Şeylerin Masumiyeti | Orhan Pamuk


Özenle sleçilmiş resim ve fotoğraflarla dolu bu kitapta, Örhan Pamuk, Masumiyet Müzesi’nde eşyalar üzerinden İstanbul’u ve kendi hayatını anlatmaya devam ediyor…

Eski İstanbul taksilerinden kalabalık aile fotoğraflarına, ev ev gezen terzilerden gazino-sinema çevrelerine. Boğaz ve yalı kültüründen çay içmeye ve kahvede oturup kâğıt oynama alışkanlıklarına uzanan kitap, aynı zamanda Pamuk’un on beş yılda kurduğu ilginç müzenin hem hikâyesi hem de kataloğu. Pamuk. Masumiyet Müzesi’nden yola çıkarak hazırladığı bu yaratıcı kitapta, eşyaların, manzaraların, gündelik hayatımızın tuhaf, göz kamaştırıcı ve sıradan ayrıntılarında yeni anlamlar keşfediyor.

***

Giriş

SON OSMANLI ŞEHZADESİNİN HİKÂYESİ

Romanın ve müzenin fikri ilk 1932 yılında bir aile toplantısında, Şehzade Ali Vâsıb Efendi ile tanıştığımda aklıma geldi. Osmanlı Padişahı V. Murat’ın küçük torunu olan şehzadenin, saltanat sürseydi ve Osmanlı hanedanı Türkiye’de ve iktidarda olsaydı, o yıllarda tahtta olması gerekiyordu. Ama Osmanlı Devleti’nin yıkılışı ve 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin de kuruluşundan sonra Türkiye’ye dönmeye yeni izin alabilmiş olan bu seksenlik adamın derdi, ne taht ne de siyasi iktidardı. Ecdadının altı yüz yıl yönettiği ve ancak yabancı bir pasaportla girebildiği Türkiye’de sürekli kalabilmek istiyordu yalnızca. İskenderiye’de yaşıyor, yazlarını Portekiz’de, Avrupa’nın ve Ortadoğu’nun tahtını ve iktidarını kaybetmiş emekli kral ve prensleriyle ahbaplık edip vakit öldürerek geçiriyordu. (Bana İran Şahı Rıza Pehlevi’nin ilk karısı Fevziye’den neden ayrıldığını anlatmıştı.) Ölümünden sonra oğlu Osman Osmanoğlu tarafından düzenlenip Bir Şehzadenin Hatıratı, Vatan ve Menfâda Gördüklerim ve İşittiklerim adıyla 2004’te yayımlanan hatıralarından da anlaşılabileceği gibi, şehzadenin hayatta sürekli derdi parasızlık olmuştu. Geçinebilmek için uzun yallar İskenderiye’deki Antoniadis Saray ve Müzesi’nin önce bilet kontrolörlüğünü, sonra da müdürlüğünü yapmıştı. “Sarayın idaresi, temizliği ve eşyalarının muhafazasına memur idim,” diye gururla yazar hatıralarında. “Gümüşler, kristaller, mobilyalar vesaire uhdemde idi.” Aile sofrasında meraklı sorularım üzerine, seksenlik Şehzade, Kral Faruk’un kleptoman olduğunu da anlatmıştı: Kral Faruk Antoniadis Saray ve Müzesi’ni ziyaretinde, çok beğendiği antik bir tabağı kimseye sormadan camekânı açıp yanına alarak Kahire’ye, kendi sarayına götürmüştü. Başka sorularım üzerine Şehzade, Osmanlı Devleti yıkılıp hanedan İstanbul’u terk etmeden önce Ihlamur Kasrı’nda yaşadığını, Galatasaray Lisesi’nden sonra -Atatürk’ün de gittiği- Harbiye’deki Harp Okulu’na devam ettiğini anlatmıştı. Bütün bu yerlerde, ondan kırk elli yıl sonra, ben çocukluğumu geçirmeye başlayacaktım. Gözümün önünde yanık yıkık saraylar, konaklar, çocukluğumu geçirdiğim Nişantaşı’nın eski sokakları ve matematik dersi alan bir şehzade canlanıyordu.

Şehzade, elli yıllık bir sürgünden sonra, Türkiye’ye temelli geri dönme ve para kazanma dertlerine çözüm olacak bir iş aradığını, ama ne yazık ki kimseden yardım görmediğini şikâyetle anlatıyordu. Kimsenin ona yardım etmemesinin temel nedeninin, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin gizli servislerinin son Osmanlı Padişahı olabilecek kişinin siyasi bir sembol olmasını engellemek olduğunu anlıyorduk. İhtiyar şehzadenin böyle bir niyeti olmadığını bildiğimiz için, aile sofrasındakilerden biri, Ali Vâsıb Efendi’nin çocukluğunda çok vakit geçirdiği Ihlamur Kasrı’nda müze rehberi olarak belki iş bulabileceğini söyledi. Hem bir müzeye çevrilmiş Ihlamur Kasrı’ndaki hayatı hem de müze-saray yöneticiliğini çok iyi bildiği için, bu iş onun dertlerine mükemmel bir çözüm olmaz mıydı?

Bu öneriyle birlikte, Şehzade dahil sofrada oturan hepimiz bir an Ali Vâsıb Efendi’nin çocukluğunda dinlendiği, ders çalıştığı odaları ziyaretçilere nasıl gezdirebileceğini, hiçbir mizah duygusuna kapılmadan, ciddiyetle hayal ettik. Daha sonra bu hayalleri yeni biçimler bulmak isteyen genç bir romancının iştahıyla kendi başıma geliştirdiğimi de hatırlıyorum: “İşte, efendim,” diyecekti Şehzade, her zamanki aşırı nazik üslubuyla, “burası yetmiş yıl önce benim yaverimle birlikte oturup matematik çalıştığımız odadır!” ve rehberlik ettiği eli biletli müze kalabalığından ayrılacak, müze ziyaretçisinin basabileceği yer ile sergilenen eşyalar arasındaki eski tarz kırmızı kadife kordonlu (tıpkı müzemizin çatı arasındaki gibi) pirinç ayaklıklı sınır çizgisini geçerek çocukluk ve gençliğinde oturduğu masaya oturacak, o zaman aynı kalemler, cetvel, silgi ve kitaplarla nasıl çalışıyorsa taklit edecek ve oturduğu yerden müzeseverlere “Değerli ziyaretçiler. işte burada böyle matematik çalışırdım efendim,” diye sesleneeekti. Tıpkı başkahramanım Kemal gibi insanın rehberi olduğu bir müzenin ayın zamanda bir eşyası olmasının zevklerini ya da insanın yaşamış olduğu bir hayatı, yıllar sonra, bütün eşyalarıyla, bir müzede başkalarına anlatmasının heyecanını ilk böyle hissettim. Bir roman ve müzc olarak Masumiyet Müzesi’nin ilk çekirdeği budur. Baştan beri müzeyi ve romanı birlikte düşündüm.

ROMAN, MÜZE, KATALOG

Benim şehzadem gerçek değil, hayali biri olacaktı. Ama hikâyesini gerçek eşyaları bir müzede sergileyerek anlatacağı için, müze ziyaretçisi bir süre sonra onun gerçek olduğunu da anlayacaktı. Tıpkı Kemal’in gerçek birisi olduğunu müzeye gelen ziyaretçilerin hayretle anlaması gibi! Böylece müzeyi ve romanı birlikte düşünürken, hayalî bir hikâyenin “gerçek” eşyalarını bir müzede sergilemek ve bu eşyalar üzerinden bir roman kurmak istedim. Henüz ne müzenin nasıl bir şey olacağı ne de romanın biçimini tam biliyordum. Ama eşyalara yoğunlaşmamın, onlar üzerinden bir hikâye anlatmanın, kahramanlarımı, Batı romanlarının kahramanlarından daha farklı, daha İstanbullu ve daha gerçek kılacağını seziyordum. Yalnızca eşyaları (mesela radyo, duvar saati, çakmak) ya da yerleri (apartman binası, Taksim Meydanı, Pelür Bar) değil kavramları (aşk, sabırsızlık, telaş) da madde başlıkları yapacağım bir çeşit ansiklopedik sözlük gibi bir şey vardı aklımda. Yıllar sonra müzede “sabırsızlık”, “kıskançlık” gibi kavramları işler, temsil eder, resimlerken yaptığım gibi, bu sözlükte kavramları resimlemeyi, anlatmayı, işlemeyi de bazan düşünüyordum. Yirmi üç yaşında öldürdüğüm içimdeki ressam, çok değil, on beş yıl sonra dirilmeye, ruhumun derinliklerinden tekrar masanın üzerine çıkmaya, sayfaya yerleşmeye çalışıyordu.

Yedi ile yirmi üç yaşım arasında resim yaptıktan sonra romancı olmak kararıyla boyayı, fırçayı bırakmam, annemin eski eşyalarla dolu boş bir dairesinde kurduğum atölyeyi kapatmam, içimdeki ressamın yaratıcı enerjisini romana çevirmesine yardım etmişti; ama resim yapma isteğimi büsbütün öldürmemişti. Benim Adım Kırmızı’yı yazdıktan sonra da kahramanları ressam olan romanlar yazmayı düşledim. Masumiyet Müzesi’nden sonra da içinde ressamlar, daha önemlisi o ressamların yaptığı resimler olan romanlar hayal ediyorum.

İlk başlarda resimli bir ansiklopedik sözlük biçiminde hayal ettiğim bu kitaptaki maddeleri sırayla okudukları zaman, okurlar bir roman okuduklarını da anlayacaklardı. Ansiklopedi-roman düşüncesi, özellikle 1980’lerin ortasında Kara Kitap’ı yazarken kafamı çok meşgul ediyordu. Türkiye’de 1980 askeri darbesinden sonra arkadaşlarımın çoğu üniversitelerdeki işlerinden atılmışlardı ve büyük bir canlanma ve patlama yaşayan Türk ansiklopedilerine maddeler yazıyor, geçinebilmek için ansiklopedi yazıhanelerinde çalışıyorlardı. Gazetelerin okurlarına kuponla ansiklopediler dağıttığı, herkesin ansiklopedi fasikülü alıp biriktirdiği o günlerde, arkadaşlarım bana “Orhan, sen de ansiklopedi şeklinde bir roman yazsana, belki satar,” derlerdi. Biçimsel olarak oyuncaklı romanlar yazmaya kararlı genç bir yazar olarak bu tür yarı şaka yarı ciddi söylenmiş yeni fikirleri ciddiye alır, hayalimde onları denerdim.

Bu ilk haliyle roman, Keskin ailesinin ve Füsun’un eşyalarının üzerinden hikâye edilen ansiklopedi görünüşlü bir aşk ve aile romanıydı. Zaten ta 1990’ların ortasında Benim Adım Kırmızı’yı yazarken bile, bugün müzede sergilediğim ve Keskin ailesinin kullandığı eşyaları, mesela Temiz-İş marka böcek-sivrisinek ilacı pompasını, İstanbul’un eskici dükkânlarından toplamaya başlamıştım bile. Yeni bir eşyayı (mesela bir ayva rendesini) bulduğumda, hem romanım için gerçek ama tuhaf bir ayrıntı bulduğum için sevinir hem de yavaş yavaş büyüyen koleksiyonumun bir gün bir müzede iyi duracağını hayal ederdim. Bir müzede sergilenen eşyalar için tek tek yazılmış notlar şeklinde bir roman kurabileceğim aklıma böyle gelmiş olmalı. Romanım, 1990’ların sonunda zengin ayrıntılarla uzun uzun notlandırılmış bir müze kataloğu şeklindeydi. Tıpkı notlandırılmış bir müze kataloğunda olduğu gibi, önce bir eşyayı bir müzegezere tanıtır gibi okura tanıtıyor, sonra bu eşyanın kahramanımızda uyandırdığı hatıralara geçiyordum. İlk eşya Füsun’un Kemal ile sevişirken düşüreceği küpe olacaktı. Müzede önce küpeyi sergileyecek, katalog romanda ise önce küpenin hikâyesini anlatacaktım.

Masumiyet Müzesi romanını Kar’ı yayımladıktan hemen sonra 2002’de ilk önce böyle, bir müze kataloğu biçiminde yazmaya başladım. Çok geçmeden bu biçim ile Kemal ile Füsun’un aşk hikâyesinin ima ettiği şeyleri iyi araştıramayacağımı ve yeterince ifade edemeyeceğimi hissettim. Eşyalardan yola çıkarak, Kemal’in kendi aşk hikâyesini ve aslında bütün bir kültürü anlatmasını hayal etmek işime çok yaramıştı. Notlandırılmış bir katalog bahanesiyle, bütün hayatımı verdiğim roman sanatı ile bütün hayatımı veremediğim için hâlâ dertlendiğim resim sanatı arasında bir ilişki de kurmuştum. Evet, müzeyi yapacaktım; roman da içindeki eşyaların tek tek hikâyesini ve müzenin yapılışını anlatacaktı. Ama artık notlandırılmış bir müze kataloğuna fazla ihtiyacım yoktu. Füsun ile Kemal’in hikâyesini bildiğimiz klasik roman biçiminde yazmak istiyordum.

Romanı madde madde yazmaktan vazgeçmem, okurun eline aldığı bu kitabın varlık nedenini biraz açıklar. Şeylerin Masumiyeti’ni gerekli kılan asıl neden ise, Çukurcuma’ya gelip müzeyi gezen herkesin bildiği gibi, bittiği gün müzenin romandan bağımsız bir ruha sahip olduğunu anlamamdır.

Tabii ki romanı ve müzeyi birleştiren kuvvetli bağ, her ikisinin de benim tarafımdan çok uzun bir dönemde, kelime kelime, eşya eşya, resim resim hayal edilmiş olmasıdır. Roman da, müze de, belki de bu yüzden birer hikâye anlatırlar. Müzede sergilediğim eşyalar, romanda anlatılan eşyalara denk düşer. Ama kelime başka bir şeydir, eşya da başka bir şey. Kelimenin kafamızda canlandırdığı hayal bir şeydir, bir zamanlar kullandığımız eski bir eşyanın hatırası başka bir şey. Ama hayaller ve hatıralar birbirlerine yakındır, ve romanımın ve müzemin yakınlığı bundan kaynaklanır.

Ama tıpkı müze olmasa da romanın kendi başına ayakta durup anlaşılabilmesi gibi; müze de roman olmadan kendi başına bakılıp hissedilebilecek bir yer. Müze, romanın bir resimlemesi olmadığı gibi roman da müzenin bir açıklaması değildir.

Benzer İçerikler

Yüzbaşının Oğlu

yakutlu

BİT PALAS-Elif Şafak

yakutlu

Serserinin Öpücüğü – Anna Campbell – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy