Sesim şiirsiz bir dünyada kayboldu.
Dünyaya hangi dönemde, hangi coğrafyada, ne tür koşullarda geleceğimize karar veremeyiz. Ancak nasıl yaşam süreceğimize, geçen süreci nasıl dolduracağımıza olanaklar dahilinde hükmedebiliriz. Elbette varoluşçular gibi, hiçlik üstüne düşünüp, yenilerek intihar etme hakkımız da var. Lakin bunu yapmıyoruz, doğamız buna uygun değil, bir biçimde tüm hayvanlar yaşama tutunuyor. Yaşama inadı ciddi mesele. Yokluk, açlık, savaş, sakatlık, mahpusluk ne olursa olsun yaşam direncini kırmaya yetmiyor, o zaman “umut” kavramı çıkıyor karşımıza ve diyoruz ki: “Gelecek güzel günler var!”
Boğaz ağrısıyla başlayan, teşhisi zor ve acı verici bilinmez bir hastalık yüzünden konuşamayan Enver Aysever’in yazma tutkusunun ürünü bir kitap: Sesini Kaybeden Adam. Bu metin, sesi, şiirsiz bir dünyada kaybolan bir Radikal Tahammülsüz’ün hastane güncesi olarak da okunabilir, hayatla bir hesaplaşma olarak da…
1
5 Temmuz, Çarşamba. Sabah sesim tamamen gitti. İki günden beri ağır baş ağrısı çekiyordum. Sesim kayboldu, ilk kez onsuz kalmanın ne anlama geldiğini fark ettim. O güne dek en çok gereksinim duyduğum uzvum bana veda etmiş, ses kaslarımdan biri felç olmuştu. Her uzuv önemli elbette, şöyle düşünün; balerinin bacağını yitirmesi türü bir öncelikten söz ediyorum. Yaşam boyu sadece okumak, yazmak, konuşmakla ilgilendim. Artık sesim çıkmıyor, iyi de bu bir son mu sahiden? Yani “anlatıcı” olmanın sonu değil belki ama anlatma gücümün en önemli silahlarından birini yitirdim. İnsan başkalarının başına gelenlerden çıkarım yapmaz, ders almaz. Aldığını sanır, kimi ibret diye bir şey uydurur ama bu mümkün değildir. Kanser olmadan kanserlinin ruh halini bilemeyiz, ileri yaşlarda ölümün kapısında olmanın da ne anlama geldiğini bilemeyiz. Bacağı kesilmek zorunda olan depremzedeyi kavrayamayız, aniden çıkıp gelen bir hastalığın hızla gözümüzü kör etmesi üstüne sadece uyduruk fikirler üretiriz. Hatta panik bozukluğu olan kimseleri bile “Her şeyi kendin yapıyorsun!” diyerek, bir de ilave sıkıntıya sokarız. Başka tür deneyimler için de benzer örnekler verilebilir. Örneğin Alzheimer olan biri için artık bilinç yoktur. Oysa tüm çevre onu görür, bilir, acısını kavramaya çalışır. Bu tür hastalıklarda eşlik etmek zorunda kalanları da irdelemek gerekir.
Hasta bakmak güçtür, yaşlıyla yaşamak güçtür, koşullara akıl yürütemeyiz. Elbette değişen koşullar, yaş ve çevre unsurları da korku üretir. Oturduğunuz evin belirsiz bir zamanda olacak bir depremde yıkılma ihtimali yüksektir, bunu bir Japon anlayamaz. Konuşmadan yaşamak mümkün müdür? Salt ses çıkararak mı konuşulur ya da dil ses çıkarmakla yakından ilgili midir? Alışkanlıklar da var elbette, sizin susmanıza alışkın olmayan çevre yadırgayınca, ortaya yeni bir iletişim biçimi çıkar mı? Sağır, dilsiz olmak ile bir gün aniden sesini kaybetmek arasında benzerlik var mıdır? Bir de sesinizin kalıcı olarak sizi terk etmediğini bilerek, süreci yönetmeniz icap edebilir. Çevrenize el işaretleriyle dert anlatmaya çalışmak gerekebilir. Kişisel anlatılar önemlidir.Hasta bakmak güçtür, yaşlıyla yaşamak güçtür, koşullara akıl yürütemeyiz. Elbette değişen koşullar, yaş ve çevre unsurları da korku üretir. Oturduğunuz evin belirsiz bir zamanda olacak bir depremde yıkılma ihtimali yüksektir, bunu bir Japon anlayamaz. Konuşmadan yaşamak mümkün müdür? Salt ses çıkararak mı konuşulur ya da dil ses çıkarmakla yakından ilgili midir? Alışkanlıklar da var elbette, sizin susmanıza alışkın olmayan çevre yadırgayınca, ortaya yeni bir iletişim biçimi çıkar mı? Sağır, dilsiz olmak ile bir gün aniden sesini kaybetmek arasında benzerlik var mıdır? Bir de sesinizin kalıcı olarak sizi terk etmediğini bilerek, süreci yönetmeniz icap edebilir. Çevrenize el işaretleriyle dert anlatmaya çalışmak gerekebilir. Kişisel anlatılar önemlidir.
2
Bu otobiyografik anı-romanı kişisel gelişim çağı zırvalığına katılmak için yazmıyorum. Kimseye örnek olmak gibi bir niyetim yok, içinde başarı öyküsü de yok. Yazmak istiyorum ve hastaneden çıkıp kafamı ilk kaldırdığım an, yani 6 Temmuz Perşembe günü, çalan telefonlar eşliğinde, elbette açamıyorum, saat 11.00 sularında yazmaya başlıyorum. Umberto Eco’ya “Neden roman yazıyorsunuz?” diye sorduklarında, “Canım istediği için” demişti. Benim gerekçem de bu. İçine düştüğüm çukurdan böyle çıkarım, bu tedavinin parçası olur ve iyi gelir ya da sanatçı hangi koşulda olursa olsun yazar gibi bir gerekçem de yok. Merak edenler okur, etmeyenler okumaz. Çok satanlar listelerinde görünmeyi de önemsedim bir zaman, geçti gitti. Sesim olmadan ikinci günüm. Günce yazmaya da niyetim yok. Romancıyım, kuralsız roman yazdım hep, yine bunu yapıyorum. İlla öğüt vermek gerekirse, bir işi sevdiğimiz, istediğimiz için yapmak zevklidir. Ben de bulanık, her yanı abartılı günlerden geçerken bunu yapıyorum. Gözüm görüyor, kulağım işitiyor, elim işliyor; şimdilik evet! Çünkü bir ders aldım, hep bu olanaklara sahip olamayabilirim. Ayrıca bilinç de terk edebilir. Aklım başımdayken sevdiğim işi, yazmayı sürdüreceğim.
3
Ciddi entelektüel meselelerin içinde elli yaşımı taçlandırmak isterken oldu her şey. Nedir bu meseleler, “zaman” üstüne okuyordum; “varlık” ve “bilinç” üstüne iyice yoğunlaşmıştım. Gerçekten herhangi bir meseleye, düşünceye, ideolojiye adanmış yaşam sürmek tüm açmazlara yanıt olur muydu, bu soru kafamda dönüp duruyordu. Erdal Öz 12 Mart Mamak zindanında fırsat bulup Deniz Gezmiş’in yanına gider. Kısa süre sonra infaz gerçekleşecektir. Gezmiş’in yatağında Orhan Kemal romanı görünce şaşırır. Bir insan idam öncesi, hâlâ neden okur? Yanıtı Gülünün Solduğu Akşam’da var. Bana kalırsa herkesin kendi yanıtı olur bu durum karşısında. Bir ömür kısa ya da uzun mutlaka sorguyla geçmelidir, saman gibi bin yıl yaşamaktansa kısacık zamana iz bırakacak işler koymak gerekir. Ben böyle düşünüyorum ama doğru mu değil mi, bilemem. Birinin şu boktan kalabalıklar için ölmeyi saçma bulmasına ne demeli?
Uzun tartışmadır bu. Sonsuz kumsalda kum tanesi olmanın sıradanlığını bilmek erdem sayılır mı, yoksa tersine bunu bilip isyan etmek midir var olmak? Bir de kişinin kendi dahil, herhangi birine tam anlamıyla dürüst olması mümkün mü, diye sorup duruyordum. Ardımda hayli kalabalık düşlerle renklenmiş, mücadele dolu bir geçmiş bırakarak vardım bugünlere. Açıkçası, şımarık bir döneme girdiğimi hissediyordum için için. Ülkenin içinde bulunduğu açmaza rağmen mücadele ederken, yeni evime, denize yakın olmanın sevincine kapılmıştım. Keyfim hafiften yerindeyse iki tek parlatmak da zevkliydi elbette; bir yanı böyleydi. Salgın zamanı sanırım büyük çoğunluk iç hesaplaşma yapmıştır. Nereden geldim, nereye gidiyorum, bunca para kazandım ama ne işe yarıyor türü sorular havada uçuşuyordur. Soruları çoğaltmak mümkün. Meşrebine uygun biçimde yanıt verir insan. Düşünürler bu tür soruları, ortada herhangi bir sebep yokken üretirler. Edebiyat iyi vakit geçirmek için olduğu kadar, sorulara soru katmak için de yararlıdır.
Yaşam durduğumuz yere göre pek katlanılabilir bir uğraş değil. Uğraş sözcüğünü bilerek seçtim. Kendine ait olanı meşru kılmak, sahici, ikna edici kılmak için mutlaka dayanak bulmak gerekmez. Hep söyledim, “İyi yanıtlarım olmayabilir” ama “Çok iyi sorularım var” diye! Düşünmek soru sorma yetisidir. Üniversiteden felsefe hocam Cengiz Çakmak’la radyo programlarım sürecinde yeniden tanıştık sanki. Meğer her akşam “Yolcu Yolunda Gerek” programımı dinliyormuş, yayınlara konuk olmaya başladı, müthiş lezzetli oldu programlar. Bir gün yayın sonrası, “Kimi görsem sana gıcık oluyor, bu çok iyi, bu yüzden ben seviyorum seni. Bir tür Sokrates tavrı bu. Sen yaşadığın şehrin yabancısısın” dedi. Şımardım elbette. Ekledi; her gün şehri dolaşan Sokrates’in yaptığını, radyo yayınlarıyla sürdürdüğümü söyledi. Felsefe yapmak bu demek; sormak, soruları çoğaltmak, yanıtlara yenik düşmeden, kendini asla ikna etmeden devam etmek sormaya.
…