli ikinci baskısıysa 1924’te Kitaphanei Sudi’den çıktı. Metni günümüz Türkçesine çevirirken bu baskı esas alındı, dizgi hatası nedeniyle anlamda sorun olan yerlerde birinci baskıya da başvurularak metin tamir edildi. Çeviri esnasında romanın cümle bütünlüklerine müdahale edilmeden günümüzde az kullanılan kelime ve tamlamaların karşılıklarının verilmesine dikkat edildi.
Bu esnada cümle öğelerinin dizilişinde ve eklerinde uyumsuzluklar gerçekleştiyse gerekli uyarlamalar yapıldı. Ancak temelde hem metnin yazıldığı zamanın dil duygusunu veren hem de anlaşılması güç ifadelerin açıklığa kavuşmasına özen gösteren bir tutum benimsendi.
Metinde geçen para ve zaman birimleri de dipnotlarla günümüz değerlerine çevrildi. Romanın geçtiği mekânları somutlaştırmak için haritalar ve başka görseller kullanıldı. 1880’ li yıllarda geçen romanı yorumlama imkânlarını çoğaltmak için tarihsel ve metinsel bağlama dair açıklayıcı dipnotlar kullanıldı.
Destekleyici öğeler olarak kullanılan harita ve görseller de mümkün olduğunca romanın geçtiği döneme yakın zamanlarda üretilen eserlerden seçildi. Harita ve diğer görseller Ekrem Hakkı Ayverdi’nin 19. Asırda İstanbul Haritası, C. Stolpe’ nin Plan de Constantinople, levantineheritage.com, Bibliotheque National ve British Museum kaynaklarından alındı.
Mukaddime
1888 senesinde Sergüzeşt’in çıkışını fevkalade bir surette güzelce karşılayanlar, o zamandan geleceği aydınlatmaya başlamış gençlerdi. Senin kadar veya senden genç olan, o hem aydınlatan hem aydınlananlara, daima yürüyen o fikir yolcularına önder olarak Sergüzeşt her gün daha da yayılıyor ve buna rağmen sen her gün daha da örtünüyordun. İrfan dünyasından aldığın bu karşılığa karşı hiç olmazsa beşon kitabın Sergüzeşt’i takip edecekti. Sergüzeşt bir vaatti. Vaadini niçin tutmadın?
1888: Otuz üç sene sabah olmak bilmeyen, ufuklarında en küçük bir şafak alevi görünmeyen uzun bir gece içindeydi. O uzun gecede doğan tek tük yıldızlar, diyarını terk ederek gurbet ellerinin hicranlı ufuklarında batıyor, kalanlar da vatanın gökyüzünde bir müddet parladıktan sonra istibdadın tutuşturduğu volkanlardan yükselen kara bir dumanın içine gömülüyordu. O devirde bir fikir ve kalp coşkusu, bireylerden topluma, toplumdan memleketlere, memleketlerden bütün vatana sirayet ederek düşüncelerin, suskun ve durgun cereyanların kaynaklarını ihlal ediyordu. Edebiyatla baş başa kalmak için bütün vatanda huzurlu bir köşe yoktu. Bu hallerin karşısında, ortamın etkisiyle geçirdiğim şiddetli, yakıcı, yıkıcı bir asabi hayat içinde yazı masamın önünde şiir ilhamının fikri ödüllendirip şereflendirmesini beklerken kapımda hafiyelerin ayak seslerini, penceremden beni gözetleyen kaplan bakışlı gözlerini görürdüm. Çünkü Sergüzeşt’e esaret aleyhinde başlamış ve “hürriyetine” diyerek son vermiştim.
O devirde, milletlere refah ve ticaret imkânı sağlamak için, bilim ve bilgi ihracat ve ithalatı için, fikir ve zekâ gezinti ve dolaşmaları için okyanusun üzerinde gidip gelen akansarayların izleri, hatları ve kıtaları birbirine bağlarken, bilime yeni keşif eklemek arzusuyla kutuplara gidip gelinirken, geceleri Boğaziçi’nin bir sahilinden diğer sahiline geçmek yasaktı. Halbuki o sahiller; bazen cennet rüyasına benzeyen Boğaziçi’ne hayalin dalıp gitmesi için dünyanın en güzel çiçeklerinden yapılmış, yumuşak bir yastığıydı.
O zamanki halimi tasvir için otuz beş sene evvel şöyle birkaç söz söylemiştim:
İntizara kalmadı bak iktidar
Kûşei uzlette oldum ihtiyar
İntizarım hep vatan ikbalidir
Kaldı bir düşman elinde tarumar
Bu vatanda gördüğüm her gün benim
Ah ü efgân ile hâli ihtizar
Karşı durdum lütfuna, tehdidine
Mertlikle işte ettim iştihar
Uzun olan bu manzumenin alt tarafını şimdi hatırlamıyorum. Ben saklanmadım. Küçük Şeyler2 ile Rumuzü’l-Edeb’i3 yayımlayarak Paris’e göç edip yedi sene Şura-yı Ümmet gazetesinde4 mücadele ettim. O gazetede ve diğer yerlerde yazdıklarım toplansa Sergüzeşt gibi birkaç kitap olur.1 Şimdi geçmiş, maziye dönüşmüş bir devrin coşku ve heyecanını bu sayfalara getirmek istemem. Bunları söylemekten maksat, malum olduğu üzere bir yazarın yazdığı veya daha ehemmiyetli olarak yazamadığı şeyleri anlamak için, onun bulunduğu ortamı ve kuşatıldığı tesir ve duyguların nüfuzunu ortaya koymaktır.
O zamanki hayatta Avrupalılarınki gibi roman konusu bulmak zordu. Fakat Avrupalılar gibi yazmak niçin? Sade, özel ne kadar roman konusu bulunurdu. Bir de ben hissetmediğim şeyi yazamam. Daha doğrusu yazmak istemem. Halbuki en büyük eserler histen çok fikirle yazılır. Hissin baskın olduğu eserler kadınlaşır. Mesela Endülüs’teki Arapların mimari güzelliklerinde his o kadar baskındır ki taştan duvarlarında kalpleri görülür, güzel saraylarının süslemelerindeki renklerin boyası hayallerinin ağlama ve tebessümlerindendir. Bu kadar incelik kazanan bir büyük medeniyetin ve yalnız yüksek ruhların görebileceği bir akıl çelici şiirsel rüyaya dalmış Arapların, benim büyük Sadi’min:
Heme âdemîzâde bûdend lîken
ço gorgân be hûnhâregî tîz çengî
dediği insanların arasında özellikle o zamanki haşin İspanyolların içinde kalıcı olamayarak Endülüs’ü terke mecbur edileceklerini, kendi yüksek sanatları, dilini bilenlere söyler.
Dünyanın en büyük ve en cani milleti olan Romalıların güzel sanatlarında hissin hissesi yok gibidir. Gök kubbeyi başında tutacak gibi görünen mermer direkleri birer fikir, birer düşüncedir. Mermer direkleri, mermer merdivenleriyle günbatımının önünde al bir renk kazanan mağrur sarayları sonsuzlu ğa karşı birer zafer takı gibi durur. Namık Kemal’in, Süleyman Nazif’in eserleri gibi…
Namık Kemal’in üslubunda ecdadından miras kalan bir cihangirlik özelliği vardır. Kemal, Büyük Britanya sahilindeyken İngiltere’yi tarif için diyor ki: (Bu tasvir harfiyen değil fakat anlamı aynen böyledir.) Denilebilir ki okyanusun her meddinde, dünyanın ihtiyaçları küreye İngiltere’den gidiyor, cezrinde dünyanın servet hazineleri adaya dökülüyor.1 Kendi de böyledir. Kemal’deki anlam, med halinde olunca Türk fikir ve kalbinin bütün malzeme ve ihtiyacı o deha kaynağından gidiyor. Cezrinde ilhamın bütün hazine ve mücevherleri o irfan âlemine dökülüyor. O yücelikler ve anlamlar cezrinin olgunlaştırdığı/Kemal’e getirdiği incilerden bir tanesi de Süleyman Nazif’tir. O da ırkının bütün ateşleri kalbinde, Şark güneşinden yapılmış üslubu kaleminde olduğu halde her türlü tecavüze karşı Türk irfan sınırına konulmuş bir gözcüdür. Edebiyatta ekol gibi gelip geçici modalar, inançlar gibi efsanelerin üzerinde görünür olur.
Sergüzeşt’i duyarlı üstat Ekrem’in sonsuz kalbine ithafla yüceltmek istemiştim. Bu eserin bir meziyeti varsa onu da şimdi yeraltında duran fakat sonsuzluğun üst katmanlarında ebedî bir çarpıntı içinde olan o kalpten almıştır.
Vaniköy, 4 Mart 1924
Samipaşazade Sezai
1
Rusya kumpanyasının1 Batum’dan gelen bir vapuru Tophane’nin önüne yanaştığı zaman denizin üzerinde sabırsızlıkla bekleyen birkaç kişi sandallardan vapurun içine atılmışlardı. Bunlardan birisi uzun boylu, geniş omuzlu, seyrek siyah bıyıklı, etekleri ayaklarına kadar uzun, beli gayet dar bir Çerkes paltosu giymiş, yanında kendi milletinin kalpağı, elinde bir gümüşlü kırbacı olan Çerkes’e:
“Safa geldiniz, cariyeler nerede?”
“İşte burada…”
“Kaç tane?”
“Üç…”
“Güzel mi?”
Çerkes esirlerin birisini göstererek:
“Şu mavi gözlere bak. Bir paşa buna bir hazine verir.”
Çerkes’le bu herif bir sandala, cariyeler de diğerine binerek Tophane İskelesi’ne doğru vapurdan açıldılar. Çerkes’le beraber bulunan ve gayet iri cüsseli olan bu adam Hacı Ömer isminde bir esirciydi ki insan ticaretinin hissiz kalbine verdiği merhametsizlik, kalbinin o büyük yuvarlak gözlerine yansıttığı bir nevi vahşilik izlerinden olarak bakışı kaplana benzerdi. En geniş anlamıyla düşünüldüğünde kendisinin de dahil olduğu insanlığın bir kısmının uğradığı felaketten kişisel çıkarı olmadıkça etkilenmez; bir şarkıcının sesiyle bir kızın ağlamasını, bir sazın sedasıyla paha biçilmez bir güzelliğin yardım ricasını ayırt etmezdi. İnsanlık vazifelerinden iki şeyi kutsardı. Biri ticaretinin ilerleme kamçısı olarak odasının duvarına asılan kırbacı, diğeri evine giren güçsüz varlıkların kimsesizliğiydi.
Sandalın içindeyken o büyük yuvarlak gözleriyle Çerkes’e bakarak ve birer küçük yelpaze kadar büyük olan ellerini sallayarak esirleri pazarlık ediyordu. Pazarlık yolunda gitmeyince kırk beş ile elli yaşları arasında olduğunu gösteren ve siyahtan ziyade kirli bir renge çalan kır sakalıyla esmer çehresinde biriki kaba buruşukluğu, nefrete layık bir şekil alırdı.
Halayıkların ikisi on altı, on yedişer yaşında olup Kafkasya’nın iki parlak güzellik ürünüydü. Üçüncüsü tahminen sekizdokuz yaşında bir küçük esirdi ki saçlarıyla kaşlarının arası biraz yakınca, ağzı gayet küçük, yuvarlak olan omuzlarına nispetle beli incecik, hele o siyah gözlerde zekâ ışığı sonsuz bir güzellik gösterirdi. Usta bir el tarafından uyumlu hatları çekilmiş fakat rengi verilmemiş bir tabloydu. Zira küçücük dudakları pek renksiz, bakılmamaktan saçları seyrek, sefalet ve yol yorgunluğunun tesiriyle rengi uçuk, gözlerinin etrafı ince bir siyah daireyle çevrilmiş, bakışında kafesin içine konulmuş bir kuşun ara sıra göğe bakışını andırır surette gizli bir hüzün ve üzüntü görünürdü. Bu küçük kızın üzerinde dar ve baştan ayağa ilikli bir Çerkes paltosu, başında bir küçük eski kalpağı vardı. Sandallar sahile yanaşarak bu kızları bir eve götürdüler. Eve girdikleri zaman esircinin karısı karşılayarak, “Bu ikisi güzel, bu küçük kız hastalıklı bir şeye benziyor, bunu buraya ölsün diye mi getirdin?” dedi.
Hacı Ömer de, “Biz de bunu bin liraya1 almadık ya. Tamam Yüksek Kaldırım’daki2 Mustafa Efendi’nin eşinin istediği gibi bir küçük…” cevabını verdi. O gece Çerkes o evde kalarak beğenilmezse üç gün içinde geri verilmek üzere üçünün de pazarlığı bitti.
Bu evde kızlar geceleri bir odaya toplanır, birbirleriyle konuşurlardı; fakat çok gülmek, Çerkesçe söylemek yasaktı ve bir müşteriye gidip de her ne sebepten dolayı olursa olsun beğenilmeyerek gelen esirlere onon beş kırbaç kesindi.
Bu eve varışlarından birkaç hafta sonraydı ki bir sabah Hacı Ömer o küçücük esire Çerkesçe, “Haydi kalk, gideceğiz,” dedi. Çocuk kendi yaşındakilere özgü bir tavırla hemen yerinden kalktı. Koşarak beraber geldiği kızlardan birinin boynuna sarıldı. Birbirleriyle öpüşüp ayrıldıkları zaman çocuğun gözünde küçücük ruhunun ıstırabına işaret eden bir damla yaş gözüktü; sonra birdenbire hayatın ıstırap yükünü hissetmeye başlayan adamlar gibi minimini kaşlarını çatarak ciddi, dokunaklı, düşünceli bir çehreyle esircinin o koca ellerinden tutarak evden çıktılar. Yürüyorlardı. Çocuk sokakta giderken etrafından geçen arabalara, tramvaylara hayran hayran bakıyordu. Tophane Meydanı’na geldikleri zaman orada birçok çocuğun gülüşerek, haykırışarak oynadıklarını görür görmez –asli özellikleri, duygularının güzergâhının kalplerinden geçen arzulara hiç incelemeden hemen uyması olan çocukların kendisinden geçerek yerde koşuşan bu varlıkların gökte uçuşan kuşlarla bir münasebeti olmalı– çocukların kendilerinden bir topluluk gördükleri zaman katılmak sevdasının sevkiyle hemen onların yanına doğru koşmaya başladı. Birdenbire esircinin o büyük, o korkunç gözlerini açarak, “Gel buraya… Şimdi kırbacı çıkarırım!” dediğini işitir işitmez yavaş yavaş geri döndü. Yanındaki gulyabaninin ellerini tutarak kendisinin nasıl bir demirden esaret eli içinde olduğunu birinci defa olarak hissetti. Yürüyorlardı.
İkisi de hiçbir lakırdı söylemiyordu. Köprü’nün1 üzerinden geçerken iki tarafa yanaşıp kalkan vapurlardan gözünü ayıramıyordu. Birkaç adım daha ileri gidip de vapur düdüğünün sesini işitir işitmez bulunduğu yerde vücuduna titreme geldi. Zira memleketinden ayrılıp gelirken Batum’da duran vapur düdüğünün yankısı hâlâ kulağında kalmıştı. Karşı tarafta göğün mavi gölgesi altında omuz omuza yükselmiş dağların üzerinden dökülüp gelen bir rüzgâr saçlarını dağıtarak görmüş olduğu bir rüyayı yani memleketini hatırlatarak ıstırap çeken kalbine anlaşılmaz bir surette teselli sunuyordu. Yürüyorlardı. Köprü’yü geçip de Yeni Cami’nin önüne geldikleri zaman çocuk, rengi büsbütün uçmuş yüzünü korku ve tereddüde işaret eder bir halle kaldırarak Çerkesçe, “Karnım aç,” dedi. Esirci kolunu çekerek düşürecek gibi olduktan ve yine itip doğrulttuktan sonra, “Yürü!” dedi. Yürüyorlardı. Zavallı çocuğun o güzel fakat renksiz dudakları titriyordu. Çakmakçılar Yokuşu’nu çıkarken ayaklarının sızladığını hissediyor fakat korkusundan söylemiyordu. Gözüne karşısındaki on adımlık yer yürümekle tükenmez sonsuz bir mesafede görünmeye başladı. Ayakları dolaşıp düşecek gibi oldu. Sonra yine doğruldu. Yürüyorlardı. Beyazıt Meydanı’na geldikleri zaman gözünü çevirip de bir tarafa bakmaya mecali kalmamıştı. Bacakları güya vücuduna bağlanmış birer kurşun gibi ağır gelmeye başladığından vücudundaki bütün kuvveti sürüklemeye ancak yetişiyordu.
Hele şükürler olsun, Beyazıt’ta tramvay mevkisinin yanındaki bir kahvede oturdular. Yorgunluktan gücü ve takati kalmayan çocuğa o hasır iskemle bir kraliçenin saltanat tahtına çıkışı kadar huzur ve sefa verdi. Esirci bir simit, biraz da peynir aldı. Çocuk bunları yedikten ve bir bardak da su içtikten sonra tramvaya binerek Aksaray’a, oradan diğer hattın tramvayıyla Yüksek Kaldırım’a indiler.
Esirci küçük bir sokak, tenha bir mahallenin içinde bir evin kapısını çalıyordu.
Öğleye denk gelen bu esnada Şark’ın parlak güneşi bu küçük, bu tenha sokağı aydınlatarak kapısını çaldıkları evin üst kat pencereleri saçağın gölgesi altında kalır ve alt kat pencerelerinin kafeslerinden süzülerek giren güneş ışını evin iç tarafına doğru yayıldıkça sönüyor gibi görünürdü. Yine o esnada öteki sokaktan çıkan bir âmâ elindeki değneği aralıklı bir usulde kaldırımlara vurarak, “Devri la’linde baş eğmem bâdei gülfâma ben”
gazelini okuyarak geçiyordu. Evin kapısında bir köpek uyuyor, komşunun damında biriki kedi dolaşıyordu. İnsan bu sokaklarda yürüdükçe, sakinliğine ve düzenlenme ve inşa şekline bakarak kendini Ortaçağ’a doğru seyir ve seyahat ediyor sanır.
Evin kapısını açan bir Arap halayık, “Safa geldiniz Hacı Ömer Efendi, buyurun!” dedikten ve hanımına gidip haber verdikten sonra bunları hanımın odasına götürdü. Bir başörtüsüyle köşede oturan hanım –şişman, esmer– kaşlarına bir parmak enliliğinde rastıklar sürmüştü; kaba bir yaratılış, çirkin bir kıyafete girmişti. Odaya girip de esirci, “Git hanımın eteğini öp,” dediği zaman küçük esir gidip kadına sarılmak isteyince hanım gayet sert bir tavırla geriye doğru itti. Kız mahzun mahzun geri çekilerek mindere oturdu. Hacı Ömer şiddetle, “Senin mindere oturmak haddin mi? Sen esirsin! Kalk ayakta dur!” dedikten sonra hanıma doğru dönerek, “Kusuruna bakmayın, daha acemidir. Geleli birkaç gün oldu, siz istediğiniz gibi terbiye edersiniz,” yolunda mazeretini ifade etti. Çocuk bu emirlere bir hüzün ve hayret içinde itaat ederdi. Bir taraftan hanım çocuğun vücudunu eliyle yoklayarak ucuz almak için birçok kusur bulur, diğer taraftan Arap halayık ince ince muayene ederek, “Hanımefendi bu nafile, zayıf, bu ölür,” derdi. Sözün özü iki tarafın bilinçli bir varlıktan yararlanmak için hırs güdüsü ve menfaat sevdasıyla saatlerce ettikleri pazarlık kırk lirada1 karar buldu.
Çerkes asıllı, dokuz yaşında kul cinsi2 bir esiri sakatlık ve hastalıklardan uzak olarak eski Harput Mal Müdürü Mustafa Efendi’nin eşine kırk adet Osmanlı lirası karşılığında sattığımı beyan eden işbu senedim yazılı olarak adı geçen hanıma teslim kılındı.
Esirci Hacı Ömer
Edindiği yeti sayesinde bu senedi süratle yazarak evden çıkıp gitti.
Hanımın verdiği emir üzerine Arap halayık, yanında boyun eğmiş bir sakinlikle giden küçük kızı mutfağa indirdi, kendi yemek pişirirken ona da su taşıttırdı. Hanım tam bir dikkatle evin idaresini gerçekleştirir ve intizamını sürdürür fakat çok bağırır, pek çabuk hiddetlenirdi. Kaşlarını çatarak sönük siyah gözleriyle bakışında, bir çocuğu ağlatacak, bir adamı korkutacak kadar merhametsizlik görünürdü. Yalnız on iki yaşındaki Atiye ismindeki kızını mektepten dönüşünde kucakladığı zaman, yaratılış nezaketi, kalp inceliği gibi kadınlara mahsus olan özellikler garip bir şekilde kendisini gösterirdi.
Bu özellik tamamıyla kızına yöneltilmişti, onunla sınırlıydı, yoksa zaten hiç çocuk sevmez, hiç kimseye acımazdı. Gençliğinde ara sıra kendisini döven kocasının vahşi muamelelerini görmüş ve en nazik yaratılan bir kadını bile en azgın hayvana dönüştürecek kadar etkili olan kıskançlığı çok çekmiş, hele bir zamandan beri kötü idarecilik ve rüşvet almaktan dolayı yüce hükümetin adil yargısının kocasını azletmesinin ıstırap ve kederini hissetmiş ve bunların cümlesi kalbine bir merhametsizlik, bir neşesizlik getirmişti. Manevi hayat olan zihinsel meşguliyetlerden ve bir toplum içinde anne olmak için lazım gelen medeni terbiyeden mahrum bulunduğundan daima halayıklarla uğraşır, onları merhametsizce döver, komşularının aleyhinde söylenir dururdu.
….