SEVİNÇ ÇOKUM’DAN GEÇMİŞİ BUGÜNLE BULUŞTURAN SICACIK ÖYKÜLER: “EVLERİNİN ÖNÜ”

                                          “EVLERİNİN ÖNÜ”

 

 

I.Basım: Mayıs 2016

Kapı Yayınları, 206 sayfa

Okuma tarihim: Ağustos 2019

 

“Evlerinin Önü, Sevinç Çokum’un Makine ve Derin Yara isimli iki ayrı kitabındaki öykülerden oluşuyor. Öyküler arasında yazarın çocukluk dönemindeki gözlemlerinden esinlendikleriyle birlikte, 70’li ve 80’li yılların bunalımlarına uzanan örnekler yer alıyor…” ( Arka kapaktan )

 

Yazar Hakkında Kısa Bilgi:

“25 Ağustos 1943’te İstanbul’da doğdu. Beşiktaş Kız Lisesi’ni, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi, ayrıca umumi sosyoloji dalında öğrenim gördü.

(… ) İlk öyküleri Hisar’da dikkati çeken yazarın sonraki dönem yazdıkları, Türk Edebiyatı, Gösteri, Varlık dergilerinde ve Dünya Kitap’ta yer aldı.

(…) Ortaya attığı abukizm adlı “ters doğru” felsefesini romanlarına katarak insanı gözlemleyen Çokum, klasik anlatım ve teknikleri kırmaya çalıştı…

Öykü, roman, deneme türü eserlerinin yanında senaryo ve radyo oyunları da yazdı, radyo programları hazırlayıp sundu.

Eserlerinden Bazıları:

Romanları: Zor, Bizim Diyar, Hilal Görününce, Ağustos Başağı, Çırpıntılar…

Öyküleri: Eğik Ağaçlar, Bölüşmek, Makine, Derin Yara, Rozalya Ana…” ( Kitaptan)

 

     “ (…) Bozuk yolu düzeltirsin. Yıkılmış duvarı örersin. Şu evin üstüne bir kat daha çıkarsın. Ama devlet yıkıldı mı, tamir edemezsin.(…)” ( Evlerinin Önü, 139.s.)

 

      Her birinde ayrı portrelerle tanıştığınız, yaşanmışlığın yoğun bir şekilde hissedildiği yirmi bir hikâyenin yer aldığı Evlerinin Önü, okunmaya değer öykülerle buluştuğunuz bir eser. Sevinç Çokum,  belli bir kuşağın tanıklık ettiği dönemleri ( 70’li ve 80’li yılları), kimi zaman hüzün kimi zaman sevinç yüklü insan hikâyelerini, okuru geçmişe alıp götüren bir anlatımla okurlarıyla paylaşıyor.

    “ Edirne Edirne”,  kitaptaki ilk hikâyeyle geçmişe yolculuğunuz başlıyor.  “Sarsıntı” adlı hikâyeyle de geçmişe yaptığınız duygu yüklü yolculuğunuz son buluyor. Hikâlerden bazıları beni çok fazla etkilemediyse de Sevinç Çokum’un insanın ruhunu okşayan güzel dili sayesinde yine de her hikâyeyi zevkle okudum. Bazılarından da o kadar etkilendim ki benim için deyim yerindeyse yıldızı hak eden hikâyelerdi. Mesela Hüzün Gemileri, Paşa Mahallesi, Kadınca, Alacaklı ve birkaç hikâye daha okuru etkisi altına alabilecek kadar duygu yüklü. Yazar, farklı insan portrelerini başarıyla tasvir ediyor. Güçlü ve edebi yönü sağlam bir dili var Sevinç Çokum’un. Dilindeki ustalık, ruhundaki incelik ve sevgi yüklü bakışıyla kahramanlarına başarıyla hayat vermiş. Hem o dönemin kültürel ortamının hem siyasal koşulların hem de toplumsal yaşamın izleri var her hikâyede.  Dönemin koşulları kadar kahramanların yer yer hüzün yer yer sevinç dolu yaşam öyküleri de gözler önüne seriliyor.

    

 

  “… Yıllardır çocuklarla iç içeydi. Her insan, biraz çocuktu. İşte bir memur karısı. İki çocuklu. Apartmanın getirdiği alışkanlıklara çarçabuk uymuş. Günler, matineler, konken… Ya kendisi? Profesör Kâzım Bey’le evleneli, babasının şekerciliğini, o küçük dükkânı unutuşu zor olmadı. Önemli kimselere sofra kurmaya alışması da… Üsküdar’daki o bakımsız ev, o eğreti dükkân gözünün önüne geldiğinde eski utancı silinip, yerini bir acımaya bırakıyor. Ama yine de elde değil. Başka türlü görünmeyi öğretiyor şehir…”( Edirne Edirne, 13.s.)

     Yazar, o dönemin yaşamını yansıtırken bazı cümleleriyle de günümüz toplumuna da yararlı mesajlar veriyor kahramanları aracılığıyla. O kahramanların hikâyelerinde, kendi kişiliğinizle, çevrenizdekilerin karakterleriyle özdeşleştirebileceğiniz birçok davranış biçimi var. Belki merhamet belki geçmişe ve geleneğe saygı, belki duyarsızlık belki yaşama sevinci ve umut…  Kimi zaman acı ve derin bir keder… Kimi zaman anlatılan dönemlerin manzarası… Hemen hemen her hikâyede, hafızanıza, yüreğinize işleyecek güzel satırlar var.

         “… Lale’nin babaannesi, bir köşede oturup tespih çekerdi. Kadın, onların sigara içmesine kızardı. Lale, ‘Çok konuşma’ derdi. ‘Şimdi kafana indiririm terliği.’ İndirdi de…

          Lale’nin babası, hep katı, suskun, soğuk ve uzak. Emekli bir adamın, eve iyice çökmüş ağırlığı…

 Lale’nin kitapları, defterleri gazete kâğıdıyla kaplıydı. Defterlerde yağ lekeleri, ekmek, susam kırıntıları, saç telleri… Sibel, nasıl da özenirdi mavi kaplı defterlerine. Düzenli bir evin, düzenli bir hayatın içinde Sibel. Biricik kız…”( Hüzün Gemileri,29.s.)

          “…Kandillerin yanışı güzel. Canlanıyor herkes. Yapraklar kımıldıyor. Schiller bilir mi bu duyguyu?..” ( 31.s.)

        Her hikâye kahraman yönünden oldukça zengin.  Birçok karakterle, tiple tanışıyor ve farklı mekânlarda buluyorsunuz kendinizi.  Farklı ev yaşantıları, kültürleri, dönemin hüzünlü hikâyeleri… O dönemlerin siyasal ortamında verilen kayıplar ve daha birçok hüzün yüklü yaşamlar… Birçok duyguyu bir anda yaşayabiliyorsunuz.

        “… Nevin’in ölümünü işittiği gün, Ferhunde Hanım’ın sütü kesildi. Göğsünü sıktı sıktı, süt gelmedi. İçinde bir dal kurudu. Bir tomurcuk kurudu. Sabahat, ‘Hasta kız ölünce, ayakları duvara dayanmış anne. Uzun boyu daha da uzamış,’ diyordu. Kadın, Nevin’in son soluğunu verişini, kaslarının birdenbire gevşeyip, kemiklerinin rahatlayışını, dar odayı aşmaya yetmediğini ürpererek düşünmüştü.” ( Paşa Mahallesi, 41.s.)

       Hikâyelerin sonunda, olayların hangi yıla ait olduğunu görünce farklı bir duygusallık yaşıyorsunuz. Siz de o hüzünlü geriye dönüşün bir parçası oluyorsunuz adeta. O yılların bir tanığı da siz oluyorsunuz bir an. 1976, 1975, 1974, 1981, 1979… Bir anda sanki bir zaman makinasındaymışsınız gibi. Bir yıl öncesine ya da bir veya birkaç yıl sonrasına tanıklık ediyorsunuz sanki.  Bu zaman yolculuğunda, Atıfet Hanım’la, Hasan Efendi’yle, Gökhan’la, Madam Katina’yla, Cemil’le, Recai’yle, Piraye’yle, Hüsnü Dede’yle ve daha birçok kahramanla tanışıyorsunuz. Sevinç Çokum’un zengin şahıs kadrosu ve başarılı betimlemeleriyle o dönemin ruhunu yaşıyorsunuz. Kültürünü, hüznünü, siyasal atmosferini soluyorsunuz. O karakterin nefes aldığını hissediyorsunuz. Ete kemiğe bürünüyor adeta.

     “ …Karısı Hatice Hanım’ı gözünün önüne getirmeye çalıştı. Yirmi yıl olmuştu öleli. Sağlığında bir doktor yanında çalışıyordu. Akşamları filesiyle, zembiliyle kapıdan girdi mi, ortalık ışıklanıverirdi. Hatice Hanım, pencerelerle konuşurdu, kapılarla. Sokakta kim varsa… İnsan, kedi, köpek, kuş… Yarım kilo kıyma, bir kilo kiraz. Döşemeler gıcırdardı o yürüken. Tencereler kaynardı, kedi miyavlardı, saksılarda küpe çiçekleri salınırdı…”( Alacaklı, 89.s.)

     Bu yazıya sığmayacak sıcaklıkta, içtenlikte satırlar var her hikâyede. Ölümün derin acısı ve ruhumuzda yarattığı deprem…  Yazar öyle satırlarla tanımlıyor ki o derin acıyı! Bir anda silkeliyor sizi ve ölüme bambaşka bir yerden bakabilmenin huzurunu yeşertiyor sözleriyle.

 “ ‘…Rasim Amca, annemi niye o kapkara çukura gömdünüz?’ dedim. Hani bir gün Beykoz Çayırı’na gitmişlerdi. Ebegümeciler, gelin çiçekleri, mürverler açmıştı. Karıncalar yuvalarına girip çıkıyorlardı. Rasim Efendi ‘Hele şu toprağa bak! Ne güzel. Senin kapkara dediğin. Neler yaşıyor içinde… Karıncalar, efendime söyleyeyim, uç uç böcekleri, çiçekler… Canlı bir şey. Eğil hele, yakından bak,’ demişti. Sonra uzanmış, ellerini başının altında birleştirip bir zaman göğe bakmıştı… Toprak artık onu ürkütmüyordu. Canlıydı demek! Kapkara bir çukur değil. Canlı, yumuşak…”( Evlerinin Önü, 132.s.)

   Sevinç Çokum’un dili yalın ve doğal. Anlatımı da akıcı ve samimi. Öyle ki bir yer sofrasında oturmuş ve bir aile sıcaklığıyla o sofradaki nimete kaşığını uzatıyorsunuz sevdiklerinizle. O sofrada, geçmişin hüznü, sahip olduklarına şükür ve hep omuz omuza yaşamak, acıyı birlikte göğüslemek var. O sofrada, sadece 70’li ve 80’li yılların acılarını, tertemiz insanların hayat mücadelesini hissederek paylaşmanın hafifliği ve huzuru var. Ağır yaşam koşullarının, siyasal ayrışmalarla canı yanan bir neslin çığlığını yüreğinde hissetmek var. Sevinç Çokum, Evlerinin Önü’nde, o yılların yer yer puslu yer yer apaydınlık sabahlarını anlatmış yüreklice ve umudu elden bırakmadan. Suya sabuna dokunduğu kadar yüreklerimize de dokunmuş. İnce ince ve cesurca!

   “… Bir şeyler çok bu memlekette, bir şeyler az. Yanlışlar çok, doğrular az. Diyorum ki, ne çok müfettiş, ne çok amir, memur var… Binalar, binalar, binalar… Yollar… Dört yol ağızları. Ne çok amir. Kim bekliyor, neyi bekliyor, nasıl teftiş ediyor?..”( Evlerinin Önü, 139.s.)   

“… Bunlar, duvarları beyaz kireç boyalı, pencerelerine kırmızı biberler asılı, odaları kilimli, hasırlı bir evin çocukları. Yer sofrasında dumanı tüten bir bulgur tenceresi gözünün önüne geldi. Yakup Efendi bir ara, ‘Hanife, çay yap!’ diye seslenmişti. Hanife, Yakup Efendi’nin karısı… Kevser, semaveri masanın üstüne koyduğunda Yakup Efendi’nin gözlerine bir aydınlık vurmuştu…”( Nideyim, 176.s.)

   “…Bahar gelmelidir. Sahipsiz her bir şeyi kucaklamalı. Sahipsiz yaprakları, tomurcukları, sahipsiz evleri, çocukları, hüznü ve yalnızlığı…”  1981 ( Sarsıntı, 206.s.)

 

 

15.09.2019

 

Benzer İçerikler

Hicret

yakutlu

Mulk ve Hilafet & Tarih Felsefesi Acısından

yakutlu

Dostoyevski – Kumarbaz (Roman Özeti)

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy